ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
1993 yılı içerisinde eyalet karargahından geçiş yaptığım Gevaş Bölgesi kırsal kesiminde aslen Cizreli olan Ali kod adlı bölge sorumlusunun denetiminde eylem ağırlıklı icraatlarda bulunuyorduk. Tarihîni ay ve gün olarak anımsıyamadığım -ki bu, yılları dahi unuttuğumuz baz alınırsa oldukça doğaldır- mahrumiyet ortamında, havanın alabildiğince sıcak olduğu bir günde "İnek Noktası" denilen Gevaş'a bağlı "Kel-ha Reş" tepesinin eteğinde yaklaşık 60-70 kişilik bir grupla toplu bir şekilde konaklıyorduk.
'İnek Noktası" denilen yer bu ismi, bu noktada önceden kaçırılan ineklerin toplu şekilde burada kesilmesinden ve ardından bunların kavurma yapılarak burada depolanmasından esinlenerek almıştır.
Örgüt militanlarının güneşin sersemletici sıcağından kaçarak kayaların dibine üşüştüğü Öğlen saatlerinde bulunduğumuz noktaya silahlı birkaç milisimiz geldi.
Tepelerde nöbet tutan tepecilerin yanı sıra etrafımızda güvenlik maksadıyla bekleyen nöbetçilere yaklaşan milisler güvenilir ve tanıdık olduğundan dolayı onlardan sadece izin almak suretiyle grup içerisine daldılar. Doğruca hemen karşımdaki gölgelik bir alanda çay yudumlayan bölge sorumlusu Ali'nin yanına vardılar. Ali'yi önce selamladılar. Yanına oturdular.
Ben onlardan biraz uzak durduğum için konuşmaları duyamıyordum. Fakat hal ve hareketlerinden keyifli sohbet geçirdikleri besbelli idi. Bunu yüzlerindeki tebessümden bunu anlamak mümkün idi. Yaklaşık bir saat sürdü aralarındaki sohbet.
Milisler Daldere köyündendi. Kendilerini ben de tanıyordum. Örgüte katıldıktan kısa bir süre sonra tanışmıştık. Milisler ayağa kalktılar; Ali'nin yanından ufak adımlarla ayrıldılar. Bana doğru yaklaştılar. Kendi aralarında beni gösterircesine îşaretleşiyorlardı da. Ayağa kalktım. Kendilerini selamlayarak birkaç adım da ben yaklaştım onlara. Önce tokalaştık. Hal ve hatır sorduk birbirimize. Oturmadık. Milislerimiz ayaküstü sohbet etmeyi tercih etmişlerdi.
Milislerden birinin adı Fadıl idi. Gözlerimle onu kestirdim:
- "Hayırdır, neden geldiniz bu sıcağın kavurucu zamanında?" Alî ile ne konuştunuz?"
Fadıl:
- "Sanırım siyasal parti liderlerinden biri Önderliği daha önce ziyaret etmiş ve kendisi ile bu son dönemlerde de sürekli telefonlaşmış. Herhalde bu şahıs bu
rayı da ziyaret edecek. Bunun için olsa gerek İstanbul'daki arkadaşlar bizi aradılar. Bu kişiler için randevu verilmesini istediler."
Fadıl, yüzeysel ve kulaktan duyma anlatıyor gibiydi. Aslında bilgi sahibi ve konuya vakıf biri idi. Ancak, ayrıntıya pek inmemişti bu konuşması ile.
Merak ettim. "Siyasi çözüm için çaba mı var" diye az da olsa umutlanıverdim:
- Allah Allah. Kim bu siyasi lider acaba? Adını biliyor musunuz?
Fadıl, adını söylemek istemese de bana karşı yalan da konuşamazdı, biliyordum. Ağzından mı kaçırdı, yoksa bana olan güveninden mi bilemiyorum ama;
-
Evet Doğu Perinçek'miş dedi.
Perinçek adını duyunca biraz daha umutlandım:
- "O, yırtıcıdır. Yani duyduğum kadarı ile parti önderliği ondan hep 'yalaka, boşboğaz' diye bahseder. Ama, iyi değerlendirilmesi halinde çok şey yapabileceğini de sürekli belirtir. İnşallah hayırlı olur."
Ve ekledim:
- Fadıl, peki Hevale Ali bu randevu talebine ne karşılığı verdi?
Fadıl:
- "Ali, böyle Önemli bir görüşmeye kendi iradesi dahilin de evet diyemeyeceğini, bu konuyu Ebubekir ile görüşeceğini söyledi."
Ardından konuyu değiştirdik, özel konulara değindik. Yaklaşık yarım saat kadar devam eden görüşmemizin akabinde milislerimizi yolcu ettim.
Sıradan dağ yaşantımız devam ediyordu.
Konakladığımız noktadan ayrılmayarak bir gün daha kaldık. İkinci günümüzün öğlen vaktinde Bölge sorumlusu Ali, Eyalet sorumlusu Ebubekir'i Yaesu marka sırt telsizi ile arayarak şifreler kullanmak sureti ile ona Perinçek'in görüşme talebini iletti. Ancak, Perinçek adım hiç kullanmadı. Ebubekir'in emir ve görüşlerini istedi.
Ebubekir de fazla konuşmadı. Yorumsuz bir lisan ile;
- "Uygundur" dedi.
Ebubekir, Perinçek'e randevu verilmesi enirini bu tek kelimelik emri ile kabul etmiş, fakat dikkatli olunması gerektiğini de dolaylı olarak dile getirmişti.
Aynı günün akşamında görevlendirilen1 iki müitan ile cevap milislere iletildi.
Perinçek ile yapılacak görüşme komuta kademesi hariç herkesten gizli tutuluyordu. Randevu verildi. Randevu verilen günün akşamı da Bahçesaray-Van yolunu takip eden yüksek sırt hattından patika güzergahı izleyerek intikal ettik. İntikalimiz yaklaşık altı saat sürdü. Nokta değiştirme gereksinimimizi yüksekçe bir tepenin yamacında konaklayarak yerine getirmiştik aynı zamanda.
O gün ben tepeci olmuştum. Kendi mangamı almış, biksimi omzuma yerleştirmiş, zirveye mevzilenmiştim. Bulunduğumuz tepe sıcak bir mevsim olmasına karşın oldukça dondurucuydu. Zamanımızı yanımıza aldığımız ufak bir çaydanlıkta demlediğimiz çay ve ısınmak için sarıldığımız kefilerimizle doldurmaya çalışıyorduk.
Bir rivayete göre, bu tepede yazın ortasında bile kar yağdığı olmuştur.
Öğlen saatlerine doğru telsiz çağrısı yapıldı. Zirveden tek başıma inmem ve silahımı değiştirip, kaleşnikof almam istendi. Anlaşılan yine görev vardı.
Verilen talimatı aynen yerine getirdim, silahımı değiştirdim; ana grubun yanına indim. Grup içerisinde beni ilk olarak Kahraman isimli takım komutanı karşıladı.
Gülümsüyordu:
- "Heval hazırlan, göreve gidiyoruz!"
Yorgun halimle sırtımdaki çantamı yere bıraktım. Başımı salladım, göreve hazır olduğumu belirttim.
Akşam vakti, başta Ali olmak üzere çoğu tecrübeli on kişilik grup ile bölükten ayrıldık. Bölüğe geçici olarak Kahraman vekalet edecekti.
Hiç soru sormadım. Nereye gideceğimize dair bilgim de yoktu. Taciz veya pusu eylemi yapacağımızı düşünüyordum. Fakat Ali gibi bir bölge sorumlusunun yanımızda bulunması doğrusu bu ihtimali zayıflatıyordu.
O gece aralıklarla sabaha kadar intikal ettik. Hava aydınlandığı sıralarda Gevaş'a bağlı Arpet köyünün arkasına kadar uzandığımızı fark ettim. Daha fazla ilerlemedik, bundan sonra. Köye 15-20 dakikalık uzaklıkta suyun olduğu, kendimizi kamufle edebileceğimiz bir noktada konakladık. Yanımıza yiyebileceğimiz tek lokma yiyecek almamıştık. Sadece kara bir çaydanlığımız ile birkaç adet bardağımız vardı yanımızda. Eee, gerilla aç kalırdı ama, çaysız yapamazdı. Böyle durumlarda ya köylere girerdik, ya da milislerimiz aracılığıyla erzak temin ederdik.
Hava iyice aydınlandı. Güneşin doğuşu ile birlikte iki milisimiz bulunduğumuz noktaya vardı. Anlaşılan milisler ile Önceden koordinasyon sağlanmış ve köyün arkasına yerleşeceğimiz haber edilmişti onlara. Milisler gelirken yanlarına yiyecek de almışlardı. Kahvaltımızı beraberce yaptık. Kısa, ama hoş bir sohbet kurduk onlarla.
Milislerimiz ile sohbet yaptığımız esnada, neden bu noktaya değin geldiğimiz benim açımdan aydınlanmış oldu. Ne eylem, ne de lojistik çalışma yapacaktık. Meğer siyasi bir lider olan Doğu Perinçek'i dağlarda ev sahipliği yapan bizler karşılayacak ve ağırlayacaktık!!!
Perinçek'e randevu, milislerin ilk geldiği günün ertesinde yapılan istişare sonucu verilmiş ve cevap aynı gün şahsının bilgisine sunulmuştu. Kendisiyle bir gün sonra bulunduğumuz noktada buluşacaktık. O günü milislerimiz ile birlikte hava kararıncaya dek sabitlendiğimiz noktada istişarelerde bulunarak geçirdik.
Akşam beraberce Arpet köyüne indik. Tabii bu iniş gizli oldu. Bunun nedeni, başka civardan kimselerin köyde misafir olabilmesi ihtimalinden kaynaklanıyordu. Perinçek de bu köy üzerinden milislerimiz aracılığı ile yanımıza çok gizli ulaştırılacaktı.
Köyde yemeğimizi yedik, ihtiyaçlarımızı karşıladık, sonra aynı noktamıza geri döndük.
Ertesi günü öğlen saatlerinde Doğu Perinçek bizimle çok gizli görüşecekti. Bu görüşme örgütün üst düzey sorumluların yanı sıra sadece randevuya giden on kişilik grubumuz dışında kalan tüm militanlardan saklı tutuluyordu. Bunun nedeni güvensizlikti! Her an fire verilebilir ve bu görüşme deşifre olabilirdi.
Zaten Perinçek de kurduğu bağlantılarında, milislerimize, bu durumdan oldukça endîşe duyduğunu ve gerekli önlemlerin alınmasını rica etmiş... Milislerimizin anlatımına göre, Perinçek, bu görüşmeden devlet haberdar olur diye oldukça tereddütte imiş. Ancak bu endişesini sıcak savaş ortamında gerillayı görme heyecanı bastırıyormuş...
Arpet köyünün arasında konakladığımız noktada ikinci günümüze başladık. Bu gün çok hareketli ve heyecanlı geçecekti. Bu görüşme bizim için birkaç karakolu imha etmekten daha fazla taşıyordu. Çünkü yıllardır bir çok Türk siyasetçisinin akıl danıştığı, bize göre çözümleyici güç olabilecek bir zat dergahımızı ziyaret edecekti.
Öğlen saatlerine kadar çıkardığımız nöbetçilerin güvenliği altında uyuduk. Öğlen vakti uyanarak yanımızda bulundurduğumuz kara çaydanlıkta çay demledik. Yudumladığımız çayla birlikte zamanla köyden getirdiğimiz peynir ve tandır ekmeklerini de atıştırıyorduk.
Açlığımızı gidereli pek fazla olmamıştı ki, birden hemen aşağımız da bir hareketlenme olduğu nöbetçiler tarafından bize bildirildi. Hep beraber ayağa kalktık. Ellerimizde bulundurduğumuz mevcut dürbünler ile etrafı kolaçan ettik. Önde iki silahlı milisimiz, arkalarında da beş kişi olmak üzere toplam yedi ziyaretçimiz bulunduğumuz yere doğru intikal ediyordu. 10 dakika sonra yanımıza vardılar. Ali, nöbetçileri, onları karşılamaları için harekete geçirtti. Bu sırada bizler de iyi görünmek maksadıyla üzerlerimizi düzelttik. Hepimiz Perinçek ve arkadaşlarım karşılamak üzere tek sıra halinde dizildik.
Doğu Perinçek önde, arkadaşları ise ardında bulunuyordu.
Ve artık, Perinçek, türlü endişelerine rağmen randevu noktasına ayak basmıştı. Bizi ilk gördüğünde yüzünde oluşan tebessümü ve garip hareketleri görülmeye değerdi. Tam karşımıza geçti. On metre kadar ilerimizde durdu. Gülüyordu. Kollarım gerdi. Bizi, sanki birilerine takdim edercesine ellerini öne kaydırdı. Yüzeysel miydi bilmiyorduk ama, mutlu olduğu tavırlarından gayet netçe belli oluyordu. Onun militanları değildik! Ancak, içinde büyük bir gurur vardı. Onu yaptıklarımızla da onurlandırmıştık!
Perinçek grubun arasına daldı. Bizimle tek tek tokalaştı. Ardından şöyle seslendi:
- "Hepiniz birer kahramansınız!! Türk işgali altın da bulunan Kürdistan'ın birer onurlu, kahraman savaşçılarısınız!!!"
Ali, ben, hepimiz Perinçek'in bu hitabından oldukça hoşnut kaldık. İçimiz içimize sığmaz olmuştu.
Ali, Perinçek'e oturması için yer gösterdi. Perinçek ile gelenlerden ikisi yanıma oturdu. Diğer ikisi de ayakta, az ileride bekliyordu. Grubumuzda Türkçe'yi en iyi kullanan bendim. Ali'nin izni ile söze ilk ben girdim:
- "Sayın Başkan, öncelikle ezilmiş bir halkın ulusal kurtuluş mücadelesini yürüten biz ARGK mensupları nı düşmanla kıyasıya boğuştuğumuz ortamda ziyaret
etmenizden büyük bir memnuniyet duyduğumuzu belirtir, teşriflerinizden dolayı partimiz ve eyalet karargahımız adına size ve şahsınızda tüm girişimcilere
teşekkür ederiz."
Perinçek:
- "Ben de vermiş olduğunuz onurlu mücadelenizden dolayı sizi gerçekten kutlamak isterim.”
Ali bozuk bir Türkçe ile;
- "Artık gelmişken gerillanın kara çaydanlığından çay yudumlarsınız herhalde," dedi.
Perinçek ve arkadaşları Ali'nin bu sözüne dayanamayıp güldüler.
Perinçek ile başlayan bu sıcak buluşma iki saat kadar sürdü. Bu iki saatlik süre içerisinde meşhur kara çaydanlığımızdan çay yudumlamak Doğu Perinçek'e de nasip oldu. Konuşurken kendilerinden de taleplerimiz olup, olmadığını soruyordu, Perinçek. Öyle heyecanlı idi ki, moral depolamamız için sözcüklerinde sınır tanımıyordu. Sanki bütün kapıların anahtarı oymuş gibi gelmeye başlamıştı bize. Hatta bir an için olsun kendimizi siyasi çözüm için devletle masaya otur-muş gibi hissederek, istediğimiz sözde haklan dahi sıralamaya başladık. Tabiidir ki, Perinçek, bu durumdan oldukça memnuniyet duymuştu:
Bize, ziyaretinin asıl maksadını kısaca şöyle yorumluyordu:
- "Bildiğiniz üzere bir süre öncesine kadar partinin kurucusu Sayın Abdullah Öcalan ile karşıt düşüncelere sahiptik. O'nun izlediği yolun hiçbir kazanç
sağlamayacağını düşünüyordum. Ancak, bugün gelinen noktaya baktığımda tamamen yanılmış olduğumu gördüm. Doğrusu dün, üç beş çapulcu diye tanımlanan sizler bugün tüm dünyanın tanıdığı ve ilgiyle takip ettiği birer kahramanlar haline geldiniz..."
Perinçek'in bu sözlerine karşılık Ali de şunları sarf etti:
- "Benim düzgün bir Türkçem olmadığı için size tam anlamı ile düşüncelerimi açıklamakta zorlanabilirim."
Ali, bu sözleri sarf eder etmez Doğu Perinçek, Kürtçe konuşarak Ali'nin düşüncelerim Kürtçe ifade etmesini rica etti. İşin ilginç taran Perinçek, Kürtçe konuşurken tıpkı bizim literatürümüze heval tanımlamasını kullandı. Perinçek'in bu jesti Ali'yi Kürtçe konuşmaya yönlendirdi:
- 'Verdiğimiz ulusal kurtuluş mücadelesinin birer neferi olarak açık yüreklilikle belirtmek istiyorum ki, parti önderliğimizin başlattığı ve üretici kişiliği ile
günümüze değin taşıdığı dava ruhunun takipçisiyiz. Bu dava o kadar büyük ki, davanın oluşumunu yara tan partimiz PKK'yı tam anlamıyla tanıma ve de idrak
etme noktasına dahi ulaşamadığımızı, ancak kanımız la mücadelenin bir halkası olmayı amaçladığımızı belirtmek istiyorum."
Perinçek:
- “Evet, doğrudur."
Ali:
- "Biz herkesten dağa çıkın diye bir talepte bulunmuyoruz. Herkes gücü yettiğince destek olmalı diyoruz. İcabında hiç bir şey dahi yapılamıyorsa, en azın
dan görüldüğümüz vakit yüzümüze gülünsün, bizimle gurur duyulsun istiyoruz. 8u bile bize yeter!"
- "Size katılıyorum. Ancak bilinçsiz birtakım işbirlikçi gruplar çıkarları uğruna verdiğiniz onurlu savaşın karşısında yer almaktadırlar. Sakın ha ola, bu durum karşısında karamsarlığa kapılmayın! Hep bağımsızlığın heyecanı ile başarıyı düşününü Bundan böyle bu güne kadar sizin, bugünden sonra hepimizin partisi olan PKK'ye biz de destek çıkacağız!!!”
Perinçek ile moral dolu sohbetin ardından hep birlikte ayağa kalktık. Bu veda kalkışıydı. Tokalaştık tekrardan. Bizi unutmayın, sözleri arasında onları, geri götürülmeleri için yine milislerimize emanet ettik.
Bizlerden ayrılarak milislerimizle yola koyulan Perinçek, bir ara geriye döndü. Ellerim havaya kaldırdı. Kürtçe olarak:
- "Yaşasın Bağımsızlık ve Özgürlük!" diye slogan attı.
Perinçek, arkadaşları ile gözden kaybolduktan sonra bizler de toparlanarak havanın kararmasını beklemeye koyulduk. Hava karardıktan sonra da bölüğe döndük.
Bu görüşme tüm savaşçılardan gizli tutuldu.
Anlaşılacağı üzere; Doğu Perinçek, PKK ile doğrudan bağlantı kurabilen bir şahsiyetti. Aslında devlet de bunu biliyordu!!! Fakat adil, tarafsız ve inisiyatif sahibi olamadığı için suçluları mahkum edemeyen bir takım hakim, savcı ve bunların güdümünde bulunan mahkemeler var olduğundan Perinçek'in üzerine gidilemiyordu.
Gidilemedi de.
Bu da zenginler ile güçlülerin nasıl himaye edildiğinin bir kanıtı ve Türk Devleti'nin bir ayıbı olarak tarih sayfalarında yer edinmiştir.
* * *
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
Kader işte!
1996 yılının Haziran ayında, Bitlis iline bağlı Hizan-Tatvan arasındaki kırsal bölgede icra edilen bir operasyon esnasında çıkan silahlı bir çatışmada, hayatını kaybeden örgüt militanlarından birinin üzerinden iki adet belge ve çok sayıda doküman çıkmış, bu belgeleri uzun süre elimde muhafaza etmiştim. 1997 yılında tam anlamıyla serbestlik kazandığımda Perinçek'in aynı pratiğine devam ettiği ve bunun bir çok günahsızın canına mal olduğu bilinciyle DGM Ankara Cumhuriyet Başsavcılığına suç duyurusunda bulundum.
Suç duyurusunda; Perinçek'in, PKK'nın ikinci gizli lideri olduğunu belirttim. Savcılığa aynı zamanda elimde belgelerin de mevcut bulunduğunu ifade ettim. Ancak, elimde olmayan sebeplerden ötürü bu belgeleri DGM Savcılığına iletirken epeyce gecikmeye uğradım. Bu, bir yılı aşkın bir süreydi.
1998 yılında Perinçek yanlısı Aydınlık Dergisi bölücü, yıkıcı propaganda faaliyetlerine ağırlık verirken daha sinsi planlarını uygulamaya soktu. Bunun adına psikolojik harp sanatı deniliyordu. Bu tezgah içerisinde sayısız insan hedef seçildi. PKK karşıtları hain, yanlıları ise birer kahraman olarak gösterildi. Hedef isimlerden biri de ben olmuştum. Adım, Aydınlık Dergisi'nin (ÇÖÖ) Çiller Özel Örgütü şemalarına taşındı.
Bir zamanlar yapılan hataların kabusundan kurtulmak maksadıyla devlet için yaptığım hizmetleri kötüleyen ve şahsımı provakatör, komplocu ve ajan tanımlamalarıyla yıpratma gayreti içerisine giren bu bölücü, Perinçek güdümlü yayın organı sanki beni susturmak ve aleyhine çalışmamı önlemek maksadıyla yapıyordu tüm bunlan. Zira biliniyordu ki, ortaya atılan iddialardaki gibi ne bir bağlantım ne de bir çalışmam bulunuyordu. Bu iddialar gülünç, bir o kadar demogojik ve ütopik bir saplantının esintisi olabilirdi ancak.
Doğu Perinçek'in maskesi düşmüştü. Türk siyasi tarihinde kara lekeli bir isim daha deşifre olmaktan kurtulamamıştı. Ve PKK'ya yardım ve yataklıktan dolayı Ankara DGM'nin talimatı üzerine gözaltına alınan Perinçek, dökülen kanların ortağı olması iddiası üzerine hesap vermek üzere mahkeme huzuruna çıkartıldı.
Bölücü faaliyetler içersinde bulunalı 30 sene olmuştu. 30 senede deşifre olmamanın öz güveni ile bana şöyle sesleniyordu:
- 'Benimle devlet başa çıkamıyor. Beni sen mi devireceksin?"
Böyle diyordu, Perinçek. Oysa gözaltına almalı henüz birkaç saat olmuştu ki aracılar vasıtasıyla gönderdiği mesajda;
- "Benim suçum yok. Söyleyin Sami'ye davasından vazgeçsin. Beni buradan kurtarsın!" diye dert yanıyordu.
Tıpkı Apoizmin ütopyası, PKK'nın sözde mücadele azmi gibi Perinçek'in de ideallerini bastıran dava inancımdan vazgeçmeyeceğimi gören İşçi Partililer ve sözde Aydınlıkçılar çareyi topyekün psikolojik, hatta fiili saldın teorilerini üretmekte buldular. Yayın organlarında haftalarca tetikçi olduğumu, kontrgerilla Örgütünün bir parçası olduğumu ve birtakım sözde çıkar gruplarının piyonu statüsünde bulunduğumu işliyorlardı. Kışkırtmalar sonucu vurulmam için birinci sayfadan resimlerimi yayınlıyorlardı. Akla hayale sığmayan komplo teorileri üretiyorlardı. Fakat tüm bunların asılsız olması sebebiyle, tabiî ki sonuç elde edemediler. Başarıya ulaşamadıktan gibi, Perinçek'in cezaevine girmesine ve partiden ayrı kalmasına da mani olamadılar.
BEŞİNCİ BÖLÜM
Bilineceği üzere, devleti, birçok konularla alâkalı olarak bilgilendirmekle beraber, yapılan yanlışlıkları ve de art niyeti gördükten sonra PKK'ya yardım ve yataklık eden kişilerin üzerine de gitmekten çekinmedim. Ancak birtakım karanlık isimler vardı ki, işte bunları deşifre etmek zamanın ve şartların uygun olamaması nedeniyle mümkün olmamıştı. Lakin her şeyin bir başı olduğu gibi, bir de sonu vardı. Bir çok gafilin PKK ile olan sinsi münasebetleri gibi. İHD genel başkanlarından Akın Birdal'ıo PKK ile olan organik bağını örtüle-yen gizem perdesi de işte bu misali bilinen bir vaziyet haline dönüştü.
Akın Birdal isimli sözde insan haklan hamisi, birtakım dış güçlerin esintisini arkasına alarak PKK'nın siyasallaşması için pratiksel ağırlıklı çeşitli icraatlara da meyillenmişti. Bu, süreç içerisinde devleti oldukça güç durumda bıraktı. Esasen kurulan İnsan Hakları Derneği bölücü faaliyetlerin hayat bulduğu, karanlık yolların terörizmin hizmeti doğrultusunda aşılmaya teşebbüs edildiği, devlet ile girişilen savaşın dünya kamuoyuna masumane ulusal kurtuluş mücadelesi olarak tanıtılmasında köprü rolünün üstlenildiği bir nifak, bir fitne tohumuydu.
İnsan haklarını insani duygular içerisinde savunmak elbette her bireyin en tabii hakkıydı. İnanıyorum ki, dağlara, ama kandırılarak ama inandırılarak sürülen hayatının baharında nice gençlerin haklan da savunulmalıdır; onların da kazanılması için gereken ne ise yapılmalıdır.
Dağlardaki gençliği kazanmak iddia edildiği gibi birtakım .siyasal tavizler vermekle mümkün değildi. Aksine böyle bir durum sadece dağlardaki gençliği değil, tüm Kürt kökenli insanların kader çizgisinin bölge üzerindeki karanlık emelleri olan Yahudi-Hristiyan güçlerin boyunduruğu altına girmesine zemin sağlayacaktı. Bu da; piyon bir millet, köle bir birey demek olacaktı.
Bu noktada sebep ve sonuç ilişkisi iyi kurulmalıdır. Nitekim efsanevi diye nitelendirilen, dağ zihniyetiyle, yıllar boyu omuzlarda taşınsa da hakkı Ödenemez denen Abdullah Öcalan'ın ininden göçmesiyle gelişen olaylar, Rusların, İtalyanların, Yunanlılar'ın ve daha birçok karanlık ellerin Apo yakalanıncaya dek sergiledikleri tutumların PKK gerçeğine ve Apoizmin ütopyasına belki hiçbir zaman bu kadar açık göremeyeceğimiz kadar ışık tutmuştur. Dış güçlerin tezgahı sadece dışarıdan müdahale ile sınırlı tutulmamıştır. Cebinde Türk kimliği bulunduran, içimizde bağra basılmış kimseler de, bu oyunun birer piyonları olmuşlardır.
İşte, Akın Birdal isimli İHD genel başkanlığını yapmış kimse de bu zincirin halkalarından sadece biri olmuştu. PKK'nın ütopyalar üzerine kurulu mücadelesine Apo'dan dahi çok daha fazla kendini kaptıran Akın Birdal, devlet tarafından düşünsel, birimler tarafından müdahale ve sıkıştırmayla karşılaşmasına rağmen tüm dönemlerde PKK'yı bir terörist örgüt olarak telaffuz etmemişti. Oysa ki, PKK'nın kurucusu sözde efsanevi lider bile, paçasını kurtarmak uğruna kendi başlattığı davasını terörizmle nitelendirmekten kaçınmadı.
Abdullah Öcalan, İmralı Adası'nda görülen davada bu konu ile ilgili şöyle diyordu:
"Askeri yasalardan, siyasi temellerden yoksun, yüzyılların aile, aşiret kavgaları ortamında büyümüş, bir tavuk yüzünden birbirini vurmaya yatkın toplum yapısı bu kişilik yapısında birleşince kontrolü zor bir durum yaratması anlaşılırdır. Bana göre bu düzeyde bile tutulması önemli bir başarı olarak görülmektedir."
Öcalan örgüt içersindeki yozlaşmayı da avare, asi çetecilik oluşumuna bağlamakta idi. Militanların halka yönelmesini birkaç kişinin üzerine yığan, bu kişileri cehaletleri ile çingeneye benzeten Öcalan, devamen;
"Çingeneye paşalık vermişler. O da önce babasını asmış. Yaşanan biraz budur!" demekten kendisini alamıyordu.
Militanlarını, örgüt yapısını işte böyle özetlemekteydi, Öcalan.
İHD Genel Başkanı Akın Birdal, sadece düşüncesel mânâda değil, pratik süreçteki fiili çalışmalarda da kendisini ön plana çekmiş bir isimdi.
Akın Birdal'ın fiili icraatlarının bilinen bölümü de şöyle özetlenebilirdi:
1992 yılı idi. Sonbahar aylarından birinde, yol araması ve kontrolü esnasında, biri Vanlı, üç asker yakalanmıştı. O süreçte ben Garzan Eyalet Karargahı diye isimlendirilen merkezi üye Ebubekir kod adlı Halil Ataç'ın denetimi altındaki ana grupta bulunuyordum. Karargahımız Mutki kırsalındaydı.
Eyaletimize bağlı başka bir bölgede yakalanan bu üç asker Ebubekir'in istemi üzerine karargaha getirilmişlerdi. Bir müddet soruşturma yaşanan bu askerlerin henüz akıbetleri hakkında karar alınmamıştı ki, milislerimiz aracılığı ile askerlerin bizim bölgede karargah tarafından sorgulandığını öğrenen Akın Birdal devreye girerek, bu üç askerin serbest bırakılması için girişimlerde bulundu. Bu münasebetle sürekli olarak dağ kadrosunu ziyaret eden ve ARGK denen PKK'nın dağ kadrosunu tanıtmak amacıyla örgütün yayın organlarında haberler yapan iki gazeteci yanımıza geldi. Karargahı ziyaret ve aynı zamanda arabuluculuğa niyet eden bu gazeteciler gördükleri ilgi ile bir gece yanımızda kaldılar. Haber amaçlı röportajlar yaptılar. Bolca fotoğraf çektiler. Esir muamelesine tabi tutulan askerlerin düşüncelerini aldılar. Onlara, kendilerine karşı kötü muamele yapılıp yapılmadığını sordular. Gerillaya bakış açılarını aldılar.
Her sorunun ardından örgütün kanlı elleri arasında bulunan askerler, militanları övgüyle tanımlıyorlardı. Bu, psikolojik harbin bir gereği olarak yapılıyordu. Zaten askerlerin örgüt militanlarını eleştirmek gibi bir şansları da yoktu.
Ardından, gazeteciler Ebubekir ile ziyaretlerinin ikinci nedenini tartışmaya açtılar. Devletin, her fırsatta PKK'yı bir terör örgütü imiş gibi halka anlattığını ve bu yönlü topyekün seferberlik içinde olduğunu vurgulayan gazeteciler, asker yakınlarının İHD'ye başvurduklarını, devletin uyguladığı psikolojik savaşın boşa çıkartılması için propaganda amaçlı askerlerin serbest bırakılmalarının faydalı olacağını belirttiler.
Akın Birdal'dan bir de not getirmişlerdi. Birdal'ın kaleme aldığı mesajın giriş kısmı şöyle başlıyordu:
Dostları ilə paylaş: |