Stephen King Kara Kule Cilt5 Calla'nın Kurtları



Yüklə 2,69 Mb.
səhifə4/54
tarix30.05.2018
ölçüsü2,69 Mb.
#52130
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   54

"Sevgili Meryem," dedi salonun sol tarafından biri. "Tanrı seninle. Rahmindeki meyve..."

"Kes şunu," diye tersledi Callahan. "Hevesini pazar gününe sakla." Derinliklerinde mavi kıvılcımların oynaştığı mavi gözleri salondakilere döndü. "Meryem Ana'yı, İsa Adam'ı ve Tanrı'yı bu gecelik unutun. Kurt-lar'ın ışıklı çubuklarını ve sokan-böceklerini de öyle. Savaşmahsınız. Siz Calla'nın erkeklerisiniz, değil mi? O halde erkek gibi davranın. Zalim efendisinin çizmelerini yalayıp sırtüstü yatan köpekler gibi değil!"

Overholser bu sözler üzerine kızardı ve ayağa kalkacak oldu. Diego Adams, onu kolundan yakalayarak kulağına bir şeyler fısıldadı. Overholser bir an aynı pozisyonda kaldıktan sonra tekrar yerine oturdu. Adams ayağa kalktı.

"Söylediklerin kulağa güzel geliyo, padrone," dedi. "Cesurca geliyo. Ama yine de önemli birkaç soru var. Birini Haycox sormuştu. Çiftçiler, silahlı savaşçılarla nasıl baş edebilir?"

"Kendimize savaşçılar kiralayarak," dedi Callahan.

Salonu şaşkın bir sessizlik sardı. Sanki İhtiyar başka bir dilde konuşmuştu. Sonunda Diego Adams ihtiyatla konuştu. "Anlamadım."
"Elbette anlamadın," dedi İhtiyar. "Bu yüzden dinle ve bilgelik kazan, Çiftçi Adams ve diğer herkes. Dinleyin ve öğrenin. Kuzeybatımızda, Işının Yolu'nun altında, buraya altı günlük mesafede üç silahşor ve bir de 'çırak' ar" Adamların yüzlerindeki hayreti görünce gülümsedi. Sonra Slightman'a döndü. "Çırağın yaşı senin oğlana yakın, Ben; ama şimdiden bir yılan gibi hızlı ve bir akrep gibi ölümcül. Diğerleri ondan çok daha hızlı ve ölümcül. Tüm bunları, onları gören Andy'den öğrendim. Usta savaşçılar mı istiyorsunuz? İşte fırsat ayağınıza kadar geldi. Bu iş için biçilmiş kaftan olduklarına bahse girerim."

Overholser bu kez ayağa fırladı. Yüzü ateşler içinde yanıyormuş gibi kıpkırmızıydı. Koca göbeği titriyordu. "Kim uydurdu bu masalı?" diye sordu. "Böyle adamlar vardıysa bile Gilead'ın yok olmasıyla birlikte ortadan kalktı. Ve Gilead bin yıl önce toza toprağa karıştı."

Ne onaylayan mırıltılar oldu, ne de itiraz eden. Salonda çıt çıkmıyordu. Herkes bir tek sözcükle büyülenmiş gibiydi: silahşorlar.

"Yanılıyorsun," dedi Callahan. "Ama bu konuda tartışmamıza gerek yok. Gidip kendi gözlerimizle görebiliriz. Küçük bir grup yeterli olur sanırım. Jaffords... ben... ya sen, Overholser? Sen de gelmek ister misin?"

"Silahşorlaryok!" diye kükredi Overholser.

Arkasında oturan Jorge Estrada ayağa kalktı. "Peder Callahan, Tan-nsizi kutsasın..."

"...seni de Jorge."

"...ama silahşorlar gerçekten var olsa bile üç kişi kırk, hatta belki altmış kişi karşısında ne yapabilir? Bu altmış kişi normal insanlar da değil, üstelik. Kurtlar."

"Dinleyin onu! Doğru söylüyo," dedi Eben Took.

"Hem niye bizim için savaşsınlar?" diye devam etti Estrada. "Onlara sıcak birkaç öğünden başka ne sunabiliriz? Ve kim akşam yemeği için canından olmak ister?"

"Dinleyin onu, dinleyinP' diye aynı anda bağırdı Telford, Overholser ve Eisenhart. Diğerleri çizmelerinin topuklarını yere vuruyordu.

İhtiyar gürültünün kesilmesini bekledikten sonra, "Papaz konutunda kitaplarım var," dedi. "Yarım düzine."

Bunu çoğu biliyordu ama kitapların bahsi (onca kâğıt!) yine de salonda şaşkın bir iç çekişe yol açtı.

Stephen King

"İçlerinden birine göre silahşorların ödül alması yasakmış. Çünkü Arthur Eld'in soyundan geliyorlarmış."

"Eld! Eld!" diye fısıldadı Manniler ve içlerinden bazıları ellerini yumruk yaptıktan sonra işaret ve serçe parmaklarını açarak havaya kal-dırdı. Mahvedin onları boğalar, diye düşündü İhtiyar. Bastır Teksas. Kahkahasını bastırdı ama dudakları bir gülümsemeyle kıvrılmıştı.

"İyilik yapan gezgin savaşçılar mı?" dedi Telford alayla. "Böyle masallar için biraz yaşlı diil misiniz, Peder?"

"Savaşçı değil," dedi Callahan sabırla. "Silahşorlar."

"Üç adam Kurtlar'la nasıl baş edebilir, Peder?" diye sordu Tian kendini tutamadan.

Aslında, Andy'ye göre silahşorlardan biri kadındı ama Callahan sulan daha da bulandırmaya gerek görmüyordu (bir parçası bunu yapmayı çok istese de). "Bu onların dinh'ine sorulması gereken bir soru, Tian. Soracağız. Sadece yemek için savaşmayacaklar, biliyorsunuz. Hayır, kesinlikle."

"O halde ne için?" diye sordu Bucky Javier.

Callahan kilisesinin döşemelerinin altında yatan şeyi isteyeceklerini düşünüyordu. Ve bu iyiydi, zira döşemenin altında yatan şey uyanmıştı. Bir zamanlar, bir başka dünyadaki Jerusalem's Lot kentinden kaçmış olan İhtiyar, ondan kurtulmak istiyordu. Bir an önce kurtulmazsa o şey onu öldürecekti.

Ka, Calla Bryn Sturgis'e gelmişti. Bir rüzgâr gibi gelmişti.

"Zamanı geldiğinde öğreneceğiz, Bay Javier," dedi Callahan. "Zaman her cevabı verir, sai."

Bu arada Toplantı Salonu'nu fısıltılar sarmıştı. Umut ve korku yüklü bir esinti gibi sıraların arasında dolaşıyordu.

Silahşorlar.

Batıda silahşorlar var. Orta-Dünya'dan geliyorlar.

Ve Tanrı yardımcıları olsun, bunlar doğruydu. Arthur Eld'in son ölümcül evlatları Işının Yolu'nda Calla Bryn Sturgis'e doğru ilerliyordu. Ka bir rüzgâr gibi geliyordu.

"Zaman, erkek olma zamanıdır," dedi Peder Callahan. Yara izinin altında kalan gözleri alev alevdi. Bununla birlikte sesi yumuşaktı. "Karşı koyma zamanıdır, beyler. Güçlü ve dürüst olma zamanıdır."

BİRİNCİ KISIM GEÇİŞ


BİRİNCİ BÖLÜM SUYUN ÜZERİNDEKİ YÜZ


1

Zaman, suyun üzerinde bir yüzdür: bu, çok eskilerden, çok uzaklardaki Mejis'ten bir atasözüydü. Eddie Dean oraya hiç gitmemişti.

Ama bir anlamda gitmiş sayılırdı. Roland bir gece dört yol arkadaşını -Eddie, Susannah, Jake, Oy- asla var olmamış bir Kansas'taki Kansas Paralı Geçit'inde, 1-70 üzerinde kamp yaptıkları sırada anlattığı hikâyeyle onları Mejis'e götürmüştü. O gece, yoldaşlarına ilk aşkının, Susan Delga-do'nun hikâyesini anlatmıştı. Belki de tek aşkıydı. Ve onu nasıl kaybettiğini anlatmıştı.

Bu deyiş, Roland'ın Jake Chambers'dan fazlaca büyük olmadığı eski günlerde doğru olabilirdi, ama Eddie'ye göre artık iyice gerçeklik kazanmıştı zira dünya, antika bir saatin zembereği gibi dönüyordu. Roland onlara Orta-Dünya'da artık pusulaların iğneleri gibi temel göstergelere bile güvenilemeyeceğini söylemişti; bugün batıda olan, ertesi gün güneybatıda olabilirdi. Kulağa ne kadar çılgınca gelirse gelsin, doğruydu. Zaman da aynı şekilde yumuşamaya başlamıştı. Eddie'nin kırk saat sürdüğüne yemin edebileceği günler oluyordu. Bugünlerden bazılarını daha da uzun süren geceler izliyordu (Roland'ın onları Mejis'e götürdüğü gece gibi). Sonra öyle bir öğ. le sonrası yaşıyorlardı ki karanlık göz açıp kapayıncaya dek çöküyordu. Ed-die zamanın kaybolup kaybolmadığını merak ediyordu.

Lud diye anılan şehirden Mono Blaine ile (ve bilmecelerle) ayrılmış, lardı. Blaine tam bir baş belası, demişti Jake birkaç kez. Ama Mono Bla-ine'in sadece bir baş belası olmadığını anlamışlardı; Blaine zırdeliydi. Eddie, onu mantıksızlığı kullanarak öldürmüştü ('Bu konuda doğal bir yeteneğin var, tatlım,' demişti Susannah ona) ve kendilerini Eddie, Susannah ve Jake'in geldiği dünyanın bir parçasıymış gibi görünmeyen bir Tope-ka'da bulmuşlardı. Ki bu iyi bir şeydi, gerçekten, çünkü bu dünyada yaşam (Kansas eyaletinin profesyonel beysbol takımının The Monarchs, Coca-Cola'nın Nozz-A-La, büyük Japon otomotiv firmasının da Honda değil, Takuro olduğu bu dünya) bir tür salgın hastalık yüzünden neredeyse sona ermişti. Takuro Spirit'inin deposuna bunu doldur da sür bakalım, diye düşündü Eddie.

Tüm bu olaylar sırasında zamanın ilerleyişi ona çok belirgin görünmüştü. Büyük bir bölümünü, neredeyse altını ıslatmasına sebep olacak kadar yoğun bir korkuyla geçirmişti (galiba Roland dışında hepsi aynı durumdaydı) ama evet, zaman o sırada onun için gerçek ve açık seçikti. Kulaklarında kurşunlarla, Roland'ın incecik dediği şeyin vızıltısını dinleyerek T70 üzerindeki donmuş trafik arasında yürüdükleri sırada bile zaman, alıştığı şekilde ilerliyor, avuçlarından kayıp gidiyormuş hissi hasıl olmuyordu.

Ama cam sarayda Jake'in eski dostu Tik-Tak Adam ve Roland'ın eski dostuyla (Flagg... ya da Marten... veya-bir ihtimal-Maerlyn) karşılaşmalarının ardından zaman değişmişti.

Ama hemen değil. O kahrolası pembe kürenin içinde yolculuk ettik... Roland'ın annesini yanlışlıkla öldürdüğünü gördük... ve geri döndüğümüzde...

Evet, işte o zaman olmuştu. Kendilerine geldiklerinde Yeşil Saray'dan yaklaşık elli kilometre uzaklıkta bir açıklıktaydılar. Sarayı hâlâ görebiliyorlardı ama bir başka dünyada kaldığını hepsi biliyordu. Biri (veya bir güç) onları inceciğin içinden veya üzerinden geçirmiş ve tekrar Işı-Yolu'na döndürmüştü. Bunu yapan her kim veya ne ise, düşünceli lavranıp yanlarına Nozz-A-La ve tanıdık Keebler kurabiyelerinin de dahil olduğu birer öğle yemeği paketi hazırlamıştı.

Yakınlarındaki bir ağacın dalında, Roland'ın sarayda öldürmeyi kıl yjyla başaramadığı varlıktan bir not bulmuşlardı: "Kule'yi aramaktan vazgeçin- Bu son uyarınız." Gerçekten de çok aptalcaydı. Roland, Ku-le'den vazgeçmektense Jake'in Hantal Billy'sini öldürüp akşam yemeği için ateş üstünde kızartırdı. Hiçbiri Roland'ın Kara Kule'sinden vazgeçmezdi. Tanrı yardımcıları olsun, bu yola baş koymuşlardı.

Havanın kararmasına biraz var, demişti Eddie, Flagg'in uyarı notunu buldukları gün. Bu süreyi değerlendirmek istiyor musun?

Evet, diye yanıtlamıştı Gilead'lı Roland. Değerlendirelim.

Ve böylece Işının Yolu'nu birbirlerinden çalı sıralarıyla ayrılan ve göz alabildiğine uzanan düzlükler üzerinde takip etmeye devam ettiler. İnsanların varlığına dair hiçbir iz yoktu. Gökyüzü ve bulutların alçak olduğu günler birbirini kovaladı. Işının Yolu'nun tam altında ilerledikleri için bazen başlarının üzerindeki bulutlar parçalanarak ayrılıyor ve mavi gökyüzü kısa bir süreliğine yüzünü gösteriyordu. Bir gece, bulutlar dolunayı görmelerine yetecek kadar aralandı: kısık gözlerle sırıtarak bakan işportacıydı. Roland yazın sonlarında olduklarını tahmin etti, ama Ed-die'ye göre zaman, hiçbir şeyi çeyrek geçiyordu. Otlar çok seyrek, çoğunlukla ölüydü. Ağaçlar (tek tüktüler) çırılçıplak, çalılar kuru ve kararmıştı. Av hayvanı çok azdı ve haftalar sonra ilk kez (robot ayı Shardik'in hüküm sürdüğü ormandan ayrılmalarından beri) karınları tam anlamıyla doymadan uyumaya başladılar.

Yine de Eddie'ye göre bunların hiçbiri zaman kavramını yitirmişlik hissi kadar rahatsız edici değildi. Tanrı aşkına ne saatler, ne günler, ne haftalar, ne mevsimler vardı. Ay, Roland'a yaz sonunda olduklarını söylüyor olabilirdi, ama etraflarındaki dünya kasımın ilk haftasındaymışlar ve tembelce kışa doğru ilerliyorlarmış hissi veriyordu.

Eddie bu süre içinde zamanın daha çok dış olaylar tarafından yarandığına karar vermişti. Bir sürü ilginç halt olduğunda zaman daha hızlı akıyor gibiydi. Ama her zaman yaptıkları sıkıcı haltları yapıyorlarsa iyice yavaşlıyordu. Ve her şey durduğunda, zaman da yok oluyordu. Pilini pırtl-sini toplayıp gidiyordu. Garipti ama gerçekti.

Gerçekten hiçbir şey olmuyor mu, diye düşündü Eddie. Dümdüz tarlalar boyunca Susannah'nın tekerlekli sandalyesini itmekten başka bir k olmadığından düşünmek için gereğinden fazla vakti vardı. Büyücü'nün Küresi'nden dönmelerinden sonra onları düşündüren tek tuhaflık, Ja. ke'in Gizemli Sayı dediği şeydi ve muhtemelen hiçbir anlam ifade etmi. yordu. Lud'un Beşiği'nde Blaine'e binebilmek için bir matematik bilme-cesini çözmeleri gerekmişti. Susannah Gizemli Sayı'nın oradan kalma bit şey olabileceğini söylemişti. Eddie, onun haklı olduğunu pek sanmıyordu ama hey, bu da bir teoriydi elbette.

Ve gerçekten, on dokuz rakamının ne gibi bir özelliği olabilirdi? Gizemli Sayı. Susannah bir süre kafa yorduktan sonra Mono Blaine ile aralarındaki kapıyı açan sayılar gibi asal bir sayı olduğunu söyledi. Eddie buna, on sekiz ve yirmi arasında kalan tek rakam olduğu gerçeğini ekledi. Bunun üzerine Jake güldü ve saçmalamayı kesmesini söyledi. Kamp ateşinin yakınında oturup bir tavşan figürü oyan Eddie (bittiğinde, kesesin-deki kediyle köpeğin yanında yerini alacaktı), ona tek gerçek yeteneğiyle dalga geçmeyi bırakmasını söyledi.
2

Bir zamanlar orada bir yol olduğuna işaret eden eski tekerlek izlerini gördükleri sırada beş altı haftadır Işının Yolu boyunca ilerliyorlardı. İzler, Işının Yolu'nu tam olarak takip etmiyordu, ama Roland yine de izler boyunca ilerlemeye başladı. Işının Yolu'na yeterince yakın olduğunu söylemişti. Eddie tekrar bir yol üzerinde ilerlemenin her şeyi yeniden odaklayabileceğim, o çıldırtıcı kayıp hissinden kurtulmalarına yardım edebileceğini düşünmüştü ama umduğu olmadı. Yol, basamak gibi yükselen bir dizi arazi arasında ilerlemeye devam ediyordu. Sonunda, kuzeyden güneye uzanan bir sırtı aştılar. İzledikleri yol, uzak bir noktada ormanlık bir alana doğru iniyordu. Sanki masallardan çıkma bir orman, diye düşündü Eddie ağaçların gölgelerinin arasına girerlerken. Susannah or-ndaki ikinci günlerinde (belki de üçüncü gündü... ya da dördüncü) küle bir geyik vurdu. Bir süredir yedikleri sebzeli silahşor dürümlerinden nra et çok lezzetli gelmişti. Ama ormanın içlerinde ne orklar, ne devler ne de elfler vardı.

"Gözlerim sürekli şekerden yapılmış evi arıyor," dedi Eddie. Neredeyse bir haftadır yaşlı ağaçların arasında ilerliyorlardı. Belki de daha fazlaydı. Tek bildiği, hâlâ Işının Yolu'na yakın olduklarıydı. Onu gökyüzünde görebiliyor... ve hissedebiliyorlardı.

"Nedir bu şekerden yapılmış ev?" diye sordu Roland. "Bu da bir başka hikâye mı? Eğer öyleyse duymak isterim."

Elbette isterdi. Adam hikâye dinlemekten bıkmıyordu. 'Bir zamanlar herkes ormanda yaşarmış,' diye başlayan masallara doyamıyordu. Ama dinleyişi biraz tuhaftı. Kafası başka bir yerdeymiş gibi. Eddie bir keresinde Susannah'ya bundan bahsetmiş ve o da çoğu zaman yaptığı gibi bir seferde konunun özünü yakalamıştı. Susannah duyguları adlandırmakta bir şairin ustalığına sahipti.

"Çünkü uyumadan önce irileşmiş gözlerle masal dinleyen bir çocuk değil," demişti Susannah. "Sen ise öyle dinlemesini istiyorsun, canım."

"Peki o nasıl dinliyor?"

"Bir antropolog gibi," diye karşılık vermişti Susannah hemen. "Hakkında hiçbir şey bilmediği bir kültürü efsanelerini ve hikâyelerini dinleyerek tanımaya çalışan bir antropolog gibi."

Haklıydı. Roland'ın dinleme tarzı Eddie'yi belki de içten içe bilim adamları gibi dinlemesi gerekenin o, Suze ve Jake olduğunu düşündüğü için rahatsız ediyordu. Çünkü onlar çok daha ileri bir zaman ve mekândan geliyorlardı. Değil mi?

Öyle ya da böyle, iki dünyada ortak olan pek çok masal keşfetmişlerdi. Roland sürgündeki üç New York'lunun okulda okuduğu "Hanım veya Kaplan"a tüyler ürpertecek kadar benzeyen, "Diana'nın Rüyası" adında bir masal biliyordu. Lord Perth'ün hikâyesi, İncil'deki Davut ve Calut'a Çok benziyordu. Roland dünyadaki günahların kefaretini ödemek için Çarmıha gerilen İsa Adam hakkında epey hikâye biliyordu ve onlara, İsa Adam'ın Orta-Dünya'da da birçok inanana sahip olduğunu söylemişti.

Her iki dünyada bilinen ortak şarkılar da vardı. Bunlardan biri, "CareW Love"dı. Bir diğeriyse "Hey Jude" idi ama Roland'ın dünyasında şarkım,, ilk satırı,0 "Hey Jude, I See You, Lad," şeklindeydi.

Eddie sonraki bir saat boyunca Roland'a Hansel ve Gretel'in hikâye, sini anlattı. Korkunç cadının yerine hiç düşünmeden Cöos'lu Rhea'y, koymuştu. Cadının çocukları şişmanlatmaya çalıştığı bölüme gelince an-latmayı kesip Roland'a sordu. "Bunu biliyor musun? Ya da benzerini?"

"Hayır," dedi Roland. "Ama güzel bir masal. Sonuna kadar anlat lütfen."

Eddie anlattı ve her masalın sonunda olduğu gibi "Onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine," diyerek bitirdi. Roland başını salladı. "Kims-i muradına eremiyor ama bırakalım da çocuklar bu gerçeği kendileri keşfetsin, değil mi?"

"Evet," dedi Jake.

Oy, çocuğun topuklarının dibinde yürüyor, Jake'e altın halkalı gözlerinde her zaman bulunan sükûnetle karışık tapınma ifadesiyle bakıyordu. "Vet," dedi hayvan çocuğun asık suratını taklit ederek.

Eddie kolunu Jake'in omzuna attı. "New York'ta değil de burada olman ne kötü," dedi. "New York'ta olsaydın, Jakey evlat, muhtemelen şimdiye kadar bir pedegogun hastası olurdun. Ailenle ilgili sorunları onunla tartışır, çözülmemiş anlaşmazlıklarının derinliklerine inmeye çalışırdın. Belki güzel ilaçlar da alırdın. Ritalin gibi şeyler."

"Burada olmayı tercih ederim," dedi Jake ve Oy'a baktı.

"Evet," dedi Eddie. "Seni suçlamıyorum."

"Böyle hikâyelere 'peri masalı' deniyor," dedi Roland düşünceli bir ifadeyle.

"Evet," dedi Eddie.

"Ama bunda periler yok."

"Öyle," diye onayladı Eddie. "Bu daha çok bir kategori ismi gibi. Bizim dünyamızda gizem ve gerilim hikâyeleri... bilim kurgu hikâyeleri... Kovboy hikâyeleri ve masallar vardır. Anladın mı?"

"Evet," dedi Roland. "Sizin dünyanızda insanlar her hikâyede sadece k bir tat olsun mu ister? Damaklarında tek bir tat?"

"Sanırım bu yeterince uygun bir anlatım," dedi Susannah.

"Kimse türlü yemiyor mu?" diye sordu Roland.

"Bazen akşam yemeğinde yiyorlar sanırım," dedi Eddie. "Ama iş eğlenceye geldiğinde, türleri ayrı tutmayı severiz. Tabaktaki hiçbir şey bir diğerine dokunmaz. Gerçi böyle anlatınca kulağa sıkıcı bir şeymiş gibi geliyor."

"Sence böyle kaç masal vardır?"

Eddie, Susannah ve Jake hiç tereddüt etmeden (ve kesinlikle aralarında anlaşmadan) aynı anda aynı kelimeyi söyledi: "On dokuz!" Oy da bir an sonra tekrarladı. "Oo kuz!"

Birbirlerine bakıp güldüler çünkü 'on dokuz', ortak bir espri •olmuştu. Yine de kahkahalarında hafif bir tedirginlik hissedilebiliyordu zira bu on dokuz olayı giderek garipleşiyordu. Eddie üzerinde çalıştığı son hayvanın kenarına bir markaymış gibi bu rakamı oyduğunu fark etmişti. Hey merhaba, On Dokuz Kulübü'ne hoş geldiniz! Susannah da Jake de kamp ateşi için on dokuzar parça odun getirdiğini itiraf etmişti. Sebebini ikisi de bilmiyordu, sadece öylesinin daha doğru olduğunu hissetmişlerdi.

Sonra Roland'ın onları şu an içinde ilerlemekte oldukları ormanın hemen kıyısında durdurduğu sabah vardı. Roland gökyüzünü işaret ederek çok yaşlı bir ağacı göstermişti. Ağacın dalları, on dokuz rakamı şeklindeydi. Hem de hiç şüphe götürmeyecek biçimde. Hepsi görmüştü, ama önce Roland fark etmişti.

Bununla birlikte kehanetlere ve işaretlere Eddie'nin bir zamanlar ampullere ve pillere inandığı gibi sorgusuzca inanan Roland, ka-tet'inin rakama yönelik ani ve tuhaf takıntısı üzerinde pek durmuyor gibiydi. Söylediğine göre birbirleriyle çok yakınlaşmışlardı, bir ka-tet'in ulaşabileceği en son noktadaydılar. Düşünceleri, alışkanlıkları ve ufak tefek saplantılarını bir diğerine bulaşması doğaldı. Tıpkı nezle gibi. Jake'in de bunu bir dereceye kadar kolaylaştırdığına inanıyordu.

"Dokunuşa sahipsin, Jake," dedi. "Eski dostum Alain'de olduğu kadar kuvvetli olup olmadığından emin değilim ama tanrılar adına, olabilenine inanıyorum."

"Neden bahsettiğini bilmiyorum," diye karşılık verdi Jake anlamaya, rak. Eddie anlamıştı (biraz) ve tahminlerine göre Jake de zamanla fart edecekti. Zaman normal bir şekilde ilerlerse elbette.

Ve bu durum Jake'in çörek-toplarını bulduğu güne kadar sürdü.
3

Eddie öğle yemeği için mola verdikleri sırada (yine o sıkıcı sebzeli dürümlerden yiyeceklerdi, geyik eti bitmiş, Keebler kurabiyeleri tatlı biı hatıra olmuştu) Jake'in yanlarında olmadığını fark etti ve Silahşor'a ço-cuğun nerede olduğunu bilip bilmediğini sordu.

"Yaklaşık yarım tekerlek önce yanımızdan ayrıldı," dedi Roland ve sağ elinin kalan iki parmağıyla yolun gerisini işaret etti. "Gayet iyi. Başına bir şey gelseydi hepimiz hissederdik." Roland burrito'suna baktı ve isteksizce bir lokma ısırdı.

Eddie başka bir şey söylemek için ağzını açtı ama Susannah ondan önce davrandı. "İşte geldi. Selam, tatlım, elinde ne var?"

Jake'in kolları tenis topu büyüklüğünde yuvarlak şeylerle doluydu. Ama bu şeyler zıplamazdı; üzerlerinden çıkan küçük boynuzlar vardı. Çocuk yaklaştığında Eddie kokuyu aldı; fırından yeni çıkmış ekmeğin kokusuna benzer, muhteşem bir kokuydu.

"Sanırım yiyecek güzel bir şey buldum," dedi Jake. "Annemle kâhyamız Bayan Shaw'un Zabar'ın yerinden aldığı mayalı hamurdan yapılmış taze ekmekler gibi kokuyorlar." Gülümseyerek Susannah ve Eddie'ye baktı. "Zabar'ın yerini biliyor musunuz?"

"Ben kesinlikle biliyorum," dedi Susannah. "Her şeyin en iyisi mmfli-mmm. Ve gerçekten de harika kokuyorlar. Sen henüz yemedin, değil mi?"

"Yemedim tabi." Soru dolu gözlerle Roland'a baktı.

Silahşor toplardan birini aldı, boynuzları çekip çıkardı ve koca biı lokma ısırarak tüm sorulara bir açıklık kazandırdı. "Çörek-topları," dedi "Bunlardan birini en son ne zaman gördüğümü tanrılar bilir. Harikadıf' lar." Mavi gözleri parlıyordu. "Boynuzlan yemeyin. Zehirli değiller afflatları ekşidir. Biraz geyik yağımız kaldıysa boynuzları kızartabiliriz. Kı-tllınca tatları neredeyse ete benzer."

"Kulağa iyi bir fikir gibi geliyor," dedi Eddie. "Yiyin de geberin. Ben mantar-çöreklerden ya da her ne iseler onlardan uzak duracağım."

"Mantar değiller," dedi Roland. "Daha çok bir meyve denebilir."

Susannah birini alıp ufacık bir parça ısırdı, sonra daha büyük bir lokma aldı. "Bunları kaçırmak istemezsin, sevgilim," dedi. "Babamın arkadaşı Pop Mose olsa bunlar için, 'birinci sınıf derdi." Jake'den bir başka çö-rek-topu daha aldı ve başparmağını ipeksi yüzeyinde gezdirdi.

"Belki," dedi Eddie. "Ama lisedeyken hazırladığım ödev için okuduğum bir kitap vardı. Galiba ismi, Daima Şatoda Yaşadık'h. Orada da kaçık bir piliç tüm ailesini buna benzer şeylerle zehirliyordu." Jake'e doğru eğildi, kaşlarını kaldırdı ve yüzünde ürkütücü olduğunu sandığı bir sırıtış belirdi. "Tüm ailesini zehirledi ve her biri acı içinde öldü."

Eddie, kendini oturmakta olduğu kütükten geriye attı ve yüzünü şekilden şekle sokup boğulur gibi sesler çıkararak kuru yapraklarla çam iğnelerinin üzerinde yuvarlanmaya başladı. Oy, Eddie'nin ismini havlayarak haykırıyor, etrafında daireler çiziyordu.

"Kes şunu," dedi Roland. "Bunları nereden buldun, Jake?"

"Arkadan," dedi Jake. "Bir açıklık alan keşfettim. Bu şeylerle dolu. Ayrıca canınız et istiyorsa... ki benim istiyor... tüm işaretler mevcut. Taze dışkılar gördüm." Gözleri, Roland'ınkileri buldu. "Çok... taze... dışkılar." Kelimeleri, dilini yeni öğrenen biriyle konuşur gibi tane tane söylemişti.

Roland'm yüzünde küçük bir gülümseme belirdi. "Alçak sesle ve açık konuş," dedi. "Seni endişelendiren nedir, Jake?"

Jake dudaklarını neredeyse hiç kıpırdatmadan cevap verdi. "Çörek-toplarını toplarken beni izlemekte olan adamlar gördüm." Bir an du-raksadıktan sonra ekledi. "Şu an bizi izliyorlar."

Susannah bir çörek-topu aldı, inceledi, sonra bir çiçeği koklar gibi burnuna götürdü. "Geldiğimiz yönde mi? Yolun sağ tarafında?"

"Evet," dedi Jake.

Eddie öksürür gibi yaparak yumruğunu ağzına doğru kaldırdı. "Kaç kişiler?"

"Galiba dört."

"Beş," dedi Roland. "Altı da olabilir. İçlerinden biri kadın. Bir başka, sıysa Jake'den biraz daha büyükçe bir çocuk."

Jake şaşkınca ona baktı. "Ne kadar zamandır izliyorlar?" diye sordu Eddie.

"Dünden beri," dedi Roland. "Doğudan gelip peşimize düştüler."

"Ve sen bize söylemedin?" dedi Susannah sorarcasına. Ağzını kapat, maya çalışmadan, biraz da hışımla konuşmuştu.

Roland, ona gözlerinde belirgin bir pırıltıyla baktı. "Kokularını önce hanginizin alacağını merak ediyordum. Aslında paramı senin üzerine koymuştum, Susannah."

Susannah, ona soğukça baktı ve sessiz kaldı. Eddie bu bakışta Detta Walker'dan izler olduğunu düşündü ve hedefi olmadığına memnun oldu.

"Ne yapacağız?" diye sordu Jake.

"Şimdilik hiçbir şey," dedi Silahşor.

Jake'in bundan hiç hoşlanmadığı belliydi. "Ya onlar da Tik Tak'ın ka-tet'i gibiyse? Bıçakçı, Hoots ve diğerleri gibilerse?"

"Değiller."

"Nereden biliyorsun?"

"Çünkü öyle olsalar çoktan bize tuzak kurmaya çalışırlardı ve bu da sonlan olurdu."

Buna verilecek bir cevap yok gibiydi, yollarına devam ettiler. Asırlık ağaçların arasında, koyu gölgeler içinde ilerliyorlardı. Yürümeye başlayalı yirmi dakika kadar olmuştu ki Eddie takipçilerinin sesini duydu: kırılan dallar, hışırdayan yapraklar, hatta bir keresinde alçak bir insan sesi. Ro-land'ın deyişiyle, sakarayak'tûar. Eddie, onları bunca zamandır fark etmemiş olduğu için kendine sinirleniyordu. Bir yandan da takipçilerinin ne iş yaptığım merak ediyordu. İşleri iz sürmek ve tuzağa düşürmekse hiç başarılı olmadıkları açıktı.


Yüklə 2,69 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   54




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin