Prof. Dr. Hasan ONAT*
Hepinizi sevgi ve saygıyla selamlayarak sözlerime başlamak istiyorum. Konunun akışı içersinde ön planda tutmak istediğim temel cümle Hacı Bektaş Veli’nin bir sözü; “ilimden gidilmeyen yolun sonu karanlıktır.”
Aslında şimdiye kadar eğer bilimin sesine kulak verilseydi, bilim adamlarımız önemsenseydi sanıyorum pek çok sorunumuz kangren haline gelmezdi. Geleneğimize baktığımızda bilimin anlam ve öneminin, hakikaten etkin olduğunu görüyoruz. Dünyanın gidişine baktığımızda medeniyetin omurgasını bilimin oluşturduğunu görüyoruz. Ama Türkiye’ye geldiğinizde bilim ve bilimle ilgili gelişmeler, bilimsel düşünce ne yazık ki çok da ciddiye alınmıyor. Bu sebepten bu çalıştayı son derece önemli buluyorum. Üstelik arkasından gelecek Sempozyumun ön hazırlığı niteliğinde olması bir başka ciddi bilimsel bir boyut. Çünkü buradan çıkacak sonuçlar Sempozyumda konunun daha sağlıklı bir şekilde tartışılmasını sağlayacaktır.
Konuşmanın birinci önemli noktası, duruşumun bilimsel olmasıdır. Bunun anlamı; burada eğer sorunları sağlıklı bir şekilde konuşabileceksek ve sonuç alacaksak o zaman doğru bilgiyle yürümek zorundayız. Doğru bilgi uzaklarda olan bir bilgi değil, her an ulaşılabilir bir bilgidir. Doğru bilgi test edilebilir, tartışılabilir, savunulabilir bilgidir. Doğruluğu konusunda güvencenin yakalanabildiği bilgidir. Bunun bir başka adı bilimsel bilgidir. Bu bağlamda duygular sorunu çözmez, sorun doğru bilgiyle çözülür. Oysa Alevilik Bektaşilik söz konusu olduğunda Türkiye’nin hemen tüm sorunlarında olduğu gibi bilgi devre dışı kalıyor, işin içine çok yönlü olarak duygular giriyor. Bu nedenle tekrar ediyorum: Duygular sorunu çözmez. Sorun bilgiyle çözülür.
Konuşmanın ikinci önemli noktası: Alevilik-Bektaşilik konusunda ana çerçeveyi oluşturacak temel bilginin ne’liğidir? Karşımızda “Alevilik” “Bektaşilik” diye iki kavram var. Bu kavramların arka planına indiğimizde karşımıza bir yandan Kızılbaşlık boyutunda Erdebil tekkesi, Safevi tekkesi çıkıyor. Diğer taraftan Bektaşilik boyutunda Lokman Parende-Ahmet Yesevi-Hacı Bektaş-ı Veli silsilesi ve bir Bektaşilik olgusu çıkıyor. Bunların ikisi de sufî oluşumlardır. Bunların ikisi de aslında ahlak temelli din anlayışının Türk dünyasında kendine özgü yapısıyla üretilerek insanlara kazandırılmasıdır.
Bizim tarihi geleneğimizde bugün rahatsız olduğumuz din anlayışının örneğine çok fazla rastlamayız. Anadolu insanı Alevisiyle Sünnisiyle insan sevgisini içselleştirmeyi başarmıştır. Bugün yaşadığımız sorunların önemli bir kısmı büyük ölçüde son elli yılın sorunudur. Daha spesifik olarak tahlil edersek; özellikle “siyasal İslam” adı altında ortaya çıkan ya da din alanında radikalleşmenin kökleri bağlamında sadece şuna dikkat çekmekle yetinmek istiyorum: 1970’lerde Türkiye hızla tercüme kitaplar ocağı haline dönüştü. Özellikle din alanında müthiş kitap tercümesi yaşandı. Şu soruyu kimse sormadı; bu kitaplar nerede üretildi? Bu kitapların menşei nedir? Bu kitaplar Türk toplumuna ne kazandıracak? Bu kitaplar Mısır’da, Ürdün’de, Suriye’de, Pakistan’da üretildi. Peki, bu bölgelerin ortak özelliği nedir? Uzun yıllar sömürge hayatı yaşamalarıdır. Bunların hepsi 1940-1960 arası bağımsızlığını kazanan ülkelerdir. Bu sömürge hayatı yaşayan ülkelerde üretilen kitaplar Türkiye’ye kazandırıldı. Türkiye’de ithal kavramlarla düşünen kendi geleneğiyle nitelendirilemeyen bir din anlayışı ortaya çıkmaya başladı. Aslında yaşanan sorunlarımızın önemli bir kısmının kaynağı işte burasıdır. Bu bölgelerde üretilen kitaplar dinin siyasal ideolojiye indirgenmesiyle ortaya çıkan kitaplardır. Bu bölgelerde üretilen fikirler bir yandan sömürgecilikten kurtuluşu esas alır, diğer taraftan bu çıkışlarını dinle meşrulaştırma çabası içerir. Türkiye’de şu anda din kaosunun arka planında çok ciddi bir tercüme faaliyeti yatmaktadır. Ama maalesef Türkiye’de konuyu bu çerçevede ele alan herhangi bir ciddi çalışma yapılmamıştır.
Şimdi tekrar konumuza dönerek, olayın özüne iniyoruz: İslam dini nasıl bir dindir? Hem Kızılbaşlık hem Bektaşilik damarında sufî yapılanmadan, ahlak temelli bir din anlayışından söz ettim. Karşımıza çıkan temel gerçek Sayın Valimiz isabetle işaret buyurdular, İslam’ın ana unsurları, Kur’an’da kurucu ilkeler olarak ortaya çıkan temel unsurlardır. Bu temel unsurlar çerçevesinde Ahmet Yesevî ile birlikte başlayan ahlak temelli harikulade bir açılım ortaya çıkmıştır.
Bu ahlak temelli açılımın Alevi Bektaşi kimliği konuşulurken de gündeme gelmesi gereken iki kök unsuru vardır: Biri Tanrı algısı, diğeri insan algısı. Tanrı algısına baktığımızda karşımıza çıkan tablo korkulan değil, güven duyulan sevilen rahmeti her şeyi kuşatan bir tanrıdır. Bu cümlelerimin Kur’anî temellerini bilen arkadaşlarımız hatırlayacaktır. “Allah’ın rahmeti her şeyi kuşatır.” Dolayısıyla Allah’ın rahmetinin kuşatıcılık boyutunu algılayan insan tipi, yani Tanrı algısının merkezine bunu yerleştiren insan tipi Tanrıyla kavga etmez Tanrıyla barışık olur. Bu çerçeve içerisinde, sözün önemli bir kısmı; “Yetmiş iki millete bir gözle bakmak”tır. İşte bu felsefenin ürettiği sağlıklı insan anlayışıdır. Bunun bir benzerini dünyanın hiçbir yerinde göremezsiniz. Hümanizm adına söylenenler, bu fikri üretenlerin, bunu içselleştirenlerin, -tabiri caizse- ayağına su dökemezler.
Bunların uzandığı noktada İslam’ın kurucu ilkelerini merkeze alarak düşünelim. Bu çerçevede karşımıza çıkacak tablo şudur:
İslam dininin din olarak egemenlik derdi yoktur. Müslüman insanın egemenlik derdi olur. İslam dini, siyasî meseleleri insana bırakmıştır. Esasen din ve siyasetin özdeşleştirilmesi İslam’a yapılacak en büyük saygısızlıklardan birisidir. Peki Türkiye örneğinde din-siyaset ilişkisinde bu kadar iç içelik nasıl ortaya çıktı? İşte bunun adresi öncelikle biraz önce bahsettiğimiz tercüme kitaplar meselesidir. Bu tercüme kitaplar hususu üzerinde ciddi olarak durulması gerektiğini düşünüyorum.
Konu hangi açıdan önemli, Alevilik-Bektaşilik Türkiye’nin bir gerçeğidir. İster Alevi olalım ister Sünni olalım, kim olursak olalım bu ülkede yaşayan insanlarsak, ülkemizi seviyorsak birbirimizle bir arada yaşamaktan başka çıkar yol yoktur. Bu olmazsa olmaz temel ilkelerden birisidir. Ne Türkiye’den Sünnileri bir yere göndermek mümkün, ne de Alevîleri; bunu anlamak durumundayız. Biz Alevi-Sünni kim olursak olalım bu ülkede birlikte yaşamak zorundayız. Üstelik bu içi boş bir temenni cümlesi değildir. Geçmişe doğru gittiğinizde hem Alevi hem Sünni algı biçiminin üretildiği topraklar bu topraklardır. Özünde İslam vardır, özünde binlerce asırlık Türk kültürü vardır. Bu iki ortak payda üzerinde farklılıklar üzerinden meseleleri algılamak sanıyorum ciddi sıkıntılar doğuracaktır.
Peki, İslam’ın egemenlik derdi yok; bu ülkede de birlikte yaşayacağımıza göre din adına çatışmalar nereden kaynaklanıyor? Bir cümle ifade edersek; siyaset ayrıştırır, birleştirmez. O zaman bu konuda din-siyaset ilişkisini sağlıklı gözden geçirip bu meseleyle ilgili çözümleri siyasetin ötesinde düşündüğümüz zaman sanıyorum ortak paydayı daha kolay görebileceğiz. Konunun önemine dair bir iki şey daha işaret etmek istiyorum.
Alevilik-Bektaşilik Türkiye’nin bir gerçeğidir. Bu konuda bizim çok ciddi sorunlarımız var. Bunların başında bilgi boşluğu sorunu gelir. Esasen pek çok konuda bilgi boşluğu var ama gündemimizde Alevilik-Bektaşilik olunca bilgi boşluğu daha bir özel önem kazanıyor. Bu çerçevede karşımızda ileri düzeyde bilgi kirliliği var. Somut örnek mi istiyorsunuz? Bu bilgi kirliliğinin arka planına işaret edecek bir iki hususa dikkat çekeceğim.
1830’larda Anadolu’yu dolaşan misyonerlerin raporları var. Bunların bir kısmı yayınlandı. Bu raporlardan birisinde bir cümle son derece dikkat çekiciydi. Diyor ki; “Dersim/Tunceli yöresinde bir grup insana rastladık. Bunlara Sünniler pek Müslüman gözüyle bakmıyor, bunlar da pek Müslümana benzemiyor. Bunların aslı Hıristiyan olmalı. Öyleyse misyonerler olarak bizim temel hedefimiz bu insanlara asıllarının Hıristiyan olduğunu hatırlatmaktır.” Üzerinde düşünülmesi gereken bir cümle... Bu bağlamda bir cümle daha; Alevilik Bektaşilik konusunda ilk çalışmaları yapanlar ağırlıklı olarak Batılılardır. Bu konuda daha sonra yapılan bütün çalışmalar Batılıların yol haritaları takip edilerek gerçekleştirilmiştir. Bu da çeşitli kavram karışıklıklarına, çözümleme yanlışlarına yol açmıştır. Örneğin Türkiye’de çok konuşulan heterodoksi kavramı. Heterodoksi kavramı; ne Alevilik-Bektaşiliğin yapısına uyar ne bizim kendi geleneğimizde bir yere oturur. Batı kültürü içinde ciddi anlamı olan bir kavramdır. Türkiye’de bu kavramı oturtamazsınız. Alevilik-Bektaşiliğin İslam dışı olduğu tezlerini ileri sürenlerin bu kavramın arkasından yürüdüğünü görebiliyoruz.
O zaman bilgi kirliliğinde ilk adım, bu çalışmaların kendimiz tarafından yapılmamasından başlıyor.
İkinci adım bu alanda çalışma yapmak çok da kolay değil. Kaynaklara inilmesi gerekiyor. Şimdiye kadar söylenilen bir cümle vardı. Alevilik-Bektaşiliğin yazılı kaynakları yoktur. Sanıyorum artık bunun doğru olmadığını açık seçik ifade etmek gerekiyor. İki gerekçemiz var:
1. Türk tarihi, Türk kültürüyle alakalı bütün kaynaklar Alevilik Bektaşiliğin de kaynaklarıdır.
2. Sadece Alevilik Bektaşiliğin kendine özgü yazılı kaynakları yavaş yavaş su yüzüne çıkmaya başladı.
Son çalışmalardan birisini değerli meslektaşım Prof. Dr. Sönmez Kutlu gerçekleştirdi. Şeyh Safi Buyruğu’nun çok önemli bir kısmını neşretti. Çok ileri bir adımdır. Buyruklar bilimsel yöntemlerle irdelenirse en az bilgiye sahip olduğumuz Kızılbaşlık damarının da arka planını açıklamak mümkün olacaktır. Bektaşilik damarında elimizde fevkalade, bir yığın bilgi var, sağlıklı bilgilerimiz var. Öyleyse mesele Alevilik Bektaşiliğin yazılı kaynakları yoktur meselesi değil. Bu söz bitmiştir artık. Bu alanda yürekli, gözünü kırpmadan meselelerin üzerine gidecek bilimsel kafaya sahip insana ihtiyaç var.
Bugün karşımıza çıkan sorunların pek çoğu geçmişten gelen sorunlardır. Örneğin okullarımızdaki tarih kitaplarımızda, onu doğru algılayan, çocuklarımıza öğretmemizi sağlayan bilgi var mı? Yok. Peki, nereden kaynaklanıyor bu mesele; Osmanlının Safeviye karşı olumsuz duruşu aynen Cumhuriyete de intikal etmiş, bugüne kadar ufak tefek rötuşlar yapılsa da devam etmiştir. Oysa XVI. asırda İran’da kurulan Safevi devleti Türk devletidir. Orada Safevi Rönesansını yaratanlar Türklerdir. O devleti kuranlar Anadolu’dan giden Türk boylarıdır. Varsaklardır, Beydillilerdir, Afşarlardır… Ama biz bu gerçeği görmedik. Bununla alakalı ben bir Sempozyumda şöyle bir çağrıda bulundum. Dedim ki, “Açılım istiyor musunuz? O zaman size somut öneri: Safevi devletini Cumhurbaşkanlığı forsunda temsil edilen Türk devletlerine dâhil edelim, bir yıldız da onlar için ekleyelim.” Kötü bir öneri mi? Madem geçmişimizle hesaplaşacağız, bir yanlışı kökünden düzelterek başlayalım. Çünkü Osmanlı-Safevi ilişkisi kelimenin tam anlamıyla iki Türk devletinin iktidar kavgasıdır. O geçmişin kavgasını biz bugün sürdürmek zorunda mıyız? Ama orada yapılan yanlışları çözemediğimiz takdirde bu yanlışlar kademe kademe bugüne kadar uzamakta ve bizim bugünümüzü hatta yarınımızı geçmişin yanlışları belirlemektedir, biz geçmişin esiri olmaya mahkûm muyuz? Akıllı insanlar geçmişi anlar, geçmişten ders çıkartır ve buna dayanarak geleceklerini inşa ederler. Hem akıllı olduğumuzu söylüyoruz, hem geçmişte yaşıyoruz hem de geçmişe mahkûm oluyoruz.
Aynı tabloyu genel din anlayışı için de söyleyebilirim. (Parantez içinde) Eğer hala din anlayışımız hicri II.,III.,IV. asırların din anlayışı ise; hala din anlayışımız XV. asırdan kaldıysa Sünni de olsanız fark etmez Şii de olsanız fark etmez.
İslam dini insanı geçmişin ve geleneğin esiri olmaktan kurtarmak için var olan bir dindir. Amaç gelecek inşa etmek, ama Müslümansanız, tarihte yaşamak hoşunuza gidiyor, tarihte tatil yapmaktan keyif alıyorsunuz. Bu kısır döngüyü kırmak zorundayız. Çünkü İslam dini geleceği planlamayı öneren bir dindir. Dolayısıyla sorunların çoğu geçmişten miras kalan sorunlardır, bu sorunlar çözülebilir sorunlardır. Ama sağlıklı düşünüp sağlıklı yürümek gerekir.
Günümüzde artık hemen hemen tüm sorunlar uluslararası boyut kazanmıştır. Eskiden şu cümle çok sık kullanılırdı: “Kol kırılır yen içinde kalır.” Ama bugün yen içinde kırılan kol kangren oluyor. O zaman diğer sorunlar gibi Alevilik Bektaşilik konusunda da sorun olan konulara getireceğiniz çözümler evrensel olmak zorundadır. Sadece Türkiye şartlarına özgü düşündüğünüz zaman bu sorunu çözemezsiniz. Tüm sorunlara evrensel açılım getirmek zorundayız.
Tekrar ifade ediyorum, bizim tartışmalarımız bilgi temelli olmuyor, duygu temelli oluyor. Duygular ise, sorunu çözmez. Duygular eğer sağlıklı ise sorunların çözümüne katkı sağlar, eğer duygular sağlıklı bir zeminde gelişmiyorsa sorunların çözümsüzlüğe gitmesinde ciddi manada etkendir.
Alevilik-Bektaşilik konusunda, ahlak temelli din anlayışının yeni baştan evrensel ölçekte düşünülmesi gerektiği kanaatindeyim. Yani Alevilik-Bektaşilikte kimlik meselesine vücut veren insan anlayışının bir yandan İslam’ın kurucu ilkeleriyle sağlıklı bir şekilde irtibatını gözden geçirmek, diğer taraftan tüm insanlığı kuşatacak şekilde evrensel ölçekte üretilmesi gerekiyor. Burada çok uzaklara gitmemize gerek yoktur. Yunus’un herkesin dilinde olan sözü, “Yaratılanı hoş gör yaratandan ötürü”. Bunun bir benzerini bir başka kültürde bulmak mümkün müdür? Bilmiyorum. İşte gerçek budur.
Alevilik Bektaşilikle ilgili kimlik tartışmaları, sorunun büyük ölçüde ağırlıklı noktasını teşkil ediyor. Burada konuyu uzatmadan sadece iki boyuta dikkat çekmek istiyorum.
1. Alevilik Bektaşilik bugün ortaya çıkan, bugünün meselesi değildir. Alevilik Bektaşilik her şeyden önce bir olgu olarak bin yıllık bir geçmişe sahiptir. Bin yıllık süreçte evirile evirile bugüne geliyor. Bu bin yıllık süreçten Alevilik Bektaşilikle alakalı olarak siz, sadece bugünün fotoğrafını esas alırsanız, bugüne yönelik olarak düşünürseniz yanılırsınız. Bugün önemsiz demiyorum. Bugün elbette önemlidir; ama bugünü anlamlandırabilmek, doğru okuyabilmek için geçmişe bakmak zorundasınız.
Geçmişe baktığımızda kimlik meselesi inşa meselesi midir, keşif meselesi midir?
Bugün Alevilik Bektaşilikle alakalı kimlik tartışmaları inşa boyutunda yürütülmektedir. Bilgi boşluğundan istifade eden hemen herkes kendi kafasına göre bir Alevilik inşa etme peşindedir. Bunun sağlıklı bir şekilde ortaya çıkarılması için geçmişin köklerinin, bu köklerin nasıl evirilerek bu güne geldiğinin açıklığa çıkartılması gerekmektedir. Bu yüzden benim bu noktadaki iddiam şudur: Alevilik Bektaşilikle ilgili bir kimlik tartışmasına girilecekse öncelikle meselenin bir keşif meselesi olduğunun bilinmesi gerekmektedir. Yani geçmişinden bağımsız bir Alevilik inşa edilemez. Bunun açılımı şudur. İslam’dan bağımsız Alevilikle inşa faaliyetleri sadece bugün duygularla yürütülen inşa faaliyetleridir.
2. Türk tarihinden bağımsız inşa faaliyetleri geçmişi hesaba katmayan sadece bugüne yönelik inşa faaliyetleridir. Bunun bilinmesinin son derece önemlidir. Çünkü geçmişe gittiğinizde karşınıza çıkan biraz önce dikkat çektiğim Tanrı algısını açtığınız zaman devasa bir şey çıkıyor. Hatta onun üzerine bindirilen belki bir vahdet-i vücudu konuşmak gerekiyor. Keza insan anlayışı böyledir. Örneğin, sadece kadın algısına dikkat çekeyim. Alevi Bektaşilere ait yörelerde kadına yönelik saygının biraz daha belirgin olması iki temele dayanıyor:
Birincisi, Türk tarihindeki kadının yeriyle alakalı o aslî duruşun Sünnî algı biçiminde biraz daha deforme olmasına rağmen Alevî algı biçiminde daha diri kalması;
İkincisi, Alevi Bektaşi algı biçiminde öne çıkan insan algısı, insana bakış açısı, insanı bir bütün olarak görmeye yol açıyor. Bu bütünlükte kadın ve erkek bir elmanın iki yarısı gibi insan olma noktasında eş değer bir çizgi yakalıyor. İşte bu çerçeve içersinde şu gerçek kendini açıklıkla ortaya koyuyor. Kadının olmadığı yerde uygarlık olmaz. Bu da keşif ve inşa boyutunda dikkate alınması gereken bir husustur.
Burada sadece Alevilik inşa faaliyetleriyle ilgili ara başlıkları sizlere hatırlatacağım. Mesela Aleviliğin İslam’la alakası olmayan felsefi bir din olduğu iddiaları. Bunu bir şekilde söyleme şansımız var mı?
Bir diğer iddia, Aleviliğin Şiilikle ilgili olan boyutudur. Şiiliğin bozulmuş şekli Aleviliktir; Aleviliğin aslı Şiiliktir. Biraz tarih bilenler bunun farkındadırlar; bunu söyleme şansımız yok. Yani Alevilik-Bektaşilik algısında Şiilikten bir takım izler yakalayabilirsiniz ama ana damar, en basitiyle Ehl-i beyt sevgisi, bu Şiilikten kaynaklanan bir algı biçimi değildir. Kökünde fütüvvet vardır, Ahilik vardır, o damardan gelir, kendine özgüdür. Yani Şia’nın on iki imam anlayışıyla Aleviliğin on iki imam anlayışı aynı değildir. Anadolu insanı, yani Alevî Sünnî ayırmadan Ehl-i Beyt isimlerini gayet güzel bir şekilde kullanmış, Peygamber sevgisinin, Ehl-i Beyt sevgisinin belli bir yöreye özgü olmadığını bir şekilde kanıtlamış durumdadır.
Alevilik Bektaşilik inşa faaliyetlerinde bir başka husus çok uç olmakla birlikte Alevilik kökü Mazda inancına dayanan Kürt dinidir gibi tezler… Tamamen inşa boyutunda ortaya çıkan tezlerdir.
Bugün çalıştayda konuşulacak en önemli konulardan birisi, yine kimlik boyutu hesaba katılarak konuşulan bir meseledir. Din Derslerinin zorunluluğuyla alakalı mesele. Burada tartışmayı sanıyorum doğru okumak gerekiyor. O yüzden ben, dikkatinizi çekeceği için 2006’da TESEV’in yaptığı bir araştırmanın sonuçlarını buraya koydum.
Devlet okullarında zorunlu din dersi verilmeli mi?
Evet %82.1 Hayır %15.4 Cevap yok % 2.5.
Bu derslerde Alevilik öğretilmeli mi?
Evet %61.5 Hayır %33.9 Cevap yok % 4.6.
Sonuçlar son derece dikkat çekicidir. Bu tip konularda tek bir anketle yetinilmemekle birlikte, sonuçların bize önemli fikirler verdiği aşikârdır. O yüzden konuyu tartışırken iki şeyi birbirinden ayırmak gerekiyor. Türkiye ölçeğinde Alevi olsun Sünni olsun bizim insanlarımız çocuklarına din konusunda doğru bilginin verilmesini istiyor. Bu bilginin devlet tarafından verilmesini istiyor. Toplumun bu konuda enteresan bir hassasiyeti var. Problem nerede? Problem bu bilginin içeriğindedir. Dolayısıyla büyük ölçüde bu tür tartışmaların içerikle ilgili olduğunu ifade etmek gerekiyor.
Çalıştayda ele alınacak ikinci önemli başlık yaygın eğitimde Alevilik konusudur. Yaygın eğitimde Alevilik, Diyanet ile birlikte konuşuluyor. Cem evleri ibadet yeri olarak resmen kabul edilsin mi edilmesin mi ? Alevilere Diyanette yer verilsin mi verilmesin mi? Ayrı bir temsilci olsun mu olmasın mı? Bunların hepsi tartışılabilir konular.
Cumhuriyetin kuruluş aşamasında Diyanet İşleri Başkanlığı kurumunun yer alması, gerçekten Cumhuriyeti kuran iradenin fevkalade ileri görüşlü bir duruşla gerçekleştirdiği bir karar olduğu kanaatindeyim. Diyanet İşleri Başkanlığı kurulurken mezhepler üstü bir duruş esas alınarak, bu kurumun istihdam kurumu olarak işlev görmesi istenmiştir. Ne ölçüde başarılı ne ölçüde değil, tartışmalar baktığımız zaviyeye göre değişir. Yanlışlar varsa o gözle belki bir takım meselelerin değerlendirilmesi gerekir.
Temel hak ve özgürlükler de kimlik boyutuyla ilgili konuşulan konulardan birisidir. Avrupa Birliği müzakereler sürecinde Aleviliğin azınlık olduğuyla ilgili tartışmalar gündeme gelmişti. Bu konuda kişisel kanaatim şudur: Türkiye’de azınlık kavramı Lozan’la tanımlanmıştır ve sadece gayri Müslimler azınlık statüsündedir. Onların dışındaki Müslüman kitle azınlık değildir. Dolayısıyla temel hak ve özgürlükler meselesini bu gözle okumak gerekir.
Alevilerin bu konudaki duyarlılıklarıyla ilgili beni duygulandıran hiç unutamadığım bir anım var. 2007 yılında Afyonkarahisar/Kayabeli dağlarının eteklerinde Türkmen Alevi-Bektaşi dostlarla açık havada bir panel yapmıştık. Orada şu cümleyi dillendirmiştim: “Bir Aleviye yapılabilecek en büyük hakaret ona sen Müslüman mısın diye sormaktır, ne dersiniz?” dedim. Bir anda kıyamet koptu, insanların hassasiyetleri göz yaşartıcı durumdaydı. Azınlık konusu gündeme geldiğinde, “Avrupa kendi içindeki Türkiye’den kaçan Türkiye’ye sığmayan bir takım insanları dinlemesin, gelsin bizi dinlesin Türkiye’nin hakiki sahipleri biziz, ne demek azınlık olmak” dediler. Yani, en güzel cevap son derece bilinçli Alevi Bektaşi dostların kendilerine verdiği cevaplardır. Dolayısıyla Avrupa Birliği sürecinde dinsel azınlıklar diye bir statü oluşturularak Alevilik-Bektaşilik tartışmalarını o zeminde yürütmek isteyen çabaların, Alevi Bektaşi kesimin saygın duruşu sayesinde işlevini kaybettiğini düşünüyorum.
Ama bu mesele bitmiş değil, tekrar tekrar gündeme gelecektir. Peki, ne olacak? Küreselleşme sürecindeyiz. Dünya küçücük bir köye dönüştü. En küçük sorunlarımız bile küresel boyut kazanmaya başladı. Bu küreselleşmeyi iyi okuyabilirsek, küresel ölçekte değer ürettiğimiz zaman bu küreselleşme anaforunda tutunabilme imkânı bulabiliriz. Bu cümlenin açılımı şudur: Alevi Bektaşi dostlar öncelikle kendileri övündükleri yüksek değerleri keşfedip, evrensel ölçekte üretme noktasında irade beyan etmek zorundadırlar. Bu bir sorumluluktur. Bu, esasen sadece Alevi Bektaşi dostların değil hepimizin sorumluluğudur. Çünkü Alevi Bektaşi değerleri olarak öne çıkan değerlerin önemli bir kısmı kökleri tarihin derinliklerinde olan ortak değerlerdir.
Ben hiç unutmuyorum; İstanbul’da yıllar önce uluslararası bir Sempozyumda “Alevi Kadını” diye bir tebliğ dinlemiştim. Çok güzel bir tebliğdi. Tebliğ bittikten sonra söz istedim; “Çok teşekkür ediyorum, benim anamı anlattınız” dedim. Herkes şaşırdı, ne demek istiyor bu adam diye. Dedim ki “Bu tebliğ fevkalade güzel, Türk kadınının mümtaz özelliklerini ortaya çıkarttınız. Ama Türk kadınının mümtaz özelliklerini sadece “Alevi kadını” şeklinde isimlendirmeniz hem bilime aykırıdır, hem de insanlık gerçeğine aykırıdır. Çünkü soyutlayıcı bir yaklaşım, yani siz Türk kültürü içerisindeki Alevi duruşunu, Türk kültüründeki kadın algısını zemin olarak oluşturup onun üzerine bir Alevi kadın inşa yapsaydınız bu tebliğ harika olurdu.”
Tabi bu bilimsel açıdan Batılı araştırıcıların bir yaklaşımının da ifadesidir. Özellikle sosyal bilimlerde Batılılar kendilerinin söz konusu olmadığında ayrıştırıcıları ön planda tutarlar. Bu da Batılıların bilimsellik noktasında pek de tutarlı olmadıklarını gösteren örneklerdendir. Bu nedenle konuyla ilgili ben daha çalıştayın başında düşünülsün diye ikinci somut önerimi dile getireceğim. Türkiye’de gerçekten Türk kültürünün özgün boyutlarını yaşatan Aleviler var. Dolayısıyla canlı bir müze köy oluşturulabilir. İngiltere’de bir köyü gezdik. Elimizdeki paraları 1910’ların parasına dönüştürdük, bozdurduk. Dediler ki; “Bu köyde 1910’ların hayatı devam ettirilir”. İnsanlar 1910’ların giysilerini giyiyorlar, 1910’ların fırınını kullanarak ekmek üretiyorlar. Sosyal hayat 1910’ların hayatı olarak devam ediyor. İki açıdan baktım meseleye; bir Alevilik-Bektaşilik açısından böyle özgün canlı bir müze köy oluşturulabilir mi? İki, Ahilik açısından böyle özgün canlı bir müze köy oluşturulabilir mi? Sayın valim işaret ettiler, Çankırı bölgesinde Ahilik çok farklı canlı bir şekilde yürüyor. Umarım bir gün bunlar sağlıklı bir şekilde projelendirilir.
Bu bize ne yarar sağlayacak? Bizim şu anda sorunlarımızla ilgili bilgisizlik kadar, gerçekte ileri düzeyde bilgi eksikliğimiz olduğu bir başka boyut var: Tarih. Bilgi ve bilinç eksikliğimiz; konuşurken, düşünürken, yazarken çoğu zaman tarihi unutuyoruz.
Geçmişini bilmeyenler geçmişin ağırlığı altında ezilmeye mahkûm olurlar. O yüzden Alevi-Sünni olmaktan öte biz kendi geçmişimizi bilmek zorundayız. Geçmişi bildiğimiz zaman gelecek hakkında bir perspektif sahibi olabiliriz. Tarihi bilmeyenlerin bir perspektif anlayışı olmaz. Perspektifi olmayanlar sorunlara çözüm getiremezler. Hele küreselleşme sürecinde serseri mayın gibi oraya buraya çarpıp dururlar. Zannediyorum ki bu şu andaki sorunu yansıtıyor.
Nasrettin Hocanın bir fıkrasıyla konuşmamı sonlandıracağım. Hoca yüzüğünü kaybeder ve bir yerlerde aramaya başlar. Komşusu yolda geçerken bakar, Hoca’nın yanına yaklaşır der ki; “Ne arayıp duruyorsun?” “Yüzüğümü kaybettim,” der. “Nerde kaybettin? Yerini tarif et de ben de yardım edeyim,” der. Hoca yirmi metre ileride bir yeri gösterir, “orada kaybettim”, der. “Peki, be adam burada ne arıyorsun?” “Görmüyor musun orası karanlık, burası aydınlık. Burada arıyorum”… Bizim sorunlara çözüm getiriş tarzımız bu mizahta çok güzel anlatılıyor. Sorunlarımızı biz çözeceğiz. Sorunlarımız çözümsüz değildir ve biz evrensel ölçekte bu sorunları çözmek mecburiyetindeyiz. Eğer kalpte kalmak istiyorsak, özne olmak gibi bir niyetimiz varsa yüce yaratıcı bu milleti özne olmak için yaratmıştır. Bu millet nesne olduğu zaman tükenir biter. O zaman özneliğin koşulu farkındalıktır, özneliğin koşulu yaratıcılığın farkında olmaktır, özneliğin koşulu gelecek tasarımı yapabilmektir. Bizim harikulade değerlerimiz var. Bu değerler ekseni içerisinde onları evrensel ölçekte üretmek çok mu zor? Ben bunların mümkün olduğunu düşünüyorum. Tek eksikliğimizin şimdiye kadar bize yüklenen suçluluk duygusu olduğu kanaatindeyim ve bununla alakalı bir deneye işaret edeceğim. Bir pire deneyi var. Pire normalde 80-90 cm. zıplayabilen bir canlıdır. Pireyi bir deney tüpüne hapsetmişler. Belli bir süre geçip serbest bıraktıktan sonra pire hep 40 cm. zıplamaya başlamış. Çünkü deney tüpünün boyutları 40 cm. imiş. Şu anda bizimde ufkumuz 40 cm. Oysa bizim kapasitemiz 40 cm. değil. O zaman bunları kırmak zorundayız. Son iki asırdır Batılılar bize diyor ki,” siz adam olmazsınız”. İçerden biz diyoruz ki, “biz adam olmayız”. Birileri bu yüzden Mehdi bekliyor, birileri Obama bekliyor, birileri başka bir şey bekliyor. Geçmişte Marks bekliyordu Lenin bekliyordu, Mao bekliyordu, birileri de İsa’yı bekliyor.
Ama diyoruz ki, biz kendi geleceğimizi kendimiz belirleriz. Bu sorunları biz çözeriz. Yeter ki doğru bilgiyle hareket edelim.
Hepinize saygılar sunuyorum.
Dostları ilə paylaş: |