Tbmm tutanak Hizmetleri Başkanlığı



Yüklə 327,35 Kb.
səhifə3/7
tarix01.08.2018
ölçüsü327,35 Kb.
#64729
1   2   3   4   5   6   7

Türkiye, her ne kadar “Kaygıyla, korkuyla hareket etmeyin.” denilse de biz Milliyetçi Hareket Partisi olarak yaşadığımız süreç içerisinde kaygılanacak çok sebebin varlığına inanıyoruz. On beş gün sonra ne olacağını bilmiyoruz Türkiye'nin. On beş gün sonra bir savaşa girecek miyiz, girmeyecek miyiz, bir yıl, iki yıl sonra Büyük Orta Doğu Projesi kapsamında ne şekilde bir ateş çemberi içerisine gireceğimizi bilmiyoruz. O nedenle, hepimiz çok seviyoruz ama biz özellikle geleceğimizi düşerek o gelecekte Türkiye'nin varlığını, birliğini, dirliğini riske atabilecek her türlü düşünceyi dikkatle değerlendiriyoruz ve o dikkat çerçevesi içerisinde de Anayasa yapımı kapsamında bunların ifade edilmesi gerektiğini düşünüyoruz.

Evet, Türkiye Cumhuriyeti devletine bir anayasa yapıyoruz. Yeni bir devlet kurmuyoruz, yeni bir araya gelmiş topluluk değiliz. Biz onlarca, yüzlerce, binlerce yıl aynı kederin, aynı tasanın, aynı inancın, aynı itikadın, aynı kültürün, aynı medeniyetin değerleriyle beslene beslene o Kurtuluş Savaşı’nın sonucu olan bu ülkenin vatandaşlarıyız.



Evet, Kurtuluş Savaşı tabii bir askerî zaferdir. Bu askerî zaferin uluslararası hukukta karşılığı olması lazım. Karşılığı olmadığı takdirde askerî zafer sadece bizim zafer olarak nitelendirdiğimiz bir başarı olarak değerlendirilir ama karşılığı uluslararası hukukta bulunmadığı için diğer ülkeler için hiçbir anlam ifade etmez. Dünyanın pek çok ülkesinde böyle oluyor. Bunun karşılığı olmuştur, bizi memnun mu etmiştir? Lozan Muahedesi’nden bahsediyorum. Evet, etmemiştir, benim samimi, açık düşüncem budur ama netice itibarıyla o günün şartları içerisinde olabilecek olmuş, öylece bu devlet kurulmuştur. Şimdi ben Lozan bizi mutlu etmedi diye dönüp “Oniki Ada’yı isterim.” diyebilir miyim? Elbette ki gönlümden geçer de devlet olarak bunu isteyebilir miyim? Beni, tabii, mutlu etmemiştir. 19 Mayısta Samsun’a çıkan Atatürk Kuvayımilliye ruhunu yaratmış ve Kurtuluş Savaşı’nı kazanmıştır ama onun evi Selanik’te kalmıştır. Selanik Lozan’a göre Yunanistan’a bırakılmıştır. “Ben şimdi Selanik’i istiyorum.” diyebilir miyim? Evet, kişisel olarak gönlümden geçebilir ama uluslararası hukuk kapsamı içerisinde bu gözümüzden geçmez. En mühimi ve en ciddisi, Lozan’da halledilemeyen Musul-Kerkük meselesi. Elbette benim gönlümden geçer ama şimdi, Lozan Anlaşması’nı imzalandıktan sonra oradaki tarihî haklarımız, hukuki haklarımız, siyasi haklarımız, kültürel haklarımız çerçevesi içerisinde bunu dillendiremiyoruz. Niçin? Lozan’a göre bu böyle? Şimdi, Lozan’a göre ise Lozan’a göre Türkiye bu konuda meseleyi çözmüş durumdadır. Bu, Lozan’da öyle çok fazla eleştirilecek bir yönü bulunmamaktadır. Özellikle vatandaşlık ve dil mevzusu üzerinde. Uluslararası kabul gören hukuki değerler çerçevesi içerisinde Lozan’da “azınlık” kavramı tanımlanmıştır. “Azınlık” kavramı Lozan’da gayrimüslimler olarak nitelendirilmiştir. Bu doğaldır, imparatorluk düzeninden millî ve üniter bir devlete geçer iken doğal olarak imparatorluğun tebaasını vatandaş olarak kabul etmek zorundasınız. Ve bu vatandaşlık kavramı -azınlığı tarif ederken kastediyorum- gayrimüslim olanları “azınlık” olarak ifade etmiştir ve onlara birtakım imtiyazlar vermiştir. Azınlıklar Lozan’a göre nedir? Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının tümünün sahip olduğu haklara eşit şekilde sahip olan vatandaşlarımızdır. Yani azınlıklar az hakka sahip vatandaş değildir, çok hakka sahip vatandaştır. Azınlıklar demek ki Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının tamamının sahip olduğu tüm medeni, siyasi, hukuki ve anayasal haklara sahiptir. Artı -Rıza Bey’in ifade ettiği- azınlıklarla ilgili 39, 40, 41’inci maddedeki ilave haklara da sahiptir. Örnek: Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları sadece kendi etnik değerleri için ayrı bir siyasi yapılanma içerisinde bulunamayacağı, sosyal yapılanma içinde bulunamayacağı “eşitlik” kavramı içerisinde değerlendiriliyor ama Lozan’da azınlık olarak tanımlanan gayrimüslim vatandaşlarımız bunun istisnasını teşkil ediyor. Yani, Ermeni, hayır okullarını kurabiliyor, hayır müesseselerini kurabiliyor, sadece Ermenilere hizmet etmek üzere kurabiliyor ama Türkiye’deki bir hayır müessesesi bütün vatandaşlara hizmet için vardır Ermeni vatandaşlarımız dâhil olmak üzere. Örneğin Rum okulları vardır, bu Rum okuluna sadece o azınlığa mensup olan insanlar gider fakat Türkiye’de açılacak her okul Rumlar dâhil olmak üzere herkese açık bir okuldur. Dolayısıyla, “azınlık” kavramı, böyle, kötü bir kavram değil, aksine, imtiyazlı bir kavramdır. Birinci olarak bunu ifade ediyorum.

İki, “vatandaş” kavramı artık hem yerel hukukumuzda yani Anayasa ve medeni hakları ortaya koyan hukukumuzda hem de uluslararası belgelerde tartışmaya yol açmayacak bir biçimde, kimsenin itiraz etmeyeceği şekilde eşitlik kavramını getirmiştir.

Özetle, MHP’nin ifade ettiği gibi herkes hukuk önünde eşittir, hiç kimseye hiçbir şekilde hiçbir ayrımcılık yapılamaz konsepti içerisinde etnik kökenine bakılmaksızın, inanç değerlerine bakılmaksızın, cinsiyetine, kadın-erkek ayrımına bakılmaksızın ve diğer farklı özelliklerine bakılmaksızın herkes eşit kabul edilmiştir. Bu “eşitlik” kavramını bozan uygulamada yanlış varsa ki vardır, olmaması mümkün değildir çünkü Türkiye’yi bir devlet idare ediyor. Bu devletin organları memurlar tarafından çalıştırılıyor. Bu memurların tamamı peygamber olsa bile Peygamberimiz bile hata yapmıştır, Cenab-ı Allah uyarmıştır, ikaz etmiştir. Dolayısıyla, bu bireysel hatalar vardır. Bunun karşılığı hukukta da vardır. Nedir bunun karşılığı? İşlem yapılmışsa yanlıştır, eşitliğe aykırıdır, düzelt hukuk devleti, suç işlenmişse cezadır, düzelt hukuk devleti. Dolayısıyla, bu kanallardaki sorunlar elbette ki sözlerimin başında ifade ettiğim “piyasa ekonomisi” ve “hukuk devleti” kavramı içerisinde çözülebilecek sorunlardır. Bununla ilgili, Anayasa’da bir eksiklik varsa burayı düzeltiriz. Demek ki azınlık vatandaşın yanı sıra, elbette ki bir de imparatorluk bakiyesi olan ülkemizde farklı dilleri konuşan veya farklı inançlara mensup veya farklı sosyal kültürlere mensup vatandaşlarımız da var. Burada gayet açık ve net bir şekilde bu vatandaşlarımızın varlığını, bu vatandaşlarımızın, bu ülkenin kültürünün, medeniyetinin zenginleşmesinde katkılarının bulunduğunu ve bu ülkenin birinci sınıf vatandaşı hükmünde olduğunu her defasında tekrar etmekteyiz.

Şimdi, etnisite olarak değerlendirdiğimiz vatandaşlarımızın tamamı biraz önce anlattığımız uluslararası belgeler, anayasa ve medeni ve siyasi haklar bakımından eşittir. Artı -artı dediğimiz zaman tam da tartıştığımız konuya gelmekteyiz- “Ben dilimi öğrenmek istiyorum.” Bunu Milliyetçi Hareket Partisinin 2000 yılında koalisyon ortağı olduğu 57’nci Hükûmet döneminde yapılan anayasa değişikliğiyle -ki mutabakata dayalı bir anayasa değişikliğiydi- 12 Eylül uygulamalarını hukuktan, ortadan kaldıracak, haksız uygulamaları ortadan kaldıracak değişiklikler 57’nci Hükûmet döneminde yapılmış. Bazı kişilerin gazetelerde, televizyonlarda “MHP bile” gibi laflarına rağmen…

BEDİİ SÜHEYL BATUM (Eskişehir) – Ben mi…

FARUK BAL (Konya) – Sadece siz değilsiniz Hocam.

AHMET İYİMAYA (Ankara) – Evet, dinliyoruz Farukçuğum.

FARUK BAL (Konya) – Milliyetçi Hareket Partisinin bilimsel, siyasi ve millî değerlerini doğru yorumlayamayanların böyle bir suçlamada bulunmasına rağmen Milliyetçi Hareket Partisi bunu hak etmemektedir ve Milliyetçi Hareket Partisi bu çizdiğimiz tarihî perspektif dâhilinde Türkiye’nin geleceğine ışık tutacak ciddi bir siyasi projeksiyon ortaya koymaktadır.

Evet, şimdi, burada, geldik ana dilde eğitim, ana dilde öğrenim, ana dilde…

AHMET İYİMAYA (Ankara) – Öğleden sonra bakalım mı Farukçuğum?

FARUK BAL (Konya) – Ben tamamlayayım da bir daha tartışma olmasın.

AHMET İYİMAYA (Ankara) – Olur, olur, tabii. Bence yani çok güzel yere geldiniz. Bu da uzun tahlil edilmeli.

FARUK BAL (Konya) – Şimdi, Türkiye’de en temel sorun kavram kargaşası, terminoloji kargaşasıdır. Türkiye’nin temel sorunu budur. Bu temel sorundan masum bir kavram alınarak bunun hiç ulaşamayacağı riskli alanlara taşınmak suretiyle orada kamuoyu algısı yaratmaktır. Biraz önce anlattığımız perspektif içerisinde Türkiye’de bir iddiaya göre 17, bir iddiaya göre 36, bir iddiaya göre de 47 tane etnik yapı vardır, hangisini ele alırsanız alın. Sadece bu, Kürt vatandaşlarımızın meselesi olarak kabul edilemez, bu, Anayasa’daki ve uluslararası belgelerdeki eşitlik kavramı içerisinde tüm farklı dilleri ana dil olarak kullanan vatandaşlarımızı kapsayacaktır. Dolayısıyla, meseleye bu açıdan bakmamız ve sadece meselenin bir Kürt meselesi olarak değerlendirilerek verilen subjektif örneklerle “Ben, işte, okulda iken…” zatıalinizi kastetmiyorum, Atilla Bey’i de kastetmiyorum, pek çok benim arkadaşım da vardır. Mesela Konya’da, çok, Yunak’tan gelen arkadaşlarımızın yaşadığı sorun. Evet, böyle sorunlar yaşanmıştı, bunun yaşanmaması mümkün değil. Yani çocuğu okula yazdırdığınız zaman belki hiç bilmediği, muhtemelen az bildiği bir dünyayla karşılaşıyor. Bunun yarattığı sorunlar, Özgür Hanım’ın dediği gibi, Hasan Hocam’ın açıkladığı gibi, Rıza Bey’in ifade ettiği gibi bazı sorunlar olacaktır. Bu sorunun bize doğru terminoloji ile doğru bir yola girmemiz için ışık tutması lazım. Aksine, bizi yanlış bir yola saptırmaması lazım. O zaman, bu çocuğun en iyi şekilde ana dilini, kendi imkânları çerçevesi içerisinde veya ailesinin imkânları çerçevesi içerisinde, sosyal devlet kapsamı içerisinde gündelik hayatta kullanabilir hâle gelmesi lazım. Bu, öğrenme hakkıdır. Bu öğrenme hakkını sonuna kadar biz destekleriz, nitekim 2000 yılında yapılmış olan değişiklik de buna ilişkin bir değişiklik.

Buradan hareketle bunu vicdani bir muhasebeden geçirdiğimiz zaman, öğrenme hakkını bir kenara bırakıp eğitim hakkı dediğimiz zaman işin rengi, şekli değişiyor. Neden değişiyor? Şundan değişiyor: Değerli arkadaşlar, tarihte kaybolan milletler vardır, tarihte kaybolan medeniyetler de vardır. Kaybolan milletlerin ve medeniyetlerin en zayıf düştüğü alan dil meselesidir. Doğal olarak tarihte devlet olarak oluşmuş milletlerin, medeniyetler inşa etmiş devletlerin de çöküşlerinin temel nedenlerinden bir tanesi dil meselesi olmuştur, buna yüzlerce örnek verebiliriz. Birinci hassasiyet noktamız bu. Biz elbette ki eğitim hakkı çerçevesi içerisinde mevcuttan daha fazla bir sorun yaratabilecek dil meselesine bakış açımızı bu şekilde değerlendiriyoruz.

İki: Dil, resmî dil farklılığının peşinden gelecek -Hasan Hocam’ın ifade ettiği gibi- ikinci adım, hâkimiyet paylaşılması demektir. Hâkimiyetin paylaşılması ise devletin paylaşılması demektir yani devletin yetki alanlarının paylaşılması demektir. Bu paylaşıma girdiğimiz zaman… Şimdi, geçen defa rakamlar verdim, bunu yalan yanlış bazı gazeteler yazdı ama yine de vereceğim. Bu, ne retçidir ne inkârcıdır, sözlerimin doğru anlaşılmasını istiyorum. Böyle bir hâkimiyet paylaşımına gireceksek, verdiğimiz rakamları tekrar etmeyeyim zabıtlarda var ama ortalamasını söyleyeyim -bu ülkede uzun yıllar ortalaması- yerli kaynaklar, artı resmî kaynaklar, artı yabancı kaynaklara göre Türkçe ana dili konuşanların sayısı yüzde 85. Yüzde 15’i de 17 veya 36 veya 47 olarak sayılan etnisitelere aittir. Hâkimiyeti paylaşacaksan bu oranı nasıl taksim edeceksin? Böyle bir şey olabilir mi? Dolayısıyla, biz bunun bir hâkimiyet paylaşımına gidebilecek sonuçlar doğuracağını düşündüğümüz için buna karşıyız.

Diğer taraftan, birtakım örnekler verildi, bu örneklerle ilgili ben de kendi düşüncelerimi ifade etmek isterim. Dünyada çift dilli ülkeler vardır. Örneğin, Kuzey Afrika’nın aşağı yukarı tamamı çift dillidir ama Kuzey Afrika çift dilli hâle geldikten sonra Kuzey Afrika’da bilimsel düzeyde ikinci dil çerçevesi içerisinde hiçbir varlık gösterilememiştir. Yani, bilim, sanat ve politika dediğimiz kültürel ve siyasi alanda çift dillilik öyle bir başarı getirmemiştir Özgür Hanım’ın ifade ettiği başarı oranına göre. Yine Özgür Hanım’a cevap olsun diye söylemiyorum, Türkiye Amerika değildir. Türkiye eğitimde 4+4+4’ten önce her millî eğitim bakanının değişmesiyle değişen bir eğitim politikasıyla uğraşan, kendi kendine eğitimi sorun hâline getiren bir ülkedir.

OKTAY ÖZTÜRK (Erzurum) - 4+4+4 de değişiyor.

FARUK BAL (Konya) – O da değişiyor şimdi. Yani, her bakan değişikliğinde böyle. Şimdi, böyle layüsel bir -bunu bir tek AKP için söylemiyorum, bütün iktidarlar için söylüyorum, her birinin sorumluluğu vardır- eğitim sistemi içerisinde tüm eğitim alanları sorunlu iken sadece Türkçe bilmeyen çocuklarımızın eğitilmesi doğal olarak bir sorun olacaktır. Bu soruna çözüm, anayasaya ana dilde eğitim gibi bir madde koymakla olmaz, onun yerine topyekûn eğitim politikasının düzenlenmesiyle olur. Elbette daha iyi bir şekilde, daha çabuk bir şekilde, daha güzel bir şekilde Türkçeyi öğrenebilmelerine imkân sağlamak genel bir sorundur. Bunun bu örnekler ile döndürülüp ana dilde eğitime gerekçe yapılamayacağı için söylüyorum.

Son olarak Bengi Bey’in ifade ettiği, örneklerini verdiği yerleri ben not aldım. Verdiği örnekler, ülkelerin örnekleri bir, dil açısından, ana dil açısından; iki, kültür açısından; üç, yerli halk toplulukları açısından farklı farklı hükümler sevk eden -birinci yönü itibarıyla bu- ülkeler. Bu dört ayrı, farklı kategorideki grupların yine üç ayrı değerlendirmesi yapılıyor: Bunlardan biri eğitim hakkı, diğeri ana dilde öğrenim hakkı, bir diğeri de öğrenme hakkı. Şimdi, bu kadar çok şeyi -bu kadar farklı temelde ve farklı sonuçta ifade etmek- ana dilde eğitim gibi ifade ettiği düşüncelerini doğru gerekçelendirmiş olmadığını ifade etmek için söylüyorum.

Diğer taraftan, yani Fethullah Hoca Efendi bir düşüncede olabilir. Onun söylediğini herkesin kabul edecek bir hâli yok. Bu kendisine göre doğru olabilir, bir başkasına göre doğru olmayabilir, nitekim bize göre doğru değil ama onun düşüncesi doğru ise Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde Hoca Efendi’nin dershaneleri niçin yakılıyor? Yani, niye orada terör, bölücü terör tarafından Hoca Efendi’nin o dershanelerine, eğitim kurumlarına veya kontrol altındaki yerlerine de saldırı oluyor? Evet, benim şimdilik ifade edeceğim hususlar bunlar.

Teşekkür ediyorum.

AHMET İYİMAYA (Ankara) - Teşekkür ediyorum.

Geneli üzerinde mi konuşacaksın?

OKTAY ÖZTÜRK (Erzurum) – Geneli üzerinde konuşacağım.

AHMET İYİMAYA (Ankara) - Peki.

OKTAY ÖZTÜRK (Erzurum) – Bazen söze başlarken “dünyanın hiçbir yerinde” diye söze başlıyoruz, sanki biraz haksızlık etmiş oluyoruz. Dünyanın hiçbir yerinde farklı farklı diller var da “tek dilde eğitim yapılmıyor” hükmü… Mesela Çin’de Mandarin dili var, Kanton var, Hong Kong dili var ama eğitim ve öğretim Mandarin dilinin dışında yapılamaz. Hemen, basit olarak Almanya’ya geçelim, Almanya’daki kadar... Tabii, şunu söyleyebilirsiniz, buradaki Çin, hepsi Çin halkı ama çok farklı diller bunlar, birbirinden çok farklı diller. Almanya’da “Almancanın dışında eğitim öğretim yapılamaz.” hükmü var, Anayasa’larında var. Şimdi yani düşüncelerimize dayanak olsun diye örnek bulmak çok mümkün tabii ama bu tektir şeklinde bakamıyoruz, onu bir hatırlatmak istedim.

AHMET İYİMAYA (Ankara) - Teşekkür ediyorum.

Arkadaşlar, 14.00’te toplanmak üzere toplantıya ara veriyorum.

İKİNCİ OTURUM

Açılma Saati: 14.16

BAŞKAN: Ahmet İYİMAYA (Ankara)

-----0-----

AHMET İYİMAYA (Ankara) – Değerli arkadaşlar, saat 14.00 için kararlaştırılan oturumu karara takaddüm eden beyanımın tecellisi olarak 14’ü 20 geçe açıyorum.

Süheyl Hoca’nın da 14’ü 20 geçe geldiğini –ki 14.00 diye ısrar ediyordu- deklere ediyorum.

Teşekkür ediyorum.

Değerli arkadaşlar, en son Oktay Bey söz almışlardı. Hocam, Yusuf Bey şu anda yeni geldi. Bu dil haklarını bilhassa MHP parti perspektifi bakımından ortaya koydu, Hasan Tunç Hocamız akademik eksende ortaya koydu. Sonra, yine Barış ve Demokrasi Partisinin perspektifini Bengi Bey, Özgür Hanım kendi akademik ekseninde, yarı siyasal, tam akademik ekseninde ortaya koydu. Ama, akademik eksen çoğulculuktur, karşı eksenler de daima vardır, nitekim Hasan Hocam onu ortaya koydu.

Şimdi, akademik eksende belki Yusuf Hocama istediği zaman söz veririm; yeni geldin, daha ısınmadın.

Parti ekseninde siz söz istemiştiniz.

Hocam, buyurun.

RIZA TÜRMEN (İzmir) – Parti ekseninde mi bilmiyorum ama.

AHMET İYİMAYA (Ankara) – Hayır, yok, o zaman şeye vereyim, Süheyl Hoca’ya.

RIZA TÜRMEN (İzmir) – Hayır, bakın…

AHMET İYİMAYA (Ankara) – Hayır, siz “Benim tahlilim parti ekseninde değil.” demiştiniz onun için.

RIZA TÜRMEN (İzmir) – Yani, bilmiyorum, belki öyle, belki öyle değil.

AHMET İYİMAYA (Ankara) – Ne kadar güzel: “Belki öyle, belki öyle değil.” Tam bir deyim oldu.

RIZA TÜRMEN (İzmir) – Fakat ben şöyle görüyorum meseleyi: Şimdi, bunda iki temel unsur var. Bir, soruna devlet açısından, devletin çıkarları açısından bakmak lazım. Devletin çıkarları açısından baktığınız zaman devletin buradaki çıkarı resmî dilin öğretilmesini ve öğrenilmesini sağlamaktır. Bütün Türk vatandaşlarına etnik kökenleri, dinsel özellikleri ne olursa olsun Türkçenin, resmî dilin öğretilmesini ve öğrenilmesini sağlamaktır; devlet açısından sorun budur.

Bunun karşılığında birey açısından, çocuk açısından bakmak lazım. Biraz önce de söylediğim gibi, sabahki şeyde de söylediğim gibi çocuğun yüksek çıkarı Türkiye'nin taraf olduğu Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesi’nin temel ilkesi.

FARUK BAL (Konya) – Bunun içinde…

RIZA TÜRMEN (İzmir) – Tabii, çocuk haklarına çocuğun yüksek çıkarı açısından bakabilmek lazım. Çocuk diye canlı bir varlık var ortada. Bu çocuğu şekillendiriyoruz, ilkokula gönderirken kişiliğine şekil veriyoruz ve bütün araştırmalar onu gösteriyor ki çocuk ilkokula evde konuştuğu dilden başlamıyorsa büyük travmalarla, büyük sorunlarla karşı karşıya kalıyor. Bunu gündelik yaşantımızda da görüyoruz, somut örneklerle de görüyoruz. Sabahki oturumda Özgür buna bir parça değindi.

AHMET İYİMAYA (Ankara) – Evet, Norveç pratiğini…

RIZA TÜRMEN (İzmir) – Mesela, şu oluyor: Çocuk öğretmenini anlamıyor, öğretmenin ne söylediğini anlamıyor çocuk, kendini ifade edemiyor ve çocuk eğer resmî dili bilmeden okula gitmişse o dili öğrenmesi en azından dört beş yıl tutuyor yani dört beş yıl sadece bu dili öğretiyorsunuz çocuğa. Şimdi, böyle bir geriden başlama oluyor. Geriden başlayınca tabii ki kendi ana dilinde öğrenime başlayan çocukla kendi ana dilinde öğrenime başlamayan çocuk arasında büyük bir fark oluyor, dezavantajlı duruma düşüyor. Bu dezavantajlı durum ancak beş yılda kapatılıyor araştırmaya göre ve bu çocuk tabii, ifade edemediği için susuyor okulda; kişiliğini, potansiyelini geliştiremiyor. Susuyor, ezilmiş bir kimliğe sahip oluyor ve işte, gene araştırmalar gösteriyor ki, istatistikler gösteriyor ki sınıfta kalma, okuldan atılma oranları bu çocuklarda çok yüksek, başarısızlık oranları bu çocuklarda çok yüksek yani çocuğu… Bir de şu duyguyu veriyor çocuğa: Kendi dilinden, kendi kültüründen utanma duygusu veriyor; kendi dilini, kendi kültürünü küçümseme duygusu veriyor ve diller, kültürler arasına, Sayın Başkanım, bir hiyerarşi koyuyor yani “Bazı diller, bazı kültürler, efendim, birinci derecededir, bazı kültürler ikinci derecededir.” Çocuk böyle yetişiyor, bu hiyerarşi içinde yetişiyor. Ondan sonra bu, bütün kişiliğini, bütün hayatını etkiliyor tabii o çocuğun.

Bir de, tabii şu var yani gene Özgür değindi. Bu, şiddetin bir türü. Şiddet sadece fiziksel şiddet değil, bir de böyle bir şiddet var yani yalnızlaştırma, izole etme, bastırma, toplumsal dışlamak, korku içinde yaşama gibi böyle bir şiddet var. “Yabancılaştırıcı şiddet” deniyor, bu şiddetin bir türü. Yani bunu yapmaya ne hakkımız var diye düşünüyorum, ne hakkımız var çocuğa bunları çektirmeye yani buradaki… Kürt meselesi de değil bu. Yani Bengi Bey alınmasın ama bu çocuğun Kürt olup olmadığı da hiç benim meselem değil ama burada önemli olan, çocuk olması. Bu, Kürt de olabilir, Arap da olabilir, başka şey de olabilir. Önemli olan burada, bir çocuğun burada nasıl yetiştirileceği söz konusu, bir çocuğun nasıl insan olacağı söz konusu, nasıl bir insan yetiştiriyorsunuz?

AHMET İYİMAYA (Ankara) – Hocam, siz “bonus pater familias”sınız.

RIZA TÜRMEN (İzmir) – Vallahi yani çocuk önemli bir şey diye düşünüyorum ben.

Şimdi, İspanya örneğine bakıyorsunuz. Bunun birtakım şeyleri var, “Nasıl bu sorunlar önlenir?” diye birtakım modeller var. İspanya örneğinde şöyle yapılıyor: Bir model B var mesela, o model B’de Baskça ve Kastilyanca eşit olarak kullanılıyor. Bir model A var: Ana müfredat Kastilyanca ama Baskça ders olarak öğretiliyor. Başka bir model var. O modelde de ana müfredat Baskça ama Kastilyanca ders olarak öğretiliyor, bunlardan bir tanesini seçebiliyorsunuz. Bölgeden bölgeye değişiyor filan ama bakıyorsunuz ki İspanya’da ilkokullarda ana müfredat Kastilyanca, Baskça ders öğretiliyor, buna talep az ilkokulda, ana dilinde öğretilmek istemiyor ama ortaokul ve lisede bu modele talep daha fazla oluyor. Yaş ilerledikçe ana dilin öğrenimi, tabii, daha ağırlık kazanıyor yani başka örnekler de var.

Mesela Çin’de Uygur örneği var. Çin’de 1982 Anayasası tüm milliyetlerin kendi dillerini ve yazı sistemlerini kullanma, geliştirme hakkını güvence altına almış. Bu 92 eğitim reformu kılavuzunda da bunu söylüyor. Azınlık dilinde eğitim veren tüm okullar iki dilde öğretim yapmak ve ortak dili yaygınlaştırmakla yükümlü yani hem kendi dilinde eğitim yapacak hem ortak dili, Mandarince’yi yaygınlaştıracak.

Birçok model var. Eğer siz bu sorunları önlemek istiyorsanız, bu çocuğun başına gelen bu travmatik şeyleri önlemek istiyorsanız pek çok model var. Bu modeller, işte efendim, ilk iki yıl mesela ana dilde başlatıyorsunuz, ondan sonra resmî dile dönüyor eğitim ya da efendim, kademeli, altı-sekiz yıl ana dil temelli, çift dilli eğitim yapıyorsunuz ya da efendim, resmî dilde eğitime başlıyorsunuz fakat öğretmenler çift dilli oluyor, devamlı iki dil konuşuyorlar yani pek çok model var. Yeter ki kendi özelliklerinize göre, kendi bölgelerinize göre, kendi taleplerinize göre bu modelleri ayarlayabilin. Tabii ki buna göre eğitim sistemi düzenlemek lazım, tabii ki buna göre öğretmen yetiştirmek lazım falan. Bunların hepsi yapılabilir ama böyle bir irade olması lazım ve yani tabii ki bunun sonucunda ne olur? Bunun sonucunda şu olur: Çocuk, efendim, iki kültüre de eşit olarak bakan; iki dil, iki kültür arasında etkileşime açık, birtakım aşağılık duyguları olmayan, kendini bastırılmış, itilmiş, yalnızlaştırılmış hissetmeyen… İki kimlikli de olabilir, hem ana dilde konuştuğu dilin kimliği hem, efendim, Türk kimliği beraber olur. Bu, iki kimlik arasında etkileşime de açık olur yani böyle açık bireyle yetiştirirsiniz ve bu tabii, çok daha sağlıklı bir çocuk yapısıdır, kişilik yapısıdır.

Bir de şu var efendim: Yani bu eğitimle öğretim arasında böyle bir kompartıman kuruyoruz biz. İşte efendim “Öğretime evet, eğitime hayır.” Bu kadar kesin bir kompartıman var mı gerçekten eğitimle öğretim arasında? Yani siz “öğretim” deseniz de kurslar da ya da açık –ne bileyim ben- enstitüde her türlü şey öğretseniz; dil, edebiyat, dil bilgisi tarihi, bilmem neyi falan yani bunun, eğitimden ne farkı var ki bu böyle bir öğretimin? Onun için içeriğin ne olduğu biraz da önemli. “Eğitim mi, öğretim mi?” diye böyle kompartımanlaşmadan verdiğimiz bilgilerin, işlerin nasıl olduğu, içeriğinin ne olduğuna bakmak lazım.

Sabah “Alman Anayasası’nda da bu var.” dendi, sadece Almanca’nın. Baktım ben öğle tatilinde, böyle bir şey göremedim ama belki ben göremedim.

Ben bunları söylemek istemiştim.

AHMET İYİMAYA (Ankara) – Teşekkür ediyorum.

Selin Hocam, çok saygı sunuyorum, komisyonumuzu teşrif ettiniz. Akademik tahliller yapıldı. Yusuf Hocam yeni geldi, siz yeni geldiniz. Siyasi tahliller arasında öyle bir tahlil ihtiyacı duyarsanız, ondan sonra siyasete devam ederiz. Önemli bir madde. Bunu bugün şey ederiz yani şöyle veya böyle, içerik tartışmasından sonra…

DOÇ. DR. SELİN ESEN – Teşekkür ediyorum Başkanım.

Sanıyorum, bu komisyonda bulunan herkes ana dilde eğitimin, daha doğrusu, ana dilin önemi konusunda hemfikir yani bu ana dilin kullanılması bir insan hakkı olarak kabul ediliyor. Sanıyorum, bu komisyondaki bütün üyeler de bu konuda hemfikir. Buradaki soru, bunun öğretilmesi ya da bir eğitim dili olup olmaması meselesinde. Tabii, burada özellikle bunun bir eğitim dili olmamasına ilişkin olarak getirilen itirazlar içerisinde ki farklı cenahlardan da bu gerekçeleri görüyoruz. Eğer ana dilde eğitim kabul edilirse o zaman bu “resmî dil” dediğimiz, bir toplumu birbirine bağlayan unsurlardan biridir. Dolayısıyla, bu unsur ortadan kalkacaktır, toplumu oluşturan farklı unsurlar arasında bağ zayıflayacaktır, resmî dilde eğitim ve öğretim yapmak, bu bağı güçlendiren yollardan biridir diye. Kuşkusuz, bunun doğruluk payı olabilir, vardır da. Ancak, sanıyorum, diğer konuşmacılar da -sabah yoktum ama- değinmiş olabilirler, “eğitim” dediğimizde tek bir model yok. Bütün müfredatın ana dilde eğitilmesi, ana dilde öğretilmesi diye bir şey de yok. Müfredattaki tek bir ders bile ana dilde eğer öğretiliyorsa ya da eğitiliyorsa ona biz “ana dilde eğitim” diyoruz. Yani bu, çok farklı unsurları, çok farklı şeyleri içinde barındırıyor.


Yüklə 327,35 Kb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin