Zamanla dînî hayât zayıflayıp, Müslümanlar îmân-sızlık batağına doğru gitmeye başlayınca, bu durum değişir. Mecelle'nin 39'uncu maddesindeki, "Zamanın değişmesiyle hükümlerin değişmesi" gerçeği yürürlüğe girer. Yani, tarikata girebilmek için önceden aranan şartların ve imtihanların hepsi kaldırılır. "Evliya yetiştirme mektepleri olan tarîkatler, artık îmân kurtarma mektepleri" hâline gelir. Bu dönemde, eskiden olduğu gibi, mür-
3EYYİD ABDÜLHAKÎM el-HÜSEYNÎ
219
şid arayan müridler yerine, mürid arayan mürşidler vardır. Abdühakîm Efendi, bu durumu şöyle ifâde eder:
-"Eskiden insanlar yıllarca gezer, kendilerine şeyh arardı. Şimdi, Şâh-ı Hazne kapı kapı dolaşıp Müslümanları, imanlarının kurtulması için çağırıyor ve topluyor...
... Şâh-ı Hazne, Ümmet-i Muhammed'in îmânını kurtarmaya çalışıyor. Yoksa bu zamanda tarikat meselesi diye birşey olmuyor. Şimdi bir oyalamadır yapıyoruz. Maksâd îmân kurtarmaktır. Tam hidâyet Mehdî'nin zamanında olacaktır."
Gerçekten de eskiden tarîkate girenlerin çoğu dîni tam yaşayan ve bilen âlim, fâzıl kişilerdi. Abdülhakîm Efendi'nin sohbetlerinden feyz alanların ekseriyetini ise, dinden hiç haberi olmayan eşkıya, esrarkeş, kumarbaz ve sarhoş kimseler teşkil ediyordu. O'na bağlananların büyük çoğunluğu gayr-ı meşru bir hayâttan kopup geliyordu. O'nun kapısına ayak bastıktan sonra da hayâtlarını tamamen değiştiriyor; tersine çeviriyorlardı. Hamido ve Celilo isimleriyle meşhur olmuş eşkıyalar bunlardan sâdece birkaçıydı. Abdülhakîm Efendi'nin sohbetleriyle bu zâtlar, eski hayâtlarından tamamen çekilerek tertemiz bir ömür yaşamışlardır.
HÂLLERİ
Şâh-ı Hazne diye bilinip sevilen mürşidi ve hocası, Kur'ân'a ve Rasûlullah'ın sünnetine son derece bağlı bir zâttı. Daha ilk günden itibaren Abdülhakîm Efendi'ye, "Molla Abdülhakîm" diye hitâb etmiş, böylece onun ilim ve irfanını takdir ettiğini göstermişti. Zamanla bu takdiri
220
HATME-İ HÂCEGÂN SULTANLARI
SEYYİD ABDÜLHAKÎM el-HÜSEYNÎ
221
gittikçe artmış, hattâ bir gün Abdülhakîm Efendi'yi çağırıp Hazne'nin dışına kadar götürdükten sonra, ona şöyle demişti:
-"Benim soracaklarıma doğru cevap vereceğine yemin et!"
-"Sen şer'î ilimlerde âlimsin. Söyle bakayım; bende Kur'ân ve sünnete aykırı, ne gibi hareketler görüyorsun? Yemîn ettin, söylemek mecbûriyetindesin... Söyle bana, hâlimi bileyim..."
Abdülhakîm Efendi üstadının bu sözleri karşısında yaşlı gözlerle ve boğazına tıkanan hıçkırıklarla tekrar yemîn ederek, böyle bir hâlini görmediğini ifâde eder. Bunun üzerine, Ahmed Haznevî Hazretleri, Allah'a hamd-ü senalar ederek sevincini gösterir.
SOHBETLERİ
Abdülhakîm Efendi'nin sohbetlerinde en çok bahsettiği mevzu, nefsin hilelerinden ve şeytanın tuzaklarından kurtulabilmek için başvurulacak İslâmî usûllere aittir:
-"insan Allah'ı terkederse, Allah da insanı terkeder. İnsanın kalbi mahzun olmalı, Rabbine yalvarış, rica ve tazarru içinde bulunmalıdır. Kişi ne kadar mahzun, ne kadar nefsinden ve benliğinden uzaklaşmışsa, Allah'ın yanında o kadar makbul ve yüksektir. Zâlim olan, zulüm eden kişinin, zevk ve sefa peşinde olan kişinin, haliyle Allah'tan haberi olmaz.
İnsanın kalbi dâima Allah'a bağlı olmalı; dâima Allah, insanın aklından fikrinden çıkmamalı.
...Radyo evi çalıştığı zaman, nasıl her radyodan ses çıkar; bozuk veya arızalı olduğunda da akşama kadar radyoyu açık bıraksan hiç ses gelmezse, işte kalb de aynen böyledir. Radyo evi, vücûdun merkezidir. Kalp, Allah'ın zikrini yaptığı zaman bütün vücûd da onunla zikir yapar. Şayet kalb ölmüşse, vücûd da ölüdür.
... İnsan fakîr olmalıdır. Rabbü'l-Âlemîn fakirleri sever. Fakirlikten kasıt, nefs ve benlikten fakirliktir. Dünyâ malından dolayı fakirlik değil...
İnsanın nefs ve benliğini yok etmesi lâzımdır. Nefsini gören, kendinde büyüklük hisseden kimseyi Rabbü'l-Âlemîn sevmez. Şeytanın küfre gitmesinin sebebi, nefsini büyük görmesi değil miydi?
...İnsanın ayağı dâima nefsin göğsü üzerinde bulunmalıdır ki, baş kaldırmaya gücü yetmesin. İnsan kendini aşağı ve noksan görünce nefs ölür. Nefsin düşmanlığı çok büyüktür. Firavun, Şeddâd, Karun gibilerin felâketlerine nefisleri sebeb oldu. Çünkü büyüyen nefisleri, büyük iddialara kalkıştılar. Kendileri boş bir dâva güttüklerini, ilâh olmadıklarını ve Allah'tan uzak olduklarını bildikleri hâlde, nefislerinin ilahlık dâvasına boyun eğdiler. Çünkü nefisleri o kadar büyümüştü ki, kendilerine hâkim olmuştu.
...İnsanın ameli, ibâdetini görmemesi, hep günâhlarını görmesi lâzımdır. İnsan, bir şey olmadığını bilmelidir. Hayrını, amelini, ibâdetini değil, hep günâhlarını göz önünde tutmalıdır. Çünkü insan amel ve ibâdetini görünce, kendinde nefs meydana gelir; nefsi kabarır.
222
HATME-İ HÂCEGÂN SULTANLARI
SEYYİD ABDÜLHAKÎM el-HÜSEYNÎ
223
...İnsan hep iyiterle bulunmalı, iyilerle arkadaşlık yapmalıdır. İyilerle bulunmanın menfaati ebediyete kadar devam eder. İste Ashâb-ı Kehfin köpeği. Köpek olması münâsebetiyle haram, necisü'l-ayndır. Islakken dokunduğu yerin temizlenmesi için yedi defa yıkamak lâzım gelir. Çünkü haramdır. Fakat iyilerle kaldığı için, Allahu Teâlâ onu, beraber kaldığı iyilerin hürmetine Cennetlik yaptı. Haram ve necisü'l-ayn olduğu hâlde Cennetlik oldu ve Cennette de iyilerle bulunacak.
Halbuki Nuh Peygemberin oğlu, Ulu'l-Azm bir Pey-bember oğlu olduğu hâlde kâfirlerle arkadaşlık yapıp onlarla beraber bulunduğu için îmânını kaybetti. Rab-bül-Âlemîn de onu kâfirler zümresinden yazdı. Peygamber oğlu olduğu hâlde kâfirlerle arkadaşlık yapmasından dolayı son nefeste küfür üzerine, imansız olarak gitti ve Cehennemlik oldu. Öte taraftan haram olan bir köpek ise Cennetlik oldu. Çünkü iyilerle beraberdi, onlardan ayrılmadı.
Bu mevzuda Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz şöyle buyuruyor:
-"İnsan her kimi seviyorsa Kıyâmet'te de onunla beraber haşr olacak, kiminle arkadaşsa Haşir'de de onunla arkadaş olacaktır."44
...İnsanı helake götüren nefsidir. Firavun, Şeddâd ve Karun gibi ilâhlık dâvasında bulunan ve helake gidenler, hep nefsleri yüzünden bu felâketlere uğradılar, o hâllere düştüler. Nefsleri büyüdü, büyüdü, sonunda ilâhlık
44 Buhari K. Fedâilu's-Sahabe no: 3688, Müslim K. Birr no: 6652-6662.
dâvasına kalkıştı. Çünkü nefs, kendinden üstün hiçbir varlığın bulunmasını istemez. Büyüyüp bütün benliği kuşatıp elde etmek için hiçbir şey kalmayınca, hâşâ, ilâhlık dâva etmeye başlar. İşte onlar da haddini aşmış, azgınlaşmış nefislerinin iddiasına uydular. Sanki Firavun kendinin Allah olmadığını bilmiyor mu idi? Biliyordu tabiî, söylediklerinin aslı olmadığını çok iyi biliyordu. Fakat, maalesef büyüyen ve büyük iddialara kalkışan nefsine kendisi de uyuyordu. Çünkü nefsi, o kadar büyümüştü."
"Bir maneviyat ehline sormuşlar: "İşiniz nedir, san'atınız nedir, siz ne yaparsınız?" diye. Demiş ki: "Bizim işimiz çözmek ve bağlamaktır." "Nasıl çözmek ve bağlamak Kurban?" diye sorduklarında şöyle cevap vermişti: "Biz, bize gelenlerin kalblerini dünyâdan gözer, Âhirete bağlarız."
VEFATI
Abdülhakîm Efendi, hep aynı yerde kalmamış, ikâmetgâhını devamlı değiştirmiştir. Tarûnî ve Bilvanis köylerinden sonra Bitlis'in Narlıdere nahiyesine, oradan da Siirt'in Kozluk kazasına bağlı Gadir köyüne yerleşmiştir. Oradan da Şehiri'ye gelen Abdülhakîm Efendi'nin son durağı Adıyaman ilinin Kâhta kazasına bağlı Menzil köyü olmuştur. Her gittiği yerde yaptırdığı camiler etrafında bir dinî şuur ve heyecan halkası teşekkül ediyordu. Bir yıl kadar kaldığı Menzilde hastalanarak tedavi için önce Diyarbakır'a, oradan da Ankara'ya nakledildi. Burada bâzı siyâset adamları ve parlamenterler kendisini ziyaret ederek duasını istediler. O da:
224
HATME-İ HÂCEGÂN SULTANLARI
-"Hâlis niyetle din-i mübîne her kim hizmet etmek isterse, Allahu Teâlâ onu muvaffak kılsın!.."d'\ye dua etti.
Ankara'da yapılan ameliyattan sonra çok yaşamadı ve 25 Mayıs 1972 târihinde vefat etti. Cenazesi Adıyaman'ın Menzil köyüne götürülerek defnedildi.
Aslında, daha hastalanmadan önce, şimdiki türbesinin yerini, etrafına taşlar dizerek işaretlemişti. Diyarbakır'a götürüldüğü zaman, vefatının yakın olduğunu, üstadına hitaben söylediği Farsça bir beyitle ifâde etmişti: Meâlen:
"Sizinle aramızda hayât kaya gibi bir engeldir. Buluşmamız ne zaman ey Gülüm..."
Kendisinden sonra irşadı, halîfesi ve oğlu Seyyid Muhammed Râşid tarafından devam etmiş ve bereketli ellerinde niceleri tevbe ve ıslâh-ı hâl etmiştir. Allahu Teâlâ onlardan razı olsun.
NASİHATLERİ
Zamanımızda yol göstericiler az olduğu için gençlerimizin isyanı fazla olmuştur. Bugün vaaz ve nasihat eden kimseler çoktur, ama hakîkî saadet yolunu gösteren rehberler azdır."
"Tevbe geçmiş günâhları pişmanlıkla terk etmek ve gelecekte yapmamaya azmetmektir. İşte bu hâl, insana güzel ahlâk ve haslet kazandırır. Bu hasletlere tevbenin şartları denir.
Birincisi: İkinci bir seferde günâh işlememektir ki, farzdır.
İkincisi: Tutulduğu günâhları terketmek ve işlediği için üzülmektir.
Üçüncüsü: Allahu Teâlâ'ya yönelip kazası gereken keffâretini vermek, kul hakkına ait iadesi gerekeni yerine vermektir.
Dördüncüsü: Yaptığından pişmanlık duymak ve hattâ ağlayarak suçunu idrâk etmektir.
Beşincisi: İstikâmeti düzeltmek için bütün tedbîrleri almak, bi'l-fiil istikâmet yoluna girmek, ölünceye kadar istikâmetten ayrılmamayı azimle kasd eylemektir. Altıncısı: Günâhların akıbetinden korkmaktır. Yedincisi: Günâhlardan vaz geçtiği için affedilmeyi ve Cenâb-ı Hakk'ın mağfiretini ümîd etmektir.
Sekizincisi: Dergâh-ı İlâhiyede günâhlarını i'tirâf edip affını taleb etmektir.
Dokuzuncusu: Günâhları Allahu Teâlâ'nın takdiri ve adaleti ile olmuş bilmek ve Allahu Teâlâ'nın tevbeyi na-sîb ettiğine inanmaktır.
Onuncusu: Salih amellere devam etmektir. "İnsanın kalbi dâima Allahu Teâlâ'ya bağlı olmalı, Allah insanın aklından, fikrinden hiç çıkmamalıdır. İnsanın kalbi hem mahzun olmalı, hem de Rabbine yalvarış içinde bulunmalıdır. Kişi ne kadar mahzun, ne kadar nefsinden ve benliğinden uzaklaşmışsa, Allahu Teâlâ'nın yanında o kadar makbul ve yüksektir."
"Zâlim olan, zulm eden, zevk ve sefa peşinde koşan kişinin, elbette Allahu Teâlâ'dan haberi olmaz."
226
HATME-İ HÂCEGÂN SULTANLARI
Dedi ki: İnsanın iyi amellerini ve ibâdetlerini görmemesi, hep günâhlarını görmesi lâzımdır."
"İnsan birşey olmadığını bilmelidir. Hayrını, amelini, ibâdetini değil; hep günâhlarını göz önünde tutmalıdır. Çünkü insan, amel ve ibâdetini görünce nefsi kabarır. İnsanı felâkete götüren nefsidir."
Nurşîn medreselerinde başlayan ilmî hayâtı Suriye'de devam edip Adıyaman'da noktalanan Abdülhakîm Hüseynî Hazretleri "Menzil" mektebinin kurucusudur.
"Gavs" olarak anılan Abdülhakîm Hüseynî Hazretlerinin sohbetlerinde aşk ve cezbe hâli, sözlerinde letafet ve hikmet hâkimdi.
Talebelerinin; "Bize öyle nasîhatta bulununuz ki, dünyâ ve Âhiretimizin kurtuluşuna vesile olsun," sözlerine şöyle mukabelede bulundu.
-"Kurtuluş için hürriyet ve iffete dikkat edin! Hürriyet, Allahu Teâlâ'dan başka bir sebebe bağlanmamaktadır. Umum işlerde sebeplere değil, sebeperi yaratana dayanmak, kulun ilk kurtuluş kapısıdır. İffet ise kendi nefsi ve başkasının hesabına değil, söz, hareket, amel, niyet ve özde yalnız Allah hesabına göre olmaktır."
Gavs-ı bi'l-Vânis-i Abdülhakîm Hüseynî Hazretlerinin sohbetlerinden bazıları da şöyleydi: "İnsanın bedeninde bulunan letâifler, asıllarına yükselip birleşmeden evvel nefse hizmet ederler. Nefste ise riyaset, şöhret gibi hastalıklar vardır. Nefs, kendi hâkimiyetinde bulunan letâif-lere hükmeder. Letâifler, bu durumda mecburen nefse uyarlar.
3EYYİD ABDÜLHAKÎM el-HÜSEYNÎ
227
Zikir ve rabıta ile letâifler aslî güzelliklerine döndükten sonra, nefsi yalnız kalır. Nefsin bu yalnızlığı, nefsin tabiatına ters düşer. İster istemez letâiflerin peşine düşer, onlara kavuşur. O zaman nefsin sıfatı değişir, iyilik üzere olur. Rabıta ne kadar müstakim/sağlam ve kuvvetli ise nefsde o kadar muhabbet üzere olur."
"İhlâs, hiçbir, sebep ve gaye olmaksızın, Allah'ın emir ve hükümlerini yalnız Allah rızâsı için yapmaktır. Yâni bütün gücünü, Allah yoluna sarfetmektir. Bu hâl üzerine sebatın zahirine takva, özüne de ihlâs denir. Bir örnek verelim: Kimin gayret ve düşüncesi midesine olursa kıymeti de ondan çıkan kadar olur. Malûmdur ki, hayatını şöhret ve şehvete harcayanın sonu hüsrandır."
"Teveccüh, insanın kalben Allah'a yönelmesidir. Malûm, insanın vücûdunda Allah'ı bilmek için sultanî bir kalb vardır. Bu kalb, yönünü çevirdiği taraftaki olup bitenlere vâkıftır. Kalben vâkıf olduğu bilgiler, böylece kalbde tecellî eder, görünür. Öyleyse kalbimizi Allah'a döndürmeliyiz. Bu vesile ile kalbde zikir, fikir hâsıl olsun. Hâsıl olan bu zikir ve fikir sayesinde insan, kalbini hayâlden, vehimden, vesveseden, her türlü şek ve şüpheden temizlesin. Biliniz ki halka yönelen kalp, Allah'tan uzaklaşır. Hakk'a yönelen kalpte ise İlâhî bir pencere açılır ve kendisine pencere açılan kişi, şarkta ve garbda nerede olursa olsun, izn-i İlâhî ile bütün âlemi müşahede edebilir."
"Bakınız, bu milletin başına ne geldiyse gafletten geldi. Şâh-ı Haznevî: "Gaflet kadar hiçbir kötü illet yoktur," derdi. Kimin başına ne geldiyse nefsinin hilelerinden gafil kaldığı için gelmiştir. Bir kişi, kendi kuvveti ile gafleti terk edemiyorsa edebe riâyet etsin. Şöyle ki, "Rabbim
228
HATME-İ HACEGÂN SULTANLARI
her an, her yerde beni görüyor," diye nefsini zorlamalıdır. Cünûb dahi olsanız, kalben "Allah Allah"diye zikrediniz. Böylece gaflet yok olur.
Bir kişi, Şeyh Şihâbüddîn Sühreverdî'ye:
-"Ey benim efendim, başımda iki belâ var. Birisi, amelimi terketsem tembellik bende galebe çalıyor. Diğeri de, amel ettiğim zaman bende riya ve kibir oluyor. Bu dertlerden kurtulamıyorum. Ne yapacağım?" diye sordu. Şeyh Şihâbüddîn:
-"Amele devam et, riya ve ucb için de istiğfara sarıl!" dedi. Şu bir gerçektir ki, şeyhsiz riyadan kurtuluş zordur.
Açık ve gizli edeblere dikkat ediniz. Abdestli olunuz. Günâh işlediğiniz an tevbeyi terketmeyiniz. Selef-i sâli-hînin eserlerini okuyunuz. Öğrendiğiniz şeriatı/dinin hükümlerini tatbik ediniz. Bilgili kişilerin sohbet ve nasihatini kabul ediniz. Böylece Allah'ın emirlerini yerine getirmeye gayret etmiş olursunuz. Bu saydıklarımız zahirî edeptir.
Bâtınî edeb ise kalbi mâsivâdan temizlemektir. Bu zamanda kalbi mâsivâdan kurtarmak çok zordur. Hafız Şirâzî: "Ey kişi! Seni dostundan geri bırakan neyse, onu kalbinle terket," diyor.
"Nefis, hayvânî bir kuvvettir. Bu hayvanî kuvveti idare eden his ve hareket ise kâmil bir lâtifedir. Bütün fenalıklar nefse nisbet edilir. Kalb melekleşmeye, nefs ise hayvanlaşmaya meyleder. İnsanın esas vazifesi şeriatı doğru anlayıp tatbik etmektir. Nefsin vazifesi, hayvânî ve fena ahlâkı terk ederek, mücâhede ile terbiye olup, güzel ahlâkla ahlâklanmaktır.
SEYYİD ABDÜLHAKÎM el-HÜSEYNÎ
229
Ruh dâima mârifet-i İlâhiyyeye meyillidir. Görevi ise kemâliyyettir. Sır latifesinin görevi, mâsivâyı terketmek-tir. Sır latifesi, Hâlik'ın kahrından rahmetine sığınır.
Hafi ise Cenâb-ı Hakk'tan feyzi celb ve kabul eder. Celb ettiği feyzi ruha akıtır. Ehfâ, sırrın da sırrıdır. Onda kulun hiçbir müdahalesi yoktur.
Nefsin zâtı ve maddesi değişmez, lâkin sıfatı terbiye olup değişir. Meselâ, Hz. Ömer (r.a) İslâm'dan önce cehalet döneminde kızlarını diri diri toprağa gömerdi. İslâm'ı kabul ettikten sonra aynı Ömer, halîfe olmasına rağmen, sırtına çuval yükleyerek, fakirlerin evlerine kadar ihtiyaç maddelerini taşımıştır. Her iki Ömer de aynıdır, sıfatları değişmiştir, zâtı ise aynıdır.
Nefs, zikir ve riyazetle terbiye olur. Râdiye ve merdi-ye makamına çıkar. Sonra her hayrın kaynağı ve menşei olur."
"Sıddikiyye ve Nakşibendiyye tarikatı demek; sünneti ihya edip bid'atları terk ederek temizlenmek ve metanetli bir şekilde zikretmektir. Şöyle de tarif edilir: Günâhları terk edip ihlâs üzere emir ve hükümleri yaparak, Al-lahu Teâlâ'ya müteveccih olmaktır. İşin başı, ehl-i sünnet ve'l-cemâat'ın itikadına, usûl ve kaidesine göre iti-kâd edip, yine ehl-i sünnet ve'l-cemâat mezhebiyle amel etmektir. Bunlar olmadan seyr ü sülük olmaz. Olan da Allah'a ulaşmaz."
SEYYİD MUHAMMED RÂŞİD el-HÜSEYNÎ
(Kuddise sırruhu)
3^JÎ jJJIj çJLîl y^ÜÎÎ fek* oj
Sultâni'l-müslimîn ve melâzi'l-müstecirîn ve tâci'l-mensûrîn ve muhibbi'l-mahbûbîn ve müşâri'l-müsteşirîn ve irşâdi'l-mürşidîn ve sırri's-sâdıkîn, bi hidâyeti rabbi'l-âlemîn, el-fâtihi künûze'l-ilmi ve'd-dîn, el-müstakırri bi'ş-şerîati'l-ğarrâ, muhyi't-tarîkati'n-Nakşibendiyyeti'l-bey-dâ, Mevlânâ Şeyhinel-Kâmili'l-Mükemmil Hazreti eş-Şeyh Seyyid Muhammed Râşid el-Hüseynî. (Kaddesaiiahu
Sırrahu)
Müslümanların sultanı, kurtuluş isteyenlerin sığınağı, ilahi yardıma ulaşanların tacı, sevgililerin sevgilisi, Rab-bül aleminin hidayet ve desteği ile istişare isteyenlere en güzel yolu gösteren, mürşitleri irşad eden, sâdıkların
232
HATME-İ HÂCEGÂN SULTANLARI
fVMMED RÂŞİD el-HÜSEYNÎ
233
sırrı, ilim ve din hazinelerin açıcısı, nurlu dini en güzel şekilde yaşayan ve hayata yerleştiren, parlak Nakşiben-diyye yolunu canlandıran, efendimiz, kamil-mükemmil şeyh, seyid Muhammed RAŞİD el-Hüseynî (Aiiah sımm yüceltsin)
Babası ve annesi tarafından "Seyyid", "Şeyda" ve "Sultân Hazretleri" ünvânlarıyla anıldı.
Babası : Gavs -ı Bilvânis Seyyid Abdülhakîm
el-Hüseynî
Doğum târihi : 23. 3. 1930 Doğum yeri : Siirt'in Baykan ilçesi Siyanüs köyü Vefatı : 22. 10. 1993
Kabr-i şerifi : Kâhta'nın Menzil köyünde
Babası zamanının Gavs'ı, Kutb-u Ferdi olduğu için ilk terbiye ve âdabını aile ocağında aldı. Rasûlullah sal-lallahu aleyhi ve sellem'in ahlakıyla ahlâklandı.
Dönemin meşhur âlimlerinden Molla Muhyiddîn, Molla Nasır, Molla Ramazân ve Molla Abdülbâki'den sarf, nahiv; mantık, belagat ve âlet ilimlerinin yanında tefsir, hadîs ve fıkıh dersleri aldı.
Tasavvufî ahlâk ve zikirle yetiştirilen Şeyda Hazretlerinin ömrü üç devreye ayrılabilir:
Birinci devre: 1968 yılına kadar olan ilimle meşguliyet.
İkinci devre: 1968-1972 yılları arasında devam eden tekke hizmeti.
Üçüncü devre: 1972'de şeyhi ve babası Abdülhakîm el-Hüseynî'nin vefatından sonra O'nun vasiyeti ve işa-
retleriyle başlayıp 22.10.1993'de vefatına kadar devam eden irşad faaliyeti.
İRŞADI
Rasûlullah'ın (s.a.v) ahlakıyla ahlâklanmayı kendine rehber edinmişti. Ahlâkı, şefkati, tevâzûsu, sükûnetiyle bir örnek şahsiyetti.
Şeyda Hazretleri, Allahu Teâlâ'nın Kıyâmet'e kadar açık tuttuğu tevbe kapısından herkesi tevbeye davet etti. Şeyda Hazretlerinin duası, niyazı ve Allah indindeki kıymeti ve bereketiyle binlerce insan tevbekâr oldu. Kalbi İslâm'a ısındı. Türk, kurt, laz, çerkes, yurtiçi ve dışından her meslek ve her meşrepten insan onun ziyaretçisi oldu.
Şeyda hazretleri, bâtınî/mânevî ilimde büyük tasarrufa sahip olduğu gibi, ilmi zahirde de büyük pay sahibi idi. Tarikat ve tasavvufun âdabına göre seyr-ü sülûkünü tamamlayıp ve irşâd makamına ulaşmış kâmil ve mükem-mil bir zâttı. Bu özellikleriyle bir cazibe merkezi, bir kutup olarak insanlara feyiz dağıttı.
İnsanlar, Şeyda Hazretleri hiç konuşmadığı hâlde etrafında toplanıyorlardı. Bu da O'nun bir himmet, feyz ve bereket kaynağı olduğunu gösteriyor. Bu durum bir ha-dîs-i kudsîde şöyle beyân edilir:
-"Allah bir kulunu sevdiği zaman Cebrail'i çağırır ve buyurur ki: Yâ Cebrail! Ben filan insanı seviyorum. Sen de bu insanı sev. Cebrail aleyhisseiâm da o insanı sever. Sonra Cebrail aleyhisseiâm melekleri çağırır ve onlara der ki: Cenâb-ı Mevlâ celle celâlühû filan kulunu se-
234
HATME-İ HÂCEGÂN SULTANLARI
i
viyor, siz de seviniz. Ve sonra gök ehli o adamı sever. Yani herkes onu kabul eder.
Daha sonra Cebrail aleyhisselâm yeryüzündekilere seslenir. Çağırır der ki; Allah filan kulunu sevmiştir. Siz de Allah'ın sevdiği bu kulu sevin. Allah yolunda olan sâ-lih kullar da o kişiyi severler."45
Şeyda Hazretleri insanları önce tevbeye davet ederdi. O'nun yanına varan insanlar önce tevbe ederlerdi. Fazla kalabalıktan dolayı tek tek tevbe çok zor olup, vakit yetmediği için iki elini uzatarak, sığabildiği kadar insana grup grup tevbe veriyordu.
Şeyda Hazretlerinin en belirgin özelliklerinden birisi, irşadının sessiz, sözsüz ve sohbetsiz olmasıydı. Mürid-lerini sükût ve nazarla terbiye eder, görünüş, hâl ve hey-betiyle Allah'ı hatırlatır, yaşayışı ile itaati sevdirir, istikâ-metiyle insanları Âhiret'e yöneltirdi. Konuşması çok azdı. Sorulan soru ve müşkillere cevap verir, lüzum hissettikçe genel ve özel uyarılarda bulunurdu.
Şeyda Hazretleri ilim tahsil edenleri ve ilim öğretenleri çok severdi. İlim tahsili hususunda kişinin kendi cemâatinden olup olmadığına bakmazdı.
Üç türlü zikir telkin ederdi:
1) Kalb zikri: Müride önce beşbin kalb virdi başlatırdı. Bu virdde "Allah" zikri çektirirdi. Bu zikir beşbin ile yirmi bir bin arasında devam ederdi.
tİD MUHAMMED RÂŞİD el-HÜSEYNÎ
235
45 Buhari, Edeb, 41; Müslim, Birr, 48; ibnu Hibban, Sahih, I, 291. Ahmed b. HanbelMüsned 2/341.
2) Letâif zikri: Müridde letâif zikirine geçiş alâmet ve istidadını görünce, ona letâif zikrini tarif ve telkin ederdi. Letâif zikri yirmi üç ile yüz bir bin arasında çekiliyordu. İnsan vücûdunda belirli yerlerde bulunan ve âlem-i emirden olan, mânevi hasseler ve merkezler vardır ki bunlar; kalb, ruh, sır, hafi, ahfâve nefs-i natıkadır. Zikir, bu merkezler üzerinde, mürşidin tarif ve kontrolü ile çekilir.
3) Nefy ü isbât (lâ ilahe illallah) zikri: Bunun usûlü, mürid letâif zikrinde muvaffak olup, nefy ü isbât ve hat-me-i tehlîl zikrine istidâd gösterdiğinde Hazret, nefy ü isbât zikrini tarif ederdi ki, bu zikir, zikirlerin en efdalidir. Hadîs-i şerifte, "Zikirlerin en efdali lâ ilahe illallah zikridir,"46 buyurmuştur.
Şeyda Hazretlerinin irşâd ve terbiyesi genelde üç kesime hitab ediyordu. O'nun kapısına sâdece Türkiye'den değil diğer İslâm ülkeleri ve dünyânın her kesiminden insanlar akın akın koşmuşlardı.
Allahu Teâlâ'nın Kıyamete kadar açık tuttuğu tevbe kapısından kim gelirse gelsin, kılık-kıyâfetine, şekline şemailine değil tevbe niyetine bakıyor, kendisine uzatılan elleri boş çevirmiyordu. Herkese tevbe veriyordu. Genelde üç kesime hitâb ediyordu:
1- İslâm'ı hiç bilmeyen veyahut tamamen günâhlara dalmış insanlar. Şeyda Hazretleri bunlara tevbe telkin ederek onları İslâm ve îmân dâiresine çekerek, farzları yapmaya ve haramlardan kaçmaya sevkediyordu.
46 Tirmizi 5/3383, ibni Mace 2/2760, Ahmed b. Hanbel Müsned 5/277-279-284, Suyûtî Câmiu's-Sağîr No: 1253.
236
HATME-İ HÂCEGÂN SULTANLARI
2- Akidesi düzgün, ama gaflette yaşayan mü'min-le-ri, velayet nuru ve zikir telkini ile amel-i sâlih işlemeye sevkedip ihlâs ve ibâdetlerini, hizmet ve cihâdlarını artırıyordu.
3 - Aşk ve muhabbet ehli, kaabiliyetli Müslümanları seyr-ü sülük yaptırarak ihsan derecesinde kâmil Müslüman yetiştiriyordu.
Hayâtına yapılan suikast onu irşadından alıkoymadığı gibi, sürgünler ve baskılar o nurun etrafında insanların çevrelenmesini, îmâna ve İslâm'a susayan günahkâr gönüllerin arındırılmasını engelleyemedi.
Bir ömrü, Sünnet-i Şerife ve yüce dine tam bir ittiba ile tamamladı; Nakşibendiyye tarikatının ihyâsı ve tâlimine harcadı.
HÂLLERİ
Gavs Âbdülhakîm Hüseynî Hazretleri vefat etmeden önce "Elhamdülillah, kendimizden büyük bir şeyh bıraktık. Râşid bizden büyüktür," diyerek, Şeyda Hazretlerinin manevî yönden yüceliğine işaret etmişlerdi.
Gavs Hazretleri, rahatsızlığının ileri safhaya ulaşmadığı bâzı zamanlarda şöyle buyururlardı:
-"Şâh-ı Hazne'den az bir zaman sonra onun bölgesinden birisi kalkacak ki; en az Şâh-ı Hazne'yi yüz misli geçecek. Keşke biz O'nun zamanında yaşayıp da ona bir hafta mûridlik yapabilse idik."
SEYYİD MUHAMMED RÂŞİD el-HÜSEYNİ
237
Burada Şâh-ı Hazne'den murâd kendileri, kasdedilen mürşid ise Şeyda Hazretleridir. Kaddesallahu esrâre-hum..
Dostları ilə paylaş: |