Sistematik kelâM


D. İhtiyarî Fiilin Analizi Ve Sorumluluk



Yüklə 1,32 Mb.
səhifə19/35
tarix15.01.2019
ölçüsü1,32 Mb.
#97179
1   ...   15   16   17   18   19   20   21   22   ...   35

D. İhtiyarî Fiilin Analizi Ve Sorumluluk

Yukarıda da işaret ettiğimiz gibi insan, irâde sahibi olduğunu, beşerî bilinci (şuuru) sayesinde anlamaktadır. Meselâ; masamda duran çantamı istediğim zaman kaldırabileceğimi, nabzımın, kalbimin atışının ise benim irâdemin dışında cereyan ettiğini biliyorum. Herhangi bir işim için farklı seçenekler karşısında olduğumu ve bunlar arasında irâdenin, zekâ, düşünce, muhakeme, cehd gibi ruhumun birçok kabiliyetlerinden yararlanabileceğimi düşünüyorum.

Şimdi biz, ihtiyarî (seçenekle ilgili) fiilimizin icra ânına kadar geçirdiği çeşitli ânları incelemeye çalışalım. Meselâ; bir Pazar sabahı evimde dinlenirken bir arkadaşımın teklifi ile veya kendi kendime zihnime evden çıkıp bir kır gezintisi yapma fikri geliyor. Bu fikirle birlikte kır gezintisinin vereceği açık ve temiz hava tadı, bunun yanı sıra soğuk alma, yorgunluk vb. düşünceler de kendini gösteriyor. Zihnim, bu işi (kır gezintisini) yapma veya terk etme gibi bir durum karşısında kalıyor. Teşvik edici ve engelleyici sebepler arasında karşılaştırmalarda bulunuyor. Neticede bu düşüncelerden birisi ağırlık kazanıyor ve kısa bir tereddütten sonra fiilin işlenmesine veya terkine "kesin karaf (kasd, azm, niyet) veriyor. Bütün bunlar içimizde cereyan ettiği için İmâm Birgivi'nin tabiriyle kalbi istekler (irâdât)dır. 253

Fransız müelliflerinden G. L. Fonsegrive, ihtiyarî fiilde "beş ân (zaman)" olduğunu kaydetmektedir.

Birincisi, bir fiilin zihnimizde tasavvuru; ikincisi, fiilin lehinde ve aleyhindeki nedenlerin tasavvuru; üçüncüsü, sebeplerin (tereddütlerin) mukayesesi; dördüncüsü, kasd ve azimeti içeren hüküm veya başka bir deyimle tercih; beşincisi, fiilin gerçekleşmesidir. Adı geçen düşünüre göre bu beş ândan, birinci, ikinci, üçüncü ve beşinci ânlarda ihtiyar yoktur. Yalnız fiilin dördüncü ânında, yani bir tarafın tercih edilerek azm edildiği ânda bulunabilir. 254

İslâm bilginleri de daha önce bu konuda benzer açıklamalarda bulunmuşlardır. Meselâ Şihâbuddin Hârûn b. Bahâiddin el-Mercânî (ö. 1306/1889), "Akâid Şerhinde, ihtiyarî fiilde "dört ân’ı zikreder:

Birincisi, fiilin tasavvuru; ikincisi, fiilin faidesi; üçüncüsü, fiilini varlığını irâde etme; dördüncüsü, insanın organlarına emanet edilmiş olan kuvvetlerin sarfedilmesiyle fiilin elde edilmesi (tahsili) ve kazanılması (kesbi)dır. 255

Abdullatif Harpûtî (ö. 1914) de, bir fiilin icrasından önce insanın kalbinde "beş aşama (mertebe)" bulunduğunu bildirir:

Birincisi, kalbe arız olan endişe (hâcis); ikincisi, kalbe ânz olan endişeden sonra kalbde meydana gelen fikir (hatır); üçüncüsü, fiili işlemek ve terketmekle tereddüt olunan mukayese hâli (hadîs-i nefs); dördüncüsü, fiil ve terkde tereddütten sonra bir tarafı tercih olunan cehdetmek (hemm) aşaması; beşincisi, tercih olunan tarafı kuvvetli cehd manasına olan azm (kesinlik) aşamasıdır. Bu vazgeçme ihtimali olmayan azme "azm-ı musammam denir. "Azm-ı musammam" aşaması kalbe gelen aşamalardan fiile yakın son aşamadır. "Azm-ı musammam" aşamasında insanların kasd ve irâdelerinin rolü (medhali) vardır. İşte bundan dolayı insana mükâfaat ve ceza gerekmektedir. 256

Bu madde ile ilgili olarak fikirlerimizi özetlemeye çalışalım:

Allah, insanlara fiil ve hareketlerini tayin edecek kudret ve irâde vermiştir. Böyle bir kudret ve irâde verilmemiş olsaydı, Allah'ın emir ve yasaklarının, insanın sorumlu tutulmasının, ceza ve mükafaat görmesinin manası kalmazdı. Bu durum aynı zamanda Allah'ın adalet ve hikmetine de aykırı düşerdi. Bir yerde yükümlülük varsa, orada irâde, fiilin seçimi ve kudretin sarfı da söz konusudur.

Şu halde Allah, insana bütün mümkün olan fiilleri tercih etme niteliği olan bir külli irâde vermiştir. Bu, Allah tarafından yaratılmış, insanda kuvve halinde mevcuttur. İnsanın "kesb", "ihtiyar" ve "irâde-i cüz'iyye’si ise, küllî irâdenin belli ve özel bir fiile yönelmesinden ve sarfından ibarettir. Bu yönelmeye, sarf ve kullanmaya "azm-i musammam (vazgeçilmeyen kesin karar) denir ki, bu, hâl ve itibarî bir husus olduğu için Mâtürîdîlere göre yaratılmamıştır.

İnsanın sorumluluğu "cüz’i irâde’sini kullanmasından kaynaklanmaktadır. Buna bilincimiz (şuurumuz) açıkça şahitlik etmektedir. Meselâ ben önce elimi kaldırmak istiyorum, sonra kaldırıyorum. Böylece benim "cüz'î irâde"m (tercihim) hareketin sebebidir. Demek ki küllî irâde, çeşitli eğilim ve fikirlerin çatıştığı yerde bulunmakta, neticede bu eğilimlerden birini tercih (ihtiyar) etmemiz, bizim "cüz'î irâdemiz" veya "kesbimiz" olmaktadır. İşte bizim fiilimizin meydana gelmesindeki rolümüz, bu tercihtir. Sorumluluğumuz da bu tercihe dayanmaktadır. İnsanın küllî ve cüz'î irâde sahibi olduğuna şu âyet-i kerime en büyük delildir:

"Allah size dilek vermeseydi, siz dileyemezdiniz?” 257


E. İrade Hürriyeti Ve Şer Problemi (Batı Ve İslâm Düşünürlerine Göre)

Hiç şüphesiz, düşünce tarihinde ençok tartışılan konulardan biri de şer problemidir. Bizim burada serden kasdettiğimiz, insanın dünyada karşılaştığı maddî ve manevî elem ve ıztıraplarla, âhirette karşılaştığı cezalardır. Tabiî bunların hepsi insana nisbetledir. Allah'ın zâtı bunlardan münezzehtir. O, mutlak hayırdır.

Deniyor ki, şu âlemde fenalığın varlığı bir gerçektir. Bunun kaynağı nereden geliyor? Allah bu âlemi yarattığına göre, bu dünyadaki fenalıkların meydana gelmesine engel olamaz mıydı? Bu kötülüklerin varlığı, Allah'ın cömertliği ve hikmeti ile nasıl bağdaşır ve açıklanır? Eğer Allah, dünyada kötülüklerin meydana gelmesine engel olursa, bu takirde insan hürriyetinin ve irâdesinin varlığından söz edilebilir mi? Dünyadaki her şeyin kullanımı eşit olsa, farz edelim hepsi bir cins olsa tercih farkı bulunmasa insanın seviyesi ne durumda olur?

Bu sorular karşısında insan için iki şık düşünebiliriz:

Ya elinde hiçbir hürriyeti olmayan robot veya hayvan mesabesinde bir varlık olmak, yahut irâde hürriyetine sahip sorumlu kişi olmak. İnsana, bu iki şıktan hangisini kabul edeceği sorulsa, biraz derinden düşündüğünde, mutlaka şerefli ve sorumlu yönü benimseyecektir. Çünkü insanlığı bir gayeye ve gelişmeye götüren yolun merdivenlerinde bu kaçınılmaz unsurlar bulunmaktadır. Aksi takdirde hayatın gayesi ve ilerlemesi diye bir şey söz konusu olamaz.

Şu halde insan, irâde hürriyetinden ve sorumluluktan bahsedebilmek için “hayrın karşısında bir "şerr"in varlığın; kabul etmek zorundadır. Yoksa, neyi ve ne için yapacaktır? Dünyada iyilikten, hayırdan başka bir şey olmasa, irâdenin bir anlamı olur mu? Demek ki kötülüğün varlığı, bir anlamda, dolaylı yoldan insanlık için bir nimet oluyor. İnsanlar, dünyaya hep kendi menfaatleri açısından baktıkları için, birine kötü gelen, diğerine iyi gelebiliyor. Bu âlemin tabiî yönetimi insana bırakılmış olsaydı, dünyanın nasıl bir karışıklığa sahne olacağını kestirmemiz hiç de güç olmasa gerek. İçlerinden biri sıcak, diğeri soğuk, başka biri yağmur, öteki kuraklık vs. isteyecekti.

İnsan, ne kadar bilgi sahibi olursa olsun, bilmedikleri bildiklerine göre daha çoktur. Öyleyse insan aklı, bütünü ilgilendiren hayırların ve serlerin tamamını kavrayamaz. İnsan, önce hislerine kapılıp şer dediği şeyde, sonradan tecrübesiyle ve düşüncesiyle birtakım faydaların bulunduğunu görür.

Meşhur Fransız şairi Musset (l810-1857)'nin şu beyti bu konuda ne kadar anlamlıdır:

L' hoinme est un apprenti, la douleur est son maitre

Et Nul ne se connait tant gu'iln'a pas souffert

İnsan bir çıraktır, üstadı ıztırabtır. Ve hiçbir kimse meşakkat çeken adam kadar kendini tanımaz.258

Öyleyse, insanın dünyada karşılaştığı elem ve ıztırap, onun olgunlaşmasına, yetişmesine yaramaktadır. Bu, tamamen sorumluluk içinde yaşamasını bilen insana bağlıdır.

Görülüyor ki her insanın dünyaya bakışaçısı birbirinden faklıdır; hatta birbirine zıt bile düşmektedir. İyimser şair Browning (I812-1889)'e göre dünya, mükemmel görünürken; karamsar Schopenhauer (1788-1860) için dünya ıztırabtır, kör bir irâdedir. 259

Şimdi biz, İslâm mütefekkirlerinin şer konusunda söylediklerine geçmeden insanın, dünyaya genel bir düzen içinde bakmasını isteyen bazı Kur'ân jetlerini hatırlatmak istiyoruz. Kur'ân-ı Kerim, kâinatın bir düzen içinde yaratıldığını, manasız bir şey bulunmadığını sık sık tekrarlar:

Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelip gidişinde akılları tanı (vicdanları temiz) olanlar için âyetler (hikmetler) vardır. Onlar ki ayakta iken, otururken, yanları üzerinde yatarken Allah’ı zikrederler, göklerle yerin yaratılışını düşünürler det Rabbimiz, bunu boş yere yaratmadın. Sen (bütün kusarlardan) münezzehsin! Bizi cehennem azabından koru.” 260

Yalnız Allah, bu kâinatı muntazam ve tertipli bir şekilde yaratmakla beraber, eşya ve olaylar arasında insanın emrine sebepler halk etmiştir. 261 İşte insanın sorumluluğu, bu sebeplere kendî imkânları içerisinde ne derece baş vurduğu ölçüsüyle başlamaktadır. Şu halde insan için, emrine verilen imkânlarla Allah'a karşı bir imtihan söz konusu olmaktadır, Bu hususta Kur'ân âyetleri çoktur. Meselâ onlardan birinde şöyle denir:

"Biz onlardan evvelkileri de, imtihana uğratmıştık. Hak Teâlâ, böyle kimlerin gerçek, kimlerin (sahte ve) yalancı olduklarını dener (ve onları ayırt eder.” 262

"Biz insana, hayır ve şer yolları olmak üzere iki de yol gösterdik?” 263

Bu âyetler, bize iyi ve kötü kimselerin bir sayılamıyacağını ve insanın dünyada bir imtihan geçirdiğini açıkça anlatmaktadır. Böyle âdil bir ayırımın gerçekleşmesi için insanın hür iradesiyle hayır ve şer karşısında bulunması gayet tabiîdir. Burada biz imkânlarımız ölçüsünde şer konusunda İslâm bilginlerinin fikirlerini inceleyeceğiz.


Yüklə 1,32 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   15   16   17   18   19   20   21   22   ...   35




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin