“Seninle evlenmem mümkün değil


Yahudiler gibi yapmayız!” 11.10.2006



Yüklə 2,77 Mb.
səhifə23/44
tarix14.08.2018
ölçüsü2,77 Mb.
#70845
1   ...   19   20   21   22   23   24   25   26   ...   44
Yahudiler gibi yapmayız!” 11.10.2006

Hicretin ikinci yılında Bedir savaşı başlayacağı sırada Peygamberimiz efendimiz, Eshâbın ileri gelenlerini toplayıp onlarla istişâre etti. Henüz Müslümanlar çok azdı. Harp için hazırlıkları yok sayılırdı. Maddî imkânları azdı. Önce Hz. Ebû Bekir'in ve Hz. Ömer'in fikirlerini aldı. Onlardan herbiri:” Hiçbir hizmet ve fedâkârlıktan geri durmayız” diyerek, Resûlullahın dilediği gibi hareket etmesini istediler. Hz. Mikdâd ise şöyle konuştu:



-Ey Allahın Resûlü! Cenâb-ı Hakkın emirleri ne ise, bize bildir. Biz, size itâat ederiz. Yahidiler gibi yapmayız. Onların Hz. Mûsâ'ya söyledikleri gibi, “Sen, Rabbinle beraber git de, düşmanlarla savaş!.. Biz burada, seni bekleyicileriz” demiyoruz. Biz hepimiz, senin sağında, solunda, önünde, arkanda harp etmeye hazırız.

Bu sözleri işiten sevgili Peygamberimizin mübârek yüzleri aydınlandı. Çok memnun oldular. Çünkü kuvvetli bir müşrikler ordusu üzerlerine geliyordu. Onun, bu ferâgat ve şecâat misâli sözlerinden son derece memnun olan Peygamberimiz, ona duâ etti. Hz. Mikdâd'ın söyledikleri çok te'sîr etti. Diğer Eshâb da, onun gibi konuştular. Böylece, İslâmın ilk harbi ve ilk zaferi gerçekleşti.

Bedir savaşında büyük bir kahramanlık gösteren Mikdâd bin Esved, bu savaşta İslâm ordusunda süvâri idi. Bunun için kendisine, Resûlullahın süvârisi denilirdi. Hz. Mikdâd, ok atmakta, binicilikte son derece mâhir bir yiğitti. Bedir'deki kahramanlıkları siyer ve hadîs kitaplarında anlatılmaktadır. Hz. Mikdâd, Müslümanlığı kabûl eden ilklerdendir.

Bir gün Hz. Mikdâd ve iki arkadaşı, iyice yorgun ve aç idiler. Sonunda, Efendimize gittiler. Avluda, 3 keçi bulunuyordu. Sevgili Peygamberimiz onları, perişân hâlde görünce buyurdu ki:



- Şunları sağınız da, sütleri paylaşınız!

Sevinerek öyle yaptılar ve açlıktan kurtuldular. Sonraki günlerde de, aynı şekilde hareket etmeye başladılar. Her akşam hâne-i saâdete, Peygamber Efendimizin huzûr verici evlerine gelirler, kendilerine ayrılan odaya girmeden önce, keçileri sağarlar, karınları doyuncaya kadar içerler, Peygamber efendimizin paylarını da ayırırlardı.

İki cihânın Sultânı, şâyet onlardan sonra gelirlerse, uyanık olanların duyacağı, fakat, uyuyanları uyandırmayacak bir sesle; selâm verirler, gece namazlarını kılarlar, süt kabındaki kendi paylarına ayrılan sütü içerlerdi. (Devamı var)
Yedirene sen de yedir!” 12.10.2006

Bir akşam Peygamber efendimiz, Ensâra davetli idiler. Hz. Mikdâd, “Nasıl olsa orada, izzet ve ikrâm edilecekler. Evdeki sütü içmeye, ihtiyaç duymayacaklar!..” diye düşündü.

İşte o duygularla, Peygamber efendimizin süt payını da içiverdi. Ama içtiği anda, pişman oldu ve, “Peki şimdi, ne olacak? Biraz sonra Peygamber efendimiz gelip, sütlerini içmek isterlerse... Sütü bulamayınca da üzülürlerse...” diye düşünmeye başladı. Yattığı yerde, bir türlü uyuyamıyordu. Üzerinde, bir örtü vardı. Başını örtse, ayakları; ayaklarını örtse, başı açıkta kalıyordu.

Nihâyet Peygamber efendimiz teşrîf ettiler. Her zamanki gibi yavaşca selâm verip, gece namazlarını kıldılar. Süt kabına baktılar. Tabiî kap bomboştu!.. Hz. Mikdâd'ın yüreği, hızlı hızlı çarpıyordu. Peygamber efendimiz ellerini kaldırdılar ve; “Yâ Rabbî! Bize yedirenlere, Sen de yedir. İçirenlere, Sen de içir!” diye duâ ettiler.

Kulaklarına inanamıyan Hz. Mikdâd, sevinçle üzerindeki örtüyü attı. Yavaşca doğrulup, keçilerin bulunduğu yere vardı. Az önce onları sağmıştı, fakat, “Hangisinde süt bulursam, biraz alayım da, Peygamber efendimize takdîm edeyim” diye karar verdi.

Hayretle gördü ki, keçilerin hepsi de sütlüydü... Hemen sağdı. Kap tamamen dolmuş, üzeri süt köpükleriyle süslenmişti. Dökmeden getirdi. Kâinâtın Efendisine, “ İçiniz yâ Resûlallah! “dedi. Peygamber efendimiz hayretle sordular: “Yâ Mikdâd! Sizler bu gece, süt içmediniz mi?” O tekrar ricâda bulundu: “İçiniz, yâ Resûlallah!”

Sevgili Peygamberimiz alıp içtiler. Sonra da süt kabını, kendisine uzattılar. Artan kısmı da, o içti. Büyük lezzet ve haz duymuştu. Peygamber efendimizden artan sütün, harareti söndürücü olduğunu hissedince güldü. O zaman Resûl-i ekrem sordular: “Ne oldu yâ Mikdâd?”

O da, bütün yaptıklarını ve üzüntüsünü bir bir anlattı. İki Cihân Güneşi tebessüm ettiler ve buyurdular ki: “Bu hâl, cenâb-ı Hakkın bizlere rahmetidir. Allahü teâlâya şükredelim! “

Hz. Mikdâd, uzun boylu, iri; fakat yakışıklı bir zât idi. Bir arkadaşının akrabâsıyla evlenmek istedi. Nedense arkadaşı râzı olmadı. O da durumu, Peygamber efendimize bildirdi.

Çok kırıldığını anlayan sevgili Peygamberimiz, kendisini memnûn etmek istediler. Öz amcalarının kızı, Hz. Dıbaa ile evlenmelerini sağladılar. Bu sâyede, Allahü teâlânın Resûlüyle akrabâlık şerefine erişmiş oldu.


Her biri bin askere bedel! 13.10.2006

Hz. Mikdâd bütün müşküllerini Peygamber efendimize sorarak hallederdi. Bir gün Peygamber efendimize sordu:

- Yâ Resûlallah! Savaşta, ben bir kâfirle dövüşürken, o, bir kolumu kesse, sonra da, ağaç arkasına sığınıp, “Allah rızâsı için, Müslüman oldum” dese, onu öldürmek, benim için câiz midir?

Peygamber efendimiz buyurdular ki:



- Hayır! Onu öldüremezsin! Çünkü, Müslüman olduktan sonra öldürürsen, onun “şehâdet” getirdikten önceki hâline dönersin. O da senin, onu öldürmenden önceki hâline döner.

Hz. Mikdâd, Peygamber efendimizin vefâtlarından sonra da gazâdan gazâya koştu. Kılıç kullanması ve ok atması kadar, hâfızlığı da mükemmeldi. Savaş meydanlarında mücâhidleri, Kur'ân-ı kerîm okuyarak da coşturuyordu.

Hz. Ebû Bekir devrinde yapılan, Ecnadin muhârebesinde akılları şaşırtan işler başardı. Yüzlerce hâfız-ı Kur'ânı etrafına toplamış, İslâm askerlerine heyecan ve şevk veriyordu.

Hz. Ömer zamanında, Mısır seferi açıldı. Oraya giden İslâm kumandanı, Halîfeden yardım istedi. Hz. Ömer, ona gönderdiği mektupta şunları yazdı:

“Sana yardım için, dört Müslümanı yolluyorum! Çünkü onların her biri, bin askere bedeldir. Haydi, Allah yardımcınız olsun.” Bunlardan biri de, biri de, Hz. Mikdâd idi.

Hâinin biri, halîfe Hz. Ömer'i hançerledi. Hayatından ümit kesildi. Yerine geçecek halîfeyi bildirmesini istediler. O da en kıymetli altı Müslümanı seçti. Onların hepsi sevgili Peygamberimiz tarafından Cennetle müjdelenmiş kimselerdi...Halîfe daha sonra, Hz. Mikdâd'ı çağırdı. Kendisine; “Ey Resûlullahın süvârisi! Beni kabrime koyar koymaz, sen de, bu 6 Müslümanı bir eve topla! Aralarından birini halîfe seçmedikçe onları bırakma!” emrini verdi.

Hz. Ömer'in bu derece güvenini kazanan Hz. Mikdâd, vazîfesini eksiksiz yerine getirdi. Hz. Osman, halîfe seçildi. Bir müddet sonra Halîfenin huzûruna, ba'zı işadamları geldiler. İşlerini anlatırken, Hz. Osman'ı, yüzüne karşı övmeye başladılar. O zaman Hz. Mikdâd, yerden bir avuç toprak aldı. Övücülerin yüzlerine fırlattı. Niçin böyle yaptığını soranlara da buyurdu ki:

- Çünkü Resûl-i Kibriyâ; “Yüzünüze karşı sizi övenlerin yüzlerini, toprakla bulayınız” buyurmuşlardı.


Nimetin kıymetini bilin!” 14.10.2006

Hz. Mikdâd, Mısır'da iken adamın biri, onun yüzüne bakıp, “Resûl-i ekremi gören, bu gözlere ne mutlu!” deyiverdi. Hz. Mikdâd biraz da üzülerek şunları söyledi:

“Sizleri bunu söylemeye sevk eden nedir? O devirde yaşasaydınız, Resûlullaha karşı tavrınızın ne olacağını biliyor musunuz? Allaha yemîn ederim ki, Resûlullah efendimiz, kendisine uymayan ve tasdîk etmeyen pek çok kavimle karşılaşmıştı. Onlardan olmayacağın ne malumdu?

Hâlbuki Allahü teâlânın sizi bu devirde yaratması sebebiyle, Resûlullahın size getirdiklerini tasdîk ederek, yalnız Allahı biliyor ve ona îmân ediyorsunuz. Sizin sıkıntılarınızı başkaları çekti. Siz zahmetsiz nimete kavuştunuz, kıymetini bilin.

İnsanların azgınlıkları sebebiyle Peygamberler gönderilmiştir. Resûlullah efendimiz, insanların puta tapmaktan başka hiçbir şey tanımadıkları câhiliyet ve vahşet devrinin en şiddetlisinde gönderilmiştir. O Kur'ân-ı kerîmi getirdi, onunla hakkı ve bâtılı birbirinden ayırdı. O kadar ki; bir kimse, kalbine îmân yerleştikten sonra, îmân etmeyen babasının, çocuğunun veya kardeşinin küfürde olduğunu görüyor ve karşı duruyordu.

Kimsenin Cehenneme gitmesine katiyyen sevinmezdi ve îmân etmesini arzûlar, bunun için çırpınır, Cehennemden kurtulmasını isterdi. Bu husûsta Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde Furkân sûresi 74. âyet-i kerîmesinde meâlen şöyle duâ etmeyi emretti: “Ey yüce Rabbimiz! Hanımlarımızdan ve çocuklarımızdan gözlerimizi aydın edecek, bizi sevindirecek olanları bahşet.” Böylece, her şeyin hayırlısını istemenin ve mevcut nimete şükretmenin önemini işaret buyurdu.

Hz. Osman buyurdu ki:

- Ey Müslümanlar! Sevgili Peygamberimiz bizlere bildirdiler ki:

... Allahü teâlâ, Eshâbımdan 4 kişiyi çok sevdiğini; benim de, onları sevmemi emir buyurdular. Onlar: Ali, Mikdâd, Selmân ve Ebû Zer'dir...”

Hz. Mikdâd, Hz. Ebû Bekir'in halîfeliği sırasında mürtedlerle yapılan savaşa katılmıştır. Hz. Ebû Bekir, Kur'ân-ı kerîm âyetlerinin bir araya getirilip toplanması için kurduğu heyete Hz. Mikdâd bin Esved'i de almıştır.



İnsan kalbi değişkendir 15.10.2006

İlk zamanlar, müşriklerin İşkenceleri dayanılmaz bir hâl alınca, Müslümanlara Habeşistan'a hicret etmelerine izin verilmişti. Mikdâd bin Esved de, Habeşistan'a hicret eden ikinci kâfilenin içinde yer almıştı. Peygamberimizin Medîne'ye hicretine kadar orada kaldı. Buradan Medîne'ye döndü.

Mikdâd bin Esved Medîne'ye gelince, Resûlullah efendimiz, onu haber toplaması için Meke'ye gönderdi. Çünkü Peygamberimiz Mekke'deki müşriklerin durumunu araştırıp, Müslümanlar için ne düşündüklerini öğrenmek istiyordu. Nitekim daha önce Utbe bin Cezvan da, bu maksatla Mekke'ye gönderilmişti.

İşte bu sıralarda Mekkeli müşrikler, birkaç koldan Medîne'ye akın için hazırlanmışlar, keşfe çıkmışlardı. Hz. Mikdâd ile Hz. Utbe de bunların arasına sokularak beraberce ilerlediler. Resûlullah efendimiz de tam bu sırada Ubeyde bin Hâris'i keşif için göndermiş olduğundan, bunların ikisi hemen ona iltihak ederek, Medîne'ye döndüler.

Hz. Mikdâd cesûr, gözüpek ve fedâkâr bir Müslümandı. Bütün önemli hâdiselerde, ona vazîfe verilirdi. Hîleyle esîr ve şehîd edilen, Hz. Hubeyb'in mübârek cesedi, müşriklerin elindeydi. Bunu istemeyen Efendimiz, Hz. Ebû Zer ile Hz. Mikdâd'ı vazîfelendirmişti.

Her husûsta, Kur'ân-ı kerîme ve sevgili Peygamberimize uygun hareket ederdi. Kur'ân-ı kerîmi baştan başa ezberlemişti. Hâfız idi. Çünkü Resûl-i ekrem buyurmuştu ki:

Kur'ân-ı kerîme sarılınız! Çünkü o şefâ'at eden ve şefâ'ati kabûl edilendir. Kendisine uymayanların yenilmeyen hasmıdır. Kim Kur'ân-ı kerîmin emirlerine uyarsa, Kur'ân-ı kerîm, onu Cennete götürür. Kim de Kur'ân-ı kerîmin emirlerine sırt çevirirse, Cehenneme gider. Kur'ân-ı kerîm en hayırlı yolu gösterir. Güzellikleri sayılamaz. Âlimler ona doymazlar. O hakîkate ulaşmak için Allahın sağlam ipidir. Doğdoğru yoldur. Cinlerin Kur'ân-ı kerîmi duydukları zaman, hayretten, “Doğrusu biz, doğru yola götüren, hayrete düşüren bir Kur'ân dinledik ve hemen inandık ve artık Rabbimize hiçbir şeyi ortak koşmayacağız” dedikleri hakîkattir.”

Hz. Mikdâd bin Esved, herkesin hakkında son derece ihtiyatlı konuşurdu. Ancak işlerini netîcesine bakarak hüküm verirdi. Bu husûsta kendisi şöyle bildiriyor:

Ben, bir adamın sonunu görmeden onun hakkında iyi veya fena bir şey söylemem! Çünkü buna dâir Resûlullahtan bir şey sorulmuştu da, şu cevâbı vermişti: “İnsan kalbi kadar değişen bir şey yoktur!”

Meleklerin yıkadığı kimse 16.10.2006

Hazret-i Hanzala Bedir gazâsında bulundu. O zaman henüz bekârdı. Bedir gazâsından bir müddet sonra Abdullah bin Übey'in kızı Cemîle ile nikâhlandı. Ertesi gün de Uhud'da Kureyş müşrikleriyle çarpışılacaktı.

Hanzala geceyi Medîne'de hanımının yanında geçirmek için Resûlullahtan izin istedi.  

Peygamberimiz de müsâade buyurdu. Hanımı Cemîle ile o gece beraber kaldı. Cumartesi günü sabahleyin Uhud'a yetişmek için, telâştan gusletmeyi unutup çok acele yola çıktı.

Peygamberimiz Uhud'da harp için safları düzeltirken Hanzala yetişti ve Eshâb-ı kirâm arasına karıştı. Hz. Hanzala diğer sahâbîler gibi cansiperane müşriklerin üzerine atıldı. Şehîdlik mertebesine kavuşmak için durmadan savaştı. Nihayet muradına kavuştu.

Hanzala şehîd olunca, Peygamberimiz buyurdu ki:



- Ben Hanzala'yı meleklerin gökle yer arasında, gümüş bir tepsi içinde, yağmur suyu ile yıkadıklarını gördüm.

Ebû Useyd Sa'îd diyor ki: “Gidip Hanzala'ya baktım. Başından yağmur suyu akıyordu. Döndüm, bunu Resûlullaha haber verdim. Peygamberimiz hanımına haber gönderip bunun sebebini sordu. O da Uhud'a çıktığı zaman Hanzala'nın cünüb olduğunu bildirdi.”

Hz. Hanzala Uhud'a yetişmek için çok acele edip, yetişememek korkusu kendini kapladığından, acele ile gusletmeyi unutmuştu. Bundan sonra Hanzala'nın adı Gasîl-ül-Melâike=Melekler tarafından yıkanmış kimse diye anıldı. Medîne'de Eshâb-ı kirâmın Evs kabîlesinden olanlar, “Melekler tarafından yıkanan Hanzala bizdendir” diye iftihâr ederlerdi.

Hanzala bi'setten ya'nî Peygamber efendimizin da'vetinden önce de îmân sâhibi olup, Allahın birliğine inanır, putlara tapmazdı. Hanîf idi. Hanımı şehid olacağını rüyasında görmüştü. Bu rü'yâsı hakîkat olup, Uhud savaşında Hz. Hanzala şehîd oldu. Abdullah isminde bir oğulları oldu. Abdullah bin Hanzala olarak tanınan bu oğlu, Yezîd zamanında şehîd edildi. Çok vera ve takva sahibi idi. Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem hazret-i Ebû Hüreyre'ye buyurdu ki: "Yâ Ebâ Hüreyre! Verâ sâhibi ol! İnsanların en âbidi olursun. Kanâat sâhibi ol! İnsanların en çok şükredeni olursun. Kendin için istediğini, insanlar için de iste! Kâmil mümin olursun. Sana komşu olanlarla iyi komşuluk yap! Hakîkî müslüman olursun. Gülmeyi azalt! Şüphesiz ki çok gülmek kalbi öldürür."


Cennet ni'metleri ona harâmdır” 17.10.2006

Dıhye-i Kelbî ticâretle meşgul olup, çok zengindi. Kabîlesinin reisiydi. Müslüman olmadan önce de Resûlullah efendimizi severdi. Ticaret için Medîne'den ayrılır, her dönüşünde Resûlullahı ziyâret eder ve hediyeler getirirdi. Fakat Peygamberimiz bunlara kıymet vermez ve;



- Yâ Dıhye, eğer beni memnun etmek istiyorsan îmân et! Cehennem ateşinden kurtul, buyurur, onun îmân etmesini isterdi. Dıhye ise, zamanı olduğunu söylerdi. Peygamberimiz onun hidâyet bulması için duâ ederdi.

Bedir gazâsından sonra bir gün Cebrâil aleyhisselâm, Dıhye'nin îmân edeceğini Resûlullaha haber verdi. Nihayet Resûlullahın duâları bereketiyle îmân nûruna kavuştu.

Cebrâil aleyhisselâm çok defa Resûlullahın huzuruna, onun sûretinde gelirdi. Resûlullah efendimiz, Dıhye-i Kelbî’yi Cebrâil'e benzetirdi.

Bir gün Cebrâil aleyhisselâm, Hz. Dıhye sûretinde Mescid-i Nebîye, Resûlullah efendimizin yanına geldi. Bu sırada daha çocuk yaşta olan Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin de mescidde oynuyorlardı. Cebrâil aleyhisselâmı Dıhye zannedip, hemen ona doğru koştular ve ceplerine ellerini sokup, bir şeyler aramaya başladılar. Resûlullah efendimiz buyurdu ki:



- Ey kardeşim Cebrâil! Sen benim bu torunlarımı edebsiz zannetme! Onlar seni Dıhye sandılar. Dıhye ne zaman gelse hediye getirirdi. Bunlar da hediyelerini alırlardı. Bunları öyle alıştırdı.

Cebrâil aleyhisselâm bunu işitince üzüldü. “Dıhye bunların yanına hediyesiz gelmiyor da, ben nasıl gelirim” dedi. Elini uzatıp Cennetten bir salkım üzüm kopardı ve Hz. Hasan'a verdi. Bir daha uzattı, bir nar koparıp, onu da Hz. Hüseyin'e verdi.

Hz. Hasan ve Hüseyin hediyelerini alınca, Dıhye zannettikleri Cebrâil aleyhisselâmın yanından uzaklaştılar ve Mescid-i Nebevî'de oynamaya devam ettiler. Bu sırada mescidin kapısına, ak sakallı, elinde baston, toz-toprak içerisinde, beli bükülmüş ihtiyâr bir kimse gelip “Yavrularım, günlerdir açım, Allah rızâsı için yiyecek birşeyler verin.” dedi.

Hz. Hasan ve Hüseyin, biri üzümü, diğeri de narı yiyecekleri sırada, bir ihtiyârı böyle görünce, hemen yemekten vazgeçip ihtiyâra vermek için mescidin kapısına doğru yürüdüler. Tam verecekleri sırada Cebrâil aleyhisselâm gördü: “Durun, vermeyin o mel'ûna! O şeytandır. Cennet ni'metleri ona harâmdır “buyurarak şeytanı kovdu.


Heraklius'a davet mektubu 18.10.2006

Hazret-i Dıhye-i Kelbî Rumca'yı iyi bilirdi. Resûlullah efendimiz, onu Bizans'a sefîr olarak gönderdi. Resûlullah efendimiz Bizans Kayseri Heraklius'u İslâma da'vet için bir mektup yazdırdı. Bu mektubu yazdırdığı zaman Eshâb-ı kirâmdan ba'zıları dediler ki:

- Yâ Resûlallah! Rum tâifesi mührü olmayan bir mektubu okumazlar.

Bunun üzerine Resûlullah efendimiz emretti; gümüşten bir mühür kazdırıldı. Mührün üzerinde birinci satırda Muhammed, ikincide Resûl, üçüncü satırda Allah yazılı idi. Mektubu bu mühürle mühürledi ve Dıhye'ye verdi.

Hz. Dıhye, mektubu Bizans Kayserine sunması için, Busrâ'daki Gassân emîri Hâris'e başvurdu. Hâris de, Dıhye'yi Heraklius'a götürmesi için Adiy bin Hâtem'i vazîfelendirdi.

Adiy bin Hâtem de Dıhye'yi alıp, Kudüs'e götürdü. Bu sırada Heraklius da Kudüs'te bulunuyordu. Heraklius; eğer İranlılar üzerine galip olurlarsa, Humus'tan Kudüs'e kadar yürüyeceğini adamıştı. Heraklius, İran ordularını yenince adağını yerine getirmek için; Humus'tan yaya olarak yola çıkmış, yoluna halılar serilmiş, kokular serpilmiş ve bu hâl ile Kudüs'e ulaşmış, adağını yerine getirmişti.

Dıhye, Heraklius'tan sonra Kudüs'e vardı ve Heraklius ile görüşmek için temaslarda bulundu. İmparatorun adamları kendisine dediler ki:

- Kayser'in huzuruna çıktığın zaman başını eğip yürüyeceksin ve yaklaşınca da yere kapanıp secde edeceksin. Secdeden kalkmana izin vermedikçe de aslâ başını yerden kaldırmayacaksın.

Bu sözler, Dıhye'ye ağır geldi ve onlara şunları söyledi:

- Biz Müslümanlar, Allahü teâlâdan başka hiçbir kimseye secde etmeyiz. Hem insanın insana secde etmesi, insanın yaratılışına terstir.

Bunun üzerine Kayser'in adamları dediler ki:

- O hâlde Kayser, getirdiğin mektubu hiçbir zaman kabûl etmez ve seni huzurundan kovar.

- Bizim Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâm başkasının, kendisine değil secde etmesine; önünde eğilmesine bile müsâade etmez. Kendisiyle görüşmek isteyen, köle bile olsa; ona ilgi gösterir, huzuruna alır, derdini dinler, sıkıntısını giderir, gönlünü alır. Bunun için Ona tâbi olanların hepsi hürdür, şereflidir. (Devamı yarın)

Müslüman ol ki, selâmet bulasın!” 19.10.2006

Resulullahın davet mektubunu götüren Hz.Dıhye-i Kelbî'nin, Rum Kayser'inin huzurunda eğilmeyeceğini belirtmesi üzerine, orada bulunan adamlarından biri dedi ki:

- Mâdem ki Kayser'e secde etmeyeceksin, o hâlde üzerine aldığın vazîfeyi yerine getirebilmen için sana başka bir yol göstereyim. Kayser'in, sarayının önünde dinlendiği bir yer var. Her gün öğleden sonra bu avluya çıkar, oraları dolaşır. Orada bir minber vardır. Onun üzerinde herhangi bir şikâyet veya yazı varsa, önce onu alır okur, sonra istirâhat eder.

Sen de şimdi git, hemen mektubu o minbere koy ve dışarda bekle. Mektubu görünce, seni çağırtır. O zaman vazîfeni yerine getirirsin.

Bunun üzerine Hz. Dıhye mektubu söylenen yere bıraktı. Heraklius mektubu aldı. Tercüman, Resûlullahın mektubunu okumaya başladı. “Bismillâhirrahmânirrahîm. Allahın Resûlü Muhammed'den Rumların büyüğü Heraklius'a” diye başlandığını görünce, Heraklius'un kardeşinin oğlu Yennak, çok kızdı. Heraklius, ne yaptığını sordu. O da dedi ki:

- Görmüyor musun? Mektuba hem senin isminden önce kendi ismi ile başlamış, hem de senin hükümdâr olduğunu söylemeyip, “Rumların büyüğü Heraklius'a” demiş. Niçin “Rumların hükümdârı” diye yazmamış. Bunun üzerine Heraklius şöyle cevap verdi:

- Vallahi sen, ya çok akılsızsın veya koca bir delisin. Senin böyle olduğunu bilmiyordum. Ben daha mektubun içinde ne olduğuna bakmadan, yırtıp atmak mı istiyorsun? Hayatıma yemîn ederim ki, eğer O, söylediği gibi Resûlullah ise, mektubuna benim ismimden önce kendi ismini yazmakta ve beni Rumların büyüğü diye anmakta haklıdır. Ben ancak onların sahibiyim, hükümdârları değilim.

Hıristiyan âlimlerinin reisi ve kendisinin müşâviri olan Uskuf isimli kimseyi çağırttı ve mektup okundu. Mektubun devamı şöyleydi: “Allahü teâlânın hidâyetine tâbi' olana selâm olsun. Bundan sonra; ben seni İslâma da'vet ederim. Müslüman ol ki, selâmet bulasın! Allahü teâlâ sana iki kat ecir versin. Eğer yüz çevirirsen bütün Hıristiyanların vebâli senin üzerinedir. Ey kitap ehli, sizin ve bizim aramızda bir olan söze gelin; Allahü teâlâdan başkasına ibâdet etmeyelim ve O'na hiçbir şeyi ortak koşmayalım. Allahü teâlâyı bırakıp ba'zılarımız ba'zılarını Rab edinmesinler. Eğer bu sözden yüz çevirirlerse “Şâhid olunuz, biz Müslümanız!” deyiniz.” (Dvamı yarın)
Bu beklediğimiz Peygamber!” 20.10.2006

Hazret-i Dıhye’nin getirdiği Resûlullahın davet mektubunu okunurken Heraklius'un alnından ter taneleri dökülüyordu. Mektup bitince dedi ki: “Hz. Süleyman'dan sonra ben böyle “Bismillâhirrahmânirrahîm” diye başlıyan bir mektup görmemiştim. “

Heraklius, Uskuf'a bu mes'eledeki fikrini sordu. O da dedi ki:

- Vallahi O, Mûsâ ve Îsâ aleyhimesselâmın bize geleceğini müjdelediği, beklediğimiz Peygamberdir. Zaten biz Onun gelmesini bekliyorduk. Ona tâbi olmanı uygun görürüm.

- Ben senin dediğin şeyi çok iyi biliyorum. Fakat Ona tâbi olup, Müslüman olmaya gücüm yetmez. Çünkü hem hükümdârlığım gider, hem de beni öldürürler.

Bundan sonra Dıhye’yi çağırttı. Hz. Dıhye dedi ki:

- Aramızda bir zât zuhûr etti. Peygamber olduğunu beyân etti. Halkın bir kısmı Ona tâbi olmaktadır. Bir kısmı da karşı koymaktadır. Aralarında çarpışmalar vuku bulmuştur.

Bundan sonra Heraklius, Peygamber efendimiz hakkında araştırma yapmaya başladı. Şam vâlisine emir verip Peygamber efendimizin kavminden bir kişiyi muhakkak bulmalarını emretti. Bu arada kendisinin dostu olan ve İbranice bilen Roma'daki bir âlime de mektup yazıp, bu mes'eleyi sordu. Roma'daki dostundan, bahsettiği zâtın âhır zaman Peygamberi olduğunu bildiren bir mektup geldi. Bu arada Şam vâlisi, ticâret için Şam'a giden bir Kureyş kervanını buldu. Bunların içinde Ebû Süfyân da vardı. Vâli, Ebû Süfyân'la yanındakileri Şam'a götürüp, Heraklius'un yanına çıkardı.

Bu sırada Heraklius Kudüs'te bir kilisede idi. Vezirleriyle beraber oturmuş ve başına tâcını giymişti. Heraklius, Ebû Süfyân ve yanındaki otuz kadar Mekkeliyi burada kabûl etti. Peygamber efendimiz hakkında ba'zı sorular sorup cevabını aldıktan sonra, tekrar sordu:

- O size neyi emrediyor?

Ebû Süfyân hiç gizlemeden şu cevabı verdi:

- Yalnız bir Allaha ibâdet etmeyi, O'na hiçbir şeyi ortak koşmamayı emrediyor, atalarımızın taptığı putlara tapmaktan bizi men ediyor. Namaz kılmayı, doğru olmayı, fakîrlere yardım etmeyi, harâmlardan sakınmayı, ahde vefâyı, emânete hıyânet etmemeyi, akrabâyı ziyâret etmeyi emrediyor. (Devamı yarın)

Beni öldürmelerinden korkuyorum!” 21.10.2006

Rum hükümdarı Heraklius, Resulullahın davet mektubundan ve O’nun hakkında söylenenlerden çok etkilenmişti. Rum papazlar bundan endişe düymaya başlamışlardı. Diğerlerini çzıkartıktan sonra hükümdar Hz. Dıhye’yi çağırttı.Hz. Dıhye, o mübârek güzel yüzü ile Heraklius'un karşısına geçip, tatlı sesi ile dedi ki:

“Ey Kayser beni sana, Humus'tan Hâris adlı bir kimse gönderdi ki, o, senden hayırlıdır. Allahü teâlâya yemîn ederim ki, beni ona gönderen zât, ya'nî Resûlullah ise, hem ondan, hem de senden daha hayırlıdır. Sözlerimi alçakgönüllülükle dinleyip, verilen nasîhatleri kabûl et! Çünkü alçakgönüllülük edersen nasîhatları anlarsın. Nasîhatları kabûl etmezsen insaflı olamazsın.

Ben seni, Mesîh'in kendisine namaz kılmış olduğu Allaha da'vet ediyorum. Seni, önceden Mûsâ'nın, ondan sonra Îsâ'nın geleceğini müjdeleyip haber verdiği şu Ümmî Peygambere îmâna da'vet ediyorum. Eğer bu husûsta bir şey biliyor, dünya ve âhıret saâdetini kazanmak istiyorsan, onları gözlerinin önüne getir. Yoksa âhıret saâdetini elinden kaçırır, dünyada küfür ve şirk içinde kalırsın. Şunu da iyi bil ki, senin Rabbin olan Allah, zâlimleri helâk edici ve ni'metleri değiştiricidir.”

Heraklius, Peygamberimizin mektubunu okuyunca, öpüp gözlerine sürdü ve başına koydu. Sonra da şöyle dedi:

- Ben, ne elime geçen bir yazıyı okumadan, ne de yanıma gelen bir âlimden bilmediklerimi sorup öğrenmeden bırakmam. Böylece hayır ve iyilik görürüm. Sen bana hakîkatı düşünüp buluncaya kadar mühlet ver.

Heraklius daha sonra Hz. Dıhye'yi tekrar yanına çağırıp başbaşa konuştu. Kalbinde olanı izhâr etti. Dedi ki:

- Ben biliyorum ki seni gönderen Zât, kitaplarda geleceği müjdelenen ve gelmesi beklenen âhır zaman Peygamberidir. Yalnız ben Ona uyarsam; Rumların beni öldürmesinden korkuyorum.

Onların içinde en büyük âlimleri ve benden daha ziyâde itibâr gösterdikleri bir kimse vardır ki, Dağatır derler. Seni ona göndereyim. Bütün Hıristiyanlar ona tâbi'dir. Eğer o îmân ederse, bütün hepsi ona uyup îmân ederler. Ben de o zaman kalbimde olanı ve i'tikâdımı açığa vururum.

Bundan sonra Heraklius bir mektup yazdı ve Hz. Dıhye'ye verip, Dağatır'a gönderdi. (Devamı yarın)

Vallahi O bir Peygamberdir!” 22.10.2006

Hazreti Dıhye, Resulullahın ve Heraklius'un mektubunu Dağatır'a götürdü. Dağatır, Peygamberimizin mektubunu okuyup, vasıflarını işitince;

- Vallahi senin sahibin, Allah tarafından gönderilmiş bir peygamberdir. Biz Onun sıfatlarını tanıyoruz. İsmini de kitaplarımızda yazılı bulduk, dedi ve îmân etti.

Bundan sonra Dağatır evine gitti ve her pazar yaptığı va'zlara üç hafta çıkmadı. Hıristiyanlar bağırıyorlardı: “Dağatır'a ne oluyor ki, dışarı çıkmıyor, onu istiyoruz!”

Dağatır üzerindeki siyah papaz elbisesini çıkardı. Beyaz bir elbise giydi ve eline âsâsını alıp kiliseye geldi. Hıristiyanları topladı. Ayağa kalkıp dedi ki: “Ey Hırıstiyanlar! Biliniz ki bize Ahmed'den mektup geldi. Bizi hak dîne da'vet etmiş. Ben açıkça biliyor ve inanıyorum ki, O, Allahü teâlânın hak peygamberidir.”

Hıristiyanlar bunu işitince, hepsi Dağatır'ın üzerine hücûm ettiler ve onu döverek şehîd ettiler. Hz. Dıhye gelip, durumu Heraklius'a haber verdi. Heraklius da bunun üzerine dedi ki:

- Ben sana söylemedim mi? Dağatır, Hırıstiyanlar katında benden daha sevgili ve azîzdir. Eğer duysalar beni de onun gibi katlederler.Heraklius Humus'taki köşkünde, Rumların büyüklerini çağırtıp, kapıların kapatılmasını emretti. Sonra yüksek bir yere çıktı ve onlara dedi ki:

- Ey Rum cemâ'atı, ben sizleri hayırlı bir iş için topladım. Bana Muhammed'in mektubu geldi. Beni İslâm dînine da'vet ediyor. Vallahi O, gelmesini bekleyip durduğumuz, kitaplarımızda kendisini yazılı bulduğumuz ve alâmetlerini bildiğimiz Peygamberdir. Geliniz Ona tâbi olalım da dünyada ve âhırette selâmet bulalım.

Bunun üzerine herkes kötü sözler söyleyip homurdanarak dışarı çıkmak için kapılara koştular. Fakat kapılar kapalı olduğu için bir yere gidemediler. Heraklius Rumların bu hareketlerini görüp, İslâmiyetten böyle kaçındıklarını anlayınca, öldürülmesinden korktu ve;

- Ey Rum cemâ'ati, benim biraz önce söylediğim sözler, sizlerin, dîninize olan bağlılığınızı ölçmek içindi. Dîninize bağlılığınızı ve beni sevindiren davranışınızı şimdi gözlerimle gördüm, dedi.

Bunun üzerine Rumlar Heraklius'a secde ettiler. Köşkün kapıları açıldı ve çıkıp gittiler. Heraklius, Hz. Dıhye'yi çağırıp olanları anlattı. Bahşişler, hediyeler verdi. Peygamberimize bir mektup yazdı. Mektubu ve hazırlattığı hediyeleri Hz. Dıhye ile Peygamberimize gönderdi. (Devamı yarın)


Yüklə 2,77 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   19   20   21   22   23   24   25   26   ...   44




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin