Tedbili mekânda ferahlık vardır



Yüklə 1,02 Mb.
səhifə4/19
tarix27.10.2017
ölçüsü1,02 Mb.
#15591
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   19

Kırk senedir bol keseden vermişsiniz… Oluşturduğunuz akla ziyan ekonomik sistemsizliğin çaresi olarak, herkesin memur yazılmasını siz önermişsiniz. Her “yapmayın da üretim ölecek” diyeni de Rumcu ilân edivermişsiniz… Şimdi diyorsunuz ki: “Bu böyle olmaz…”

Bizim Kıbrıslı Türk ağzıyla, “Eyya… Olmaz! Olmazdı… Kırk yıldır, söylerik…”

Ama her uygulama, toplumda karşılığını bulur. Kırk yıldır devam eden yanlış da kendi toplumsal karşılığını buldu… Ortalama insan, “madem ki parayı verir, susun” deyip, düzenini o düzensizliğe göre kurduğundan, şimdi paçası tutuştu…

Reaksiyon da mı göstermesin?

“Tepki bir kişiye, Türk insanına, Türkiye’ye ya da Türklüğe değil, bir anlayışadır” demiştik dün… Meğer aynını Ercan Kavşağı’nda KTAMS başkanı da söylemiş. “Bu anlayışa” diyerek, devam etmiş… Karşılığı, “ Rum bunlar…” gibi bir şey! 1970’li yıllarda Türkiye’de “ komünizm yasak olmasın” demek de yasaktı… Aynen…

İşin doğrusu, Kıbrıslı Türkler’in böyle bir kompleksi yok! Hiç de olmadı… Çünkü tarih o bakımdan kompleks duyacakları hiçbir kanıt sunmaz meraklısına. Herkesin etnik kökeni ile ilgilenmeyi de ayıp kabul eder… Yoksa! Bu konuda belki de en rahat Türk topluluğudur, kayıtlı kuyutlu “Türktür” diye sürülen bir topluluk…

Bu halka, her ikide birde başka adresler gösterirseniz, o da size ayni tavrı geliştirir ve yazık olur. Acaba diyorum, bu Kıbrıs’tan Sorumlu Bakanlık’ın iptal edilip, meselenin Davutoğlu’na bağlanmasını mı talep etsek?

Bu üslupla sayın Çiçek, 150 yıldır Rumlar’ın yapamadığını yapacak, Türkiye ile Kıbrıs insanını kavga ettirecek…

CEMİL ÇİÇEK HAKLIDIR

Cemil Çiçek haklıdır…

KKTC “batacak”… Ancak, Cemil Çiçek’i dinlemezse değil…

Bu yargıya nerden varıyorum? Bildiğimiz durumları, ters takdim etmesinden!

KKTC, batacak… Cemil Çiçek, haklıdır…

Suçumuz nedir? Sıkıyı görünce, bazıları gibi kaçıp Anadolu’ya yamalanmamak, durup savaşmak… mı?

“Kendi hallerine bırakırsak, KTHY’yi batırdılar; KKTC’yi de batırırlar” dedi… Kimse cevap vermiyor. Cevap vermeyelim, gerilimi artırmayalım, ne sizin ne de bizim işimize yaramaz dedikçe, sayın bakan bindiriyor!

KTHY neden battı? Bugün oldu, kimse ağzını açıp da gerçek nedeni anlatmıyor! Haberiniz yok…

Bu sorunun cevabını vermek için, önce şunu sormak lâzım: KTHY, Ümit Utku gibiler tarafından yönetilir ve bizim bakanımıza televizyonlarda “Sen kimsin be çocuk?” diye terbiyesizlik edilirken, kârda mıydı? Hayır değildi… Beş yüz personel ve altı uçakla KTHY, zaten batakta bir şirketti, hem de tekel olduğu günlerde bile… KTHY, tekel olduğu günlerde bile, zarar eden bir şirketti! Herhalde, “yer yok” diye araya bakan torpil sokup, zorla girilen uçakların boş uçtuğu günleri, unutmadık… Birileri belki de çok iyi para kazanıyordu ama, şirket hep zararda idi…

Peki, nasıl uçuruluyordu o zamanlar?

Şirketin kasasından ciddi bir miktar para bir kenara ayrılmış, gecelik repo yapılıp, oradan gelen faiz gelirleri ile durum dengede tutuluyor, buna rağmen halâ kapatılamayan açık da bütçeden kapatılıyordu. “BU şirket bizim için stratejiktir, ille bizim olmasını istiyoruz” dendiğinde, alınan cevap da “Veririz ama sakın ondan sonra açığı kapatmamız için bize gelmeyiniz” olmuştur.

THY’nın hisseleri özelleştirilirken, KTHY’deki THY hisseleri, Kıbrıs Türk İnkişaf Sandığı ve Kıbrıs Vakıflar İdaresi, Türkiye’de bir şirket kurmasıyla, satın alındı… Bu yapılırken, durumun ne olduğu bilinmiyor muydu? Biliniyordu evet… Ancak o güne kadar nasıl yüzdürülmüşse, gene aynen yüzdürülebileceği var sayılıyordu. Ancak:

Tam da o günlerde, iki gelişme yaşandı. Türkiye için hayırlı, ama KTHY için sonu belirsiz bir maceraya neden olan iki gelişme! İlki, Türkiye’de enflasyon çift rakamlı düzeylerden, normal seyrine indi… Böylece TL istikrar kazandı ve dolar ile TL arasındaki oynamalardan para kazanma, bitti… İkincisi, ilk gelişmenin sonucu, Türkiye’de faiz oranları düştü ve gecelik faizden para kazanıp, zararın önüne geçme şansı da kalmadı. Repoya yatırılan, aklımda yanlış kalmadıysa 65 milyon dolar gibi bir para da elde kalıverdi… Dolayısıyla, yapısal değişiklik gerçekleşmediği takdirde, o şirket zaten batıktı!

Burada, Cemil bey’in haklı olduğu bir durum ortaya çıktı: Bizdeki siyasi irade, o yapısal değişikliği gerçekleştiremedi! Yıllar içerisinde oraya doldurulmuş, gereğinden çok fazla çalışanı ayıklamaya çalıştı ama büyük sosyal reaksiyonlar neticesinde, geri adımlar attı… Pansuman değişiklikler bile, sendikal dirençle karşılaştı. Kişisel hatalar da yapıldı, politik hatalar da… Bunlar da var olan durumun üstüne, tüy dikti… CTP hükümeti gittikten sonra, en son aşamada, gene de Ankara’nın verdiği para, seçim üstü istihdama harcandı…

Cemil bey de “Bir kuruş daha kaynak vermem madem ki öyle…” dedi… Haklıydı… Ancak işin ta başından zaten zararda olup da açığını gecelik faizde adeta kumar oynayarak kapatan bir şirketi, sanki de dünyaları kazanırken, biz batırmışız gibi göstermek, bin türlü yorumlanmaya müsaittir…

AKP, Türkiye’de paradigmayı değiştirdi. Başarılı da oldu… Bu güvenle bize de ayni programı öneriyorlar. “Biz denedik, biraz acı çekilir ama ekonomi düzelir” diyerek… Ancak şartlar ayni değil… Buranın yapısal yanlışlarını biz kurmadık. Zaten biz konuşturulmadığımız için, yapısal yanlış söz konusu… Çareyi, birlikte bulmalıyız. Yoksa KKTC batacak!

Zaten ekonomik olarak batıktır… Böyle, buranın şartlarını düşünmeden önerilen önlemlerle, yakında iflasını ilan edecek…

CEMİL ÇİÇEK NE DER?

Cuma günkü yazımda dedim ya? “Türkiye bize 2010-11 itibarı ile 800 milyon TL yardım veriyor ama, aramızdaki İthalat/İhracat Dengesi de en düşük olduğu yıl, 1.3 milyar dolar, Türkiye lehine ve mevduatımızın %50’sinden fazlası da Türkiye bankalarında duruyor. Ki bu da minumum 3 milyar TL’dir. Bu durumda hiç de öyle söylendiği gibi, “beslenme” falan yok!” diye… Bunu daha önce de yazmıştım… Nette, “saçmalama” gibi bir reaksiyon almıştım! Geçen gece bir tv kanalında bunları söyleyince de biri telefon açtı, “Ben Kıbrıs’a geldiğimde, Güzelyurt’a yol yoktu…” dedi… Yol olmasına vardı da güneyde kalmıştı, o ayrı da işte o yolun molun yapıldığı para, bu 800 milyon TL’dandır, canım kardeşim… Bırakın bunu, geçen gün Milliyet’te Melih Aşık’ın köşesinde, Besim Tibuk dedi ki: “ Kıbrıs’a yıllık 2 milyar dolar ihracat yapıp, 130 milyon dolar ithalat yapıyoruz. Bunun yarattığı katma değer bile, yaptığımız yardımı karşılar!” Tibuk, bilindiği gibi hem ünlü bir iş adamı, hem de Liberal Parti’nin eski başkanı… Bizi dinlemeyenler belki onu dinler…

Bir dönem milletvekilliği yaptım… Üç bütçenin yapılmasında da komite üyesi olarak çalıştım. Bilmediğim bir şeyi, yeni öğrendim! Dinleyin:

