Osmanlica lügat



Yüklə 11,57 Mb.
səhifə147/181
tarix17.11.2018
ölçüsü11,57 Mb.
#83297
1   ...   143   144   145   146   147   148   149   150   ...   181

SİNH (C.: Esnâh-Sünuh) Diş çukuru, diş yuvası.

SİNİ f. Büyük tepsi, sini.

SİNİMMAR Ay, kamer. * Gece uyumayan erkek. * Harami. * Tar: Rum milletinden bir üstâdın adıdır. Numan bin Münzir için Hira'da bir köşk yapmıştı. Bunun bir eşini daha kimseye yapmasın diye Numan bin Münzir o köşkün üstünden attırıp öldürdü. (Ahter-i Kebir'den)

SİNİN (Sene. C.) Sünun. Seneler. * Sina Dağı.

SİNİN-İ SÂLİFE Geçen yıllar.

SİNN (C.: Esnân) Yaş. Yaşanmış olan zaman. * Diş. * Medine'de bir dağın ismi. * Yaban öküzü.

SİNN-İ İYAS (Sinn-i ye's) Kadınların "âdet görmekten" kesildiği yaş. En çok 55 yaşına kadar veya daha evvel âdet görmekten kesilmesi zamanı ki; bundan sonra çocukları olmaz. Böyle bir kadına âyis denir.

SİNN-İ TEKLİF Erginlik, büluğ çağı. Bir kimsenin aklı başına geldiği; haramı helâli ayırt edebildiği, kadınlık veya erkeklik hâlini bildiği, ergin hâle geldiği yaşı. (Ortalama 12-15 kabul edilir.)

SİNN-İ TEMYİZ Hak ile bâtılı farketme yaşı.

SİNN Ot kurutmak.

SİNNE (C.: Sinen) Kalem başı. * Sapan demiri.

SİNNEN Yaşça, yaş bakımından.

SİNSİN (C.: senâsin) İyeği kemiklerinin arka tarafının ucu.

SİNTAH Büyük karınlı kuvvetli deve.

SİNTEL Kısa boylu.

SİNY (C.: Esnâ) Her nesnenin büklümü. * Dağın kısıkdar yeri. * Orta, vasat.

SİNNEVR (C.: Senânir) Kedi.

SİNYAL Fr. Kararlaştırılmış bir haberi verme işareti. İşaret.

SİPAH (C.: Sipâhan) Asker, leşker, nefer. * Ordu.

SİPAHDAR f. En büyük asker, serasker.

SİPAHİ Ask: Osmanlı askerlik teşkilâtında "Timar" namiyle öşür ve rüsumunu aldıkları araziye mukabil, harp zamanlarında kendi hayvanları ve kanunen götürmeğe mecbur oldukları silâhlı askerlerle birlikte sefere iştirak eden bir sınıf süvari askeri. Bunlar akıncılık, çapulculuk ve karakol hizmetlerini ifa ederler ve düşman karşısında piyadelerin muhafazasını te'min ettikleri gibi, icabında hücum işlerini de yaparlardı.

SİPAHSALAR f. Askerlerin en büyüğü. Serasker.

SİPAR f. Veren, fedâ eden.

SİPARE (Si-pâre) f. Kur'an-ı Kerimin herbir cüz'ü. * Küçük kitap, mecmua. * Otuz cüz.

SİPARİŞ f. Ismarlamak, ısmarlayış.

SİPAS f. Şükretme, dua etme.

SİPAS-DÂR f. Hamdeden, şükreden.

SİPEH f. Asker, leşker. * Ordu.

SİPEH-BÜD f. Başbuğ, başkomutan, başkumandan.

SİPEH-KEŞ f. Başkumandan, başbuğ.

SİPENC f. Konaklama yeri, misafirhane, otel. * Dünya. * Misafir.

SİPER f. Arkasına saklanılacak şey. Koruyan. * Mânia. Sığınak veya set arkası, duvar altı gibi kuytu yerler. * Okun, giderken kabzayı zedelememesi için sol elin üzerine konulan âlet. * Muharebede askerin kurşun ve gülleden korunması için toprak kazılarak açılan ve ön tarafına, çıkan topraklar yığılmak suretiyle vücuda getirilen korunma yerleri. * Kalelerin üstünde ok ve kurşun atmağa mahsus mazgallar yanında duracak askerlerin korunmaları için insan boyunda olan ve uzaktan diş diş görünen arkalıklı duvar parçalarına verilen addır.

SİPER-İ SÂİKA Yıldırımdan korunmak için gemilerle, minarelere ve büyük binalara konan âlet. Paratoner.Gemilerde direklerin şapkalarına konulur ve üzerlerine, bir ucu denize kadar sarkıtılmış bakır tel bağlanır. Direkleriyle teknesi ağaç olmayan gemilerde tel yoktur. Telin gördüğü nakil hizmetini geminin demir kısmı yapar. Minarelerle büyük binaların en yüksek noktalarına konularak sarkıtılan bakır tel, toprağa gömülüdür.

SİR f. Tok, kanmış, doymuş. * Sarımsak.

SİR Yarık. Delik. * Balık yahnisi.

SİRA' Hızla gitmek, acele etmek.

SİR-AB f. Suya kanma. Suya tok olmak. * Sulu. * Körpe, tâze.

SİRAC Işık. Lâmba. Fener. Mum. Kandil. * Şevk veren şey. * Güneş ve ay mânâsına veya Resul-i Ekrem'e (A.S.M.) "Nur saçan" meâlinde verilen bir isimdir.(Hem o Bürhan-ı Hak ve Sirac-ı Hakikat öyle bir din ve şeriat göstermiştir ki, iki cihanın saadetini te'min edecek desatiri câmi'dir. M.)

SİRAC-I RÂH-I HİDÂYET Hidayet yolunun ışığı.

SİRAC-ÜN NUR Nurun lâmbası. * Risale-i Nur Külliyatından bir mecmuanın adı.

SİRAC-ÜS SÜRC Lâmbaların lâmbası. En parlak nur. En parlak ışıklı eser.

SİRAD Gön, sahtiyan.

SİRAN (Sur. C.) Kaleler, kal'alar, hisarlar.

SİRAR (C.: Esirre) Sürur, sevinç. * Sırayla konuşmak. * Ay sonu.

SİRAYET Yayılmak, bulaşmak, geçmek.

SİRB (C.: Esrâb) Çekirge ve balık yumurtası. * Sığır sürüsü.

SİRBAL (C.: Serâbil) Gömlek, kamis.

SİRCİN Kurumuş davar tersi.

SİRDAB (C.: Seradib) Yer altında su soğutacak yer.

SİRE (C.: Sıyer) Koyun ağılı.

SİRET Bir kimsenin içi, hâli, hareketi, ahlâkı. * İnsanın tutmuş olduğu mânevi yol.

SİRET-İ HASENE Güzel ve iyi ahlâk.

SİRET-ÜN NEBİ Siyer-i Nebi veya Siret-i Nebi de denir. (Bak: İlm-i hadis, Siyer-i Nebi)

SİR'ET Nefis. * Koyun. * Geyik. * Kadınlar.

SİRHAN (C.: Serâhin) Vahşi hayvanlardan olan kurt.

SİRİŞK f. Göz yaşı. * Ateş şeraresi.

SİRİŞT f. Yaradılış, hilkat, huy, tabiat.

SİRİŞTE f. Yoğrulmuş, karıştırılmış.

SİRKAT (Serkat) Çalma. Hırsızlık.

SİRKE-FURUŞ f. Sirkeci, sirke satan kimse. * Mc: Ekşimiş yüzlü kişi.

SİRKİN Kuru davar tersi.

SİRR (C.: Esrar-Esirre) El ayasında ve alında olan hatlar. * Gizli nesne. * Cima etmek. * Zikir. * Hâlis. * En iyi, en faziletli.

SİRVAL (c.: Serâvil) şalvar.

SİRVE (C.: Sirâ) Küçük ok. * Çekirge yumurtası.

SİSA (C.: Sıyas-Sıyasâ) Köşk. * Kale. * Sığınacak yer. * Çulha mekiği. * Horoz mahmuzu. * Sığır boynuzu.

SİSA' (C.: Seyâsi) Davar arkası. * Omuz başı.

SİSMOĞRAF Fr: Zelzelenin yerini, saatini, yön ve hızını kaydeden âlet.

SİSTEM Fr. Bir bütün meydana getirecek şekilde, karşılıklı olarak birbirine bağlı unsurların hepsi. * İlimde bir bütün meydana getirecek esasların hepsi. * Bir nizâm dâiresinde çalışan takım. * Proğramlı çalışmak. * Manzume.

SÎT Çatırtı, patırtı, gürültü. * Ün, şöhret, nam.

SİTA' Deve boynunda uzunluğuna olan alâmet. * Ev direği.

SİTAD f. Alma, alış.

SİTAM Kılıcın ağızı.

SİTAN (-istan) f. Mekân adı yapmağa yarayan ek. Meselâ: Gül-sitan $ : (Gül-istan) Gül bahçesi, güllük.

SİTAN f. Alan, alıcı. Can-sitan $ : Can alan.

SİTARE (Setr. den) (C.: Setâir) Örtünülecek, perdelenecek şey.

SİTARE f. Yıldız, kevkeb.

SİTARE-İ RAHŞÂN Parlak yıldız.

SİTARE-GÂN Yıldızlar.

SİTAYİŞ f. Övme, medhetme. Medih.

SİTAYİŞ-KÂR f. Medheden, öven.

SİTAYİŞ-KÂRÂNE Överek, medhetmek suretiyle.

SİTEBR f. Kalın, kaba, yoğun.

SİTEM f. Haksızlık, zulüm. * Nâzikâne çıkışma. * Eziyet, cefa.

SİTEM-ÂMİZ f. Hâin. İnsafsız, haksız.

SİTEM-DİDE (C.: Sitemdidegân) Zulme uğramış, haksızlık görmüş.

SİTEM-KÂR (C.: Sitemkârân) f. Haksızlık ve zulüm yapan. Zâlim.

SİTEM-KEŞ f. Zulme ve haksızlığa uğrayan. Zulüm çeken. Mazlum.

SİTEM-RESİDE f. Siteme uğramış, zulme uğramış. Zulüm çekmiş.

SİTİZ (Sitize) f. Kavga, cidal, çekişme.

SİTİZE-CU f. Kavgacı.

SİTİZE-KÂR f. Kavgacı.

SİTR (C.: Estâr) Örtü. * Perde.

SİTT Hanım. (Aslı seyyidet iken muharref ve âmi arapçada sitt ve sitte olarak kullanılır.)

SİTTE Altı. (6) Altılık.

SİTTE-İ SEVR Güneş'in Sevr burcunda bulunduğu Nisan ayında fırtınalariyle meşhur olan altı gün.

SİTTÎN (Sittûn) Altmış. 60

SÎV f. Elma.

SİVA Başka, gayrı, diğer. Kasd. (Bak: Mâsiva)

SİVAD Gizli söz, sır.

SİVAK (C.: Süvük) Misvak. * Dişini yıkamak.

SİVAR (C.: Esvire - Esâvir-Suur) Bilezik.

SİVAR-I ZERRİN Altun bilezik.

SİVCAR Tazı ve köpeğin boynuna halka geçirmek. Tasma takmak.

SİVİL Fr. Asker olmayan. * Başı bozuk. * Mülkî. * Tebdil-i kıyafetle gezen polis. * Medeni.

SİYA' Samanlı balçık.

SİYAB (Sevb. C.) Elbiseler, giyecek şeyler.

SİYABE Kızlığın bozulması, bekâretin zâil olması.

SİYAC Dikenli duvar.

SİYADET Seyyidlik. (Bak: Seyyid)

SİYAFET Kılıççılık sanatı.

SİYAH f. Kara, esved. * Zenci.

SİYAHA Suyun akması. * Oruç tutmak.

SİYAHAT (Seyyehân - Siyâh - Süyuh) İbret, terehhüb ve ibadet için yer yüzünde gezip yürümek. (Dervişlerin seyahatı bundandır.)

SİYAHBAHT f. Tâlihsiz, kara bahtlı.

SİYAHÇERDE f. Esmer, karayağız olan.

SİYAHFAM f. Siyah renkli.

SİYAHÎ f. Siyahla alâkalı. * Zenci. * Siyahlık, karalık.

SİYAHKÂR (C.: Siyâhkârân) f. Günah işlemiş, suçlu.

SİYAHKEDE f. Kapkara yer.

SİYAHLİKA f. Kara yüzlü.

SİYAHPUŞ f. Siyahlar giymiş. Karalar giymiş. * Mâtemli, yaslı.

SİYAHRUZ f. Tâlihsiz, şanssız, bahtsız.

SİYAK Söz gelişi, ifade tarzı. * Üslub, tarz, yol. * Sürmek, sevk. * Ruhun çıkması.

SİYAK-I KELÂM Sözün gelişi, sevkediliş.

SİYAK VE SİBAKA MÜLÂYEMET Sözün evveline güzel bir netice, sonrasına iyi bir başlangıç olması.

SİYAKAT Binek hayvanını arkasından sürme.

SİYAM Oruç. (Bak: Sıyam)

SİYANET Koruma, muhafaza, hıfz.

SİYASET Memleket idare etme san'atı. Devlet idare tarzı. * Dünya ve âhirette necatlarına sebeb olacak bir yola, insanları irşad ile beşeriyetin salâhına çalışmak. * Diplomatlık. Politika. * Seyislik, at idare işleriyle uğraşma. (Bak: Hilafet)

SİYASETEN Siyaset bakımından, siyasî bakımdan.

SİYASÎ Siyaset icabı olan. * Siyaset adamı. * Politik.

SİYASİYYUN Politikacılar, siyasetçiler. Devlet idaresine çalışanlar.

SİYAT (Savt. C.) Kırbaçlar, kamçılar.

SİYE Koyun yatağı.

SİYER (Siret. C.) Tarzlar, gidişler, yollar.

SİYER-İ ENBİYA Peygamberlerin (Aleyhimüsselâm) hayatlarından ve onların ahlâkından bahseden kitap.

SİYER-İ NEBİ Mevzuu Hazret-i Peygamber'in (A.S.M.) hayatı, ahlâkı ve yaşayışı olan, O'nun gaye ve cihanı irşad eden mesleğinden bahseden kitap.(Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın ahvâl ve evsâfı, Siyer ve Tarih suretiyle beyan edilmiş. Fakat o evsaf ve ahvâl-i galibi, beşeriyetine bakar. Halbuki o Zât-ı Mübarek'in şahs-ı manevîsi ve mahiyet-i kudsiyesi o derece yüksek ve nuranidir ki; Siyer ve Tarih'te beyan olunan evsaf, o bâlâ kamete uygun gelmiyor, o yüksek kıymete muvâfık düşmüyor. Çünki: $ sırrınca: Hergün, hattâ şimdi de, bütün ümmetinin ibadetleri kadar bir azim ibadet sahife-i kemalâtına ilâve oluyor. Nihayetsiz rahmet-i İlâhiyeye, nihayetsiz bir surette, nihayetsiz bir istidat ile mazhar olduğu gibi, her gün hadsiz ümmetinin hadsiz duasına mazhar oluyor. Ve şu kâinatın neticesi ve en mükemmel meyvesi ve Hâlik-ı Kâinat'ın tercümanı ve sevgilisi olan o Zât-ı Mübarek'in tamam-ı mahiyeti ve hakikat-ı kemalâtı, Siyer ve Tarih'e geçen beşeri ahval ve etvâra sığışmaz. Meselâ: Hazret-i Cebrâil ve Mikâil, iki muhafız yâver hükmünde Gazve-i Bedir'de yanında bulunan bir Zât-ı Mübarek; çarşı içinde, bedevi bir arabla at mübâyaasında münâzaa etmek, bir tek şâhid olan Huzeyfe'yi şahid göstermekle görünen etvârı içinde sığışmaz.İşte yanlış gitmemek için; her vakit mahiyet-i beşeriyeti itibariyle işitilen evsaf-ı âdiye içinde başını kaldırıp, hakiki mahiyetine ve mertebe-i Risalette durmuş nurani şahsiyet-i maneviyesine bakmak lâzımdır. Yoksa, ya hürmetsizlik eder veya şüpheye düşer. M.)

SİYER-İ SENİYYE Yüksek ahlâk ve yüksek vasıflar. Hazret-i Peygamberin (A.S.M.) yüksek ahlâk ve vasıflarına dair yazılan kitab.

SİYERA' İbrişimle karışık alaca bez.

SİYONİST (Kudüs'ün eski adı olan Sion. dan) Filistin'de bağımsız bir Yahudi devleti kurmak isteyen. Yahudi fikrinin taraftarı. Bir şeyi Yahudilerin gaye ve menfaatına göre değerlendiren. Yahudilik. * Yahudi dinine giren.

SİYY Arz-ı Arabdan bir yer. * Çöl, sahra. * Benzer, misil.

SİYYAN (Siyy. C.) Birbirine denk ve eşit. Müsavi.

SİYYANEN Birbirine denk ve eşit olarak. Müsavi bir tarzda.

SİYYE Yay başı.

SKOLASTİK Lât. Kurun-u vustâda (Orta çağlarda) Hristiyan âleminde, papazların dinî görüşüne ve onların baskısı altındaki dinî fikirlerine göre yapılan tedrisat usulü.

SLOGAN ing. Kısa ve te'sirli propaganda sözü.

SOFESTAÎ (Sevfestâi) Kâinatın yaratıcısını, Cenab-ı Hakkı kabul etmemek için herşeyi inkâr eden. Müsbet veya menfi hiç bir hükme varmayan, daima şüphe içinde kalmayı esas alan felsefi bir doktrinin (Septisizm) mensubu. Septik. Alemde hakikat namına hiç bir şey tanımayan ve hakikatı araştırmaktan sarf-ı nazar ederek zevk ü safa, şiir ve edebiyatla eğlenen safsatacılar. (Bak: Sofizm)(..O Vahid-i Ehad'i kabul etmeyen ya nihayetsiz ilâhları kabul edecek veyahut ahmak sofestâi gibi hem kendini, hem kâinatın vücudunu inkâr edecek. M.)

SOFİ Ehl-i tasavvuf. Riyazet ve nefisle mücahede ile hakikate ermeğe çalışan. Tarikata mensub, mânevi kemâlât için çalışan. * Yanıltıcı, safsatacı. (Bak: İşrakiyyun)

SOFİZM Fr. Fls: Sofestaiye. Safsatacılık. Alemde hakikat olarak hiç bir şey tanımayan ve hakikatı araştırmaktan sarf-ı nazar ederek zevk ü safâ ve şiir gibi şeylerle eğlenmeği tercih eden bâtıl bir meslek. İnâdiye, indiye ve Lâedriye "Septizm" adlarıyla üç kısma ayrılırlar. (Mesail-i İlm-i Kelâm'dan)

SOHBET Konuşma, sevdiği kimselerle yapılan toplantı. * Birlikte oturup tatlı tatlı hakikat üzerine konuşmak.(Sohbet-i Nebeviye öyle bir iksirdir ki; bir dakikada ona mazhar bir zât, senelerle seyr ü süluka mukabil hakikatın envarına mazhar olur. Çünkü sohbette insibağ ve in'ikâs vardır. Malumdur ki; in'ikâs ve tebaiyyetle o nur-u âzam-ı Nübüvvetle beraber en azim mertebeye çıkabilir.Nasılki, bir sultanın hizmetkârı ve onun tebaiyyeti ile, öyle bir mevkiye çıkar ki, bir şah çıkamaz. İşte şu sırdandır ki, en büyük veliler sahabe derecesine çıkamıyorlar. Hattâ Celâleddin-i Süyuti gibi, uyanık iken, çok def'a sohbet-i nebeviyeye mazhar olan veliler, Resul-i Ekrem (A.S.M.) ile yakazaten görüşseler ve şu âlemde sohbetine müşerref olsalar, yine sahabeye yetişemiyorlar. Çünki: Sahabelerin sohbeti, Nübüvvet-i Ahmediye (A.S.M.) nuriyle, yâni Nebi olarak onunla sohbet ediyorlar. Evliyâlar ise vefat-ı Nebeviden sonra Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ı görmeleri, velâyet-i Ahmediye (A.S.M.) nuriyle sohbettir. Demek Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın, onların nazarlarına temessül ve tezahür etmesi, velâyet-i Ahmediye (A.S.M.) cihetindedir; Nübüvvet itibariyle değil. Mâdem öyledir; nübüvvet derecesi, velâyet derecesinden ne kadar yüksek ise, o iki sohbet de o derece tefavüt etmek lâzım gelir.Sohbet-i Nebeviye ne derece bir iksir-i nurâni olduğu bununla anlaşılır ki: Bir bedevi adam; kızını sağ olarak defnedecek bir kasavet-i vahşiyânede bulunduğu halde gelip, bir saat sohbet-i Nebeviyeye müşerref olur, daha karıncaya ayağını basamaz derecede bir şefkat-i rahimaneyi kesbederdi. Hem câhil, vahşi bir adam, bir gün sohbet-i Nebeviyeye mazhar olur; sonra Çin ve Hind gibi memleketlere giderdi. Mütemeddin kavimlere muallim-i hakaik ve rehber-i kemâlât olurdu. S.)

SOHBET-İ İHVAN Din kardeşleri ile faydalı hakikatlar üzerine sohbet etmek.Resül-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm buyurmuştur ki: Üç şey müstesna, dünyada rahat yoktur:1- Tilâvet-i Kur'an2- Münacat-ı Rahman3- Sohbet-i İhvan.

SOKRAT Eski bir Yunan Feylesofu. (M.Ö. 470-400) Vahdaniyete ve ruhun bakiliğine inanmış ve bu fikrini yaymağa çalışmış. "Dünyada yalnız bir şey öğrenebildim, o da hiç bir şey bilmediğimdir." sözü meşhurdur. Devrinin inanışına zıd fikirlerinden dolayı mahkemece kendisine idam kararı verilmiş, baldıran otunun zehirini içirmek suretiyle idam edilmiş. Sonra Eflâtun, Sokrat'ın fikirlerini müdafaa etmiştir.

SOLCU (Bak: Ashab-ı Şimal)

SORGUÇ Başa takılan tuğ. * Bazı kuşların tepelerinde bulunan tüyden süs.

SOSYAL Fr. İçtimaî. Cemiyete ait.

SOSYALİST Fr. Sosyalizm taraftarı olan.

SOSYALİZM Fr. İktisadî teşebbüsleri ve teşekkülleri devlete vermek isteyen görüş. İştirakiyecilik. Güya, herkese müsavi mal verme esasını idare sisteminde yerleştirmeyi ve mal birliğini iddia eden ve insan fıtratına zıt olarak hürriyetleri daraltıcı ve din aleyhdarı bir sistem. Serserilere, zenginlerin mallarını mübah edip isyâna sevkeden ve ehl-i nâmusun ahlâkını yıkarak fuhşiyatı teşvik eden bir bâtıl anlayış. (Sosyalizm nazariyesinin nâşirleri komünistlerdir.) (Bak: İktisad, Kapitalizm, Komünizm)(Tabaka-i avâmın intibahiyle ve galebesiyle tezahür eden tam sosyalizm ve bolşevizm düsturları, bizim daha ziyade işimize yaradığı için, o sosyalizm düsturlarını kabul ettiğimiz halde, senin vaziyetin bize ağır geliyor. Prensiplerimize muhalif düşüyor. Onun için sana verdiğimiz sıkıntıdan şekvâya ve küsmeye hakkın yoktur?Elcevap: Hayat-ı içtimâiye-i beşeriyede bir çığır açan, eğer kâinattaki kanun-u fıtrata muvâfık hareket etmezse; hayırlı işlerde ve terakkide muvaffak olamaz. Bütün hareketi şer ve tahrip hesabına geçer. Mâdem kanun-u fıtrata tatbik-i harekete mecburiyet var; elbette fıtrat-i beşeriyeyi değiştirmek ve nev-i beşerin hilkatındaki hikmet-i esasiyeyi kaldırmakla, mutlak müsavat kanunu tatbik edilebilir. Evet, ben, neseben ve hayatça avam tabakasındanım. Ve meşreben ve fikren, "müsâvât-ı hukuk" mesleğini kabul edenlerdenim. Ve şefkaten ve İslâmiyetten gelen sırr-ı adalet ile, burjuva denilen tabaka-i havassın istibdat ve tahakkümlerine karşı eskidenberi muhalefetle çalışanlardanım. Onun için bütün kuvvetimle adalet-i tâmme lehinde zulüm ve tagallübün ve tahakküm ve istibdadın aleyhindeyim.Fakat nev-i beşerin fıtratı ve sırr-ı hikmeti, müsâvât-ı mutlaka kanununa zıddır. Çünki Fâtır-ı Hakim, kemal-i kudret ve hikmetini göstermek için az bir şeyden çok mahsulât aldırır ve bir sahifede çok kitabları yazdırır ve birşey ile çok vazifeleri yaptırdığı gibi, beşer nev'i ile de binler nev'in vazifelerini gördürür.İşte o sırr-ı azimdendir ki: Cenab-ı Hak, insan nev'ini binler nevileri sünbül verecek ve hayvanatın sair binler nevileri kadar tabakat gösterecek bir fıtratta yaratmıştır. Sair hayvanat gibi kuvâlarına, lâtifelerine, duygularına had konulmamış; serbest bırakıp hadsiz makamatta gezecek istidat verdiğinden, bir nevi iken binler nevi hükmüne geçtiği içindir ki, Arzın halifesi ve kâinatın neticesi ve zihayatın sultanı hükmüne geçmiştir.İşte nev-i insanın tenevvüünün en mühim mâyesi ve zenbereği; müsabaka ile hakiki imanlı fazilettir. Fazileti kaldırmak, mahiyet-i beşeriyenin tebdiliyle, aklın söndürülmesiyle, kalbin öldürülmesiyle, ruhun mahvedilmesiyle olabilir. L.)

SOSYOLOĞ Fr. İçtimaî bilgilerle uğraşan, toplu insan yaşayışı ve onların idare işlerinde bilgi sahibi olmaya çalışan. İçtimaiyatçı.

SÖMESTR Fr. Okullarda bir ders yılının ayrıldığı iki dönemin herbiri.

SPİKER ing. Konuşmacı. Radyo programlarını takdim eden, haber bültenlerini okuyan kişi.

SPİRİTUALİZM Fr. Fls: Ruh gibi maddî olmayan varlıkları kabul eden görüş ve düşünüş. Ruhiyatçılık.

STAJ Fr. Mesleki bilgisini artırmak maksadıyla başka birinin nezareti altında yapılan çalışma.

STAJYER Fr. Staj yapan kimse.

STRATEJİ yun. Askeri sevk ve idare ilmi, sevk-ul-ceyş.

STRATOSFER Fr. Atmosferin ortalama 30 km. kalınlığındaki ikinci tabakası.

SU(Y) f. Cihet, yön, taraf. Semt. Yan.

SU' Kötülük. * İyi olmayan. Kötü, fena.

SU-İ AHLÂK Ahlâk kötülüğü. Allah'ın, peygamberin râzı olmayacağı işleri yapanın ahlâkı.

SU-İ HAL Fena hareket tarzı. Kötü hal.

SU-İ HAREKET Kötü hareket, kötü iş.

SU-İ HAZM Sindirim bozukluğu.

SU-İ HULK Kötü ahlâk. Dine, ahlâka yakışmayan fena ahlâklılık.

SU-İ İHTİYAR Kötü arzu, fena istek.

SU-İ İSTİMÂL Kötüye kullanma. Eldeki nimeti veya fırsatı boşuna yahut kendi menfaatine kullanma.

SU-İ KASD Bir kimsenin aleyhinde tertib alma. * Adam öldürmeğe tertib alma. * Kötü kasd.

SU-İ MİZÂC Sıhhat bozukluğu, huy fenalığı.

SU-İ NİYET Kötü ve bozuk niyet.

SU-İ TEDBİR Yanlış tedbir. Kötü yol. Tam düşünüşle, akıllıca hareket etmeyiş.

SU-İ TEFEHHÜM Kötü anlayış. Yanlış anlama.

SU-İ TELÂKKİ Lâzım olduğu şekilde anlamama. Kötü anlayış. Kötü telâkki etme.

SU-İ ZAN Kötü zanna sahib olma, başkasının hareketini kötü zannetme.(Dördüncü hastalık su-i zandır. Evet insan, hüsn-ü zanna me'murdur. İnsan, herkesi kendisinden üstün bilmelidir. Kendisinde bulunan su-i ahlâkı, su-i zan saikasıyla başkalara teşmil etmesin. Ve başkaların bazı harekâtını, hikmetini bilmediğinden takbih etmesin. Binaenaleyh eslâf-ı izâmın hikmetini bilmediğimiz bazı hâllerini beğenmemek su-i zandır. Su-i zan ise, maddi mânevi içtimâiyâtı zedeler. M.N.)

SUADA' Sıkıntıdan dolayı uzun uzadıya solumak. * Ev ortası.

SUADÎ Topalak otu.

SUAL İsteme. İstek. * Soru. Sorulan şey. * Dilencilik.

SUAL Öksürük.

SUALÂT (Suâl. C.) Suâller, sorular. İstemeler, istekler.

SUB' Yedide bir.

SUBA (SABÂ) (C.: Esbâ) Gece ile gündüz eşit olduğunda gündoğusundan esen rüzgâr.

SUBABE Kap içinde kalan su. * Bir nesnenin bakiyesi. Artık.

SU'BAN (C.: Saâbin) Büyük yılan. Ejderha. * Koz: Semanın kuzey yarım küresinde bulunan Tinnîn Burcu'nun çevirdiği büyük kavisin ortasında ve küçük ayı dörtgeninin tam karşısında bulunan en parlak yıldız. (Alpha Draco)

SUBARE Taş.

SUBAŞI Şimdiki zabıta ve daha ziyade belediye memurlarının gördükleri işleri gören ve kasabaların idaresi başında bulunan memurun ünvanı idi.

SUBAT (Bak: Sübât)

SUBBAH (Sâbih. C.) Yüzenler, yüzücüler (suda).

SUBBÛHUN KUDDÛSÜN "Allah (C.C.) subbûhtur, kuddûstür. Zâtına ve sıfatına fena, noksan ve kusur yanaşamaz. Her zaman ve her dilde, her mahluk onu tesbih ve takdis eder." gibi mânâları ifade eder.

SUBE At sürüsü. * Yirmi ile kırk arasında olan keçi sürüsü. * Kabın içinde kalan su. Artık su.

SU'BE Yeşil başlı kertenkele.

SUBESU f. Taraf taraf. Her tarafa. Her yanda.

SUBH Sabah vakti. Sabah. Tan vakti. Şafak zamanı.

SUBH-U KIYAMET Kıyametten sonraki sabah. Kıyamet sabahı.

SUBHA Nur ve azamet. * Sabahla öğle arası, kuşluk vakti. (Bak: Sübha)

SUBHA Sabah uykusu.

SUBHDEM f. Sabah vakti.

SUBHGÂH f. Sabah vakti. Tan yeri.

SUBJEKTİF (Bak: Sübjektif)

SUBR Her cismin tek kenarı ve yoğunluğu. * Ufak taşlı yer.

SUBRE Birikinti, yığın.

SUB' (Bak: Sübu')

SUBU' Dinini terk edip başka dine girmek.

SU'BUB (C.: Seâbib) Saf su akan yer.

SUBUHAT (Subha. C.) Secdeler ve cemal-i İlâhî nurları ve celal ve azamet-i İlâhiye. (Bak: Azamet, Cemal)

SUD f. Kâr, faide, kazanç.

SUD (Sevda. C.) Rengi kara olan şeyler. * Sevdalar.

SUDA' Baş ağrısı. * Rahatsız etme, sıkıntı verme, sıkma.

SUD'A Deve ve koyun bölüğü.

SUDA-GER f. Bezirgân, tüccar.

SUDA-GERÎ f. Ticaret.

SUDAGÎ Zülüfte olan nişan ve alâmet.

SUDAH Horozun ötmesi.

SUDAM (SIDÂM) Hayvanların başında olan bir hastalık.

SUDD Dağ.

SUDDAD (C.: Sadâyid) "Sâm-ı ebras" denilen kertenkele. * Suya varacak yol.

SUDE f. Ezilmiş, dövülmüş. Sürmüş, sürülmüş.

SUDEKA (Sadik. C.) Doğru ve hakiki dostlar.

SUDG (C.: Esdâg) şakak. * şakaklardan sarkan saç.

SUDKAN (Sadîk. C.) Hakiki ve doğru dostlar. Sadîkler.

SUDMEND f. Kazançlı, faydalı, kârlı.

SUDRE Acem gömleği.

SUDUD Men'etmek, engel olmak.

SUDUR Olma, meydana gelme. Sâdır olma. * (Sadr. C.) Göğüsler, sadırlar.

SUEDA (Said. C.) Saidler. Allah'ın (C.C.) rızâsına erenler. Mes'ud olanlar.

SUF (C.: Evsâf) Yün dokuma. Yünden yapılmış dokuma. * Yün, yapağı, ibrişim.

SUFAR f. Ok gezi. * İğne deliği.

SUFAR Yürekte sarı suların toplanması.

SUFARİYE Sarı asma adı verilen bir kuş.

SUFEF (Sofa. C.) Sofalar.

SUFFA (Suffe) Sofa, avlu. * Set. Seki.

SUFFAH Enli uzun taş.

SUFİ (C.: Sufiyyun) Tasavvuf ehli. Sofu. Mutasavvıf.

SUFN Çobanların dağarcığı.

SUFR (Sıfr) : Bakır. Tunç.

SUFRET Sarı renk, sarılık. * Beniz solukluğu.

SUFRİT (C.: Safârit) Fakir.

SUFRUF Üzüm çöpü. * Hurma çöpü.

SUFUF (Saf. C.) Saflar. Sıralar.

SUFUN (Süfun) (Sefine. C.) Sefineler. Gemiler.

SUFVAN Atın, üç ayak üzerine durup dördüncünün tırnağını yere dikip durması.

SUGRA (Suğra) Daha küçük, pek küçük. * Man: Hadd-i asgarın bulunduğu cümle. Birinci kaziyye. Küçük önerme. (Bak: Hadd-i asgar)

SUGRE (C.: Sügur) Göğüs çukuru. * Boğaz çukuru. * Gedik.


Yüklə 11,57 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   143   144   145   146   147   148   149   150   ...   181




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin