Yeni bir bilim siyasetimizin, araştırma siyasetimizin olması için yeni bir eğitim siyasetimiz olması lazımdır. Onun olması için yem bir dış siyasetimiz olması lazımdır. Eğer bizim en temel politikamız Avrupa'ya yalvarmak ve yamanmaksa her şey son iki yüzyıldır, üç yüzyıldır gerçekleştiği gibi gerçekleşir. Bizim hastalığımız, başağrısı değildir, aspirinle filan iyileşmez. Kanser olmuşuz, ameliyat ediliriz de düzelirsek olur yoksa tekrar şahsiyetli bir millet olarak ayaklarımızın üstünde dikilme imkanımız yoktur.
ALTINOLUK: Şimdi aydınlar diye bilinen kesim Batı'ya gidip büyülenip geliyor. Bunlar neden büyüleniyor da siz ezilmediniz, aşağılık duygusuna kapılmadınız, siz batıda neler gördünüz?
sİnanoğlu: Türkiye'de batı hayranlığı ve batı uşaklığı yapan adamların çoğu Amerika'da bir veya bir kaç sene kalmıştır. O ülkeyi, insanını, ülkenin hedeflerini tam ayırt edememiştir. Dikkat ettim böyle az kalanlar noel, paskalya gibi bayramlarda kilisenin ayarladığı bir takım ailelerin evlerine davet edilir. Baloya götürülür, kızlarla tanıştırılırlar. Onlar ibiş ibiş bakınıp gelirler.
Amerika'yı tanımak için şöyle kenar mahallelere gitseler, oralardaki çöplükleri, mezbelelikleri, insanların sefaletini görseler zengin gözlemlere sahip olurlar.
Sonra bu işler gelişti. Üniversitede iken gelecek vaadeden gençlere çengel atarlar. "Gel seni bizim gençlik koluna veya derneğe üye yapalım bir daha sırtın yere gelmez, ileride bakan da olursun" derler. Zaten genelde ayarladıkları adamları gönderirler. Ama imalat hataları olmuyor değil.
Ben ilk-orta-lise eğitimim tamamıyla Türkçe olarak yaptım. O zamanlar divan edebiyatı, tasavvuf edebiyatı filan okuduk. Şimdi Anadolu lisesinden ve Kolejden bir öğrenci gönderirseniz farklı sonuçlar çıkar, çünkü temeli kötüdür. Bizim temellerimiz sağlamdı. Eğitim hayatinin talebe açısından altın çağları orta öğretim yıllarıdır. Bu yıllar mutlaka Türkçe eğitim verilmeli ve öz kültürümüz yedirilmelidir. Ayrıca benim korunmamda Karacabey ailesinden gelmiş olmamın etkisi olabilir. Biz kale diplerinde dedelerimizin türbelerinin yanında oynayarak büyüdük.
ALTINOLUK: Efendim Oktay Sinanoğlu liseyi bitirip sizin yanınıza gelmiş olsa ona ne tavsiye ederdiniz?
sinanoğlu: Ona derim ki İngilizceyi çok istiyorsan yaz kursunda filan öğren, ama önce sen kendi kültürünü, tarihini, kimliğini tanımak için okumalı, araştırmalar yapmalısın. Bilim teknik konusunda yetişmek istiyorsan zehir gibi matematik bilmelisin. Çünkü bilim dili matematiktir. Ayrıca yalnız aklını değil gönlünü de eğitmeyi unutma derim .
ALTINOLUK: Batı toplumlarında ciddi bir ahlak problemi var. Kimi bilim adamları da bunu dile getiriyor. Bir ruhi duyumsuzluktan, tatmin olamamaktan bahsediliyor. Ve onu batılı insan Uzakdoğu dinlerinde para psikoloji, transandantal meditasyon gibi alanlarda aramaya başlıyor. Bu arada tasavvuf da ilgi alanına giriyor. Bu konuda ne gibi gözlemleriniz var?
sİnanoğlu: Batı insanının zengin olanı da fakir olanı da tamamen bir boşluk, bir arayış hatta mutsuzluk içinde. Ve o insanlar başka bir alternatif, yani hayatın daha güzel, mutlu yaşanabileceği bir seçenek bilmiyorlar. Sanayi toplumu olunca en iyisi yapılmış olur zannediyorlar.
Almanca konuşan ülkelerin bütün eğitimcileri İsviçre'ye toplanmışlar. Beni de çağırdılar. Konu, Gençliğimizi nasıl kurtaralım? Ben de bunlara adını koymadan tasavvufi hayattan, veli insanların güzel nasihatlerinden bölümler aktardım, peşimi bırakmamaya başladılar.
Avrupa ülkelerindeki doyumsuz gençlerin ruhlarını tatmin etmek için Uzakdoğu dinlerine, transandantal meditasyon arayışlarına girmesi normal. Ama bizim Boğaziçi Üniversitesindeki gençler de bu çalışmalara katılıyorlarmış. Hayret ettim. Transandantal Meditasyonun filan aslı bizde tasavvuf ile var. Fakat tasavvuf müesseseleri tekke ve zaviyeler kanunla kapatılmış insanımız kültürel genlerindeki şifa kaynaklarını bırakmış, sahtesinin peşine düşüyor. Çok garip bir ülkede yaşıyoruz.
Burada aklıma gelen çarpıcı bir misali de vermek istiyorum. Bütün dünyada evlenme töreninin dini olmadığı bir ülke vardır. O da Türkiye'dir Birkaç düğüne gittim, çok garipsedim. Yani düğünde miyiz, cenaze töreninde mi belli değil. Defterler açılmış herkes soğuk soğuk dikiliyor. Rusya'da bile evlilik dini merasimle olur kardeşim.
Tasavvuf gönül mektebidir. Batı dünyası da anladı ki akılla bir yere varılmıyor, yani bir şeyler eksik kalıyor. Her iki dünyamızın da mamur olabilmesi için bir formül vardır, "bilim+gönül+dil" diye. Bizler gönlümüzü zenginleştireceğiz, gönlümüzü zenginleştirecek müesseseleri açacağız, hayat tarzı batının yörüngesine girmiş insanımıza ulaşacağız, sonra da o aklıyla herşeyi başarmaya çalışıp aciz kalan ızdırap içindeki batı insanına elimizi uzatacağız. Tarih bizlerden bu vazifeyi bekliyor.
OKTAY SİNANOĞLU KİMDİR?
Ankara Yenişehir Lisesini bitirdikten sonra Kimya eğitimi için Amerika'ya gönderilmiş ve Amerika'da 26 yaşında profesör olmuştur. Bu suretle Batıda 300 yılın en genç profesörü olma rekorunu kırmıştır. Bu rekor hala kendisindedir.
Halen ABD Yale Üniversitesinde fizikî kimya, biyofizik profesörüdür. Ayrıca Kuramsal Fizik Merkezi Üyesidir. 250 kadar bilimsel, teknik araştırması, yeni buluşu, uluslararası yayını, 8 uluslararası bilimsel kitabı vardır. Ayrıca Kaliforniya Üniversitesi Berkeley'den Kimya Mühendisliğini birincilikle bitirmiş ve iki yılda fiziki kimya doktorası almıştır. Yale'de çeşitli ülkelerden düzinelerle öğrenciye doktora araştırma yaptırmış, Cal Tech John Hopkins gibi ABD üniversitelerinde ve Japonya dahil çeşitli ülkelerde tanınmış profesörleri yetiştirmiştir. Kendisinin aday gösterdiği Japon K. Fukui Nobel kazanmıştır. Japonya Rusya, Litvanya Almanya, Fransa, İngiltere, Çekoslovakya, Meksika, Hindistan, Kore gibi ülkelerde hem bilimsel hem de ülkelerin bilim, teknik, eğitim, kültür politikaları üzerine konuşmalar ve ortak araştırmalar yapmıştır. Araştırmaları fizik, kimya moleküler biyolojinin birkaç dalında yeni çığırlar açmıştır. Dünyanın çeşitli ülkelerinden ve özellikle Türkiye'den çeşitli bilimsel ödüller almıştır. Şu anda 60 yaşında bulunan Oktay Sinanoğlu Yıldız Teknik Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi kimya bölümü Rektör danışmanlığı ve Uygulamalı Araştırmalar Merkezi Müdürlüğü yapmaktadır. Ömer Bin Abdülaziz
SUNUŞ
Vakıf, yaradandan ötürü yaratılanlara karşı merhamet, şefkat ve muhabbetin müesseseleşmiş şeklidir.
Kur'an-ı Kerîm'de güzel bir mü'min olarak rızayı ilahîye vasıl olabilmek için sevdiklerimizden infak etmemiz emrediliyor.
İnsan için dünyaya ait çok kıymetli iki varlık vardır. Biri candır, diğeri ise maddî imkanlardır. Bu iki nesne ile rızayı ilahî ve cennet alış-verişi yapılır.
Hz. Peygamber(s.a) buyururlar:
"Size iki nasîhatçı bıraktım. Biri susar, biri konuşur. Susan nasîhatçı, ölümdür. Konuşan ise, Kur'an-ı Kerîm'dir."
Bu iki nasîhatçının irşadı ile vakıf insanlar ve vakıf müesseseleri teşekkül eder.
Ümmete kucak açan ve sevgi odağı olan bu vakıf müesseseleri, ancak vakıf insanlarla hayatiyyetini devam ettirir. Vakıf müesseselerinin ömrü de, ekseriya bu vakıf insanların ömürleri kadardır. Bugün o diğergam insanların îman ve vecd dolu gönüllerin ruhî derinliklerine inebilmek, onları duymak, anlamak ve onların gönül yapılarından hisse almak mecburiyetindeyiz. Manevî ışıklarla ruhumuzun derinliklerine girip, bugün darüssıla hasretini çektiğimiz gibi o yapıya kavuşmamız zarurîdir.
Vakıf insanların en zirvesinde peygamberler ve Ashab-ı kiram bulunur. Onlar çok kısa zamanda gönüllerdeki îman heyecanını dünyanın dört bir tarafına taşımışlardır. Yine tarihin en güzide altın sahîfelerini onlar doldurmuşlardır.
Bu sayıdan itibaren tarihe bir şeref ve insanlık abîdesi olarak geçen bu vakıf insanların, hakim oldukları beldelerde rızayı ilahî için yaptıkları merhamet ve şefkat dolu hizmetlerini, yön veren nasîhatlerini ve tarîhe bir armağan olarak bıraktıkları hayat hikayelerini anlatacağız, ibret ve öğüt vesilesi olur ümidiyle, teberruken Ömer b. Abdülazîz'den başlayarak, tarîhin altın sahîfelerini ehemmiyetli bir bölümünü teşkîl eden Osmanoğulları'nın abide şahsiyetleriyle devam etmeyi arzu ediyoruz.
Kendimize ve muhterem okuyucularımıza faideli olmayı Cenab-ı Hakk'dan niyaz eder, rahmetine sığınırız...
Ömer Bin Abdülaziz
Emevî halîfelerinin sekizincisidir. 60 (Hicrî)/ 679 (Mîladî) senesinde Medîne-i Münevvere'de doğmuştur. Annesi Hz. Ömer'in (r.a.) torunudur.
Babası Abdülazîz b. Mervan, Mısır'a valî olunca birlikte Mısır'a gitti. Müteakiben ilim öğrenmek için Medîne-i Münevvere'ye döndü. Enes b. Malik, Abdullah b. Cafer et-Tayyar'dan ve Saîd b. el-Müseyyeb gibi büyük alim ve ariflerden ilim öğrendi. Ehl-i hal ve kemal sahibi oldu. Halife Abdülmelik, O'nu Şam'a da'vet ederek kızı Fatıma ile evlendirdi. Halîfe Velid b. Abdülmelik, O'nu 706 senesinde Harameyn valîliğini toplayarak:
"Ey kardeşlerim! Ben Haremeyn valîliğine değil, hizmetçiliğine ta'yin oldum. Asıl gayem, hakkın ve adaletin tevzîidir. Eğer bunları çiğneyenleri bana haber vermezseniz, ind-i ilahîde mes'uliyyet size aiddir. ikazlarınızla bana yardımcı olmanızı istirham ederim." dedi.
Alimler, bu hususda kendisine yardımcı oldular, Hicaz halkı, kendisinden çok memnun ve mesrur kaldı. Hatta çok kimse, bu huzur halini yaşamak için Hicaz bölgesine hicret etti.
Mescid-i Nebeviyye'yi genişletip îmar ederken dedesi Hz. Ömer'in (r.a) ayağının hiç çürümemiş olarak görüldüğü rivayet edilir.
Halîfe Abdülmelik 717'de vefat etti. Vezîri Reca, valileri toplayıp Halîfe'nin mühürlü vasiyetnamesini açarak okudu. Halîfe, iki oğlu olmasına rağmen, damadı Ömer b. Abdülazîz'i halîfe ta'yîn etmekteydi.
Ömer b. Abdülazîz şaşırdı. Bu yükü taşımaktan korktu, ürktü ve dehşete kapılarak kabul etmek istemedi. Etrafındaki alimler, kabul etmediği takdirde ind-i ilahîde mes'ul olacağını, bu yükün ancak kendisi tarafından taşınabileceğini bildirerek kendisini îkaz ettiler. Kabul etmek mecburiyetinde kaldı.
Halîfe olduktan sonra getirilen süslü alay atlarına binmedi ve hilafet sarayına değil:
"Benim kıl çadırım bana yeter!" diyerek evine gitti. Hanımını yanına çağırdı:
"Eğer benimle yaşamak istiyorsan, ziynet ve mücevherlerini "beytülmal"e bırak. Zîra onlar, senin yanında iken, ben seninle olamam..." dedi.
Hanımı da onun bu arzusunu yerine getirdi. Bütün ziynetlerini beytülmale hediye etti. Kendisinin 50.000 altınını fukara ve gurabaya dağıttı. Hizmetkarlarını serbest bırakarak teb'asının en mütevazî yaşayan bir ferdi gibi yaşayarak, ümmete tevazu ve fazîlet örneği oldu.
Halifeliği döneminde yaptığı bütün işlerde Kıyamet gününü, hep gözünün önüne getirip, kalbinde hissederek, devamlı bir vicdan muhasebesi içindeydi. Halkının haklarını layıkı veçhile yerine getirememekten çok endîşe ederdi. Hulefa-i raşidînin izinden yürüdüğü için kendisine "Beşinci Halîfe" unvanı verildi.
Halîfe olduğu zaman, oldukça iri bir vücuda sahipti.
Fakat kısa zamanda eridi Sırtındaki kemik izleri görülür hale geldi.
Ömer b. Abdülazîz hilafet makamına geçtiği gün, zamanın tanınmış, zühd sahibi ve ehl-i hal alimlerini toplayıp:
"Halk bu hilafeti her ne kadar nimet gibi kabul etse de, benim için taşınabilmesi güç, çok ağır bir mes'üliyyet olarak görüyorum. Bana aid tavsiyelerinizi rica ederim" dedi.
Onlardan bir tanesi şu veciz nasihatte bulundu:
"Ey Halîfe! Yarın kıyamet günü kurtulmak istersen, müslümanların yaşlılarını baban, gençlerini kardeşin ve küçüklerini evladın bil! O zaman bütün müslümanlara kendi evindeki ana-baba-kardeş ve evladın gibi muamele etmiş olursun.." dedi.
Müslim ve gayr-ı müslim tebaasının haklarına çok dikkat ederek hakkı ve adaleti yaygınlaş-tırdı.
Ehl-i beyte dil uzatanların çirkin, iğrenç hareket ve sözlerine ma'nî olup son verdi.
Tayînlerinde ehl-i hal ve sufî kimseleri tercih ederdi. Hasan Basrî Hazretleri'ni Basra'ya, Amr es-Sahî'yi Kûfe kadılığına ta'yîn etti.
Hali, kali ve gönlü ile numune olduğu için O'nun zamanında hidayet bulanların sayısı çok arttı
İslam ordularının doğu ve batıdaki fetihleri devam etti Malatya, Rumlar'dan 100 bin esir karşılığı satın alındı. Pireneler aşılarak Fransa'ya girildi. Endülüs'de islam medeniyetinin temelleri atıldı. Afrika'da bütün berberiler onun zamanında İslam ile şereflendiler. Gösterdiği hassas siyaset karşısında gayr-ı müslim tab'a tarafından çok sevildi. Onları hakk, adalet ve İslam'ın güzel ahlakı ile tanıştırdı.
Toplumuna bir müslüman yüreğinin nasıl olması gerektiğini sergiledi. Yaşanan bir İslam'dan kafile kafile hidayet orduları meydana geldi.
Abdullah b. İyaz babasından nakleder:
Bir gün, Ömer b. Abdülazîz yanındakilerle beraber bir cenazeyi defn etmişlerdi. Cemaat dağılmıştı. Ömer b. Abdülazîz bir müddet kabrin başında kaldı. Yanındakiler sordu:
"Ey mü'minlerin emîri. Siz bu cenaze sahibi değilsiniz. Niçin burada bu kadar uzun kaldınız?"
Bu sözleri söyledikten sonra Halîfe ağlamaya başladı. Etrafındaki yakınlarına şu nasîhatte bulundu:
"Dünya ne kadar aldatıcı! Dünya'da üstün mevkî ve varlık sahibi olmak hiç fayda vermiyor. Genç, ihtiyarlıyor, sonunda oluyor. Sakın dünyanın fanî lezzet ve safası bizi aldatmasın! Hani nerede bizden evvel yaşayıp, ölümü kendisine uzak görenler?! Burada sıhhat, güç ve kuvvetlerine aldandılar. Bu yüzden günah işlediler.
Çok zavallı kimseler de onlara gıpta edip "Biz de onlar gibi yaşasak'' diyorlardı. Şimdi onlara ne oldu? Toprak bedenlerini yedi kemikleri kurtlara azık oldu. Halbuki onlar, dünyada iken kuvvetli bir aile içendeydiler. Herkes kendilerine ikram ediyordu.
Şimdi ise heyhat!.. "
Yine Ömer b Abdülaziz'in hutbelerinden bazı bölümler:
"Ey insanlar! Sizler ölümün hedeflerisiniz. Ölüm, sizden dilediğini seçer. Dün geçti, o sizin hakkınızda şahiddir. Bugün mühim bir emanettir. Onun kıymetini iyi bilip değerlendirmek lazımdır. Yarın ise, içindeki meçhul hadiselerle gelmektedir. Ölümden kaçış nereye olacaktır?Sizler şu dünyada yüklerinizi bineklere yüklemiş yolcular gibisiniz. Yükleriniz başka bir alemde çözülecek. Sizler şu dünyada sizden önce gelenlerin yerine geçtiniz. Fakat siz de yerinizi sizden sonra geleceklerin yerine terk edeceksiniz.
Sizin aslınız, yani dünyaya gelmenize vesîle olanlar, hemen hemen hiç kalmadı gibi...
Sizler de aynı şekilde göçeceksiniz!
Ey cemaat! Kendimde bir üstünlük gördüğüm için size böyle nasîhat ettiğimi zannetmeyin! İçinizde belki benden daha çok rahmet ve mağfirete muhtaç kimse yoktur. Kendim ve sizler için Rabbime sığınıyorum. Allah'ın (c c) kitabını, Allah Rusûlü'nün (s a) sünnetini, güzel ahlak ve kalbî duygularını kendinize örnek alınız. Ancak kurtuluş bundadır''.
Hasta yatağında iken yakınları:
"Senden sonra evlatlarına, ailene beytülmalden bir şeyler vasıyyet et'" dediklerinde o:
"Çocuklarım ya salih veya şerli kimseler olacaktır. Salih olurlarsa onların böyle bir şeye ihtiyacı yoktur. Şayet şerli olacaklarsa, benim onlara bırakacak birşeyim yoktur. Her iki halde de buna lüzum kalmamaktadır." dedi.
Ömer b. Abdülaziz'in vefatına bütün tab'a üzüldü. Hatta bir rahibe ağlıyordu. Kendisine:
"Sen Hıristiyan olduğun halde niye üzgünsün? Denildi. Cevaben yine ağlayarak:
"Yeryüzünde bir Güneş vardı. O şimdi battı!." dedi.
Mus'ab b. A'yun anlatır:
"Ömer b. Abdülaziz halife iken Kırman'da koyun güderdim. Koyunlar ile kurtlar birlikte dolaşırdı. Bir gece ansızın kurtlar koyunlara saldırdı. İçimden:
"Şu adil halîfe ölmüş olmalı'" dedim. Araştırdım. Ömer b. Abdülaziz'in o gece vefat ettiğini öğrendim.
Rahmetullahi Aleyh!.. Hacı Cemal Öğüt'ün Kerimeleri Hikmet Hanımefendi ile... "Babam Menemen Günleri Hep Ağlardı..."
Altınoluk- Efendim Altınoluk dergisinde İslam'ın büyükleriyle, zengin hatıra ve tecrübe sahibi kimselerle sohbetler ediyor, onlara hayatlarını anlatıyoruz. Onların hayatlarından bugünkü nesle bir şeyler taşıyabilir miyiz diye düşünüyoruz. Zatıalinizden de muhterem babanız Hacı Cemal Öğüt Hoca Efendinin ve sizin hayatınızdan birşeyler istiyoruz, isterseniz muhterem babanızı hatırladığınız dönemden neler kaldı aklınızda mesela çocukluk dönemlerinde baba-kız ilişkilerinizden başlasak...
Hikmet Hanım- Efendim biz Selçuklu Türkleri imişiz. Rumeli fethedilince bizi Yunanistan'a mecburi muhaceret yapmışlar. Varlıklı aileler gitsin orada medreseler, camiler yaptırsın oraları İslamlaştırsın diye. 300-400 sene orada kalmışız. Dedem zabitmiş. Annem Yanya'da doğmuş.
Ders Vekili Alasonyalı Zeynel Abidin Hacı Ali Efendi dedemin yanında annem, teyzem, dayım, babam birlikte büyüyorlar. Babam Haseki Medresesinde oluyor. Sonra annem ile babam evleniyorlar. Hacı Ali efendi dedemin Osmanlı konağında kurduğu bir düzen varmış o bizim evde de devam etti. Dedem Fatih Camiinde namazını kılar, eve gelir tokmakla kapıyı vurur hacı kalfa açarmış. Bir gün dönüşünde tokmakla kapıyı çalıyor, kapı açılınca bir kara elin telaşla salladığını görüp, dedem meraklanıyor ve "ne oldu hacı kalfa?" diyor.
Hacı Kalfa; "kızımız oldu, kızımız oldu efendim" diye bağırıyor. Hacı Ali Efendi "Allah Allah bu ne hikmettir, -çok af edersiniz- Münire hamile miydi?" diyor. Edebe bakın evladlarım, annem ki rahatsız olur, vücudu şişerdi. Fakat kendiciğini nasıl saklamış.
Sarıgüzel'de Mehmet Akif Beylerle karşılıklı oturmuşuz. Babamın notlarında var: "Mehmet Akif Beyle Hikmet'i kucağımıza aldık, Yenibahçe'ye gittik" gibi. Sonra Fatih'te büyük bir yangın çıktı, Fatih yandı. Abdülnamid'den kalan bir alışkanlıkla babamı müezzinlik yaptığı için askere almadılar. Beşiktaş'ta Sultan Mahmud'un halasının evini 900 liraya satın aldık, oraya yerleştik. 110 senelik bir evmiş, dökülmeye başlamış. Fakat Elhamdülilah çok mesut, çok tatlı bir hayat yaşadık. Ben iki yaşında iken oraya gelmişiz. Kardeşim orada oldu.
Biz altı-yedi kardeşmişiz yaşamamışlar hiçbirisi. Sadece ben kalmışım. Annem çocuklarına çok ihtimam gösterirdi. Bir gün Adana'da toprağın üstünde gezdirdikleri lov taşını kardeşim itmiş ve karnına bir sancı girmiş. Hemen doktora götürmüşler, doktor "birşey yok yarın sabah röntgen alırız" demiş. Ertesi sabah ezanlar okunurken kardeşim vefat etmiş. Mehmet Ali ismindeki kardeşim vefat ettiğinde dokuz yaşındaydı. O zaman en çabuk haberleşme vasıtası telgraf. Annem Beşiktaş'taki bir akrabamıza "hafız ağabeyinize Ali'nin vefatını suhuletle anlatınız" diye telgraf çekiyor.
Babam da o gece rüyasında bir kalabalığın içinde bulunuyormuş. Kalabalık Peygamber efendimizi bekliyormuş. "Ben de göreyim" diye cemaatin arasına dalmış. O sırada oradan bir el çıkmış "seni çağırıyor, seni çağırıyor demişler. Babam "Allahu ekber" diye bağırarak uyanıyor. Hemen kalkıyor babacığım, Haydarpaşa'ya gidiyor. Arkadaşı Rıfat Bey'e "hemen bana bir pasaport verin" diyor. Zamanında Milli Mücadeledeki MİM grubunu babam, Komiser Rıfat Bey, Miralay Halit Bey kurmuşlar. Birlikte hizmetleri olmuş. Cumhuriyet kurulunca Rıfat Bey'e Emniyet Umum Müdürlüğü vazifesini, Miralay Halit Bey'e Veteriner Fakültesi Müdürlüğünü veriyorlar. Babama da İstanbul mebusluğunu teklif ediyorlar, babam kabul etmiyor. Babam rüyasındaki çağrılmayı Hicaza davet olarak anlıyor, bir an önce gitmek istiyor. Oğlu Ali'nin vefatından haberi yok. O zaman Hicaza gitmek yasak. Rıfat amca "sen ancak dış hatlarda çalışan bir gemiye bulaşıkçı olarak yazılırsan gidebilirsin" diyor. Babam ahçı çırağı vesikası ile Hicaz'a gidiyor. Gitmeden önce beni emin bir insanla Adana'ya yollamışdı. Mektep tatil olduğu için bir-iki ay Adana'da kaldık.
Babacığım Hicazdan İstanbul'a dönüp geldiği zaman bakıyor annem yok. Evde kardeşimin dadısı ve ahçı kadını buluyor. Bir mektup yazıyor: "Nur-u aynım Hikmet kızım!" diye başlıyor. Mektep arkadaşlarımın beni arayıp sorduklarından filan bahsettikten sonra "anneciğin hala malım malım diye ısrar ediyorsa o malının başında kalsın, ille de Hikmetim! isterim Hikmetimi isterim" diyerek mektubunu bitiriyor. Onun üzerine annem de Adana'da işlerini halledemeyeceğini anlayarak bizi aldı ve İstanbul'a döndü. Efendi babacığım o zaman öğrenebildi. Ali'nin vefatını.
Babam eve geldiği zaman biz koşarak kapıyı açardık. "Anne! babamız geliyor koş" diye bağırırdık. Annem de gelir, babamı karşılardık. Elindeki paketi anneme verirdi. Şayet paketi anneme vermez de bize uzatırsa annemin bir sözüne gücendiğini anlardık. Sabah namazına kalkardı mübarek. Çay suyunu ateşe koyar, abdestini alır, demler, namazını kılar, anneme "dahiliye nazırı çayımız hazır, kahvaltı edebilir miyiz?" derdi. Yine annemin gönlünü babam alırdı. Babacığım Perşembe geceleri bizi toplar. Kur'an-ı Kerim okur, diğer muayyen geceler hikayeler, menkıbeler okur, anlatırdı. Evde okuma saatleri düzenlerdi. Bizi hem zevklendirir, hem de bilgilendirirdi.
Babacığım benimle jimnastik yapardı. Birlikte kayığa biner akıntıya karşı kürek çekerdik.
Cemiyetçilik yönü kuvvetli idi. Kore gazileri döndükleri zaman babam bir şenlik düzenlemek istiyor, meydan güreşleri filan tertip ediyor. Meydanda güreşler yapılacak babama "hocam ilk güreşi siz yapmadan başlamayız" diyorlar. Biz de seyirci olarak orada bulunuyoruz. Babam kısbeti giyiyor yağlanıyor ve meydana çıkıyor.
Sonra annem "yahu siz böyle güreşe çıkarken yağlanır mısınız" diye sorunca babam "tabiî" cevabını veriyor. Annem "sizin böyle yağlandığınızı bilseydim evlenmezdim" diyor.
Altınoluk- Birbirlerine çok gücenirler miydi efendim?
Hikmet Hanım - Çok nadir. Evimizin etrafı geniş bahçeli idi. Dut, erik ağaçları, kamelya, havuzlar hepsi var. Babam ikindiden sonra cemaatı toplar gelirdi. Annemin yanına gelir "ne olur misafirlerimize bir şey ikram edelim" derdi. Annem de "yahu niye haber vermiyorsunuz vaktiyle" diye cevaplardı. Birlikte ikindi kahvaltısı hazırlardık.
O yaşlarda rahatsızlandım. Bizim ailede anemi-kansızlık hastalığı var. Dayım, teyzem, anneannem hep anemiden vefat ettiler. Bana 6-7 kilo kan verdiler, kurtardılar. Bir gün bir hata yaptım "aman babacığım ben kanı bozuk oldum" dedim. Babam güldü, cahilliğimi açıkladı.
Babacığımın sarayla ilgili bir başka hatırası da şimdi aklıma geldi:
Babacığım Cumhuriyetin ilanından önceki seneler Ihlamur Kasrında 5-6 yaşındaki sultan hanımlara din dersi verirmiş. İlk gidişi ile ilgili bir de latifesi vardır. Babamı atlı arabayla saraya bir haremağası alıyor götürüyor. Oturunca bir limonata getiriyorlar, babam hemen içiyor. Haremağası geri dönüp bir tane daha getiriyor. Onu da içip bir tane daha gelince babam "aman ağam içemeyeceğim" diyor. Haremağası peki hocam niçin "Allah Padişahımıza ömür versin, milletimize zeval vermesin, demiyorsun ben 30 defa getiririm sonra" diyor.