Harry, "O hıyarların herhangi birini yere serebilirim ben," diye söylendi.
Bill, "On beş, yirmi tanesine ne dersin?" diye sorunca, Harry sustu. Sosisçinin arabası ilerde ayna gibi ışıldıyordu. Bobby cebindeki dolara dokundu. Ted bu parayı ona, annesinin bıraktığı zarfın içinden çıkarıp vermiş, sonra, gerekince gerektiği kadar almasını söyleyerek zarfı ekmek kızartma makinesinin arkasına bırakmıştı. Bu güven çok mutlu etmişti Bobby'yi.
Bill, "İşe olumlu yanından bak," dedi. "St. Gabe'in çocukları belki o ahlaksız ihtiyarı pataklarlar."
Arabanın yanına vardıklarında Bobby, önce niyet ettiği gibi iki sote satın alacak yerde bir tanesiyle yetindi. Nedense iştahı kaçmıştı. Kurtlar'ın, antrenörlerinin donatım arabasıyla geldikleri B sahasına döndüklerinde az önce Ted'in oturduğu bankta kimse yoktu.
Antrenör Terrell ellerini çırparak, "Haydi gelsenize çocuklar!" diye seslendi. "Kim beysbol oynamak istiyor?"
Ted o gece Garfield'lerin fırınında ünlü güvecini pişirdi. Bu daha da fazla sosis demekti, ama Bobby Garfield 1960 yılının yazında günde üç kere sosis yiyebilir, yatarken de bir dördüncüsüne hayır demezdi.
Ted yemeklerini hazırlarken yaşlı adama gazeteden bölümler okudu. Ted sadece Patterson - Johansson'un herkesin yüzyılın maçı dediği yaklaşan rövanş maçıyla ilgili birkaç paragrafı dinlemek istiyordu. Ayrıca New York'ta Garden'de bir gece sonra oynanacak Albini-Haywood düellosu hakkında yazılmış her kelimeyi duymaya kararlıydı. Bobby bunu biraz tuhaf bulmuştu, ama bununla ilgili değil şikâyet etmek, bir yorum yapmaktan bile çekindi.
Hayatının herhangi bir akşamını annesi yanında olmadan geçirdiğini anımsayamıyordu. Liz'i özlemesine özlüyordu, ama kısa bir süre için uzaklaşmış olmasından hoşnuttu. Haftalardır, hatta belki aylardır, evine garip bir gerilim egemendi. Bu, alışkanlık yapacak kadar devamlı olup, ancak susmasından sonra hayatınızın ne kadar ayrılmaz bir parçası olduğunu anlayabildiğiniz bir elektrik vızıltısı gibi bir şeydi. Bu düşünce annesinin deyişlerinden bir tanesini daha ona hatırlattı.
Bobby tabakları almak için yanına gelince Ted, "Ne düşünüyorsun?" diye sordu.
Bobby, "Bir değişikliğin dinlenmek kadar etkili olduğunu," diye yanıt verdi. "Annem hep öyle der. Umarım, o da benim kadar iyi vakit geçiriyordur."
Ted, "Ben de, Bobby," dedi. Eğilip fırının kapağını açtı ve yemeklerinin pişme durumunu kontrol etti. "Evet, ben de."
B&M fasulye konservesi ve supermarket yerine kent meydanının öbür yanındaki kasaptan alınmış ekstra baharatlı sosislerle pişirilmiş güveç müthiş lezzetliydi. (Bobby, Ted'in, tanınmamak için giydiği giysiler üstündeyken bunları satın aldığını tahmin ediyordu.) Yemeğin ağzınızı yakan, sonra da yüzünüzü terleten bir yabanturpu sosuyla servisi yapılıyordu. Ted güveçten iki kere aldı, Bobby ise üç kere. Sonra da lokmalarını bardaklar dolusu üzüm suyuyla yuttu.
Ted yemek sırasında bir kere sanki oradan uzaklaştı. Önce onları göz yuvarlaklarının arkasında hissettiğini söylemiş, sonra da yabancı bir dille konuşmaya ya da zırvalamaya başlamıştı. Ama nöbet kısa sürmüş ve Bobby'nin iştahını etkilememişti. Bunlar da ayaklarını sürüyerek yürüyüşü ve sağ elinin ilk iki parmağındaki nikotin lekeleri gibi Ted'in bir parçasıydı.
Ortalığı birlikte topladılar. Ted güvecin fazlasını buzdolabına kaldırdı, sonra da bulaşıkları yıkadı. Bobby ise yıkanan tabak, çanağı kuruladı ve her şeyin nereye konulduğunu bildiği için onları yerlerine yerleştirdi.
Birlikte çalıştıkları sırada Ted, "Yarın benimle Bridgeport'a gelmek ister misin?" diye sordu. "Sinemaya gidebiliriz -erken matineye- sonra da benim görülecek bir işim var."
Bobby, "Harika!" diye atıldı. "Hangi filmi görmek istersiniz?"
"Önerilere açığım, ama Lanetliler Köyü'ne gidebiliriz diye düşünmüştüm. Bir İngiliz filmidir. John Wyndham tarafından yazılmış çok güzel bir bilim-kurgu romanından alınma. Ona gidelim mi?"
Bobby önce heyecanından konuşamadı. Lanetliler Köyü'nün reklamlarını -o güvenilmez o bakışlı çocukları- gazetede görmüş, fakat filmi seyredebileceğini aklından geçirmemişti. Harwich'de meydandaki sinemada ya da Asher Empire'da cumartesi matinesinde görülebilecek bir film olmadığı kesindi. O sinemalardaki matinelerde daha çok canavar filmleri, westernler veya Audie Murphy savaş kurdeleleri gösteriliyordu. Ve annesi bir akşam sinemasına gittiği zaman onu beraberinde götürse bile bilim-kurgudan hoşlanmazdı. Liz genellikle Merdivenin Tepesindeki Karanlık türünden karamsar aşk öykülerinden zevk alırdı.) Ayrıca Bridgeport'taki sinemalar eski Harwich veya sade ve afişli Empire'a benzemiyorlardı. Bridgeport'taki salonlar peri şatoları gibiydi, dev ekranları vardı ve bunlar şovların arasında kat kat kadife perdelerle örtülüyordu. Tavanlarında tıpkı yıldızlı bir gök gibi minik ışıklar parıldıyordu. Duvarlarında görkemli aplikler vardı. Balkonları da iki taneydi.
"Bobby?"
Çocuk, büyük bir olasılıkla gece gözüne uyku girmeyeceğini düşünerek, "Sormaya ne hacet!" dedi. "O filmi görmeyi çok isterim. Ama korkmuyor musunuz? Biliyorsunuz..."
"Otobüse binecek yerde bir taksiyle gideriz. Sonra eve dönmek içip telefonla başka bir taksi isterim. Hiç merak etme. Sanıyorum, onlar bizden yavaş yavaş uzaklaşıyorlar. Onları o kadar kuvvetli hissetmiyorum."
Öyleyken Ted bunları söylerken bakışını ondan kaçırmıştı. Bobby' ye, kendisinin de fazla inanmadığı bir öykü anlatmaya çalışan biri gibi görünmüştü. Boşluk dönemlerinin giderek sıklaşmasının bir anlamı olduğu takdirde, öyle görünmesinin çok doğal olduğunu düşündü Bobby.
Kes şunu, alçak adamlar diye bir şey yok, onlar Flaş Gordon ve Dale Arden gibi gerçek olmaktan uzak. Senin dikkat etmeni istediği şeyler... sadece şeyler. Unutma bunu, Bobby-O: sadece sıradan şeyler. Bulaşıklar ortadan kalktıktan sonra ikisi oturup Ty Hardin'in oynadığı Bronco'yu seyretmeye hazırlandılar. "Erişkin Westernleri" denilen türün en iyileri arasında değildi (Cheyenne'le Maverick en iyileriydi.), ama fena da sayılmazdı. Bobby şovun yarı yerinde orta ayar bir osuruk salıverdi. Ted'in güveci etkisini göstermeye başlamıştı. Yaşlı adamın yüzünü buruşturup parmaklarıyla burnunu tıkamadığına emin olmak için yaşlı dostuna yan gözle baktı. Ama hayır, Ted görünürde tüm dikkatini vererek televizyon seyrediyordu.
Bir reklam (Aktrisin biri buzdolabı satıyordu.) başladığında Ted Bobby'ye bir bardak şalgam suyu isteyip istemediğini sordu. Bobby başıyla evetledi. Ted bundan sonra, "Banyoda gözüme ilişen Alka-Seltzer'lerden birini alayım diyorum, Bobby," dedi. "Galiba fazla yedim."
Yaşlı adam kulağa trombon sesi gibi gelen uzun ve gürültülü bir yellenmeyle ayağa kalktı. Bobby ellerini ağzına götürerek kıkırdadı. Ted ona hazin bir gülümsemeyle bakarak odadan çıktı. Bobby'nin kıpırtıları tekrar tekrar yellenmesiyle sonuçlandı, öyle ki Ted tek elinde köpüren bir bardak Alka-Seltzer, öbüründe de yine köpüklü bir bardak Hires şalgam suyuyla odaya döndüğünde çocuk o kadar hızlı gülüyordu ki, gözyaşları yanaklarından aşağı süzülerek yağmur damlaları gibi çenesinden dökülüyordu.
Ted, "Bu bağırsaklarımızı onarır," dedi. Bobby'ye şalgam suyunu vermek için eğilince, arkasında klaksona benzer bir gürültü koptu "Kaz arkamdan dışarı uçtu," diye eklemesi üzerine de Bobby öyle hızı, güldü ki, artık sandalyesinde oturamadı. Aşağı kayarak yerde kemiksiz bir kitle gibi yığıldı kaldı.
Ted ona, "Hemen dönerim," dedi. "Bir şeye daha ihtiyacımız olacak."
Daireyle holün arasındaki kapıyı açık bıraktığından Bobby onun merdiveni çıktığını duydu. Ted üçüncü kata ulaştığında Bobby tekrar sandalyesine sürünebilmişti. Hayatında hiç bu kadar güldüğünü anımsamıyordu. Şalgam suyundan biraz daha içtikten sonra tekrar yellendi. "Kaz yine uçtu... uçup çıktı..." Arkasını getiremedi. Sandalyesinin içine çöktü ve başını iki yana sallayarak yine ulumaya başladı.
Ted aşağı inerken basamaklar gıcırdadı. Tekrar daireye giren yaşlı adam, kordonu özenle kaidesinin etrafına sarılmış vantilatörünü koltuğunun altına sıkıştırmıştı. "Annen bu konuda haklıymış," dedi. Vantilatörün fişini prize sokmak için eğilmesi üzerine arkasından bir kaz daha uçtu.
Bobby, "Annem genellikle haklıdır," dedi ve bu sözler ikisinin de komiğine gitti. Oturma odasında oturuyorlar, vantilatörün kanatlan dönüyor ve giderek daha fazla kokuşan havayı harekete geçiriyordu. Bobby hemen gülmeyi kesemeyecek olursa kafasının patlayacağını hissetti.
Bronco sona erince (Bobby filmi doğru dürüst izleyememişti bile.) çocuk Ted'in çek-yatı açmasına yardım etti. Bunun içindeki yatak insanı pek o kadar davet etmiyordu, ama Liz tarafından bazı yedek çarşaflar ve örtülerden yararlanılarak yapılmıştı, Ted de işini göreceğini söyledi. Bobby dişlerini fırçaladı, sonra yatak odasının kapısından kanepe-yatağının ayak ucunda oturan ve TV haber programını seyreden Ted'i seyretti.
"İyi geceler," dedi.
Ted ona baktı. Bobby bir an yaşlı adamın kalkacağını, yanına geleceğini ve onu kucaklayıp öpeceğini sandı. Ancak, o bunu yapacak yerde, çocuğa garip bir küçük selam verdi. "İyi uyu, Bobby."
"Teşekkür ederim."
Bobby yatak odasının kapısını kapadı. Işığı söndürdü, yatağına girdi ve ayaklarını şiltenin iki ucuna uzattı. Karanlığa bakarken Ted'in, omuzlarını kavradığı, sonra eklemli yaşlı ellerini ensesinde kenetlediği sabahı anımsıyordu. O gün yüzleri, dönme dolapta öpüşmelerinden önce Carol'la kendisinin yüzleri kadar birbirine yakındı. Annesiyle tartıştığı gündü. Katalogun içine bantlanmış paraları öğrendiği gün. Aynı zamanda Bay McQuown'dan doksan cent kazandığı gün. Bay McQuown, Git, kendine bir martini ısmarla, demişti.
Önsezi Ted'in ona dokunmasından mı kaynaklanmıştı? Bobby karanlığın içinde, "Evet, öyle olma olasılığı kuvvetli!" diye fısıldadı.
Ya bana tekrar o şekilde dokunursa? Bobby bunu düşündüğü sırada uykuya daldı.
Gördüğü düşte insanlar balta girmemiş bir ormanda annesini kovalıyorlardı. Bu insanlar Jack, Piggy, alçak adamlar, Don Biderman, Cushman ve Dean'di. Annesinin üstünde Lucie'nin Giysileri mağazasından satın aldığı ince askılı siyah elbise vardı, ne çare ki, dikenler ve dallara takılarak yer yer yırtılmıştı. Lime lime olmuş çorapları bacaklarından sarkan parçalanmış ölü derilere benzemişlerdi. Gözleri dehşet kuyularıydı sanki. Onu kovalayan çocuklar çıplaktı. Biderman'la öbür iki kişi takım elbise giymişlerdi. Hepsinin yüzüne dönüşümlü olarak kırmızı ve beyaz boyayla yollar çizilmişti. Hepsi ellerindeki kılıçları savuruyor, "Öldürün domuzu, gırtlağını kesin! Öldürün domuzu, kanını için! Öldürün domuzu, bağırsaklarını yerlere saçın," diye bağırıyorlardı.
Çocuk şafağın gri ışığında titreyerek uyandı ve kalkarak tuvalete gitti. Tekrar yatağa döndüğünde düşünde neler gördüğünü artık doğru dürüst hatırlayamıyordu. İki saat daha uyudu ve beykınla yumurta kokularının burnuna dolmasıyla uyandı. Yatak odasının penceresinden parlak bir yaz güneşi içeri doluyor, Ted de kahvaltıyı hazırlıyordu.
Lanetliler Köyü Bobby Garfield'in çocukluğunun son ve en büyük filmi oldu; çocukluğundan sonra gelenlerin de ilk ve en büyük filmiydi. Bu karanlık dönemde çoğu zaman kötü ve daima da aklı karışık, gerçekten tanımadığını hissettiği bir Bobby Garfield'di. Onu ilk kez tutuklayan polis sarı saçlıydı, polis zorla girdiği mağazadan onu alıp götürürken Bobby'nin aklına gelen (Onunla annesi o sıralar Boston'un kuzeyindeki bir banliyöde yaşıyorlardı.) Lanetliler Köyü'ndeki bütün o sarı saçlı çocuklar oldu. Polis, onlardan birinin büyümüş hali olabilirdi.
Film Criterion'da, Bobby'nin bir gece önce aklından geçen Bridgeport'taki rüya beldelerinin en güzelinde oynuyordu. Siyah-beyazdı ama kontrastları çok keskindi, dairedeki Zenith'de olduğu gibi bulanık değildi ve görüntüler de kocamandı. Ses de öyleydi, özellikle Midwich çocukları güçlerini gerçekten kullanmaya başladıkları zaman çalınan o ürpertici Theremin müziği. Öykü Bobby'yi büyüledi, daha ilk beş dakika sona ermeden bunun tıpkı Sineklerin Tanrısı gibi gerçek bir öykü olduğunu anlamıştı. İnsanların gerçek insanlara benzemesi ise uydurma bölümlerin daha ürkütücü olmasına yol açıyordu. Sully-John'un, sonunu değilse bile, filmin kalan kısımlarını sıkıcı bulacağını düşünüyordu. S-J dev akreplerin Meksiko kentini ezmelerinden veya Rodan'ın Tokyo'nun üstüne basmasından hoşlanıyordu; yaratık filmlerine duyduğu ilgi bunun dışında sınırlıydı. Ama Sully orada değildi ve Bobby arkadaşının gitmesinden beri ilk kez hayatından hoşnuttu.
Saat bir matinesine zamanında yetiştiler, salon da hemen hemen boştu. Başında fötr şapkası olan, koyu renk camlı gözlüğünü de katlayıp gömleğinin göğüs cebine yerleştiren Ted, büyük bir torba patlamış mısırla bir paket çikolata, Bobby için kola ve kendisi için (Tabii!) şalgam suyu satın almıştı. Arada sırada patlamış mısırla çikolatadan Bobby'ye de uzatıyor, çocuk da bazen torbadan mısır veya çikolata alıyor, fakat ne yediğini bilmek şöyle dursun, bir şeyler yediğinden bile habersiz görünüyordu.
Film İngiltere'nin Midwich köyündeki herkesin uykuya dalmasıyla başlıyordu. (Olay sırasında traktör kullanan bir adam bu arada kazaya uğrayıp ölüyordu; yanan bir ocağın içine yüzüstü düşen kadın da öyle.) Askeriyeye haber ulaştırılıyor, onlar da bir göz atması için bir keşif ekibi gönderiyorlardı. Pilot Midwich hava sahasına girer girmez uykuya dalıyor, sonuçta da uçak düşüyordu. Belinde ip olan bir asker köyün içinde on, on iki adım ilerliyor, ama hemen sonra bayılır gibi uykunun boynuna yuvarlanıyordu. Geri sürüklendiğinde, otoyolun üstüne çizilmiş "uyku çizgisi"ni aşar aşmaz uyanacaktı.
Midwich'deki herkes er veya geç uyandı, her şey de yolunda gözüktü. .. Tâ ki kentteki bütün kadınlar hamile olduklarını keşfedinceye kadar. Yaşlı kadınlar, genç kadınlar, hatta Carol Gerber yaşındaki kızlar bile hamileydi, sonunda doğurdukları çocuklar ise posterdeki o sarı saçlı ve kor gibi ışıldayan gözlü güvenilmez çocuklar oldu.
Filmde belirtilmemiş olsa bile Bobby, Lanetlilerin Çocukları'nın, bir başka filmdeki yıldızlar arası boşluğa ait bir olayın ürünü olduğuna inanıyordu. Öyle ya da böyle, normal çocuklardan daha hızlı büyüyorlardı, süper bir zekâları vardı, insanlara istediklerini yaptırabiliyorlardı... ve acımasızdılar. Bir baba belli bir Lanetli Çocuğu cezalandırmaya kalkınca, bütün çocuklar toplaşıp düşüncelerini o yetişkin üzerinde odaklaştırmışlardı, (Bu arada gözleri kızarıyor, Bobby'nin tüylerini diken diken eden garip Theremin müziği duyuluyordu.) sonuçta adam tüfeğini kafasına dayayıp tetiği çekmişti. (Filmde bu bölüm gösterilmiyordu, Bobby buna sevindi.)
Filmin kahramanı George Sanders'di. Karısı o sarı saçlı çocuklardan birini doğurmuştu. S-J orada olsa Sanders'le alay eder, ona "Garip Serseri" veya "Altın Saçlı Moruk" gibi adlar yakıştırırdı. Ama Randolph Scott, Richard Carlson veya kaçınılmaz Audie Murphy'den sonra Sanders'in değişik tiplemesi Bobby'nin hoşuna gitmişti. Tipik İngiliz George Sanders insanları ürpertmeyi çok iyi biliyordu. Çok özel kravatlar takıyordu, saçlarını kafasına yapıştırırcasına taramıştı. Bir iki bar serserisini dövebilecek birine benzemiyordu ama, Lanetli Çocuklar bütün Midwich halkı içinde bir ona saygı duymuşlar, kendilerine öğretmen olarak onu seçmişlerdi. Bobby, Randolph Scott ya da Audie Murphy'nin, yıldızlar arası boşluktan gelmiş süper zekâlı çocuklara bir Şey öğretebileceğini düşünemiyordu bile.
Sonunda, çocukları ortadan kaldıran yine George Sanders oluyordu. Kafasının içinde bütün gizli düşüncelerini arkasına saklayabileceği tuğla bir duvar hayal ederse çocukların, aklından geçenleri -en azından kısa bir süre- okumasını önleyebileceğini keşfetmişti. Çocuklardan kurtulmanın gerektiğine (Onlara matematik öğretebiliyordum'da, birinin otomobilini bir yardan aşağı sürmenin kötü olduğunu anlayamıyordunuz.) herkesçe karar verilmesinden sonra Sanders evrak çantasına zaman ayarlı bir bomba koyuyor ve ders odasına getiriyordu. Çocukların hepsinin beraber oldukları tek yer burasıydı.
Çocuklar, Sanders'in kendilerinden bir şey gizlediğini sezmişlerdi. Filmin son korkunç sahnesinde Lanetli Çocuklar onun ne gizlediğini öğrenmeye çalışırlarken, Sanders'in kafasının içinde bina ettiği duvarın tuğlalarının birer birer havaya uçtuğunu görebiliyordunuz. Çocuklar sonunda çantanın içindeki bombanın -bir çalar saate bağlı sekiz, on dinamit lokumunun- görüntüsünü ortaya çıkarıyorlardı. Tüyler ürpertici altın renkli gözlerinin anlayışla dolduğunu görebiliyordunuz, ama bir şey yapmaya vakitleri olmayacaktı. Bomba patlıyordu. Kahramanın ölmesi Bobby'de şok etkisi yaptı -Randolph Scott, Empire'daki cumartesi matinelerinde hiç ölmezdi, Audie Murphy ile Richard Carlson da öyle- ama çocuk, George Sanders'in toplumun iyiliği için hayatını feda ettiğini anladı. Bu arada başka bir şeyi de anladığını hissetti: Ted'in boşluk nöbetlerini.
Ted'le Bobby, Midwich'i ziyaret ederlerken Güney Connecticut kavurucu bir gün yaşıyordu. Bobby güzel bir filmden sonra dünyadan zaten fazla hoşlanmazdı; bir süre için dahi olsa donuk bakışlı insanlar ve onların küçük planları yüz cildi kusurlarla dolduracak adaletsiz bir şaka gibi görünürdü ona. Dünyanın da planlı bir öyküsü olsa daha iyi olacağını düşünürdü bazen.
Ted, sinemadan çıkarlarken, "Nasıl? Filmi beğendin mi?" diye sordu.
Bobby, "Muhteşemdi," dedi. "Beni götürdüğünüz için teşekkür. Hayatımda gördüğüm en güzel filmdi diyebilirim. George dinamiti sınıfa soktuğu zaman onları aldatabileceğine inandınız mı?"
"Tabii ki kitabı okumuştum. Sen de onu okuyacak mısın acaba?"
"Evet!" Bobby her şeyi bırakıp Harwich'e koşmak, Connecticut paralı yoluyla Asher Caddesi'ni kızgın güneşin altında aşmak, böylece, yeni erişkin kartıyla Midwich'in Guguk Kuşları'nı hemen ödünç alabilmek için bir dürtü hissediyordu içinde. "Yazar başka bilim-kurgu öyküleri yazdı mı?" diye sordu.
"John Wyndham mı? Evet, birkaç tane. Ve şüphesiz daha fazlasına yazacaktır. Bilim-kurguyla polisiye roman yazarlarının iyi yanlarından biri kitaplarının arasında ender olarak beş yıl duraklamalarıdır, böylesi, viski içen ve aşk maceraları yaşayan ciddi yazarların ayrıcalığıdır."
"Öbürleri de az önce gördüğümüz kadar iyi midir?"
"Triffids'in Günü onun kadar güzel. Kraken Uyanıyor dersen o daha da iyi."
"Kraken nedir?"
Bir sokak köşesine gelmişler, ışığın değişmesini bekliyorlardı. Ted gözlerini iri iri açtı ve ellerini dizlerine dayayarak Bobby'ye doğru eğildi. Yabana atılmayacak bir Boris Karloff taklidi yaparak, "Kuzey denizlerinin bir canavarıdır," dedi.
Yürümeye devam ettiler. Önce filmden söz ettiler, sonra yıldızlar arası boşlukta hayat olup olmadığını tartıştılar. Arkasından, George Sanders'in filmde taktığı çok özel, şık kravatlara sıra geldi. (Ted ona bu tür kravatlara 'ascot' denildiğini söylemişti.) Bobby bundan sonra çevreye dikkat edince, Bridgeport'un daha önce görmediği bir bölümüne geldiklerini fark etti. Annesiyle kente geldiği vakit, büyük mağazaların bulunduğu kent merkezine takılıp kalırlardı. Buradaki dükkânlar ufak ve sıkışıktı. Hiçbiri büyük mağazalarda bulunan giysilerden, elektrikli aygıtlardan, ayakkabılardan ve oyuncaklardan satmıyordu. Bobby, çilingir, sarraf, eski kitap satıcısı tabelaları gördü. Tabelanın birinde ROD'UN TABANCALARI, bir diğerinde FOTO FİNİŞ diye yazılıydı. Bir de ÖZEL HATIRA EŞYASI satan dükkân vardı. Bu sokakta Savin Kayası panayırını andıran garip bir hava vardı, öyle ki derme çatma masası ve ıstakoz pembesi sırtlı kartlarıyla oradaki üçkâğıtçı çıkagelse Bobby hiç şaşmayacaktı.
Geçerlerken Bobby ÖZEL HATIRA EŞYASI camekânından içersini görmeye çalıştı, ama kalın bir bambu pancur içersinin görülmesini engelliyordu. Çocuk, iş saatlerinde camekânını bu şekilde gözlerden gizleyen bir dükkân daha önce hiç görmemişti. "Kim Bridgeport'tan özel bir hatıra eşyası almak ister?" diye söylendi.
Ted, "Bana kalırsa, hatıra eşyası falan satmıyorlar," dedi. "Belki pek azı yasal olmak üzere, seksle ilişkili objeler satıyorlardır."
Bobby'nin bu konuda sormak istedikleri bin taneden az değildi -ama susmayı daha akıllıca buldu. Kapısının yukarsında üç altın topun asılı bulunduğu bir tefeci dükkânının dışında durup kadife üstünde sergilenmiş yarım düzine usturaya bakışını dikti. Bıçaklar daire biçiminde dizilmişlerdi. Sonuç acayip ve (Bobby'nin kanısınca) güzeldi -onlara bakmak öldürücü bir makineden çıkarılmış bir şeye bakmak gibiydi. Usturaların sapları Ted'in kullandığından çok daha egzotikti. Bir tanesi fildişine, bir diğeri içine ince altın çizgiler işlenmiş yakuta, bir üçüncüsü kristale benziyordu.
Bobby, "Bunların bir tanesini satın alsanız, modaya uygun biçimde tıraş olursunuz, değil mi?" diye sordu.
Ted'in gülümseyeceğini düşünmüştü, ama yaşlı adam gülümsemedi. "İnsanlar bu gibi usturalar satın aldıkları zaman onlarla tıraş olmazlar, Bobby," dedi.
"Ne demek istiyorsunuz?"
Ted bunu çocuğa söylemek yerine çocuğa bir Yunanlının mezeci dükkânından sandviç satın aldı. Sandviç ikiye katlanmış bir ekmek diliminden oluşuyor, içinden Bobby'nin sivilce cerahatine benzettiği ne olduğu belirsiz beyaz bir sos sızıyordu. Ted lezzetli olduğunu söylediği için sandviçi tattı. Sonuçta bunun hayatında yediği en lezzetli sandviç olduğunu gördü. Colony Lokantası'ndaki değme sosis veya hamburger kadar etliydi, fakat hiçbir hamburger veya sosiste rastlamadığı egzotik bir tadı vardı. Ayrıca, arkadaşının yanında yürürken kaldırımın üstünde karnını doyurması, bakması ve kendisine bakılması hoş şeydi.
"Kentin bu bölümüne ne diyorlar?" diye sordu. "Semtin bir adı var mı?"
Ted, "Bugünlerde kim bilebilir?" diye omuzlarını silkti. "Eskiden Greektaun derlerdi. Sonra İtalyanlar, arkasından Porto Riko'lular geldi. Şimdi de zenciler. David Goodis adında bir romancı var. Kolej öğretmenlerinin hiç okumadıkları biri. Eczanelerdeki karton kapak sergilerinin bir dâhisi. Bu Goodis, her kentin böyle bir semti olduğunu söylüyor.
İnsanın seks yapabileceği, uyuşturucu veya açık saçık laflar eden ya da papağan satın alabileceği, adamların şu karşıdakiler gibi eşiklerde durdukları, kadınların çocuklarına dayak yemek istemiyorlarsa hemen içeri girmelerini haykırdıkları, şarabın da kese kâğıdı içinde eve getirildi her semt."
Ted kaldırımın dibinde kahverengi bir kese kâğıdının içinden taşan bir şişe boynunu işaret etti. "David Goodis böyle bir semtin, soyadına gereksinme duymayacağın ve cebinde para olunca akla gelebilecek her şeyi satın alabileceğin bir yer olduğunu da söylemiş"
Geçerlerken kendilerini seyreden suni deri ceketli esmer tenli üç gence bakan Bobby, oralarda bir yerde, diye düşündü. Burası usturalarla özel hatıra eşyasının memleketi. Criterion'la Muncie'nin bonmarşesi ona hiç bu kadar uzak gelmemişti. Ya Broad Sokağı? Orası, hatta bütün Harwich, başka bir güneş sisteminde bulunsa bu kadar olurdu.
Sonunda Köşebaşı Cebi, Bilardo, Otomatik Oyunlar, Musluktan Rheingold şeklinde reklamların bulunduğu bir yere geldiler. Bir de üstünde GELİN, İÇERSİ SERİN yazılı bir bayrak vardı. Ted'le Bobby bu bayrağın altından geçerlerken, atlet tişörtlü ve Frank Sinatra'nın giydiklerine benzeyen çikolata renkli şapka giymiş bir genç kapıya çıktı. Elinde ince, uzun bir mahfaza vardı. Bobby korkuyla şaşkınlığın birbirine karıştığı bir hisle, bu onun bilardo sopası, diye düşündü. Bilardo sopasını gitar ya da o türden bir şeymiş gibi o kutunun içinde taşıyor.
Bobby'ye, "Sen hanım evladı?" diye sorarak sırıttı. Bobby de sırıtarak karşılık verdi. Bilardo sopasını kutu içinde taşıyan genç parmağıyla bir tabancayı taklit etti ve bunu Bobby'ye çevirdi. Bobby de kendi parmaklarına tabanca şekli vererek bunu gence çevirdi. Delikanlı, "sen açıkgöz, ikimiz de açıkgöz" der gibi kafasını sallayarak karşı kaldırıma geçti. Bir yandan da serbest elinin parmaklarını şaklatıyor ve kafasının içindeki müziğin ritmine uyarak zıplıyordu.
Ted sokağın önce bir yönüne, sonra öteki yönüne baktı. İlerde üç zenci çocuk yarı açık bir yangın musluğunun serpintisinin içinde zıplıyorlardı. Geldikleri yönde biri beyaz, öbürü belki Porto Riko'lu iki genç eski bir Ford'un cant kapaklarını söküyorlar, ameliyat yapan doktorların hız ve ciddiyetiyle çalışıyorlardı. Ted onlara bakarak içini çekti, sonra Bobby'ye döndü. "Cep, gün ortasında bile çocuklara göre bir değil. Ama ben seni sokakta bırakacak değilim. Haydi gel," diyerek Bobby'yi elinden tuttu ve içeri soktu.
VII. CEP'İN İÇİNDE. SIRTINDAKİ GÖMLEĞE KADAR. WILLIAM PENN'İN DIŞINDA. FRANSIZ SEKS İLAHESİ.
Dostları ilə paylaş: |