Stephen King Kara Kule Cilt5 Calla'nın Kurtları



Yüklə 2,69 Mb.
səhifə3/54
tarix30.05.2018
ölçüsü2,69 Mb.
#52130
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   54

"Olabilir, ama ya kardeşleri?" diye sordu Vaughn Eisenhart. "Bildiğiniz gibi Kurtlar, ikiz kardeşlerden sadece birini alıyor."

Kar beyazı sakalı göğsüne düşen bir başka Manni ayağa kalktı. İlki, tekrar yerine oturdu. Yaşlı adam, Henchick, önce salondakilere, sonra Tian'a baktı. "Tüy sende, genç adam. Konuşabilir miyim?"

Tian başını sallayarak onayladı. Bu, hiç de kötü bir başlangıç sayılmazdı. İçinde bulunduğumuz kutuyu her köşesine kadar incelesinler bakalım, diye düşündü. Sonunda, sadece iki seçenekleri olduğunu göreceklerdi: o güne dek yaptıkları gibi Kurtlar'ın ergenlik çağından önceki tüm ikizlerde kardeşlerden birini götürmesine izin vermek veya savaşmak Ama bunu görmek için önce tüm diğer yolların çıkmaz sokak olduğunu fark etmeleri gerekiyordu.

Yaşlı adam sabırla konuştu. Hatta üzgün olduğu bile söylenebilirdi. "Evet, bu korkunç bir fikir. Ama şunu da düşünün, sai'ler. Kurtlar gelip de hiç çocuk olmadığını görürse bizi daha sonrasında rahat bırakabilirler."

"Olabilir," diye homurdandı küçük çiftçilerden biri. İsmi Jorge Estra-da'ydi- "Ama bizi rahat bırakmayabilirler de. Manni-sai, bir ihtimal için kasabanın tüm çocuklarını öldürebilir misin?"

Aynı fikirde olan herkes onaylayınca salonda bir uğultu oldu. Garrett Strong ayağa kalktı. Buldoklara benzeyen yüzünde vahşi bir ifade vardı. Başparmaklarını kemerine takmıştı. "Kendimizi de öldürelim daha iyi. Hem bebekleri, hem kendimizi."

Manni bu sözlere kızmış görünmüyordu. Yanındaki diğer lacivert pelerinliler de öyle. "Bu da bir seçenek," dedi yaşlı adam. "Diğerleri kabul ederse bu seçenek üzerinde konuşabiliriz," dedikten sonra yerine oturdu.

"Ben etmem," dedi Garrett Strong. "Beni dinleyin, yalvarırım, bu tıraş olmamak için kahrolası kafamızı kesmek gibi bir şey olur."

Salonda kahkahalar duyuldu. Birkaç kişi de, seni duyduk, diye seslendi. Gerginliği biraz azalmış görünen Garrett yerine oturdu ve Vaughn Eisenhart ile kafa kafaya verdi. Bir diğer çiftçi olan Diego Adams, kara gözlerinde ilgiyle ikisinin konuşmasını dinliyordu.

Bir başka küçük çapta çiftçi, Bucky Javier ayağa kalktı. Küçük, parlak, mavi gözleri; keçi sakallı çenesinden geriye doğru küçülüyormuş gibi görünen bir kafası vardı. "Bir süreliğine buradan gitsek nasıl olur? Çocuklarımızı alıp batıya gitsek? Büyük Nehir'in en batıdaki koluna kadar mesela?"

Bu cesurca fikir üzerine bir süre sessizlik oldu. Herkes fikri kafasında ölçüp biçiyordu. Whye'in batı kolu neredeyse Orta-Dünya'da sayılırdı. Andy'ye göre yakın zamanda orada yeşil camdan bir saray belirmiş, daha da yakın bir zamanda ise ortadan kaybolmuştu. Tian tam cevap verecekti ki kasabadaki en büyük dükkânın sahibi Eben Took ayağa kalkarak onu rahatlattı. Sessizliğini mümkün olduğunca uzun süre korumak niyetindeydi. Her olasılık tartışıldıktan sonra onlara geride kalan tek seçeneği Sunacaktı.

"Aklını mı kaçırdın?" diye sordu Eben. "Kurtlar gelip burada olmadı-ğımızı görünce her yeri ateşe verirler; tüm çiftlikleri, mahsulleri, dükkânları, ağaçları... Geri dönüp hiçbir şeyimizi bulamazsak ne olacak?"

"Hem ya peşimizden gelirlerse?" diye araya girdi Jorge Estrada. "Kurtlar bizi, biz daha ne olduğunu anlayamadan yakalar. Took'un dediği gibi her şeyimizi yakıp peşimize düşerler ve çocukları yine de alırlar!"

Herkes onaylarcasına homurdandı. Kısa çizmelerin ahşap zemine vurulan topuklarının sesiyle uğultu arttı. Birkaç kişi, onu dinleyin, onu dinleyin! diye bağırdı.

"Ayrıca," dedi Neil Faraday. Kocaman, leş gibi olmuş sombrero 'sunu göğsüne bastırarak ayağa kalktı. "Bütün çocuklarımızı kaçırmıyolar." Sesindeki haydi-beyler-mantıklı-olalım tonu, Tian'ın dişlerini sıkmasına yol açtı. En çok çekindiği tutum buydu işte. Davet ettiği mantık yanlıştı.

Daha genç, sakalsız Mannilerden biri küçümseme dolu bir kahkaha attı. "Doğru ya! İki çocuktan biri kurtuluyo! Aman ne güzel. Tanrı seni kutsasm!" Daha da konuşacaktı ama Henchick, genç adamın kolunu yamru yumru olmuş eliyle tutunca sustu. Bununla birlikte başını uysalca öne eğmedi. Gözlerinde öfke dolu bir bakış vardı. Dudakları incelmiş, birer çizgiye dönüşmüştü.

"Bunun doğru bir şey olduğunu söylemiyom," dedi Neil. Sombre-ra'sunu, Tian'ın başının dönmesine sebep olacak şekilde çevirmeye başlamıştı. "Ama gerçeklerle yüzleşmek zorundayız, diil mi? Öyle. Ve hepsini almıyolar. Benim kızım, Georgina, o da çok zeki ve..."

"Ama oğlun George geri zekâlı bir dev," dedi Ben Slightman. Slight-man, Eisenhart'ın kâhyasıydı. Gözlüklerini çıkardı, camlarını bir mendille sildi ve tekrar taktı. "Gelirken onu Took'un dükkânının önünde gördüm. Basamaklarda oturuyolardı. O ve diğer boş beyinliler."

"Ama..."


"Biliyom," dedi Slightman. "Bu zor bir karar. Boş beyinli olmaları ölü olmalarından iyidir." Duraksadı. "Yarısını götürmeleri de hepsini birden götürmelerinden iyidir."

Ben Slightman yerine otururken salonda, onu dinleyin ve teşekkürler derim sesleri duyuldu.

"Her seferinde bize devam etmemize yetecek kadarını bırakıyolar, diil mi?" diye sordu çiftliği, Tian'ınkinin hemen batısında, Calla'nın sınırına yakın bir yerde olan bir çiftçi. İsmi Louis Haycox'tu ve acılı bir sesle konuşuyordu. Bıyığının altındaki dudakları, neşesiz bir gülümsemeyle kıvrılmıştı. "Çocuklarımızı öldürmeyeceğiz," dedi Mannilere bakarak. "Tanrı sizi kutsasın beyler, ama iş can almaya geldiğinde bu işi sizin bile yapabileceğinizi sanmıyom. En azından hepinizin birden yapabileceğinden şüpheliyim. Pilimizi pırtımızı toplayıp batıya -veya herhangi bir başka yöne- de gidemeyiz çünkü çiftliklerimizi geride bırakmış oluruz. Her şeyimizi yakıp yıktıktan sonra peşimizden geleceklerdir. Çocuklarımıza ihtiyaçları var. Sebebini tanrılar bilir ama bu bir gerçek.

"Söz dönüp dolaşıp hep aynı yere geliyo biz çiftçileriz, çoğumuz öyle. Ellerimiz toprakta güçlü, başka alanlarda zayıftır. Benim de iki çocuğum var. Dört yaşındalar ve onları çok seviyom. İkisinden birini kaybetme düşüncesi tüylerimi ürpertiyo. Ama yine de birini feda edebilirim. Diğerini kurtarmak için. Ve çiftliğimi." Bunun üzerine onaylayan mırıltılar duyuldu. "Başka seçeneğimiz mi var? Ben bunu bilir, bunu söylerim: Kurtlar'ı öfkelendirmek çok büyük bir hata olacaktır. Tabi onlara karşı durabilseydik durum farklı olurdu. Mümkün olsaydı mücadele ederdim. Ama bana imkânsız görünüyo."

Tian kalbinin Haycox'un ağzından dökülen kelimelerle parça parça olduğunu hissetti. Adam tüm söyleyeceklerini mahvetmişti. Tanrılar ve İsa Adam!

Wayne Overholser ayağa kalktı. Calla Bryn Sturgis'ın en başarılı çift-çisiydi ve bunu kanıtlayan kocaman bir de göbeği vardı. "Beni dinleyin, yalvarırım."

"Teşekkürler deriz," diye mırıldandı salondakiler.

"Size ne yapacağımızı söyleyeyim," dedi etrafına bakarak. "Her zaman yaptığımızı yapacağız, başka bir şey diil. Kurtlarla savaşma konusunda konuşmayı hanginiz istiyo? Aranızda o kadar çılgın biri var mı? Hem neyle savaşacağız? Mızraklar, kayalar, birkaç yay ve arbaletlerle mi? Ya da şunun gibi üç dört paslı tüfekle mi?" diyerek Eisenhart'ın tüfeğini işaret etti.

"Ateşli-demirimle dalga geçme, evlat," dedi Eisenhart, ama yüzünde hüzünlü bir gülümseme vardı.

"Gelip çocukları alacaklar," dedi Overholser etrafına bakarak. "Bazılarını. Sonra bizi bir nesil boyunca, belki de daha uzun bir süre rahat bırakacaklar. Böyle gelmiş, böyle gidecek. Bana kalırsa bırakalım ne olacaksa olsun."

Bu sözlerin ardından itiraz edenlerin mırıltıları yükseldi. Overholser bu mırıltıların azalmasını bekledikten sonra konuşmaya devam etti.

"Yirmi üç yıl ya da yirmi dört, fark etmiyo. Her ikisi de oldukça uzun bir süre. Barış dolu uzun bir dönem. Birkaç şeyi unutmuş olabilirsiniz, arkadaşlar. Birincisi, çocuklar da diğer mahsuller gibidir. Tanrı daima daha fazlasını gönderir. Bunun kulağa kalpsizce geldiğini Wiyom. Ama şimdiye kadar böyle yaşadık, bundan sonra da böyle yaşayacağız."

Tian basmakalıp cevapların dile getirilmesini beklemedi. Bu tür konuşmalar biraz daha sürerse adamları ikna etme şansı kalmayacaktı. Opopanaks tüyünü kaldırarak seslendi. "Beni dinleyin! Yalvarırım dinleyin!"

"Teşekkürler deriz," diye karşılık verdiler. Overholser, Tian'a güvensiz gözlerle bakıyordu.

Ve bana öyle bakmakta haklısın, diye düşündü çiftçi. Çünkü bu korkakça saçmalıkları dinlemekten bıktım.

"Wayne Overholser akıllı ve başarılı bir adam," dedi Tian. "Ve bu yüzden onun fikirlerine karşı çıkmak hiç hoşuma gitmiyo. Bir diğer sebep de babam olacak yaşta olması."

"Eh ama baban değil," dedi Garrett Strong'un emrinde çalışan tek işçi olan Rossi ter ve herkes güldü. Overholser bile gülümsemişti.

"Evlat, bana karşı çıkmak hoşuna gitmiyosa yapma," dedi Overholser. Gülümsemeye devam ediyordu ama sadece dudaklarıyla.

"Mecburum," dedi Tian. Sıraların önünde ileri geri yavaşça yürümeye başladı. Elindeki kızıl renkli opopanaks tüyü bir oraya bir buraya salınıyordu. Tian sadece zengin çiftçiyle konuşmadığı anlaşılsın, diye sesini yükseltti.

"Mecburum çünkü sai Overholser babam olacak yaşta. Onun çocukları büyüdü, anlarsınız ya ve bildiğim kadarıyla iki taneydiler. Bir kız, bir oğlan." Bir an duraksadıktan sonra öldürücü darbeyi indirdi. "İki yıl arayla doğmuşlar." Bir başka deyişle ikisi de tekti. Kurtlar onlara dokunmayacaktı ama bu gerçeği yüksek sesle söylemesine gerek yoktu. Kalabalıktan mırıltılar yükseldi.

Overholser'ın suratı bir anda kıpkırmızı oldu ve yüzünde tehlikeli bir ifade belirdi. "Bu saçmalık! Bunun benim ikizlerimin olup olmamasıyla bir ilgisi yok! O tüyü bana ver, Jaffords. Daha söyleyeceklerim var."

Ama çizmelerin topukları yere vurulmaya başlamıştı. Önce hafiftiler, sonra giderek şiddetlendiler. Overholser öfkeyle etrafına baktı. Yüzünün rengi neredeyse mora dönmüştü.

"Konuşacağım!" diye bağırdı. "Yalvarırım, beni dinleyin!"

Salondan, hayır, olmaz! Şimdi olmaz! Tüy Jaffords'da! Otur ve dinle! sesleri yükseldi. Overholser kasabanın en zengin ve en güçlüsüne karşı daima gizli bir kin beslendiğini geç de olsa öğreniyordu. Daha talihsiz ve daha az kurnaz olanlar, zengin ve güçlüler binekleri üzerinde önlerinden geçerken daima şapkalarını çıkarıp selam vermek zorundaydı. Zengin çiftçi, bir ahırın veya evin inşasında çalışması için yanında çalışan bir işçiyi gönderdiğinde karşılık olarak ona bir domuz veya inek göndermek zorundaydılar. Bununla birlikte Calla'nm daha fakir erkekleri şimdi intikam ahrcasına çizmelerini vahşice ahşap zemine vuruyordu.

Böyle reddedilmeye alışkın olmayan Overholser bir kez daha denedi. "Tüyü bana ver, yalvarırım!"

"Hayır," dedi Tian. "İsterseniz sonra alabilirsiniz ama şimdi olmaz."

Bunun üzerine en küçük çiftçiler ve işçilerinden oluşan bir grup coşkuyla tezahürat yaptı. Manniler katılmamıştı. Birbirlerine öylesine sokulmuşlardı ki salonun ortasında lacivert bir mürekkep lekesine benziyorlar-dı. Konuşmaların gidişatının onları şaşırttığı belliydi. Bu arada Vaughn Eisenhart ve Diego Adams, Overholser'ın yanına gitti ve alçak sesle konuşmaya başladılar.

Bir şansınız var, diye düşündü Tian. İyi değerlendirseniz yararınıza olur.

Tüyü havaya kaldırdı ve herkes sustu.

"Herkesin konuşmak için fırsatı olacak," dedi. "Bana gelince, düşüncem şudur: bu şekilde devam edemeyiz. Kurtlar gelip çocuklarımızı götürürken boynumuzu büküp seyredemeyiz. Kurtlar..."

"Ama geri getiriyolar," dedi Farren Posella adında bir işçi çekingence.

"Geri getirdikleri birer kabuktan ibaret!" diye haykırdı Tian. Birkaç kişi, onu dinleyin, diye bağırdı ama sayıları azdı. Bu kadarı yetmezdi.

Tian sesini tekrar alçaktı. Adamlara nutuk çekmek istemiyordu. Overholser bunu denemiş ama hiçbir şey elde edememişti. Bin dönüm arazi, insana her zaman avantaj sağlamıyordu.

"Kabukları getiriyolar. Peki biz? Bu bize ne yapıyo? Bazılarınız 'hiçbir şey' diyebilir, Kurtlar'n Calla Bryn Sturgis'de nadir görülen bir deprem veya fırtına gibi hayatın bir parçası olduğunu iddia edebilir. Ama bu doğru diil. Kurtlar en fazla altı nesildir geliyo. Ama Calla bin yıldan fazla bir süredir burada."

Uğursuz bakışlı, zayıf, yaşlı Manni yerinden hafifçe doğruldu. "Doğru söylüyo, ahali. Kurtlar'ı bırakın, Gök Gürültüsü'ndeki karanlık gelmeden önce burada çiftçiler ve Manniler vardı."

Salondakiler ona şaşkınca baktı. Bu bakışlarla tatmin olmuş görünen yaşlı Manni başını sallayarak tekrar yerine oturdu.

"Yani zamanın muazzam seyrinde Kurtlar yeni bir şey sayılır," dedi Tian. "Son yüz yirmi veya yüz kırk yılda belki altı kez geldiler. Artık geçen zamanı da kesin olarak bilemiyoz. Zaman da yumuşuyo."

Alçak mırıltılar oldu. Birkaç kişi başını sallayarak onayladı.

"Kurtlar'ın her nesil bir kez geldiğini biliyoz," diye devam etti Tian. Muhaliflerin Overholser, Eisenhart ve Adams etrafında biriktiğinin farkındaydı. Ben Slightman'ın onlarla birlikte olup olmadığını bilmiyordu. Muhtemelen öyleydi. Tian bir melek gibi konuşsa da bu adamları kendi tarafına çekemeyeceğini biliyordu. Eh, belki onlar olmadan da yapabilirdi. Geri kalanını ikna edebilirse bir şansı vardı. "Her nesil geliyolar ve kaç çocuğu götürüyolar? Üç düzine mi? Dört mü?

"Sai Overholser'm Kurtlar'ın bu gelişinde tehlike altında çocukları yok ama benim var. Hem de iki çift ikizim var. Heddon ve Hedda, Lyman ve Lia. Dördünü de çok seviyom ama bir ay sonra iki tanesini benden alıp götürecekler. Geri döndüklerindeyse deforme olmuş olacaklar. İnsanı insan yapan özellikler onlardan alınmış olacak."

Dinleyin, dinleyin onu! sesleri, salonu bir iç çekiş gibi sardı.

"Kaçınızın tüyü bitmemiş ikizleri var?" diye sordu Tian. "Ellerinizi kaldırın!"

Altı adam elini kaldırdı. Sonra sekiz oldular. Ardından bir düzine. Tian ne zaman artık bittiğini düşünse bir başka el daha isteksizce yükseliyordu. Sonunda yirmi iki kişi saydı ama elbette orada bulunmayanlar da vardı. Sayının çokluğunun Overholser'ı huzursuz ettiğini görebiliyordu. Diego Adams da elini kaldıranlar arasındaydı. Adamın Slightman, Eisenhart ve Overholser'dan biraz uzaklaşmış olduğunu görmek Tian'ı memnun etti. Mannilerden üçü de el kaldırmıştı. Jorge Estrada. Louis Hay-cox. Adamların neredeyse hepsini tanıyordu. Tanımadıkları sadece küçük çiftliklerde karın tokluğuna veya çok düşük ücretlerle çalışan gelip geçici işçilerdi.

"Çocuklarımızı aldıkları her seferde ruhlarımızdan ve kalplerimizden bir parçayı da götürüyolar," dedi Tian.

"Ah, haydi ama yapma," dedi Eisenhart. "Bu durumu biraz..."

"Kapa çeneni," dedi bir ses. İçeri sonradan giren, alnında yara izi olan adamdı. Sesindeki öfke ve küçümseme, Eisenhart'ı şok edecek kadar yoğundu. "Tüy onda. Bırak da söyleyeceklerini bitirsin."

Eisenhart sesin sahibini görmek için hızla döndü ve görünce hiçbir şey söylemedi. Bu, Tian'ı şaşırtmamıştı.

"Teşekkür ederim, Peder," dedi Tian. "Sözlerimin sonuna geldim sayılır. Sürekli ağaçları düşünüyom. Güçlü bir ağacın yapraklarını koparttığınız takdirde yine de yaşamaya devam eder. Kabuğundan parçalar koparırsınız ama yerine yenisi gelir. Ağacın gövdesinden bir parça kesip alabilirsiniz, yine ölmez. Ama gövdeden parçaları tekrar tekrar alırsanız gün gelir, en güçlü ağaç bile ölür. Çiftliğimde bunun gerçekleştiğini görmüştüm, çok çirkin bir olaydı. Ağaç içten çürüyo. Bunu yapraklarından, dallarının uçlarından anlayabiliyosunuz. Kurtlar'ın kasabamıza yaptığı da bu. Calla'mızı içten içe çürütüyolar."

"Dinleyin onu!" diye bağırdı komşu çiftliğin sahibi Freddy Rosario. "Onu çok iyi dinleyin!" Freddy'nin de ikizleri vardı. Ama hâlâ sütten ke-silmemişlerdi, bu yüzden muhtemelen güvendeydiler.

Tian sözlerine devam etti. "Onlara karşı koyup savaşırsak tüm Cal-la'yı yakıp yıkacaklarını ve hepimizi öldüreceklerini söylüyosunuz."

"Evet," dedi Overholser. "Dediğim bu. Ve tek söyleyen de ben değilim." Çevresinden onaylayan homurtular yükseldi.

"Ama boynumuzu büküp çocuklarımızı götürmelerine razı olduğumuz her seferde Kurtlar bizim için tüm tarlalardan ve hayvanlardan değerli olan bir şeyi, kasabamızın ruhundan bir parçayı alıp götürüyolar!" Tian şimdi olduğu yerde durmuş, tüyü havaya kaldırarak sesini yükseltmişti. "Karşı koyup savaşmazsak sonunda zaten öleceğiz! Ben, Luke'un oğlu Tian Jaffords böyle diyom! Savaşmazsak biz de deforme olacağız!"

Dinleyin onu! haykırışları, çizme gürültülerine karıştı. Hatta tek tük alkışlar bile duyuldu.

Bir başka hayvan çiftliği sahibi olan George Telford, Eisenhart ve Overholser'a kısaca bir şeyler fısıldadı. İki adam dinleyip başını salladı. Telford ayağa kalktı. Kır saçlı, bronz tenli, yakışıklı bir adamdı.

"Söyleyeceklerin bitti mi, evlat?" diye sordu nazikçe. Öğle uykusuna yatıracağı çocuğa yeterince oynayıp oynamadığını sorar gibiydi.

"Evet, sanırım," dedi Tian. Birdenbire tüm coşkusu sönmüştü. Telford, Eisenhart ölçeğinde bir çiftçi değildi ama konuşurken son derece etkileyici olabilirdi. Tian tartışmayı kaybedeceği hissine kapıldı.

"O halde tüyü alabilir miyim?"

Tian vermemeyi düşündü ama ne faydası olacaktı? Elinden geleni yapmıştı. Hiç olmazsa denemişti. Belki de Zalia ile çocukları alıp batıya, Orta-Dünya'ya doğru gitmeleri daha iyiydi. Andy'ye göre Kurtlar'ın gelmesine bir ay vardı. Otuz günde epey yol kat edebilirlerdi.

Tüyü uzattı.

"Genç sai Jaffords'un duygularını elbette anlıyoz ve cesaretini takdir ediyoz," dedi George Telford. Tüyü göğsüne kaldırmış, tam kalbinin üzerine koymuştu. Bakışları, salondaki adamlarla göz teması (dostça göz teması) kurabilmek için sıraları tarıyordu. "Ama götürülen çocukları düşündüğümüz kadar, geride kalan çocukları da düşünmeliyiz. Aslında, ikiz, üçüz veya sai Jaffords'un oğlu Aaron gibi tek olanları hiç ayırmadan, tüm çocukları birden korumalıyız."

Telford, Tian'a döndü.

"Kurtlar annelerini vurup büyükbabalarını ışıklı çubuklarıyla ateşe verince çocuklarına ne diyeceksin? O çığlıkların etkilerini silmek için ne söyleyeceksin? Yanık cesetlerin kokularını tatlılaştırmak için ne yapacaksın? Çocuklarına ruhumuzu kurtardığını mı söyleyeceksin? Onlara şu ağaç masalını mı anlatacaksın?"

Tian'a cevaplama fırsatı vererek bir süre duraksadı ama Tian'ın verecek bir cevabı yoktu. Onları neredeyse ikna ediyordu... ama Telford'u hesaba katmamıştı. Tatlı dilli herif, büyük gri atlar üzerinde gelecek Kurtlar için endişelenmesine gerek olmayacak kadar da yaşlıydı.

Telford, Tian'ın bu sessizliğini zaten bekliyormuş gibi başını salladı ve tekrar salona döndü. "Kurtlar ateş saçan çok güçlü silahlarla, ışıklı çubuklarla, tabancalarla ve o uçan toplarla saldıracak. İsimleri neydi o uçan..."

"Yakan-toplar," diye seslendi biri.

"Kapıp kaçırma topları," dedi bir başkası.

"Sinsi-toplar!" dedi bir üçüncüsü.

Telford gülümseyerek başını sallıyordu. Çalışkan öğrencileri olan bir öğretmene benziyordu. "Her ne iseler, hedeflerini arayarak havada uçu-yolar ve hedeflerine kilitlendiklerinde jilet kadar keskin, dönen bıçaklarını çıkarıyolar. Beş saniye içinde bir adamın derisini baştan ayağa yüzebili-yolar. Geride bir kan denizi ve kıllardan başka bir şey kalmıyo. Bu söylediklerimden şüphe etmeyin, dostlar. Ben bunların gerçekleştiğini gördüm."

"Dinleyin onu, iyi dinleyinf diye bağırdı sıralardaki adamlar. Gözleri korkuyla irileşmişti.

"Kurtlar, çok korkunç yaratıklar," diye devam etti Telford bir kamp hikâyesinden diğerine ustalıkla geçerek. "İnsana benziyolar ama insan di-iller. Daha iri ve çok korkunçlar. Gök Gürültüsü'ndekiler ise daha da beter. Duyduğuma göre ortadakiler Vampir'miş. Belki de kuş veya hayvan başlı insanlar, ölümsüz canavarlar vardır. Kızıl Göz Savaşçıları."

Tekrar mırıltılar duyuldu. Göz'ü duyunca Tian'ın bile tüyleri ürper-mişti.

"Kurtlar'ı gözlerimle gördüm, diğerlerini anlattılar," dedi Telford. "Anlatılanların hepsine inanmasam da çoğuna inanıyom. Ama şimdi Gök Gürültüsü'nü ve oradakileri bir kenara bırakalım ve dikkatimizi Kurtlar'a odaklayalım. Asıl ve en önemli sorunumuz, Kurtlar. Bunun başlıca sebebiyse baştan ayağa silahlı olmaları!" Başını iki yana sallarken yüzünde soğuk bir gülümseme vardı. "Ne yapacağız? Belki sopalarla dürterek onları o büyük atlarının üzerinden düşürebiliriz, sai Jaffords. Ne dersin?"

Alaylı kahkahalar yükseldi.

"Onlarla savaşabilecek silahlara sahip diiliz," dedi Telford. Sesi resmi bir ton kazanmıştı. En önemli gerçeğin altını çiziyordu. "Silahımız olsa bile biz savaşçı diiliz. Biz çiftçi, işçi..."

"Kes bu boş lafları, Telford. Kendinden utanmalısın."

Buz gibi ses ve söyledikleri tüm salonda şaşkınlık uyandırdı. Herkes kimin konuştuğunu görmek için arkasına döndü. Sonradan gelen beyaz saçlı, siyah paltolu, beyaz çember yakalı adam onlara dilediklerini vermek istercesine yerinden kalktı. Alnındaki haç şeklindeki yara izi, gaz lambalarının aydınlığında parlıyordu.

İhtiyar.

Telford kendini hızla toparladı ama konuştuğunda, Tian hâlâ şok-taymış gibi göründüğünü düşündü. "Bağışlayın, Peder Callahan ama tüy şu an bende..."

"Korkakça söylevinin de o kâfir tüyün de cehenneme kadar yolu var," dedi Peder Callahan. Sıraların arasındaki boşlukta ilerledi. Adımları, mafsal iltihabı yüzünden yavaştı. Ne ak sakallı Manni, ne de Tian'ın büyükbabası kadar yaşlıydı. (Büyükbaba, sadece oranın değil, güneydeki Calla Lockwood'un da en yaşlısı olduğunu iddia ederdi.) Yine de bir şekilde ikisinden de daha yaşlıymış gibi görünüyordu. Zamanın kendisi kadar yaşlı. Belki bunun bir sebebi, yara izinin altından bakan o tuhaf bakışlı gözleriydi. Zalia yara izinin yaşlı adamın kendi eseri olduğunu iddia ederdi. Belki de sesiydi insanda çok yaşlı olduğu hissini uyandıran. O tuhaf İsa Adam kilisesini inşa edip Calla'nın nüfusunun yarısını kendi inanç sistemini kabul etmeye ikna edecek kadar uzun süredir orada yaşıyordu ama bir yabancı bile Peder Callahan'ın oralı olmadığını anlardı. Farklılığı genizden gelen düz konuşmasından ve "sokak ağzı" dediği acayip kelimelerden kaynaklanıyordu. Mannilerin sürekli sözünü ettiği diğer dünyalardan birinden geldiği kesindi, ama geldiği yerden hiç bahsetmezdi. Calla Bryn Sturgis artık yeni evi olmuştu. Öyle otoriter bir havası vardı ki tüy elinde olsun olmasın konuşmasına kimse itiraz edemezdi.

Tian'ın büyükbabasından gençti belki, ama Peder Callahan, yine de İhtiyar'dı.


4

Şimdi de Calla Bryn Sturgis'in erkeklerini süzüyor, George Telford'a hiç bakmıyordu. Telford'un tüyü tutan eli aşağı sarkmıştı. Ön sıralardan birine otururken tüy hâlâ elindeydi.

Callahan söze argo terimlerinden biriyle başladı.

"Hepiniz tırsmışsınız."

Kalabalığı bir süre daha sessizce süzdü. Adamların çoğu, bu bakışlara karşılık veremedi. Bir süre sonra Eisenhart ve Adams bile başlarını eğip yere baktılar. Overholser başını dik tuttu ama İhtiyar'ın sert bakışları altında iyice sinmiş görünüyordu.

"Tırsıyorsunuz," dedi siyah giysili, beyaz çember yakalı adam hecelerin üzerine basa basa. Küçük bir altın haç, yakasının alt kısmında ışıldıyordu. Alnındaki diğer haç, (Zalia'nın bir günahın kefareti olarak kendi tırnağıyla yaptığına inandığı iz) gaz lambalarının ışığı altında bir dövme gibi parlıyordu.

"Bu genç adam cemaatimden biri değil ama haklı ve bence hepiniz bunun farkındasınız. Yüreğinizin derinliklerinde hissediyorsunuz, söylediklerinin doğru olduğunu biliyorsunuz. Siz bile, Bay Overholser. Ve siz, George Telford."

"Benim bir şey bildiğim yok," dedi Telford, ama sesi cılızdı ve az önceki etkileyiciliğinden yoksundu.

"Yalanlarınız gözlerinizi kör eder, annem olsa size böyle derdi." Callahan, Telford'a öyle soğuk bir gülümsemeyle baktı ki Tian, o bakışların hedefi olmamasına rağmen ürperdi. Sonra Callahan, ona döndü. "Çok iyi anlattın, evlat. Daha önce bu kadar iyi bir açıklama duymamıştım. Teşekkürler derim, sai."

Tian elini güçsüzce kaldırdı ve yüzünde zayıf bir gülümseme belirdi. Kendini aptalca bir festival temsilinde son anda olağanüstü bir kahraman tarafından kurtarılan bir karakter gibi hissediyordu.

"Korkaklığı biraz bilirim, anlarsınız ya," dedi Callahan sıralarda oturmakta olan adamlara dönerek. Eski bir yanık yüzünden şekilsizleşip çarpılmış sağ elini kaldırdı ve hipnotize olmuş gibi baktı, sonra tekrar indirdi. "Kişisel bazı deneyimlerimin olduğunu söyleyebiliriz. Korkakça bir kararın ardından bir diğer korkakça kararın geldiğini ve bunun, dönülmeyecek kadar geç olana dek böyle devam etmeye mahkûm olduğunu bilirim. Bay Telford, Bay Jaffords'un bahsettiği ağacın bir masaldan ibaret olmadığını hepimiz biliyoruz. Calla büyük bir tehlikeyie karşı karşıya. Ruhlarınız ciddi bir tehdit altında."


Yüklə 2,69 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   54




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin