Sistematik kelâM


İ. Kader Karşısında Sosyal Tutum Ve Davranışlar



Yüklə 1,32 Mb.
səhifə16/35
tarix15.01.2019
ölçüsü1,32 Mb.
#97179
1   ...   12   13   14   15   16   17   18   19   ...   35

İ. Kader Karşısında Sosyal Tutum Ve Davranışlar

İslâmiyet, sosyal kainatta, fert ve toplum bütünlüğünü, bir gerçeğin birbirinden ayrılmayan iki yüzü gibi göstermektedir. Bu sebeple Kur'ân-ı Kerim, insanı hem ferdî, hem toplumsal boyutu içerisinde bütünüyle ele almakta ve ona kendi kaderini (geleceğini) gerçekleştirmek için gerekli vasıtaları vermek suretiyle sorumlu tutmaktadır. Cenâb-ı Hak, insanların fikirleriyle davranışları arasında bir sebep-sonuç ilişkisi koymuştur. Yaratılışı gereği toplum halinde yaşamak zorunda olan insan, şahsî görevleri yanında, içtimaî görevlerini de yerine getirmek mecburiyetindedir.

Batılılar, İslâm dininde kaza ve kader inancını cebriyeciIikten faklı bir anlamda olmadığı için müslümanların geri kaldıklarını ileri sürerler. Onlara göre, müslümanlar kaza ve kadere inandıkları için kendilerini adetâ rüzgârın önüne bir yaprak gibi bırakırlar, başlarına gelen her şeye boyun eğerler, her hadiseyi iyi-kötü demeden kabul ederler, toplumlarına faydalı olacak hiçbir gayrette bulunmazlar, diğer toplumlarla yarışa girmeyi akıllarına bile getirmezler.

Halbuki gerçek müslüman, kendisine Allah tarafından cüz'î irâde verildiğini, bundan dolayı dinen bir takım yükümlülüklerle sorumlu kılındığını, bunun üzerine Rableri tarafından yaptıkları fiilleri sebebiyle hesaba çekileceğini, ancak bu irâde ve seçenekleriyle hikmet ve adaletin tamam olacağına inanır. Cenâb-ı Hak, bize çalışmayı farz kılmıştır. Görevlerimizi terketmeyi hiçbir zaman emretmemiş, bilakis bütün sebeplere teşebbüs ederek gücümüz yettiği kadar vazifelerimizin yerine getirilmesini istemiştir.

Öte yandan, batılıların müslümanların bugünkü durumlarına bakarak birçok ülkeye göre onların geri kalış sebeplerini, kaza ve kadere olan inançlarıdır iddia etmeleri doğru değildir. Böyle bir iddia ya İslâmiyetin ne olduğunu emekten, yahut müslümanların gözünde İslâm'ı küçük ve zayıf gösterme gayretinden kaynaklanmaktadır. Oysa tarihte müslümanlar, dinlerini iyi anlayıp ona dünyada eşsiz medeniyetler hayata geçirerek batılıların idialarını fiilen çürütmüşlerdir. Endülüs Emevi, Selçuklu ve Osmanlı madeniyetleri bunun en açık örneğidir. Bugün Hıristiyan olup da geri kalmış, Güney Amerika'da olduğu gibi birçok ülkeye rastlamış olmamız da onları yalanlamaktadır. Demek ki, kalkınmanın gereksinimlerini yerine getirmeyen her ülke geri kalmaktadır.

Şurası bir gerçek ki, bir dinîn prensiplerinin ifade ettikleri başka, onları sadece sözle söyleyip fiilen hayata geçirmemiş olan mensuplarının yaşantıları başka başkadır. Meselâ bir kimsenin sağlık kurallarını bilmesinin onları hayata geçirmesiyle bir anlamı vardır. Yoksa onları bilmesi, onları hayatında uygulamadıkça kendisine bir fayda vermediği gibi onun yanlış uygulaması da onların doğruluğunu ortadan kaldırmaz.

Yukarıda daha önceki sayfalarda belirttiğimiz ve yine aşağı satırlarda tekrar temas edeceğimiz İslâmi prensipler mütalaa edildiğinde, batılıların ileri sürdüğü iddianın hiçbir doğruluk payı taşımadığı ortaya çıkacaktır. Avamdan bazı kişiler, kader inancını bir nevi cebir inancıyla karıştırmış olabilirler. Ancak bunu bütün topluma ve özellikle İslâm'a mal etmenin, ne ilmî açıdan, ne de hakkaniyet açısından yerinde olmadığı çok açıktır.

Gerçek müslüman, kâinatta canlı cansız bütün varlıkların, yeryüzünün halifesi olması hasebiyle insana emanet edildiğine inanmak ve bu varlıklara zarar vermeden onlardan yararlanırken onlara karşı sorumlu olduğunun bilinci içinde davranmak mecburiyetindedir. Şu halde müslümanlar, toplum hayatını düzen altına almak için tabiat olaylarından ve teknik faaliyetlerden yararlanırken barış ve huzur içinde mutlu yaşayabildikleri ahenkli ve dengeli bir toplum vücuda getirmekle sorumludur. İnsanlardan bu sorumluluğun gereği olan görevi beklemek de canlı ve cansız çevrenin hakkıdır. İnsanların bu sorumluluk duygusuna çok dikkat etmeleri gerekmektedir. Aksi takdirde çevrenin dışında var olması düşünülmeyen toplum, bu ihmalinin bedelini çok acı bir şekilde çevreyle birlikte ödemek zorunda kalacaktır. İslâm'ın hak, adalet, eşitlik, sevgi ve barış anlayışı, batıda bir sürü gürültüyle ortaya atılan "hümanizn (insanları sevme ülküsünü) fersah fersah aşan cihanşümul bir ülküdür. Çünkü müslüman, hemcinsi olan insanlara sevgi göstermek zorunda olduğu gibi çevresindeki canlı cansız bütün varlıklara da sevgi sergilemek ve onlara iyi davranmak zorundadır. Ne yazık ki bugünün Müslümanları bunu sergileyememektedirler.

İslâm'a göre, "iyiliği emretmek ve kötülüğü yasaklamak' sosyal hayatta bir müslümanın temel prensibidir. İslâm cemiyeti, bu ilkeye bağlı olarak davrandığı sürece insanlar içinde hayırlı ve mutlu toplum vasfıyla nitelendirilmiştir. Nitekim Kur'ân-ı Kerim, cemaat halinde müslümanların yerine getirmeleri gereken bu mükellefiyeti şöyle buyurmuştur:

"İçinizde öyle bir cemaat bulunsun ki, herkesi hayra çağırsın, iyi iş yapmayı emretsin, kötü işten vazgeçirsin Selâmeti bulacak olanlar, bunlardır her müslüman, şahsen toplumun faziletini ve ahlâkını korumakla, toplumdaki kötülükleri nehyetmekle görevlidir.”

Bir toplumda kötülükler, ahlâksızlıklar fena hareketler başını alıp gider de, cemiyet buna seyirci kalırsa topyekün herkes günahkâr olur, o cemiyet de bozulur ve yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalır. Bunu Kur'ân-ı Kerim şöyle dile getirmiştir:

"Biz bir ülkeyi yok etmeyi dilediğimizde, oranın zevk düşkünlerine hakka uymalarını emrederiz. Fakat onlar dinlemeyip yoldan çıkarlar. Artık o ülke, yok olmayı hak eder. Biz de orayı tamamen helak ederiz. "Rabbin, halkı, dürüst hareket ettikleri, iyi işler işledikçe onları haksız yere helak etmez." Demek ki, bir memleketin hayatta kalması adaletle, halkının hak ve hukuka riâyet etmesiyle mümkün olduğu, yoksa zulüm ve haksızlıkla yok olacağı kaçınılmaz gözükmektedir. İslâmiyet herkesin, kendi imkânları nisbetinde insanlığın iyiye doğru gitmesi için çalışmakla yükümlü olduğunu, aksi takdirde suçlu sayılacağını, hem fert, hem topluluk olarak kötü emellerinin cezasını göreceklerini belirtmiştir. Cenâb-ı Hakk'ın, mü'minleri daima tedbirli ve uyanık olmaya dâvet ettiğini görmekteyiz:



Allah yolunda malınızı harcayın. Kendi elinizle kendinizi tehlikeye atmayın, iyilik edin, Hak Teâlâ iyilik edenleri sever.” 224

Ey iman edenler/ İhtiyatlı hareket edin..” 225

Fakat son derece ihtiyatlı davranın.” 226

Şunu da unutmayalım ki ezelî ve İlâhî kanun, bir toplumun hal ve davranışlarına göre cereyan etmektedir. Nitekim Kur'ân-ı Kerim, bunu bize açıkça ilan buyurmaktadır:

"Bir millet, kendi özünü değiştirmedikçe, bozmadıkça, Allah da onun halini değiştirmez, bozmaz. Âyet-i kerime, bir toplumun nail oldukları nimeti, Allah'ın doğrudan doğruya değiştirmek âdeti olmadığını göstermektedir. İlâhî kanun (âdetullah), nefisleri sebebiyle verilen nimetin, yine o toplumun nefisleri sebebiyle değiştirileceğine bağlanarak sorumluluğu insana bırakmaktadır. Görülüyor ki ilk adımın insanoğlu tarafından atılması sözkonusu edilmektedir. Cenâb-ı Hak, bir toplumun değişimi için de, ilk adımı insanoğlu yaptığında onunla iş birliği yapmaktadır.” 227

Peygamberimiz (s.a.v.)- her müslümanın mutlu bir toplum meydana gelmesi için gücüne göre hareket etmesini emretmiştir:



"İçinizden her kim, bir kötülük görürse nu eliyle, buna gücü yetmezse diliyle değiştirsin. Ona da şücü yetmezse kalbiyle inkâr etsin (beğenmesin), Bu sonuncu imânın en zayıfıdır.” 228

Şimdi buraya kadar üzerinde durduğuuz "kader" konusunu bütün boyutlarıyla düşündüğümüzde, Allah, bize bir "seçim hakkı" (ihtiyar) ve "cüz'î irâde" vermiş, yaşamak için söz konusu olan eşya arasında tabiî kanunlar ve ölçüler koymuş, onları anlayacak akıl ihsan etmiş, kendi arzu ve irâdemizle yaptığımız işlerden bizi sorumlu tutacağını, kendi gayretimizden sonra kendisine dayanmamızı bildirmiştir. Müslüman, bu çerçevede kadere iman ile bilinçli yöneliş ve davranışımızdan ibaret olan iradeli fiillerimizden sorumlu olduğumuzu ve Allah'ın hayır ve şerri yarattığını kabul eder. Hiçbir suretle cebir ve baskının söz konusu olmadığını, insanların fiillerinden hür irâdeleri sebebiyle mükâfata ve cezaya kavuştuğunu bilir. Aksi takdirde hikmet sahibi yüce Allah'ın peygamberler göndermesinin, emirler ve nehiyler ile insanları mükellef tutmasının abes olması gerekir. 229




Yüklə 1,32 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   12   13   14   15   16   17   18   19   ...   35




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin