Pekala! Ne rüya gördün? Dedi


İşte kim sabır ve teslimiyetle, itirazsız seyr ü sülûka devam ederse neticede nefis yılanından kurtulur, mürşid-i kamil eliyle büyük seadete ulaşır... (1)



Yüklə 1,21 Mb.
səhifə2/27
tarix30.10.2017
ölçüsü1,21 Mb.
#22657
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   27

İşte kim sabır ve teslimiyetle, itirazsız seyr ü sülûka devam ederse neticede nefis yılanından kurtulur, mürşid-i kamil eliyle büyük seadete ulaşır... (1)



Dipnotlar : (1) Mesnevi Cild :2, Kitap: 2


İbn Sirin


İBN SİRİN

Adı Muhammed b. Sirin, künyesi Ebû bekir. Kûfe'nin batısında Aynü't-temr'den. Sahabeden Enes b. Malik'in azadlısı, Saadet asrına ulaşan zahidlerden, Hasan Basri'nin arkadaşı. Annesi Safiye Hazret-i Ebûbekir radiyallahu anh'ın azad ettiklerinden, Hazret-i Osman'ın hilafeti zamanında Hicri 33 (Miladi 654)'de doğdu. Enes b. Malik, Abdullah b. Amr, Ebû Hüreyre, İkrime, Abdullah b. Abbas, Zeyd b. Sabit gibi sahabilerle görüştü. Onlardan hadis rivayet etti. Hadîs rivayetinde metne bağlılığı ile meşhurdur.

İbni Sirin, takva ve verâ' sahibi, ihvana ikramı seven, din kardeşlerini her vesileyle ziyarete itina eden, geceleri ağlayıp gözyaşı döken Hakk aşıkıydı.

Nitekim Abdullah el- Müzeni O'nun hakkında: Asrının en müttakî ve verâ sahibi zatını, görmek isteyen İbni Sirin'e baksın" -"Allah'a andolsun ki, ondan daha vera sahibi birini görmedim" derdi.

Ebûbekir Vasiti de: Muttaki İbni Sirin gibi olur, der ve şöyle anlatırdı: Bir defasında kırk külek yağ satın almıştı, birinde bir fare ölüsü çıkardığını görünce hizmetçisine hangisinden çıkardığını sordu. Hizmetçi bilemiyorum, deyince hepsini döktü.

BİR ZULÜM

Hasan Basri, Şâbî ve Fudayl bin Iyad gibi zatlarla görüştü, sohbetlerde bulundu. Hatta Süvar b. Abdullah, İbn Sirin ve Hasan Basri hakkında "O ikisi bu memleketin efendileridir" derdi.

Abbasi valilerinden İbn Hüreyre, İbn Sirin, Hasan Basri ve Şâbî'ye haber gönderip yanına çağırdı. İbn Sirin'e hitaben:

- Yâ Ebabekir, bizim kapımıza gelince neler gördün? diye sordu. İbn Sirin:

- Apaçık bir zulüm, dedi ve Halîfenin yeğeni bu söze müdahale edecek oldu. İbn Sirin bu sefer ona dönerek

- Sual size sorulmadı, bana soruldu, dedi.

İbn Hübeyre, Hasan Basri'ye 4000, İbn Sirin'e 3000, Şâbî'ye de 2000 dirhem vermek istediyse de İbn Sirin bunu reddetti, İbn Sirin son derece yumuşak huyluydu. Nitekim onun hakkında "Hilmi İbn Sirin'den öğrenin denilmiştir."

Şöyle derdi:

- Allah Teala, hayrını murad ettiği kulunun kalbine bir nasihatçi koyar ki o, ona iyiliği emreder, kötülüklerden vazgeçirir.

Kendisi hakkında endişeli, ümmeti Muhammed hakkında daima ümitliydi. Nitekim Fudayl b. İyad:

"Bu ümmet içinde İbn Sirin'den daha çok Allah'dan korkan ve ümidvar olan birini görmedim" derdi.

Mütevaziydi, ketenden dokunmuş basit elbiseler giyerdi. Çok konuşmazdı.

"Söylediklerinin yazıldığını bilen kimsenin çok konuşmaya dili varmaz" derdi. "Latif bir kimse için söz, yalana ihtiyaç göstermeyecek derecede geniştir," der yalana başvurmadan yumuşak ve ölçülü konuşmayı tavsiye ederdi.

EDEBLERİN HANGİSİ?

Sordular:

- Edeblerin hangisi Allah Teala'ya daha yakındır? Cevap verdi:

-"Allah'ı Rabb tanımak, O'na itaat etmek, nimet zamanında Allah'a hamdetmek ve sıkıntıda sabretmek,

-"Şu üç sıfat kendinde bulunan garip sayılmaz. Edebe sarılmak, başkasına eziyeti bırakmak ve şüpheden kaçınmak.

Gecenin belli saatinde kalkar, namaz kılar, gözyaşı dökerdi. Yedi çeşit evradı vardı. Onlardan birini gece yapamazsa gündüz tamamlardı. Daima Hakk'ın zikriyle meşguldü. Nitekim Musa b. Muğire şöyle anlatıyor: "İbn Sirin'i güpegündüz çarşıda tekbir, teşbih ve zikr-i ilahi ile meşgul gördüm. Bir adam kendisine: "Ya Ebabekir hayrola bu saatte bu ne hal?" diye sordu. O da "bu saat tam gaflet anı, gaflet anında gerekli olan ise zikir ve nasihattir" dedi.

Avf anlatıyor; Bir gün İbn Sirin'in yanına gittim. Haccac'ı gıybet etmek istedim. İbn Sirin bana "Hiç şüphe etme ki, Allah Teala hükmünde âdildir, başkalarının hakkını Haccac'dan alacağı gibi, Haccac'ın hakkını da başkalarından alacaktir. Huzur-i ilahiye çıktığın zaman işlediğin en küçük günah senin için Haccac'ın işlediği en büyük günahtan daha kötü olacaktır" dedi.

Yanında biri kötü hasletleriyle anılsa bir iyi tarafını bulur, öyle mukabele ederdi. Falan seni gıybet etti ona helallik versen denildiğinde ise Allah'ın haram kıldığını, ben nasıl helal yapabilirim? derdi.

Ölümü asla unutmaz, bahsedildiği zaman bütün organları adeta ölmüşçesine hareketsiz kalır, ölmeden evvel ölmek sırrına ermeğe çalışırdı.

Yemeği tartarak dirhemle ve çok az yer, bir gün oruç tutup bir gün iftar ederek savm-ı Davud'a devam ederdi. Her gün gusletmek adetiydi, iyi veya kötü hiç kimseye hased etmezdi.

ANNEYE HÜRMET

Annesine çok hürmetkârdı, onun yanında konuşurken sesini asla yükseltmezdi. Cevap vermesi gerekirse işaretle veya çok yavaş sesle konuşurdu.

Bir defasında borcunu ödeyemeyen birine kefil oldu. Kendisi de ödeyemeyince hapse attılar, akşam olunca zindancı kendisine:

- Şimdi evine git, sabah gelirsin, dedi, o bu teklifi beğenmedi ve.

- Sana tevdi edilen vazifeye hıyanet suretiyle bana iyilik etmeye kalkışma.

Şöhretten ve övülmekten hoşlanmaz, verdiği fetvalar çok beğenildiğinde yapılan iltifatlardan sıkılırdı. Bir defasında bir fetvası çok beğenildi ve ancak ashabın fetvası bu kadar güzel olabilir, denildi. O "Allah'a andolsun ki biz sahabenin fıkıh bilgisine ermeyi arzu etsek bile akli kavrayışımız buna yetmez" dedi.

Şöyle nasihat ederdi:

"Eline bakacağın kadını değil, senin eline bakacak kadını nikâhla.

Vefatı Hasan Basri'den yüz gün sonra H. 110 (M. 729) yılındadır.

- Rahmetullahi Aleyh-



HAZRET EBÛ EYYÜB EL- ENSÂRÎ

İstanbul'un fethi sırasında Fatih Sultan Mehmed Han Hazretleri, Ebû Eyyüb el-Ensârî -radıyallahu anh-'ın kabr-i şeriflerinin yerini bulmayı, Akşemseddin Hazretlerinden rica eyledi.

Akşemseddin Sultan Fatih'e hitaben:

- Sultanım! Geceleri şu semtde bir yere nur inmekte olduğunu görüyorum. Zannederim ki, kabri şerîf o nurun indiği yerdedir.

Bir müddet teveccühden sonra:

- Evet. Hazreti Ebu Eyyüb el-Ensârî -radıyallahu anh-'ın ruh-ı şerîfi ile şimdi mülakat ettim. İstanbul'un fethini tebrik etti, dediler.

Sultan Fatih, Akşemseddin Hazretleri ile beraberindekiler o yere geldiler.

Sultan Fatih, Akşemseddin Hazretlerine yönelerek:

- Efendim! Kabr-i Şerîfin yerini ta'yin buyurunuz ki üzerine bir kubbe bina edelim.

Akşemseddin Hazretleri orada bir müddet teveccüh ve murakabeden sonra:

- Burasını kazınız. İnşaallah iki arşın sonra kûfî olarak "İşte burası Ebû Eyyüb el-Ensârî'nin kabridir." diye yazılmış bir mermer çıkacaktır. O yer kazıldı ve aynen mermer çıktı. Sultan Fatih'in vücudu titremeğe başladı. Eğer maiyyeti tutmasa idi yere düşeceği muhakkakdı.

Evliya Çelebi'nin beyanına göre: O taşı kaldırınca Ebû Eyyüb el-Ensârî'nin mübarek vücûd-ı şerîfini safran ile boyanmış bir kefen içinde ter ü taze yattığını gördüler. Hazır olanlar, Kelime-i Tevhid ve Zikr-i Mevlâ ile kabr-i şerîfin topraklarını doldurdular. Bilâhere, Sultan Fatih Mehmed Han Hazretleri tarafından kubbesi, camisi, medreseleri yapılmıştır.

Cenab-ı Hak bizleri şefaatlerine nail eylesin. Amin. Eyyüp Sultanı ziyaret Peygamberimizi ziyaret gibidir.Ona muhabbet, hizmet, dualarla bağlılığımızı ifade etmek, Allahımızın sevgili Habibine olan muhabbetimiz ve bağlılığımız demektir.

Sultan Fatih'in, hocası hakkında: "İstanbul'un fethine sevindiğimden ziyade bu ehl-i keşif ve keramet sahibi olan Akşemseddin Hazretlerinin maiyyetinde bulunmaklığım iftiharıma sebebdir." dediği gibi, bizlerin de Eyüp Sultan Hazretleri'ne muhabbetimiz, şefaatlerine sebeb olacaktır. İnşaallah.

Onu cihad ruhuyla dolu olmaya şu hadîs-i şerifler teşvik etmiştir.

Kendisinden naklen Peygamberimiz şöyle buyurmuşlardır:

"Bir mücahid Allah yolunda düşmana hücumda iken Güneş doğması ve akşam üzeri harb meydanında karargaha dönmesi Allah indinde Güneşin üzerine doğup battığı bütün dünya mal ve mülkünden daha hayırlı ve sevaplıdır."1

Bir başka Hadis-i Şeriffe'de şöyle buyurulmuştur:

"Kim gaza ve cihad etmeksizin, cihadı arzu edip de kendi kendine "Keşke ben de mücahidlerden olsaydım." demeksizin vefat ederse, münafıklık huyundan bir şüphe üzerine ölmüş olur."2

Cenab-ı Hak onun Habib-i Kibriya'ya olan aşkını ve cihad ruhunu bizlere de nasip eylesin. Amin.



Dipnotlar : (1) Ebû Eyyüb el-Ensârî'nin rivayetidir. Buhari, Cihad, 5, 6, 73;Müslim, imâre, 115.    (2) Müslim, Ebu Davud, Nesâî, Ebu Hureyre'den mervidir.

MAYIS


Bir Bayram Hatırası

Ebû Abdullah Muhammedi b. Ömer el-Vakidî, ilk devir İslam tarihçilerinin meşhur bir simasıdır. 130 h./747 m. tarihinde Medine-i Münevvere'de doğmuş, gençliğinde buğday ticaretiyle uğraşmıştı. Fakat ruhen tüccar değil bir ilim adamıydı. Çok cömertti. Kendisinden yardım isteyenleri üzgün çevirmezdi. Neticede hiç serveti kalmadı. Bağdat'a giderek ilim tahsiliyle meşgul oldu. Abbassiler'in meşhur veziri Yahya el-Bermekî'nin hediyeleriyle tekrar zenginleşti. Bağdad'ın Doğu Kısmının Kadısı iken 207 h./823 m. tarihinde vefat etti.

Tarihçi Mes'üdî, onun lisanından şu vakayı nakletmektedir:

İki samimi dostum vardı. Bunlardan biri Benî Haşim'e mensuptu. Bu dostlarla aramızdaki münasebet o kadar samimi idi ki, bizi görenler, ayrı ayrı cesetlerde tecellî etmiş tek bir ruh zannederlerdi.

Felaketli günlerimden birinde bir Ramazan Bayramı geldi. Kesemde hiç param yoktu. Zevcem:

-"Biz sefalet ve mahrumiyete tahammül edebiliriz. Fakat zavallı çocuklarımızın sefaleti kalbimi parçalıyor. Bayramda komşu çocukları güzel ve iyi elbiseler giyecekler. Halbuki bizimkilerin yırtık ve yamalı elbiselerinden başka hiçbir şeyleri olmadığından, diğerlerini görünce mahzun olacaklar. Çocukları sevindirecek kadar yardım isteyebileceğin bir dostun yok mu?" dedi. Bu söz üzerine Benî Haşim'den olan dostuma bir mektup yazarak vaziyetimi anlattım; yardımını rica ettim.

Dostum derhal bana ağzı mühürlü bir kese gönderdi ve içinde bin dirhem (o zamanın altın parası) olduğunu bildirdi. Fakat daha keseyi açmadan ikinci dostumdan bir mektup geldi. O da benden para yardımı istiyordu. Keseyi açmadan kendisine gönderdim. Zevcemin yanına çıkmaya yüzüm kalmadığından, o geceyi geçirmek için camiye gittim. Geceyi camide geçirdim. Ancak ertesi gün eve gidebildim. Fakat zevcem beni bu hareketimden dolayı azarlamadı; aksine takdir etti.

Bu esnada kapı çalındı. Benî Haşim'den olan dostum gelmişti. Elinde bahsi geçen kese vardı ve bana ilk geldiği zamandaki mühürle duruyordu. Dostum:

-"Sana gönderdiğim keseyi ne yaptığını açıkça bana söyler misin?" dedi. Ben de hadiseyi olduğu gibi anlattım. Bunu üzerine:

-"Mektubunu aldığım zaman bende, size gönderdiğim kesedekilerden başka hiç param yoktu. Bunu sana gönderince diğer dostuma mektup yazarak para istedim. O da bana, hala üzerinde benim mührüm bulunan, kendi kesemi gönderdi" dedi.

Dostumun bu açıklaması üzerine, kesedeki paraları üçe bölerek aramızda taksim ettik. Fakat bu taksimden önce, Benî Haşim'den olan dostum, zevceme verilmek üzere yüz dinar ayırdı.













Hazreti Yusuf ve Misafiri

Samîmi ve şefkatli bir dost, uzak memleketlerden gelip Yusuf aleyhisselam'a misafir oldu. Çocukluk zamanlarında tanışmışlar ve bir müddet bir arada bulunmuşlardı. Misafir, Hazret-i Yüsufa kardeşlerinin ettikleri hasedi ve zulmü hatırlattı. Hazret-i Yusuf: O hal bir zincirdi, biz de arslandık. Onun için boynumuza takılmışdı. Zincire bağlanmak arslan için utanılacak bir şey değildir. O tecellî kazayı İlahî icabı idi. Biz Hakk'ın kazasından şikayet etmeyiz.

Yusuf Aleyhisselam hikayeyi anlattıktan sonra misafire dedi ki:

-Ey filan! Bize hediye olarak ne getirdin? (Dostların kapısına eli boş gelmek, buğdaysız değirmene gitmek gibidir. Cenab-ı Hak mahşerde halka: Bu yeniden diriliş günü hani hediyeniz? bakalım ne getirdiniz diye soracak ve "Bize yalnız başınıza ve muhtaç bir halde, tıpkı sizi ilk yarattığımızda olduğunuz gibi geldiniz" buyuracaktır.)

Misafir bu istekten sıkıldığı için feryad edecek hale geldi ve:

-Senin için birçok hediye aradım, fakat hiç birini gözüm tutmadı. Bir habbe altını bir ma'dene, bir damla suyu bir ummana nasıl götüreyim dedim. Eğer sana hediye olarak kalbimi Ve ruhumu takdim etseydim kirman vilayetine kimyon götürmüş olacaktım. Bu anbarda yani senin katında ve Mısır kıtasında bulunmayan bir tohum yoktur her şey bol bol mevcuttur. Bir tek senin güzelliğin müstesna ki, Onun eşi bulunmaz. Nihayet nurlu bir kalb gibi, cilalı bir aynayı huzuruna getirmeyi münasib gördüm. Ey güneş gibi gökyüzünün nuru olan Yusuf!.. O aynada güzel yüzünü göresin... Ey cemali parlak olan nuri musavver! Yüzünü gördükçe beni hatırlayasın diye sana ayna getirdim.

Misafir bunu derken koltuğunun altından bir ayna çıkardı.

Buradaki misafirden maksad kendini terbiye ettirmek için hak yola giren salik müriddir. Mutlak cemal sahibi ise Cenabı Hak'tır. Hadis-i Şerifte "Allah güzeldir, güzeli sever" buyurulmuştu. Ayna ise ilahî tecellîlerin akis yeri olan kalbdir. Allah'ın huzuruna saf ve mücella bir kalb götürmelidir ki, onun tecellîsine ma'kes olabilsin. Nitekim Kur'an-ı Kerîmde :
"Kıyamet öyle bir gündür ki, o gün ne malın ne evladın faydası olur. Ancak kalb-i selim ile Allah'ın huzuruna çıkabilenler kazanır" (Şuara: 33-89) buyurulmuştur.


Sanma ey haceki semden zer u isim isterleri 1
Yevme la yenfeu2 de kalb-i selim isterler.3




Dipnotlar : 1. Zer u sim: Altın ve gümüş  2. Yevme la yenfeu. Kıyamet günü   3. Mesnevi Cild: 1 Kitap:5

Yaşanmış Üç Zekat Olayı

Rahmetli Ahmed Davudoğlu Hocamız anlatmıştı:

.....Efendi, Bulgaristan'da bulunan Şumnu Şehri'nin zenginlerindendi. Zekat vermediğini öğrendiğim zaman kendisine:

-"......Efendi, Allah sana zenginlik nasib etmiş, daha da ziyade etsin. Biliyorsun ki zenginlerin zekat vermesi gerekir. Zekat, fakirlerin zenginlerdeki hakkıdır. Sen malının zekatını veriyor musun?" dediğimde, bana:

-"Hoca Efendi! İşim yok ta tembelleri mi doyuracağım? Biz bu malları kazanırken onlar bizimle beraber ter mi döktüler?" dedi.

-"Böyle söyleme! Bu sözlerin yüzünden, Allah korusun bütün malların elinden gidebilir" dedim.

-"Bu mallarda hiç kul hakkı yok. Hiç kimsenin hakkını yemedik. Bir şey olmaz" dedi.

Birkaç kere daha aynı manada konuşmamız oldu. Fakat netice değişmedi. II. Dünya Savaşı sonunda Bulgaristan, komünist istilasına uğradı. Komünistler, her yerde yaptıkları gibi önce zenginleri topladılar...... Efendi de ilk alınanlar arasındaydı. Biraz sıkıştırmadan sonra bütün paralarının yerlerini söyletmişler. Bütün mallarını da aldılar. Canını Türkiye'ye zor attı. (Bu kişi halen İstanbul'da yaşamaktadır.)

(İçimizdeki beyinsizler yüzünden bizi helak eder misin Allah'ım?)

Gene aynı zamanlarda, aynı bölgede zengin iki kardeş vardı. Mal ayırımı yapmamışlardı. Küçük kardeş, bir gün endişe içinde büyüğüne:

-"Ağa (1)! Bu kafirler herkesin malını, parasını alırlarmış. Ne yapacağız?" diye sormuş. O da:

-"Ağanın (2)! Hiç merak etme!

Ben bu malın zekatım fazlasıyla verdim. Bizim malımızı Allah korur!" cevabını vermiş. Hikmet-i Huda o ortamda bütün mallarını gizlice satıp bütün paralarıyla Türkiye'ye geldiler. (Bu kardeşlerden birinin oğlu halen Eskişehir'de orman mühendisidir.)

(Haza min fazlı Rabbf. Bu Cenab-ı Hakk'ın akıl ermeyen sonsuz lütuflarından sadece bir tanesidir.)

Şimdi zikredeceğim hadiseyi ise, sözüne güvenilir birkaç zattan ayrı ayrı meclislerde duydum:

İstanbul'un, oldukça yakından tanıyıp, Allah rızası için yaptıkları hayırlı hizmetleri halen devam eden ve gönülden sevdiğimiz ailelerinden birinin işyerlerinde oldukça mühim bir zarar meydana gelir. Ailenin büyükleri toplantı yaparlar. İlk söz sahibi zat meclistekilere:

-"Bu sene hanginiz zekatını tam olarak vermedi?" diye sorar. İçlerinden biri:

-"Ben hemen hemen hepsini dağıtmıştım; ama şu sebepten dolayı şu kadar kısmını henüz vermedim (veya veremedim)" manasında bir açıklamada bulunur. İlk konuşan zat:

-"Bu bela işte bu yüzden başımıza geldi. Aklınızı başı niza toplayın! Fakirin hakkına riayet edin" tarzındaki sözleriyle hem meclistekileri hem de bizleri ikaz ve irşad eder.

Cenab-ı rabbi'l-alemin bizleri hata ve ihmallerden muhafazaya buyursun. Her zaman mürşidi kamillerin yakınlarında olmak saadetine mazhar eylesin.




(1) "Ağabey" manasında kullanılan mahallî bir/tabir.
(2) "Bak kardeşim" manasında kullanılan mahallî bir tabir. Ben ağabeyin olarak derim ki demektir. Dayının: Dayın olarak derim ki gibi.


Osman Gazi'nin Oğluna ve Dostlarına Vasiyeti

Oğlu ve kumandanlarını yatağının başucuna toplayıp:

"Oğullanma ve dostlarıma birinci vasiyetim şudur ki, daima gazaya ve cenge devam etmek ve felam dininin kuvvetini yaşamaktır. Cihadın kemaline varıp, sancağı şerifi daima yüksekte tutunuz. Müslümanlığa daima hizmet ediniz. Çünkü Cenabı Hak, ben zayıf kulunu ülkeler fethine memur etti. Bu hanedan, mücahede kudretini daima yaşatacak ve devam ettirecektir.

Gaza ve cihatlarınızla Kelime-i Tevhidi ta uzaklara götürünüz. Hanedanımdan her kim ki doğru yoldan, adaletten geri kalırsa huzuru mahşerde Peygamberimizin şefaatinden mahrum kalsın, dedi sonra oğlu Orhan Gazi'ye dönerek:

"Oğlum, dünyaya gelen bir padişah yoktur ki; ölüme itaat etmesin. Şimdi hakimi mutlakın hüküm ve emri ile ölüm yaklaştı. Artık dünya zevklerinden ümidi kesme gerekir.

Ey bahtiyar oğlum.

Bu devleti, bu emaneti sana ısmarladım.

Seni hüdaya emanet ediyorum. Hakkın vedialarını senin uhdene bırakıyorum. Ceza ve hesap gününde Allah'ın hediyelerini senden talep edeceğim. Bütün işlerinde kanunu üstün tut. Askerlerinin başını ve halkı kendi akrabaların gibi şev. Haklarını tamamen ver!.

Oğlum, ben öldüğüm zaman beni Bursa'daki şu gümüşlü kubbe altına koyasın. Allah'ın emrinden gayri iş işlemeyesin. Bilmediğini şeriat ulemasından sorup anlıyasın. İyice bilmeyince, bir işe başlamıyasın. Zalim olma, ulemaya riayet eyle ki, şeriat işleri nizam bulsun. Askerine ve malına gurur getirip, şeriat ehlinden uzaklaşma. Bizim mesleğimiz Allah yolu ve maksadınız Allah'ın dinini yaymaktır. Sana da bunlar yaraşır. Daima, herkese ihsanda bulun. Memleket işlerini noksansız gör.

Sende saadet nişanları görürüm. Sana ve senin nesline alemde karşı duracak yoktur. Benim duam, Allah'ın inayeti, evliyanın himmeti ve Peygamberimizin mücizatı seninledir.

Kelami Dergahından Hatıralar

Bir Danimarkalının Kaleminden / Kelâmî Dergâhından Hatıralar
Eser : Carl Vett / Terc: İ. Edhem Bilgin / Yayına haz.:M.Ertuğrul Düzdağ




Geceki zikrin tatmini ve yorgunluğundan sonra, insan onların zikre doymuş olacaklarını düşünebilir. Fakat, hayır! Sabahleyin namazı kıldıktan sonra gece tekkede kalmış olan misafirleri de hesaba katarak, büyük salonda toplandılar. Hiç bir zorlamaya ve yapmacığa lüzum kalmadan, aynı ihlas, aynı bağlılık ve zikre karşı aynı heves ve istek içerisindeydiler.

Ufak boylu ve ak sakallı zat tekrar vecd ve gözyaşları içinde doldu taştı. Herkesin aynı vecd içinde olduğu söylenemezdi; ama hepsinin de bu halden tam olarak istifade eden ve zevk duyan gerçek müminler olduğu fikrindeydim. Her derviş bir su kabı gibi ağzına kadar dindarlık ve sadakatle dolu idi. Her biri yüklü birer pile benziyordu.

Batılınının ruhu, manevî konulara, maddî bedene sımsıkı bağlanmayan doğulunun ruhu kadar nüfuz edememiştir. Doğulunun gönül kabinin taşması ve ruhunun bedeninden ayrılıp yüksek planda -ki buna dördüncü boyut da diyebiliriz- bazı müşahedelere ererek manevî tecrübeler yaşaması çok kolaydır.

Yine bu sabah doğulunun ruhî hayatını doğrulayan bir delille daha karşılaştım. Dışarıda biraz yürüyüş yapıyordum. Tekkenin kapıcısının odasında oturan küçük bir topluluğa rastladım. Kendilerine katılmam için beni davet ettiler. Şeyh Efendi'nin siyah gözlü halifesinin sohbetini dinliyorlardı. Bu zat çok dindar tavırlı idi. Daha önceki karşılaşmalarımızda bana birkaç kere dikkatle bakmıştı. Şimdi kara gözlerinde çok derin bir şefkat ve samimiyet okunuyordu.

TOPRAKTAN GELDİK

Kapıcının odasında, Efendi'nin halifesinden başka, devamlı tekkede kalan ak sakallı iki hacı ile orta yaşlı bir piyade yüzbaşısı ve Almanca bilen bir genç vardı. Taktığı gözlükle bir profesöre benzeyen yüzbaşı, resmî kıyafetli idi. Hepsi oturmuş sohbet ediyorlardı.

Beni tek başıma sedire buyur ettiler. Kendileri ise yerdeki hasıra diz çöküp oturdular. Bunun üzerine ben de hasıra inerek diz çöktüm. Topraktan geldiğimizi ve toprak olduğumuzu ifade için bir elimizi önce yere sonra başımıza götürerek karşılıklı selamlaştık. Sonra da aslımızın Allah'tan geldiğini temsil etmek için elimizin ayasını kalplerimizin üzerine koyduk.

Muhterem Halife Efendi, kendisinin ve arkadaşlarının bana olan kardeşlik duygularını dile getirdi. Ben de aynı samimiyetle mukabele ettim.

Bir süre sessiz oturduk ve kalplerimizi Ebu Bekir usulü üzere hafi sohbete bıraktık. Daha sonra Almanca bilen o delikanlı biraz Kur'an okumayı teklif etti. Müsaade edilmesi üzerine, güzel sesiyle bir aşır okudu.

Gencin sesi, bu duygulu insanlara hemen tesir etti. Yaptıkları zikirler, manevî bakımdan onları daha da hassas bir hale getirmişti. Göz yaşları yanaklarından sicim gibi akmaya başladı. Hıçkırıklar içinde yüce Allah'ı andılar. Hakî elbiseli yüzbaşı, şiddetli bir heyecana kapılarak çocuk gibi ağlamaya başladı. Hepsi huşu içinde hafif hafif sallanarak Kur'an dinliyorlardı. Toplantının sonunda herkes birbirini sevgi ile kucakladı.

ZİKİR HALİNDE

Yüklə 1,21 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   27




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin