"Ermeni misiniz?"
Bu konu ile ilgili bakınız, Baskın Oran Aydınlık dergisinde şu tespiti yapmaktaydı:
'Türkiye'nin özellikle doğusundaki birçok kimsenin annesi Ermeni'dir. Çünkü tehcir sırasında yaşı müsait olan kızlar kurtarıldı ve nikahlandı."
Baskın Oral bunun için; "herkesin bildiği 'sır'" demekteydi.
Oran, Ermeni'lik olayını, devletin dayanak olarak kullandığı PKK'lıların "pipisi" sonucundan ortaya attığım belirtmekte ve şöyle demekteydi:
"Sanki dünyadaki tek sünnetsizler Ermeniler!"
Halkın desteğim kazanmak adına İran güdümlü Hizbullah örgütünden ve bu örgütün mücadele anlayışından esinlenilerek aynı isim altında kapsamlı bir çalışmaya gidildi. Faaliyetin ilk temeli camiilerde atılmaya başlandı. Camiiler, toplantı dergahı olarak kullanıldı. Hutbelerde, Hizbullah örgütüne övgüler yağdırıldı. İşin kötüsü Örgütün propagandalarını yapan imamlar dahi uğruna çalıştıkları ve nefeslerim tükettikleri Hizbullah'ı tanımıyorlardı. Oysa ki bu örgüt, Türkiye Hizbullah'ı idi. Adını taşıdığı İran güdümlü Hizbullah ile hiçbir bağlantısı yoktu.
Aslında Hizbullah Örgütü, PKK'nın tarif ettiği Hizbul-Kontra Örgütünden başka bir oluşum özelliği taşımıyordu.
Hizbul-kontra, anti-terörist birim olarak görevini icra edecek, ancak halk, Hizbullah adıyla bu birimi tanıyacak ve bu birim giyindiği maske icabı şeriat yanlısı bir hava estirecekti.
1990 yılında şekillenen, 1991 yılında pasif konumda bulunan Hizbullah, 1992-93 yıllarında aktif çalışmalar içerisine girdi. Elemanlarını, camilerde gerçekleştirilen toplantılar neticesinde gençlik içerisinden seçiyorlardı. Velioğlu ve arkadaşlan dışında -ki bunu üç beş kişiyle sınırlı tutmak mümkündü- Hizbullah'ın iç yüzünü ve kuruluşundaki asıl gayeyi bilen yoktu. Gençler, tıpkı PKK'ya katılım sağlarken sergiledikleri temiz-duygu ve inançlarıyla Hizbullah örgütüne üye oluyorlardı. Beyinlerindeki Hizbullah, şeriatı temsilen hak arama savaşı veren Allah'ın askerlerinden oluşuyordu. Ancak, olaylar sanıldığı gibi değildi. Onlar kullanılacak ve PKK'ya yapıldığı gibi, öldürüldüklerinde ücra bir köşede terk edileceklerdi.
Hizbullah örgütüne katılanlar için geri dönüş yoktu. Hergün gerçekleştirilen toplantılarda gerçek hedef önlerine konuyordu.
Hedef PKK idi!
PKK kötüleniyor, İslamcı hiçbir özelliği bulunmadığı, yöneticilerinin de gayrimüslim olduğu savunuluyordu. Nihayetinde baklayı ağzından çıkaran örgüt yöneticileri, PKK'ya karşı savaşmanın "Allah rızasını kazanmak" için şart olduğunu beyinlere işliyorlardı.
Hizbullah örgütü muvaffak olabilmek gayesi ile karşısına uzun vadede ulaşacağı hedefler zinciri koymuştu. Stratejik hedef; mevcut Türkiye anayasal düzeninin yıkılarak yerine, İslâm Devrimi ile şeriat düzenine sahip bir devlet kurmaktı. Bunun inşası için siyasal mücadele benimsendi.
Ancak;
Sonradan inandırılıp örgüte ölesiye bağımlılaştırılan militanların, PKK'ya karşı kullanılabilmelerinin temini maksadıyla nihai hedef söylemi değiştirildi; Bağımsız Kürt İslâm Devleti propagandası yaygın bir şekilde kullanılmaya başlandı. Karşılarında aynı hedefi paylaşan, lakin gayrimüslim oldukları iddia edilen PKK gibi tehlikeli bir örgüt vardı. Hedefin temini Hizbullah'ın mücadele sahasını genişletmesine bağlıydı. Bunun için PKK'nın ortadan kaldırılması gerekiyordu.
Hizbullah, militanlarına büyük bir yalanı yaşatıyordu.
Hizbullah'a göre, PKK'nın yok edilmesi gerekiyordu. Zira, asıl hedef de buydu! Bunu, Hizbullah militanları göremeyecek kadar köreltilmişlerdi.
Silahlı olarak güçlenen Hizbullah, PKK karşıtı ilk faaliyetini Batman il merkezinde, hem de alenen yaptı. PKK'ya karşı doğrudan silahlı saldırıda bulunmaktan da çekimliyordu.
Hizbullah, silahlara değin sarılacağı bir organizasyona atılmıştı, fakat olayların ilk safhasında henüz barut kokusu, kan ve gözyaşı seli oluşmamıştı.
PKK, boş mu duruyordu sanki?!
PKK, elde ettiği istihbaratlar doğrultusunda kontrgerilla biriminin "Hizbullah" adı ile Batman1 da güçlendirilmesinin sağlandığını biliyordu ve olayların gelişimini suskunluk içerisinde takip ediyordu. Hizbul-kontra olarak tanımlanan Hizbullah örgütüne, eylemlere girişmemeleri halinde müdahale edilmemesi kararlaştırılmıştı. Fakat Hizbullah'ın gerginliği arttırması, PKK'yı halkın gözünden düşürmek maksadıyla geniş çaplı propaganda başlatması Apo'nun ve PKK'nın sabrını kısa sürede taşırdı. Öcalan, özellikle Garzan Eyaleti'ne bağlı bulunan bölgelerde olayların başgöstermesinden dolayı bu eyaletin yetkili isimlerine talimatlar gönderecek, Hizbullah'ın faaliyetlerini Önce "ikaz", akabinde "gerekirse şiddet'e başvurularak engellenmesini istedi.
PKK'nın doğrudan şiddetten kaçınmak istemesinden "Hizbullah'tan korktuğu" sonucu çıkartılamazdı. Aksine PKK, düzenini kurmuş, güçlü ve dilediği vakit korkusuzca her türlü faaliyete girişebilecek bir hareketti. PKK'nın en büyük kaygısı, kendi sempatizanlarının dahil Hizbul-kontra denen kontrgerilla biriminde kullanılan militanlarının kandırılmış bölge çocuklarından oluşmasıydı. Bu sebeple silahlı yönelimin gerçekleşmesi ile kazanabileceği birçok masum insanın kendi taraftarlarıyla birlikte ölmesi söz konusu olacağından, halkın tepkisiyle karşı karşıya kalınılacaktı. Bu, istenilmiyordu. Hem dönem itibarı ile vuku bulan olaylar, PKK'nın sivillere yönelik hiçbir eyleme girişmediği yıllara denk düşüyordu.
1991 yılında Öcalan tarafından tespit olunan yönergeler ışığında Batman'daki silahlı milis kadroları harekete geçirildi. Garzan Eyaleti'ne bağlı kırsal militanlarının bir kısmı şehir merkezine kaydırıldı. Batman'da PKK'yı temsilen Şervan (K) adlı militan bulunuyordu. Şervan, genç, tecrübeli ve dinamik yönleriyle tanınıyordu. PKK'da uzun yıllar kalmıştı. Kırsal gerillacılığını da, şehir gerillacılığım da pratikte uygulamış bir şahsiyetti.
Şervan, Batman'da Hizbullah'ın takipçisi olarak bir süre gözlemci konumunda bulundu. Fakat şiddetten ısrarla kaçınan PKK'nın tüm uyarılarını Hizbullah'ın gözardı etmesi, silah kullanımım zaruri kılmıştı.
Ve karar verildi. Hizbullah'a anlayacağı dille cevap verilecekti.
İl merkezinde caydırıcı gözdağı vermek gayesiyle cılız eylemler gerçekleştirildi. Dolayısıyla PKK, 1984 tarihinden itibaren ilk kez devletin resmi güçleri haricinde örgütlü bir kuvvetle karşı karşıya kaldı. Hizbul-kontra-PKK çatışmasının bir önemli özelliği de PKK'ya karşı güçlendirilen Hizbullah militanlarının silahlı saldırıya geçmeden ilk saldırıların PKK tarafından gerçekleştirilesiydi.
PKK, Türkiye sınırlan dışında IKDP gibi büyük peşmerge kuvvetini çok kez mağlup etmiş, Körfez Savaşı öncesinde Saddam Hüseyin'e bağlı karakollara karşı saldırılarda bulunularak imha etmiş, birçok askerini rehin almış, saflarından kopanların kurduğu PKK VEJİN örgütünü kısa sürede yok etmiş bir örgüttü.
Ancak;
Hizbullah, diğer güçlere oranla biraz daha şanslıydı. Sebebi ise, ardında Türk devletinin bulunmasıydı...
Apoizme göre; bu sinsi savaş planı, her yılı yenilgi ile kapatan devletin, milliyetçi akımlarla gerçekleştiremediğini Kürtler'in manevi duygularıyla oynayarak, dini araç olarak kullanıp hedefine ulaşmak istemesinden ibaretti. Devletin tetikçiliğine soyunan gayri resmi şahsiyetlerin kurduğu Hizbullah örgütünün beklenmedik düzeyde rağbet kazanması, faaliyetlerine silahlı anlamda sempati ile bakmayanların da "Allah" ve "İslâm" teması işlendiğinden en azından karşı da çıkmaması ileriki yıllarda PKK'yı zor durumlarda bırakabilirdi. Bu sebeple Hizbullah'ı büyümeden daha caydırıcı eylemlerle ezmek gerekiyordu.
1992 yılında Ebubekir (K) Halil Ataç, Öcalân'ın talimatı ile Garzan Eyaleti'nin başına geçmek üzere Türkiye sınırlan içerisine girdi. Daha önceden Botan'da ve diğer alanlarda pratiksel faaliyetlere aktif anlamda katılan Ebubekir, örgütün kuruluşunun akabinde Lübnan'da bulunmuş, eğitim amaçlı, İsrail devletine karşı vur-kaç türü eylemlere katılmıştı. Türkiye ve yurt dışında iki kez hapse düştüğünü iddia eden Ebubekir, her ikisinden de kaçarak kurtulmayı başardığını bizzat kendi ağzından dile getirmiştir. 1984 tarihinde PKK'nın silahlı mücadeleyi başlatmasından itibaren de kırsalda bulunuyordu.
Öcalan, Halil Ataç'ı şöyle değerlendiriyordu:
"Ebubekir yoldaş, bilinçli ve askeri yönden kabiliyetli bir arkadaşımızdır. Ancak, feodaliteye kişiliğini hapsetmesi dolayısıyla köylülük anlayışım üzerinden atamamıştır. Bunu aşabilirse askeri anlamda tutulamayacak inanılmaz bir komutan olacağına inanıyorum."
Apo, devletin eline geçtikten sonraki süreçte de buna paralel ifadeler kullanmıştır.
Ebubekir, çok kurnaz, zeki ve dönemin şartlarına göre her türlü müsademeyi dağıtacak, yönetecek ve yönlendirecek örgütün ve Öcalan'ın en gözde merkezi üyelerindendi. Bana göre ise, iki ülkeyi birden yönetecek kapasitede bir komutandı.
Bir de uçkuruna düşkün olmasaydı!..
Ebubekir, Garzan Eyaleti Karargah Komutanlığının başına geçmek üzere Garzan Eyaleti'ne vardığında ikinci büyük sorumluluğu da sırtlanmıştı. Bu, ülke sorumluluğu idi. Vasfi dolayısıyla Hizbullah'a karşı silahlı yönelimlerin tamamından da O, sorumlu olacaktı.
Savaşan ve savaştıran kişiliğiyle PKK militanları içerisinde en çok tutulan isim olan Ebubekir, Garzan'a geçtiğinde Hizbullah'a karşı şiddet formülleri geliştirildi. Ebubekir, Mutki'deki eyalet karargahından Batman sorumlusu Şer-van'a verdiği bir talimatında şöyle diyordu:
"Bu kontrayı ikazlarla dize getirmek pek mümkün gözükmüyor. Bize de başka yol kalmadı gibi! Sizden onları en kısa zamanda imha etmenizi istiyorum."
Ayrıca, Hizbullah'ın örgütlendiği mekanlar, PKK militanı olarak dağlarda mücadele verenlerin yakınlarının bulunduğu yerler olması dolayısıyla militanların belleklerinde soru işaretleri kalmaması amacıyla Ebubekir, elemanlarına açıklama yapmak gereksinimi duymuş olsa gerek ki, fırsat buldukça platformlar oluşturuyordu. Açıklamalarında Hizbullah örgütünün iç yüzünü, kurulmasındaki asıl amacı dile getiriyordu. Hizbullah Hizbulkontra, yöneticileri devletin elemanları, diğerleri ise piyon olarak militanların beyinlerine enjekte ediliyordu.
Şervan, Ebubekir'den aldığı talimatla Batman'a döndü. Tüm silahlı kadroları, kırsaldan getirtilen militanlarla güçlendirdi. Ve Hizbullah'a karşı topyekün silahlı müsademeye girişti. Gündüz veya gece vakti, fark etmiyordu! Nerede bir Hizbullah'çı tespit olunsa eyleme girişiliyordu. Kırsaldan getirttirilen ağır silahlarla adeta Batman sokakları savaş alanlarına dönüştürüldü. Halk, hava karardıktan sonra korkudan sokağa dahi çıkamıyordu. Gündüz vakti dahi PKK, bir güvenlik kuvvetlerine, bir Hizbullah hedeflerine yöneliyordu. Gecenin karanlığında yankılanan Bikisi ve RPG seslerinin Batman halkınca unutulması ne mümkündü.
Hizbullah, her ne kadar silahlı ilk adım PKK’dan gelse de PKK'ya karşı alenen savaş ilan etti. Ancak gözden kaçan iki önemli nokta vardı. Birincisi, her ne koşulda olursa olsun her daim PKK'nın sözsahibi olabileceği güvensiz bir ortamda bulunuyordu. İkincisi, PKK militanlarının Hizbullah elemanlarından daha tecrübeli olduğuydu. Esasen ibreyi PKK lehine çeviren önemli ayrıntılardan biri de Ebubekir gibi tecrübeli ve inisiyatif sahibi birinin komutan olarak bölgede bulunmasıydı.
PKK'nın Hizbullah ile giriştiği şehir savaşında Batman sokakları kana bulandı. Âdeta sıradan bir yaşamın parçası olan kurşunların vızıldayışı altında gün yoktu ki şehir sakinleri ardı arkası kesilmeyen olaylarla sarsılmasın!
PKK, yoğun saldırılar gerçekleştirerek 1992-93 yıllarında Hizbullah'ın, yalanı yaşayan militanlarını dağıttı. Lideri olan Hüseyin Velioğlu'nun öldürülmesi için seferber oldu.
Velioğlu, PKK'ya karşı ağır bir yenilgi aldı. Ateşle oynamış ve lakin elini fena yakmıştı. Yok olmaya yüz tutan paravan örgütünün çöküşüyle PKK'nın kendisi için çıkardığı "ölüm" korkusuyla birlikte Batman'dan kaçmak zorunda kaldı. Dağılan örgütün sahipsiz bıraktı. Olaylar Velioğlu'nun kaçıcıyla son bulmadı. Yenilgiyi hazmedemeyen Hizbullah, PKK'ya sadece sempati duyan insanlara karşı da büyük bir kıyım başlattı. Onlarca masum vatandaş hayatını kaybetti. Faili meçhul olarak nitelendirilen eylemler sonucu akılla, insanlıkla bağdaşmayan türlü işkencelerle yörenin önde gelen simaları ortadan kaybettirildi.
1993 yılının sonlarını doğru devletin adamı niteliğindeki Hizbullah'ın başındaki kadrolu militanların öldürülmesiyle başsız kalan örgüt elemanları sudan çıkmış balık gibi olmuşlardı. Çoğunluğu PKK'ya karşı fazla direnç gösterilemeyeceğim düşünüyordu. Lakin teslimiyeti kabul etmeyen az bir kesim vardı. Onların görüşüne kalsa silahlar bırakılacak sivil hayata dönüş yapılacak, PKK ile hiç savaşılmamış gibi davranılacaktı. Böylelikle kendilerini kamufle etmiş olabileceklerini sanıyorlardı. Oysa kî PKK, neredeyse tüm Hizbullah mevzilerini ve militanlarını o dönemki güçlü istihbarat kaynakları sonucunda saptamıştı. Hizbullah bu kaçışı denedi ama tutturamadı. PKK, saldırılarına hiç ara vermedi.
PKK'nın, Ocak 2000 tarihinde başlayan Hizbullah operasyonları sonucu ortaya atılan iddialardaki gibi 500 militanın öldürüldüğü tamamen asılsızdı. Hizbullah'a karsı mücadele edilen Batman sahası Garzan Eyaleti'ne bağlıydı. Garzan'da o süreçte toplam 1500 militan vardı. Eyalet, Bingöl sınırından tutun Van'ın Gevaş ile Bahçesaray ilçelerine kadar dayanan geniş bir araziye sahipti. Hal böyle iken 1500 kadar militan tabii olarak bölgelere ayırdedilerek bu geniş araziye dağıtılmıştı. Garzan'ın Karargah Komutanlığı 1992 yılında Mutki kırsalında, Varan ve Parezan denen köylerinin yakınında bulunuyordu. Mutki kırsalının tamamından ve Muş'un bir bölümünden sorumlu olan yaklaşık 400 militan vardı. Bunlardan 150'si Ebubekir'in güvenliğini sağlamak amacıyla sürekli karargahta tutuluyordu. Aynı zamanda burası yeni katılımlara siyasi ve askeri eğitim vermek gayesiyle de kullanılıyordu. Geriye 250 militan kalmıştı ki, bunlar da siyasi etkinliklerden uzak sadece kırsalda mücadele eden gruplar olarak varlıklarını idame ettiriyorlardı. Yani siyasal veya şehir gerillacılığı gibi faaliyetlerden bu gruplarda bulunan elemanlar ilişikte bulunmamakla beraber, eleman aktarımı yapılması da söz konusu değildi. Zira böylesi katılımcı yetkileri de bulunmuyordu.
Anlaşılacağı üzere, Batman'da yürütülen her türlü faaliyetin yönlendiricisi ve destekçisi "Eyalet Karargahı" idi. Karargah'ın toplam sayısı ise sadece 150 kişi idi. Batman'a gönderilen nitelikli eleman ise Şervan'dı. Şervan, aynı zamanda Batman'daki Hizbullah çatışmalarını çıkartan ve olayların içinde bulunan birinci derecede PKK yöneticisi idi. Ebube-kir'den emir almak için sık sık kırsala çıkıyordu. Aldığı emirleri icra etmek gayesiyle de Batman'a iniyordu. PKK'dan kırsal gerillası niteliğindeki ancak parmakla sayılacak kadar az bir grup Batman'a inmişti. Çıkan çatışmalarda Ölen silahlı PKK militanı sayısı çok azdı. Fakat PKK'ya sempati besleyen çok sayıda sivilin Öldürüldüğü üzücü bir gerçekti. Hizbullah, bunun bedelini çok ağır kayıplar vererek ödedi.
Batman'da yenilginin şokuyla kaçan Velioğlu, Anka-ra'daki yönlendiricilerine durumun vehametini bildirince, işler devlet açısından daha bir çıkmaza girmişti. Yeşil ve Ala-attin gibi kimseler Velioğlu'nun başarısızlığını propaganda malzemesi yaparak pastadan pay koparma yansına girdiler. Velioğlu çok şey biliyordu. Dışlanamazdı. Sokaklarda avare grupların içine s ah verilemezdi. Örgütlediği Hizbullah'tan uzaklaştırılmak istendi. Sonu, mutlak ölüm olmalıydı.
Velioğlu, öldürüleceğini idrak edince iki ateş arasında kaldığını ve kullanıldığını yıllar sonra anlama imkanını yakalamıştı. Devletten umut yoktu. Bu sebeple en azından açtığı cepheleri daraltması en doğrusu olacaktı. Bu sıralarda olaylar itirafçıların katkısıyla Batman dışına taşınılmış, birçok il ve ilçede insanlar kaçırılır ve öldürülür olmuştu. Bir süre sonra gücü ve inisiyatif ele geçiren korucu, itirafçı ve diğer çıkar grupları PKK sorununu, ranta dönüştürmüşlerdi. Kaçırılan Kürt işadamlarının yakınlarından fidye isteniyordu. Korucular, PKK'ya sempati duyan veya korucu olmak istemeyen köyleri basarak kadınların ırzlarına geçiyor ve ganimet adı altında masum köylülerin para ve değerli eşyalarına el koyuyorlardı.
Velioğlu kendisine yapılanları hazmedememişti. İstanbul'dan örgütü ile haberleşerek PKK'ya karşı ateşkes ilan edilmesini istedi. Kendisi de bir süre sonra gizlice Batman'a girerek PKK militanları ile birebir görüşmek istedi. PKK, ilk başlarda Hizbullah'ın ateşkesine uymadı. Sonradan Hizbullah'ı koordine edenlerle, Hizbullah üyesi olanlar arasında ciddi sorunların yoğunlaştığına tanık olan PKK, örgütün randevu taleplerim kabul etti. Görüşmeler sağlandı. PKK, Hizbullah'ın halkı ve kendilerini bir daha rahatsız etmemesi koşuluyla ateşkes önerilerini kabul etti. Antlaşmaya göre, Hizbullah'ın kontra faaliyetlerinde bulunmaması şartı ile Doğu ve Güneydoğu'da rahatlıkla çalışmasına imkan tanındı.
Kullanılan Velioğlu'nun, ihanete uğradığı ve devletten intikamım mutlaka alacağını söylediği duyumlarımız arasındaydı. Gizlice terk ettiği örgütünü tekrardan diriltmeye çalıştı. Devleti huylandırmadan örgütünü büyüterek eleman kazanmaya gayret etti. Ağır silahlarla örgütüne nitelik kazandırdı. PKK'nın kırsala hakim olması nedeniyle dağlara vuramayan Hizbullah'ın en büyük handikapı diyebilirim ki şehirlerde tutsak kalmasıydı.
Hizbullah, başlangıçta üzerine kurulu olduğu amacının tam aksine örgütlenir olmuştu. Bütün Türkiye'de zemin bulması fazla zor olmadı. Bunun nedeni adından kaynaklanıyordu. (HİZBULLAH...)
Türkiye Hizbullah'ı misyonluğu terk edildi. Gerçek Hizbullah ile bağlantılar kuruldu. 1994 yılının akabinde İran ile de yakın temasa geçildi. Velioğlu birçok kez güvendiği arkadaşları île İran topraklarına geçti. Devlet, kendi eliyle kurduğu bu canavarın büyüdüğü istihbaratını alıncaya dek köprünün altından çok sular geçmişti.
Elbetteki amacım Hizbullah'ın faaliyetlerini anlatmak değildir. Ancak; "devlet insanları kullanır mı?" sorusuna ayrıntılı cevap vermek amacıyla bu tür konulan derin boyutlara indirgemek aranılan cevaplara sanırım ivme kazandıracaktır.
Devam edelim...
Hizbullah ile ilgili gelişmeler devlet tarafından duyulunca Örgüt güvenlik birimlerince yakın takibata alındı. Neredeyse tüm faaliyetlerle işlenen cinayetler devletin rantçı yöneticilerinin bilgisi dahilîndeydi. Fakat müdahale edilmesi istenmiyordu. Bunun da bir hesabı vardı. Hüseyin Velioğlu hâlâ dışarıdaydı ve yeri tespit olunamıyordu. Tespit edilen yerlere baskın düzenlenmesi (Hizbullah hedeflerine karşı) hesap sahibi bir çok şahsiyetin zararına olacağından olayları sadece takip altına almak en mantıklısı olacaktı.
Hüseyin Velioğlu'nun en az Mahmut Yıldırım kadar önemi vardı. Bilgisi çok fazlaydı. Devletin kilit noktasında bulunan birçok isimle birebir görüşmüştü. Onu bulmadan operasyonlara kalkışmak, Velioğlu'nu teslim olmaya veya açıklamalar yapmaya zorlayabilirdi. Hem konuşmasını önlemek, hem de teslim olmasını engellemek gerekiyordu. Bu amaçla; kokmuş balığın, kafası ezilmeden harekete geçilmemesi emri verilmişti. Gizliden gizliye devletin tüm istihbarat birimleri Velioğlu'nun izini sürmeye başladı. Bu kovalamaca yıllar boyu devam etti. Nihayetinde Hizbullah'ın içerisine ajan sokuldu veya bulunanlar satın alındı. Bunlar Velioğlu'nun ya çok yakın arkadaşlarıydı, ya da sonradan yanına alınan kişilerdi.
Sürülen iz, Siyon liderlerinin komplo teorilerindeki kadar sonuç verici oldu. Velioğlu, İstanbul'daki evine ajan olduğunu bilmediği "candan" arkadaşlarıyla Ocak 2000 tarihinde gitmiş ve İstanbul polisine, hedef Velioğlu gösterilmişti. Ne pahasına olursa olsun ölü olarak ele geçirilmesi arzulanıyordu. Ve planlandığı gibi operasyon düzenlendi. Ev kuşatıldı. Velioğlu'nun teslim olması isteniliyormuş gibi görülse de yanında bulundurulan ajan sayesinde çatışma çıkartıldı. Hüseyin Velioğlu, bu sözde çatışmada Öldürüldü! Hiç de tesadüfi karşılanmayan iki şahıs teslim alındı. Üstelik burunları dahi kanamıyordu.
Yanında bulunanların burunları dahi kanamadan nasıl olmuştu da tek başına Hüseyin Velioğlu öldürülmüştü?! Bir rivayete göre, Velioğlu'nun polis kurşunuyla değil, arkadaşlarının kurşunlan ile öldüğü iddia edilmiştir.
Kim bilebilir ki?.. Belki de doğrudur!
Pek garipsenecek, anlaşılır olmadık bir vaziyet değildi. Geçmişe döndüğümüzde A. Cem Ersever'in de kendi arkadaşları tarafından komploya getirilerek öldürüldüğü görülecektir. Yine Özdemir Sabancı cinayetini işlediği gerekçesi ile cezaevine konan Mustafa Duyar'm itirafçı olmak istemesinin ardından da, bildiklerini söyleyemeden üstelik cezaevinde öldürülmesi düşündürücü vak'alar arasındaydı.
Tüm bu anlatımlarımdan yola çıkıldığında görülecektir ki devletler; bu sadece Türkiye'ye mahsus bir olay değildir, varlıklarını idame ettirmek veya başkaca ulusal ve uluslararası amaçlar doğrultusunda nihai hedefe varmak maksadıyla uygunluğuna göre açıktan ya da gizlice kişi veyahut da birimleri kullanabilirler. Burada esas olan ilişkilerin yansı-mamasıdır. Bu tür münasebetler genelde karşılıklı menfaatler gözetilerek ilerletilebilir. Özellikle Türkiye gibi jeo-stratejik bir ülkede kullanılan kişi veya birimler verilen direktifleri harfiyen yerine getirdikleri müddetçe korunur ve gözetile-bilirler. Her ilişkinin devamlılığı faaliyetlere konan sınırlamalarla belirlenir. Bu sınırlamaların ihmali durumunda kişi veya birimler önce ikaz edilirler; olmadı yalnızlığa itilirler. İlişkilerin bitiminde kişi veya birimlerin faaliyetleri devletçe kontrol altına alınmaya çalışılır. Eğer ki zaafiyet, ihmal ve ihanet gözlemlenirse veya verilen görevlerde pasif ve başarısız bir grafik hissedilirse imha politikası zaruri güdü haline dönüşür. İmha politikası da aşina yöntemlerle yapılır. Böylelikle devlet erkanına iş kalmadan olayların gizemliliği korunmuş olur.
Bu nedenle;
En doğrusu, kullanılmamak ve hiçbir vakit güçlünün avuçlarında bulunulduğu sürece rehavete kapılmamaktır. Şayet devlet veya örgütlü koordinasyon oluşumlar gibi kudretli mekanizmalardan bir parça olmayı hedefe giden yolda kaçınılmaz olarak görenler varsa da onlara şunları nasihat etmekte yarar vardır:
"Devletler ve tam anlamıyla koordinasyona dayalı oluşumlar yani, PKK ve benzeri silahlı güç kulanımcıları güçlü mekanizmalardırlar. Topluluğu baz alan ve varlıklarını korumak maksadıyla bireyleri harcamaktan kaçınmayan hiyerarşiye sahiptirler. Ne devletler için, ne de silahlı güç kullanımına başvuran örgütler için; iki kişinin eli bana mahkûm. İkisi de en üst düzeyde. Bana birşey yapamazlar, demekten daima kaçınılmalıdır. Unutulmasın ki, her zaman için karşılaşılabilecek üçüncü bir erk söz konusu olabilir. En kudretli olarak görülenlerin dahi bir piyondan öte rollerinin bulunmadığına tanık olunabilir.
Dolayısıyla bir olayın ihalesini kapmadan önce başarılı olma durumunun yüzdesini iyi kestirmek gerekmektedir. İyi niyetli, devleti veya bulunulan başkaca oluşumları sevmek gibi bir durum olsa dahi yapılamayacak bir faaliyetin ağırlığını sırtlamaya kalkışılmamalıdır. Aksi durumda bu, şahıslar veya birimler açısından oldukça tehlikeli vaziyetlere sebebiyet verebilir. Böylesi faaliyetlere el atmak ateşten gömleğe talip olmak kadar hayatidir.
Kuralcılık, emirlere riayeti, davaya sadakati, ağıza fermuar çekilmesini ve gizliliği gerekli kılmaktadır! En önemlisi devamlılıkçılıktır! Bunların ihmali halinde niyet ve kimlik her ne olursa olsun sonucu değiştirmeye kuvvet yetirilemeyecektir.
Zira bu, geleneğin bir dayatmasıdır!"
* * *
YİRMİBİRİNCİ BÖLÜM
"PARTİ ÖNDERLİĞİMİZE HİTABEN YAZILMIŞ 6. KONGREMİZE IŞIK TUTACAK ERNK'NIN GENEL RAPORUDUR."
Diye, Haziran 1998 tarihli raporda bu kocaman başlık atılmıştı.
KISIM BİR
Haziran 98 tarihlî ERNK raporu Öcalan'a hitaben yazılmıştı. Bu münasebetten dolayı giriş cümlesinde lidere hitap ediyordu:
"Sayın Başkanım, bu rapor partimizin önderi olan şahsınızın isteği ile ERNK'nin 4. Kongre'den bu yana yapmış olduğu icraatların genel değerlendirmesini kapsamakta olup, gerek siyasi gerekse de ERNK'ya bağlı silahlı milislerimizin askeri icraatlarına açıklık kazandırmaktadır."
ERNK raporunda belirtildiği üzere, faaliyetlerin genel değerlendirmesini PKK'nın öncüsü olan "Parti Önderliği'nin yani Abdullah Öcalan'IN neden her dönem yapıldığı gibi, en son faaliyet değerlendirmesi baz alınmayarak "6. Kongre" heyecanını yaşarken faaliyet değerlendirmesini "4. Kongre'den itibaren istediği bilinmemektedir tabii ki. Yoksa ERNK, bunu kendi inisiyatifi doğrultusunda mı yapmıştır acaba? Cevap her ne olsa da ERNK'nin genel faaliyet aktarımına bakıldığında olayların gayet şuurlu ve itinalı olarak 4. Kongre'nin yapıldığı yıllara kadar indirgendiği gözlemlenecektir.
ERNK mensupları raporun girişim ikinci cümle ile devam ettirirlerken duygularını ve inançlarım dile getirmişlerdi:
"... Temenni ediyoruz ki bu raporumuz ile birlikte gelecekteki savaş stratejimiz daha belirgin bir duruma gelecektir."
Doğrusu PKK'nın ufkunu açan ve yönlenişini sağlayan en Önemli etken bu tür raporlardı. Kaleme alınan raporların içeriği revizyonist görüşü ve dogmatik fikirsel birimi dışlayıcı özellik taşıyorsa, hedefe giden yolda emin adımlarla ilerlenmesi pek mümkündü. Raporlar, faaliyetlerin vuku bulduğu yerlerden uzakta bulunanlar için daha hayati önem taşımaktaydı. Apo'nun konumu ve bulunduğu yer gözönünde bulundurulduğunda ERNK'nin yazdığı raporun ehemmiyeti sanırım fazlasıyla anlaşılacaktır.
Abdullah Öcalan'ın yıllar boyu PKK üzerinde etkin olmasının altında yatan gerçeklerden biri de "rapor planlaması" idi. Daha önceki bölümlerde belirtildiği gibi, belli dönemlerde sadece ERNK'ye değil, dağlardaki hemen her militanın istifadesine sunulan raporlar ile bir değerlendirme ve bakış açısı elde edilmekteydi.
Raporlar, Öcalan'ın bulunmadığı bölge veya eyaletlerdeki faaliyetleri idrak etmesine sebebiyet veriyordu. Yani bu sistemin tanıdığı kolaylıkla grupların ne yaptığından haberdar olan Öcalan, gelişmeleri takip etmekle kalmamış durum değerlendirmesi, taktiksel çatışmaların esnek strateji anlayışı ile döneme göre şekillendirilmesi, kırsalda veya şehirlerde bulunan militanların konumunun ve durumunun bilinciyle talimatlar göndermesi, nihai anlamda çözümlemeler ve düşüncelerini yansıtan broşürler oluşturması, yerinde ve zamanında müdahalelere girişmesi açısından da faydalı olmuştu.
Dostları ilə paylaş: |