Putlaştırma eğilimi, Atatürk'te vaki olmuş, İsmet Paşa'da vakî olmuş, fırsat olsa Kenan Paşa'da vakî olacaktı. Bu putlaşma, putlaştırma nedir? Bu taabbüt nedir? Niçindir? İslam bizi terbiye edememiş. İslam'ın yapması gereken bir karakter var, o teşekkül edememiş.
Bu ağırıma gidişler, bu resmi tarih, bu yalanlar bunun üzerine onbinlerce yazı yazmışımdır. Bayramlarda saldırmalar... Yahu siz bunu bayram için mi yapıyorsunuz, saldırmak için mi? Bunları pek büyük bir öfkeyle sormuşumdur. Ve bu kitap ömrümün bir muhasalası olarak ortaya çıkmıştır. Sahiden hürriyet aşkıyla yazılmıştır. Demokrasi, hür düşünce, mantıkî düşünce, insanca düşünce, yalan saltanatının Türkiye'den kalkması arzusuyla, yerinde bulunduğum sütundan, memleketde yaptığım oldukça temiz isimden faydalanarak bunu yapmışımdır.
BİZDE TABULAR NASIL YAŞIYOR
- Hocam, şimdi tabuları ele alıyorsunuz. Bu mevzular neden tabu olmuş Türkiye'de? Dünyada çok daha radikal devrimler biçim değiştiriyor. Az çok hürriyetçiliğe doğru açılıyor. Türkiye'de ise tabular hala tabu. Türkiye'de neden açılma olmuyor?
- Efendim, izah edemiyorum. Yani bizim milletimizde mi, bizim aydınımızda mı, bu sakat bakış.
Ben Bulgaristan'da zulme karşı doğan bu isyana hayret ettim. Bulgar halkının artık herşeyi unuttuğunu zannediyordum. Romanya halkının artık herşeyi unuttuğunu zannediyordum, ama Namık Kemal'in o sözünü ısrarla hatırlıyorum.
"Çalış idraki kaldır muktedirsen ademiyetten"
Demek ki idrak ademiyetten kalkmıyor. Ama bu bizden nasıl olmuş da kalkmış? Çok korkunç bir eğitim sisteminin bizi budalalaştırdığı, düşünce kabiliyetimizi aldığı sonucuna varıyorum. Sovyetlerin bile bulamadığı, çünkü düşünmeye devam ediyor adamlar Çavuşesku'nun bile bulamadığı sistemi biz nasıl bulmuşuz? Ben bunu da bilemiyorum. İnsanlar kafa olarak, düşünce olarak birbirlerinden farklı değiller. Alman olmuş, Türk olmuş, Arab olmuş veya... Terbiye farklıdır. O halde kötü, çok dondurucu bir eğitim sisteminin bizi bu hale getirdiğini zannediyorum. Bunun biraz da mazisi olduğunu, sadece Atatürk devrinin icadı olmadığını, İttihat ve Terakki'nin, ondan önceki zamanların da bunda dahli bulunduğunu: Mesela bir Tanzimat devrine bakıyorum, rahat ve tutarlı düşünmüş adam orda da çok az. Bir Cevdet Paşa'dan başka tam manasıyla, dört dörtlük bir büyük şahsiyete pek rastlamıyorum. Fikir adamı olarak. İlmi izahını şu anda yapmaktan acizim. Yalnız vak'a şu ki, biz beylik düşünmeye, putlaştırmaya, yalan telkinlere kapılmaya bir manada hazır olmuşuz. Gördüğüm bu.
HAYRET VEREN OLAYLAR
- İnsan bir konuyu parça parça işlerse bazen belgeler karşısında şaşırıyor. Siz bir dönemi, aşağı yukarı 150 yıllık bir dönemi önünüze topladınız. Karşılaştığınız hadiseler karşısında hayrete düştüğünüz oldu mu? Bu da olur mu gibisinden. Onlardan örnekler verebilir misiniz?
- Tabiatıyla oldu. Mesela Hilafet üzerindeki Mustafa Kemal'in davranışları. Bir güne akseden sözleri beni son derece hayrete düşürmüştür. Karabekir Paşa ile Mustafa Kemal'in aralarındaki bozuşmalar. Sonunda bozuşmuşlar çünkü. Başta, hemen hemen davanın zemini Karabekir Paşa'dır. Atatürk'ü lanse eden, kabul ettiren odur.
Ondan sonra nasıl olup da ona bir düşmanlık falan belirmiştir. Vahideddin'in başlangıçta çok bariz olan iyi niyeti, Atatürk ile olan münasebetleri, ona birçok şeyi birden emanet edişi, onu manen ve maddeten destekleyişi, fakat bunun sonunda Anadolu'da başlayan hareketin çok samimi olması gerekirken birtakım tezatlar içinde bulunması, beni şaşırtmıştır. Meclis son derece saf bir meclistir, temizdir, idealisttir. Bu meclisin içerisindeki bazı kimselerin istikbale göre, kendilerine göre hesap yapmış olmaları beni yıkmıştır. Son derece saf bir zemini, ilerisi için basamak yapmaya çalışmak beni yıkmıştır. Hilafetin ansızın bir kararla kaldırılması beni şaşırtmıştır. Bu kitabın içerisinde o şaşırmaların yüzlerce deliline hayretle baktığımı göreceksiniz. Şu anda aklıma gelmiyor veya uzatmaya da bir mana bulmuyorum.
YILDIZLARI SÖNDÜRMEK
- Yazdığınız dönemde tek bir adam için aşağı yukarı bütün yıldızların söndürüldüğü bir ortam var. Böyle bir uygulama için değerlendirmeniz nelerdir? Bir toplum için, aynileşeceği insanı teke indirmek doğru bir şey mi?
- Tabiî, çok büyük bir hata. Yanlış. Örnek, bizim dinimiz, inancımız icabı zaten bellidir. Örnek şahsiyet bellidir. Ufuk şahsiyet bellidir. Daha sonra biz ona yaklaştığı ölçüde insanları değerlendirmişizdir. Töremiz hep böyle gelmiştir. Bir tek şahıs büyük bir hata olur ve olmuştur. Esasen kimsenin de pek inandığını zanetmiyorum. Malesef çoğu inanmadan yapmaktadırlar. Sırf biraz evvel söylediğim gibi bir şirketin, kendi şirketlerinin ayakta durması için. Ve Atatürk'e de kötülük yapmışlardır. Onu hep kendi çıkarlarına yorumlamışlardır. Şu nokta çok önemlidir. Herkes kendine göre Atatürkçüdür. Masonlar Atatürkçüdür. "Bizi temsil ediyor" diyerek. Siyasetçilerden bilmem kime kadar. Aslında bu bir insanın çok kötü bir biçim de kullanılışıdır. Silah gibi, sopa gibi kullanılışıdır.
- Türkiye bu tabular dönemini geçebilir mi? Ne zaman geçer? Ülke gençliği ve insanı böyle uzun bir dönem yalan bir tarih ile eğitildiğini anlayınca nasıl bir psikoloji içine girer?
- Bu tabu dönemi geçer, geçecektir. İster istemez. Ne kadar geç de uyansak mutlaka uyanacağız. Muhakkak hür tefekküre doğru gideceğiz. Bu yüzde yüzdür. Tabiî uyandığında büyük hayal kırıklığı olur. Bu da iyi olmaz. Onun içindir ki biz, meselelerin meşru zemine dökülmesini, Atatürk kanunları gibi kanunların, 163 gibi, baskıcı kanunların kaldırılmasını ve bunların mutlaka hür zeminde tartışılmasını istiyoruz.
BATI VE TÜRKİYE'NİN TABULARI
- Türkiye'nin sistemi, Batı ile ilişkiler, Mustafa Kemal'in dokunulmazlığı gibi konular birbiriyle irtibatlı mı? Tabu düzenini böyle bir irtibat içerisinde değerlendirebilir miyiz?
- Tabiî, Batı'nın da, Mustafa Kemal'i Türkiye'de kullanmak istediğini görüyoruz. Bakıyorsunuz bizden fazla Atatürkçü bir Amerikalı çıkıyor karşımıza. Bir Ortak Pazar'lı çıkıyor. Bu adamlar Atatürk hakkında tabiî kanaatlere sahiptirler, bizden iyi bilirler. Atatürk'ün ölçülerini de çok iyi bilirler. Bunu niçin kullanıyorlar acaba? Şüphesiz ki bizi Batı'nın eli altında bırakmak, Batı'nın arzu ettiği bir kültür ve inanç seviyesinde tutmak için kullanmışlar ve kullanmaktadırlar. Bundan hiç şüphe yoktur. Batı, Türkiye ile çok yakından meşguldür. Türkiye'nin güçlü olduğu zaman neler yapacağını son derece iyi bilmektedir. Türkiye'yi daima bir düşman hedef olarak ele almış ve onu "ıslah" etmenin yani kendine göre tehlikesiz tutmanın hesaplarını yapmaktadır. Bunun için de Atatürk'ü bir morfin olarak, bir afyon olarak kullanmaktadır. Kendilerine göre bir Atatürk portresi çizmek ve bununla Türkiye'yi sopa altında tutmak. İktidar'ı millete vermemek için Atatürk'ü kullanmaktadırlar. Gerçek iktidarı vermemek için.
BİR DÜRÜSTLÜK ÇAĞI
- Deminki tahlillerinizde, millet ile devlet'in ilişkilerinin zedelendiğini belli bir tarih süreci içerisinde söyleyebiliriz. Bu yapı ülkenin ekonomik ve sosyal bakımdan, gelişmesini de etkiliyor. Bir Hürriyet dönemi açılsa. Millet kendini daha rahat ifade etse, gelişmeye de etkisi olur mu?
- Hiç şüphesiz. Gelişmeye de, ahlaka da, herşeye de etkisi olur. Bir dürüstlük çağı açılacaktır. Memleketin ocağı bozuk. Size temel diye gösterilen şeyler tamamen yalan yanlış olursa buradan düzgün, doğru düşünen, hür düşünen insanlar çıkamaz. Düşünce her şeyin anasıdır. İlmin de anasıdır. Refahın da anasıdır. Ahlakın da anasıdır. İyi düşünen insanların iyi bir toplum yapabilecekleri şüphesizdir. Bizde iyi düşünme imkanı yoktur. Çünkü riyalıyızdır. Bir kimse burada söylediğini Meclis'te söyleyemez. Gazetede yazamaz. Okul ile aile tezat halindedir. Çocuk anasının babasının söylediklerini götürse okula, bazen çocuğu sınıfta bırakırlar. Veya atarlar. Çocuk daha 7 yaşından 8 yaşından itibaren riyakar olmaya alıştırılır. Ev ayrı, okul ayrı. Gazete ayrı. Üniversite ayrı. Bir takım ayrı ayrı çevreler. Çocuk kendisini çevreye göre ayar etmek, dolayısıyla bukalemun olmak, sahtekar olmak durumundadır. Sizin gerçek düşüncenizi oğlunuz kalksın hocasına söylesin atarlar okuldan çocuğu. Düşman olurlar çocuğa. Korkunç birşey. Bırakınız bu büyük meseleleri dilde bile tabu var. Hoca kafasına bir dil koymuş, o dili kullanmayıp da, mesela "imge" demeyip de "hayal" dese sınıfta kalır. Bu mantıksızlıkların hepsinin kökünde devrim vardır. Türkiye'de yapılan her mantıksızlık, devrim adıyla yapılıyor. Atatürk kullanılarak yapılıyor, her mantıksızlık. Şimdi Ayasofya'yı açalım diyorsunuz. Normaldir diyorsunuz. Orası camiidir diyorsunuz. Müze olması günahtır, yakışıksızdır diyorsunuz. Atatürk'ü çıkarıyorlar karşınıza. Atatürk'ün imzasıyla birşey yapılmıştır, olmaz, diyor "Atatürk hata edebilir mi?" diye de samimiyetle soru soruyor. Elbetteki hata edebilir. Bunu kafasına koyması lazımdır.
- Temellerin Duruşması fikir camiasında çok güzel yankılar aldı. Büyük kabul gördü. Resmi bir soruşturma, tepki oldu mu?
- Henüz birşey yok. Tabiatıyla Türkiye'de bir gelişme vardır. Tabuların biraz daha yumuşadığına, demokrasinin biraz daha geliştiğine, basında bir takım tartışmalar yapılabildiğine, dünya konjonktürünün az çok Türkiye'ye de aksettiğine inanmak mümkündür. Fakat ben hürriyeti fikrin gücünde buluyorum. Güçlü fikir mutlaka kendisine bir zemin bulur. Yani yasaklanamaz. Fikir güçlü, doğru, milli, ahlakî, ilmi, Allah'a bağlı güzel bir düşünceyse bulur zeminini diyorum. Bir de bunun yanına üslubu koyuyorum. Hakikatların bin türlü söyleniş şekli var. Bunların en münasibini seçmekte fayda vardır. Peygamber Efendimizin bize öğüdü de budur. Hem Peygamber Efendimiz burada en büyük misal. Hem bir düşünceyi getirmiştir, hür düşünceyi, tek düşünceyi, ebedî düşünceyi.. Hem de onun en tatlı üslübunu vaz'etmiştir bize. Ben yine her şeyde onu örnek tutarım. İnşaallah sevabı ve isabeti muhakkak bunun. Ben doğru bir dinin, sevilen makul bir düşüncenin, makul dersek bile yeter, tatlı bir üslupla, incitmeyen bir üslupla verilmesi birçok meseleyi halledebileceği kanaatindeyim. Öfkeden hayır gelmiyor. Mübalağadan da hayır gelmiyor. Hele küfürden hiç hayır gelmiyor. Belki bu kitabın hüsnü kabul görüşünde ve tutulmasında üslubun büyük payı vardır.
- Hocam, çok teşekkür ediyoruz bu güzel sohbet için...
Konuşanlar: Mustafa Eriş, Murad Erker, Abdullah Sert, Ahmed Taşgetiren
Necip Fazıl'ın:
Ağlayın su yükselsin
Belki kurtulur gemi
Anne seccaden gelsin
Bize dua et emi
Kemalizm, Hilafet ve İslam Dünyası
Aşağıdaki yazı, 14 Ağustos 1990 tarihli Cumhuriyet gazetesinde yayınlanan Fransa Beşeri bilimler Vakfı Çağdaş Türkiye incelemeleri Grubu'ndan François Georgeon imzalı incelemeden. alınmıştır.
Osmanlı İmparatorluğu 19. yüzyılın sonunda İslam dünyasının bünyesinde yeni bir önem kazandı. Osmanlı İmparatorluğu, Avrupa emperyalizmine kafa tutma gücüne sahip on bağımsız İslam devleti olarak görülüyordu. Büyük güçlerin İslam üzerindeki baskıları her yerde artmıştı. İslam dünyasında gözler İstanbul'a çevrilmişti. Endonezya'daki Müslümanlar, Hollanda sömürgeciliğine karşı mücadelede Osmanlı yardımına güveniyorlardı. Hindistan'daki, Rusya'daki, Cezayir'deki Müslümanlar, son umutlarını Osmanlı'ya bağlamışlardı.
Osmanlı İmparatorluğu'na karşı bu yeni ilgi tahlil edildiğinde,bir çok boyut taşıdığı görülür. Her şeyden önce İslami bir boyut. Bütün müslümanlar İstanbul'a halifenin merkezi olarak bakarlar. Halife, Müslüman dayanışmasının simgesi olarak belirir.
Bu dini boyutun yanı sıra Osmanlı imparatorluğu daha dünyevi biçimde Doğulu, Asyalı, kendisi ile kader birliği edilmesi mümkün bir güç olarak algılanmıştır. Bazı aydınlar, Osmanlı İmparatorluğu'nun Ortadoğu'nun Japonya'sı olabileceğini ileri sürdüler.
Rusya Müslümanları arasında kendini gösteren bir başka boyut, kendileri ile Osmanlı Türkleri arasında var olan etnik birliğin vurgulanmaya başlanmasıdır. Kırım ya da Kazan Tatarları, Azeriler ve Başkırlar Panslavizme karşı mücadelelerinde, Osmanlı Türklerine güveniyorlardı. Rusya Azerbaycan'ın Müslümanları Şii İran'ın geleneksel etkilerinden uzaklaşarak, gözlerini Sünnî Osmanlı İmparatorluğu'na çevirdiler.
1908 Jön Türk devrimi, İslam dünyasında değişik biçimlerde algılandı. Ancak İslam dünyasının büyük bölümü Jön Türk devriminde İslam dünyasının büyük güçlerinin vesayeti olmadan kendisini modernize edebileceğinin bir kanıtını buldu. İslam ülkelerinde oluşan Türk yanlısı çekirdekler ve partiler, kendi toplumlarını İstanbul modeline göre modernleşmeye zorladılar. Jön Türk devriminin kahramanı, Trablus'taki ve Balkanlardaki inançlı mücahit Enver Paşa, İslam dünyasında muazzam itibar kazandı. Yeni doğan pek çok çocuğa Enver adı verildi. (En ünlüleri Enver Sedat ve Enver Hoca) Enver Paşa'nın resimleri halife-sultanın resimlerinin yanında asıldı.
Bu tablo içinde Suriye, Irak ve Filistin'e apayrı bir yer ayırmak uygun olur.
İslam dünyasının gözlerini Osmanlı İmparatorluğu'na çevirdiği bir sırada, Ortadoğu'da anti-Türk Arap milliyetçiliğinin ilk belirtileri ortaya çıkıyordu. Bu tezahürlerin başlangıçta Suriye ve Lübnan'ın Hıristiyanlarından geldiği bir gerçek. Beyrut ve Şam'daki daha geniş çevrelere daha sonra yayılmıştır. Cemal Paşa tarafından Şam'da uygulanan baskıcı politika ayrılığı hızlandırmıştır.
Bu bölgede anti-Türkçülük oldukça sınırlı ve konjonktüre bağlı bir olgu olarak kalmıştır. Ortadoğu'nun seçkinlerinin önemlice bir bölümünün İstanbul okullarında, Osmanlılığa göre eğitildiklerini, bunların dünya savaşından önce imparatorluğa birçok askeri ve sivil kadro sağladığını hatırlatmak gerekir.
Osmanlı yenilgisinin ve mütarekenin şoka uğrattığı İslam dünyası, 1919 baharından itibaren Türkiye'deki olayları büyük bir dikkatle izlemeye koyuldu. Mustafa Kemal'in Avrupa'ya meydan okuyuşunu heyecanla izlemeye başladı.
Türklerin İzmir'e girişi (9 Eylül 1922) Fas'tan Endonezya'ya kadar İslam dünyasında büyük gösterilerle kutlandı. Etiyopya'da Adis Ababa'daki Müslümanlar arasında gösteriler düzenlendiğinin kanıtları vardır.
Türk dostu gösterilerde saptanan ortak nokta; yükselen Mustafa Kemal portreleridir. Tunus'tan Mustafa Kemal'e yollanan kutlama telgraflarının incelenmesi, duygularını dile getirenlerin değişik kökenlerini ortaya koyuyor: Zanaatkarlar, memurlar, tüccarlar, öğrenciler, vb...
Bu dönemde İngilizlerin ve Fransızların hakimiyetindeki yerlerde "Yaşasın Türkiye" diye bağırmak, kendi kurtuluş isteğinin dolaylı ifadesiydi. Feroz Ahmet'in Hindistan Müslümanları ile ilgili sözlerini kuşkusuz İslam dünyasının bütününe yayabiliriz: "Türklerin yenilgisi, Müslümanlar için bir felaket olurdu."
Hindistan'da hilafet hareketi, 1919'da Müslüman aydınlar ve ulema tarafından kuruldu. Amacı, Türkiye konusunda daha uzlaşmacı bir tutum alması için İngiltere üzerinde baskı yapmaktı. Hilafet hareketi, Hindistan'da toplandığı bağışlar sayesinde Anadolu direnişine değerli bir mali destek sağladı. Hilafet hareketi, Mustafa Kemal'i, Boğaziçi kıyılarında hapis tutulan halifeyi kurtaracak olan "İslamın kılıcı" gibi görüyordu. Öte yandan Hintli müslümanlar, Türklerle çatışmaya son vermediği takdirde İslam dünyasının genel bir ayaklanma içine gireceğini Londra'da İngilizlere belirttiler.
1923'ün başında Mustafa Kemal'in ve Türkiye'nin İslam dünyasındaki itibarı muazzamdı. Bir yıl sonra Ankara'daki Büyük Millet Meclisi'nce alınan hilafetin kaldırılması kararı, İslam dünyasını "şaşkınlığın", "karışıklığın", "büyük bir üzüntünün", "öfkenin" içine itti. Mustafa Kemal'in ve Türkiye'nin görüntüsü birdenbire değişti.
Hilafetin kaldırılması İslam dünyasının tepesinde kurumsal bir boşluk yaratmıştı. Bu boşluğu doldurmak için bazı girişimlerde bulunuldu. Hicazlı ve Filistinli otoriteler, Kral Hüseyin'i halife ilan ettiler. Fas Sultanı, Mısır Kralı, Afganistan Kralı da bu yönde girişimlerde bulundular. Ancak bu projelerin hiç biri sonuç vermedi.
En şiddetli tepki Hindistan'dan geldi. Hilafet hareketinin liderleri, stratejilerini panislamizm etrafında çizmişlerdi. Hindistan'daki Müslüman kitlelerin seferber edilmesini, hilafet teması etrafında gerçekleştireceklerini öne sürüyorlardı. Oysa Türkler hilafeti kaldırarak, onların "siyasî yapılarının temellerini yerle bir etmişlerdi." Hilafet hareketinin liderlerinin gözünde Mustafa Kemal, Hindistan Müslümanlarının Türklere yaptığı yardımları unutan bir nankör, İslam'a ihanet eden biriydi.
Hindistan'ın dışında tepkiler daha ılımlılaşıyor. Mısırlılar hilafetin kaldırılmasını mahkum ettiler, ancak bu olayda Mısır'ın önderliğini İslam dünyasına kabul ettirme fırsatını götürdüler. Şii İran'da katıksız Sünnî bir kurumun ortadan kalkışı görmezlikten gelinmeye çalışıldı.
..................
Türkiye'deki alfabe değişikliği, Mustafa Kemal'in Türkiye'yi İslam'dan koparmasının yeni bir işareti olarak yorumlandı. Günümüzde bu reform, Müslüman ve özellikle Arap kamuoyu tarafından en az kabul gören reform olma özelliğini korumaktadır. Oysa aynı reform Türkiye'de Kemalizmin en temel kazanımlarından biri olarak görülmektedir.
İkinci Dünya Savaşı'nın eşiğindeki İslam dünyasında Kemalizmle ilgili nasıl bir bilanço çıkarılabilir? Kemalizm ortak İslam bilincinde nasıl bir yer tutuyor? İslam coğrafî mekanında ne ölçüde yaygındı?
Dini planda hilafet kurumunun kaldırılması, Müslümanların büyük çoğunluğunu Türkiye'den uzaklaştırmıştı. Müslümanların büyük çoğunluğu, hilafetin İslam birliğinin simgesi olma özelliğinin yanı sıra, İslam dünyasında hayatî rol oynayan bir kurum olabileceğini düşünüyorlardı. Öte yandan Türkler, birleşik ve güçlü bir ümmet hayalini bozmuş oldukları için de kınanmışlardır.
Stratejik olarak bakıldığında, 1930'lu yılların Türkiyesi, İslam dünyasının kurtuluş umutlarını artık şahsında somutlaştırmıyordu. İmparatorluğun 1918'de yıkılışı, İslamın hamisi Osmanlı gücü efsanesine kesin darbeyi indirmişti. Türkiye'nin Lozan'da kendi başına hareket etmesi ve Batılı güçlerle anlaşması, genel olarak Müslüman dünyaya karşı ilgisizliğine, Musul ve Hatay üzerindeki taleplerinin eklenmesi gibi nedenler, Kemalist Türkiye'nin ihanet ettiği duygusunun Müslümanlar arasında yaygınlaşmasına katkıda bulundu.
Hallâc-ı Mansûr
"Adı Hüseyin bin Mansur, künyesi Ebu'l-Muğis, lakabı ve şöhreti Hallac, nisbesi el-Beyzavi. "Ene'1-Hakk" sözüyle ünlü. İran'ın Beyza şehri yakınında bulunan Tur'da 224/857 yılında doğdu. Çocukluğunda Kur'an'ı ezberledi. Tüster'de bulundu. Orada, Sehl bin Abdullah et-Tüsteri'nin talebesi oldu. Tüster'den Bağdat'a geçti. Bağdat'ta Cüneyd el-Bağdadi ve Ebu'l-Hüseyn en-Nuri gibi büyük sufilerin sohbetlerine katıldı. Basra'da Amr bin Osman el-Mekki'den feyz aldı. Oradan Mekke'ye geçti. Mekke'de bir yıl kaldıktan sonra önce Bağdad'a sonra Tüster, Horasan, Sicistan, Kirman ue Maveraünnehr'e gitti. Arkasından "şirk diyarı" dediği Hindistan'a geçti. Orada tebliğ ile meşgul oldu. Hindistan dönüşü yerleştiği Bağdad'da başı dertten kurtulmadı. Halife Muktedir'in veziri Hamid'le arası açıldı. Vezirin şikayeti üzerine hapse atıldı, hesaba çekildi ve nihayet 309/922 yılında Bağdad'da idam edildi. Nev'i şahsına münhasır şahsiyetiyle ilgi çeken Hallac, "tasavvuf şehidi" olarak tasavvuf tarihindeki yerini aldı. Ondan geriye bazı fikirleri ve eserleri kaldı.
Hallac hakkında çok değişik şeyler söylenmiş, farklı yargılar yapılmıştır. Kimileri onu redd ve tekfire varan yargılarda bulunurken, kimileri onu mazur görmekte ve fikirlerini kabul ile akidesinin selef akidesine uygunluğunu belirtmektedir. Bir başka gruba göre Hallac'ın hali remzi, sırrı, sembolik ve akıl üstü bir durumdadır. Bu bakımdan onun halini zahiri fıkıh ahkamıyla değerlendirmemek gerekir.
Tasavvuf kaynakları, özellikle de kendisiyle çağdaş kaynaklar onun "Ene'1-Hakk" diyerek gönül sırrını açığa vurmasını cezbe ve coşkusuna sahip olamamasını, bağlı bulunduğu Bağdad tasavvuf mektebinin prensiplerine aykırı görmüşlerdir. Çünkü Cüneyd'in liderliğindeki Bağdat tasavvuf mektebi, "cezbe, sekr ve fena ağırlıklı bir anlayıştan çok, sahv, temkin ve baka ağırlıklı" bir tasavvuf düşünceyi temsil etmekteydi. Hatta Cüneyd'in talebesi Hallac'ı bu konuda zaman zaman uyardığı söylenir.
HAKK'A VUSLAT
Hallac, Hakk'a vuslata açılan yolun iki adım olduğunu, bu adımlardan ilkinin dünyadan, ikincisinin ukbadan geçmeyi sağladığını, dünya ve ukba geçilince vuslat kapısının açılacağını söylerdi.
Fakr'ı Allah'dan başka herşeyden müsteğni olmak şeklinde görür, fakiri ''Allah'a nazır olan kimse'' olarak tanımlardı.
Kur'an'da Hz. Peygamber'e hitaben: "Sen yüksek bir ahlak üzresin" (Nûn, 68/4) ayetindeki "huluk-ı azim"in Hakk'ı tanıdıktan sonra halktan gelen eza ve cefaya aldırmamak olduğunu söylerdi.
İHLAS
"İhlas, amelleri bulanıklık şüphesinden arıtıp dupduru hale getirmektir. Tevekkül, bir şehirde yemek yemeye senden daha layık birini gördüğün zaman yemek yememektir" derdi.
Zühdü, nefs, kalp ve ruh zühdü olmak üzere üç türlü olarak görürdü. Ona göre, nefs zühdü, dünyadan geçmek; kalp zühdü, ukbadan geçmek; ruh zühdü de kendinden, özbenliğinden geçmekti.
Kendisinden nasihat talep eden hizmetçisine şunları söylemişti:
- Nefsini yapması gereken şeyle meşgul et! Değilse o seni yapılmaması gereken şeylerle meşgul eder".
Şükür konusunda şöyle konuşurdu:
- İlahi, sana gereği gibi şükretmekten acizim. Sen bana, sana yakışır şükrü nasib et!" Çünkü Hallac'a göre ameliyle ilgilenen ve kime amel yaptığından gafil olan kimse, gerçek amel ehlinden olamazdı. Fakat kimin için amel yaptığını düşünerek amel yapan ise amelini görmekten ve onlara güvenmekten kurtulurdu.
Peygamberlerin birtakım manevi hallere musallat edildiğini, fakat peygamberlerin bu hallere esir olmadan, onlara tasarruf ettiklerini, diğer kimselerin ise musallat oldukları hallerin tasarrufu altında kaldıklarını ve onları yönlendiremediklerini söylerdi.
HAYAT VE ÖLÜM
Nefsi öldürmeden gerçek hürriyet ve ubudiyyete erilemiyeceğine işaret için derdi ki: "Benim hayatım ölümümde, ölümüm de yaşamamdadır."
Bu sebeple olmalıdır ki, darağacına yaklaşırken ağaçta asılı ipi ve çiviyi görünce gözlerinden yaş gelinceye kadar güldüğü rivayet edilir. İdam esnasında kalabalığın içinde talebesi Ebu Bekir Şibli'yi gördü ve ona:
- Seccaden var mı? diye sordu. Şibli:
- Evet, cevabını verince, onu yaydırıp iki rekat namaz kıldı. İlk rek'atta Fatiha'dan sonra: "Andolsun ki, biz sizi biraz korku, biraz açlık ve biraz da mallardan ve mahsullerden yana eksiltmeyle imtihan edeceğiz. Ey Peygamber, sabredenleri müjdele!" (el-Bakara, 2/115) ayetini okudu. İkinci rekatta: "Her nefs ölümü tadacaktır. Sizi bir hayır ile de şer ile de imtihan ediyoruz. En son bize döndürüleceksiniz" (el-Enbiya, 21/35) ayetini okudu. Sonra şu duayı yaptı:
"Ya Rabbi, senin kulların sana olan yakınlıklarından ve dinlerine olan bağlılıklarından beni öldürmek için toplandılar. Onları affet! Çünkü sen, bana gösterdiğin sırları onlara da göstermiş olsaydın hakkımda böyle düşünmeyeceklerdi. Şayet onlardan gizlediğin şeyleri benden de gizlemiş olsaydın, ben böyle sözler söylemeyecektim."