Bir ülke, bir başka ülkeye kendi parasını kullanma hakkı verdiği zaman, o ülkeden, Senyoraj ve Enflasyon Vergisi diye bir para alırmış meğer! Bu vergi, arz edilen paranın, %10’u dolayına tekabül edermiş. Kıbrıs İngiliz Sömürgesi iken, bundan dolayı İngiliz Merkez Bankası’na bağlı olmayıp, kendi bağımsız merkez bankası ve parası varmış! Çünkü bu hesapça, on yılda o ülke iflas eder. Bu bakımdan, kendi para basma gücü olmayan küçük ülkeler, (Andorra, şu bu gibi) stabil parası olan bir büyük ülkenin parasını kullanır, vergisini öder ama o büyük ülke de o küçük ülkeye, o açığı kapatacak bir yardım yaparlarmış.

Şimdi aşağıda yapacağım hesap, çeşitli ayrıntıları içermediğinden dolayı, eksiktir ancak, genel trendi anlatması bakımından, anlamlıdır.

Bizim para arzımız, geçen yıl itibarıyla, Merkez Bankası Bültenleri’ne göre, 7 milyar TL’dir. %10 dolayında Senyoraj ve Enflasyon Vergisi de 700 milyon TL’ye tekabül eder. Kaldı 6.3 milyar TL… Türkiye bu yıl 800 milyon yardımı verince, oldu mu 7.1 milyar TL? Seneye %10 Senyoraj Vergisi yapar 710 milyon… Kaldı mı bize 6 milyar? Bütçeye gene 800 milyon yardımı ekleyin… Elimizdeki para, oldu 6.8 milyar! Gene %10’u ver… Kaldı mı yaklaşık, 6.1milyar? Gene ekle… Gene vergiyi ver… Asıl, “Dön baba dönelim, hacılara gidelim…”

Vergiyi para arzı üzerinden %10 veriyorsun ama yardımı bütçe üzerinden %25 gibi bir şey alıyorsun… Para arzı 7 milyar, bütçe 3 milyar, piyasadaki para ise 260 milyon! 6.4 milyar tasarrufun da yarısından çoğu, Türkiye bankalarında… Kaynak üretecek olanağın yok! Olsa, zaten ürettiğin hiçbir şeyi satamıyorsun… Buna yıllık 1.300 milyar dolar ticaret açığını da ekleyin! “Besleme” imişiz ha?

Şimdi deniliyor ki: “Giderler kısıtlanmazsa, KKTC batacak…”

Ölmüş de ağlayanı yok!

Sanılmasın ki “Türkiye bizi sömürüyor, sırtımızdan para kazanıyor” demekteyim! Hayır… Bu rakamlar, Türkiye gibi bir ekonominin içinde, çerez parası değildir. Sadece, burada TC bürokrasisi ile bizim şükrancı siyaset erbabının, nasıl bir düzen kurduklarını anlatmaya çalışıyorum.

Türkiye’nin kendine uyguladığı önlemleri bize de önerenler, düşünmelidirler. Siyaset konuşulunca, “olağanüstü” oluveren koşullar, ekonomiye sıra gelince “olağan”laşıyor mu?

“Birlikte bulalım çareyi” dememizin nedeni bu… Siyasetin her şeyi belirlediği bir toprakta, marifet ekonominin genel kurallarını, siyasi duruma uyarlayabilmektir. Yoksa bir Makroekonomi kitabı okumak, ülke yönetmeye yeterdi…

CEMİL ÇİÇEK’İ PROTESTO ETMEK…

Dün KKTC’nin kuruluş yıl dönümü idi… Uzun mücadele tarihinde, sanırım ilk defadır ki dün, Kıbrıslı Türkler (sayısı hiç önemli değil) Türkiye’den gelen yetkili konukları, alenen protesto da ettiler. O bakımdan dün, bir milat yaşandı. Bir ilk…

Oysa bu, çok geç kalmış bir protestoydu…

Aslına bakarsanız biz, çok uzun bir tarihsel dönemi, iki cami arasında beynamaz yaşayan bir halkız. Şanssızlığımızın kökeninde, bizi hiç kimsenin ayrı bir antite olarak görmek istememesi yatmaktadır. Rumlara göre biz Kıbrıslı; Türkiye’ye göre ise Türk’üz… Kimse ikisinin bir arada var olabileceğini anlamak istemiyor… Herkes bizi, kendinin bir alt kategorisi olarak görmeye, görmek bir şey değil, bunu bize zorla kabul ettirmeye uğraşıyor. Ve biz bu “kırk satır mı, kırk katır mı?” ikilemi karşısında, ne yapacağını bilmez bir konumda, elli yıldır çırpınıp da yok olmamayı başarabilmiş bir halkız.

Türkiye egemen çevrelerine göre biz, herhangi bir “Türk” olmayı kabullenmeli ve “varlığımızı Türk varlığına armağan etmekten”, kaçınmamalıyız. Rum komşularımıza göre de biz, “Kıbrıslı” olduğumuza göre, etnik, ulusal, kültürel aidiyetlerimizi terk etmekten çekinmemeli, bu uğurda varlığımızın devamı için, mücadele etmemeliyiz. “Varlığımız Kıbrıs’a armağan” olmalı…

Her ikisi de dar ulusçu, kısır birer şovenizm olan bu yaklaşımlar sonucunda, Kıbrıslı Türkler gerek ekonomik, gerek kültürel ve gerekse de politik olarak, gelişmekte almaları gereken yolu alabilmiş değillerdir. Birine karşı çıkarken, ötekinin tehdidini yaşamadan sağlıklı bir yol izlemeleri, bu güne kadar mümkün olmamıştır. Çünkü sonucu itibarı ile niyetten bağımsız olarak her iki yaklaşım da “kimliğinizi terk ederseniz, hiçbir sorun kalmaz” yaklaşımının ta kendisidirler. Oysa bu adadaki sorunun kaynağında da bizim kimliğimizi terk etmek istemememiz yatmaktadır. Yoksa, 1955’lerde asimile olur veya 1963’lerde topluca Türkiye’ye göçerdik. Kıbrıs Sorunu diye bir belâ da hiç olmazdı…

Geç kalmış bir protesto, evet… Ama sayın Cemil Çiçek bilmelidir ki bu protesto, (meydana çıkanların sayısı hiç önemli değil) aslında kendinden çok önce başlayan bir sürecin doruğa çıkmış halidir. Gide gide ta 1958’lere varan bir süreç… “Biz Kıbrıs’ta camii de yaktık”lara varan bir süreç… Koskoca kasabaları, on bin kişilik yerleşim yerlerini, bir üsteğmen ile bir başçavuşun emrine veren zamanlara dayanan bir süreç… Kendi ulusal aidiyetini korumak üzere ayağa kalkmış bir halka, Amerikan kontr-gerilla yöntemlerinin uygulanmasına, ses çıkarmamaya dayanan bir süreç… Kırk yıldır, “yabancı bir ülkede” imiş gibi davranılmasına, ne yönetimde, ne istihbaratta, ne güvenlikte, hiçbir şekilde güvenilmemesine kadar varan bir süreç… Yüz elli yıldır, ulusal/kültürel/etnik aidiyetini, İngilize terk edilmesine, zaman zaman “bizim Kıbrıs diye bir sorunumuz yoktur” denilmesine, kendi kendine bırakıldığı günlerde bile hiç gönül koymadan dirençle savunmasına rağmen, bir halkın durduğu yerde horlanmasına duyulan tepkinin, ortaya konulmasıdır söz konusu olan. Sayın Çiçek’in kişiliği ile hiç ilişkili olmadan.

Geç kalmış bir protestodur, evet… Zamanında ortaya konulmamasının sebebi de karşı tarafta, ağzı açık bizi yutmak için bekleyen hakimiyetçi zihniyettir. Yoksa daha o sancaktarlık günlerinde seslendirilmeliydi… Belki o zaman bugüne gelinmezdi… Bir zamanlar çok üst düzey bir yetkiliden, “Sizin masrafınız, orta düzey bir otelin masrafı kadardır.” Lâflarını işitmiş biri olarak diyorum ki:

Protesto edilen, ne Türkiye devleti, ne Türkiye halkları ne de Türklüğümüz’dür… Bu meseleyi bir türlü anlamak istemeyen, kendi paradigmasının at gözlüklü şablonunu, elli yıldır illâ ki bize giydirmeye çalışan anlayıştır sadece…

Cemil bey, üstüne alınmasın…

CENEVRE’DEN SONRA

Bilgisayarın başında öyle otururken, ansızın aklıma bir fiction yapmak geldi! Önümüzdeki Ocak ayında, Cenevre’de görüşmeler akamete uğramış, bizimkiler de “B” Plânı’nı uygulamaya koymuşlar! Ne güzel… Bugüne kadar “tanınma politikası”nın olmadığını bizzat bildiğim bizim devlet için, dünyadan tanınma istemeye çıkmışız… Sorun bitiyor mu? Ondan sonra artık, dünyada kabul edilen, uluslar arası hukukun içindeki bir statüye mi kavuşuyoruz?

Gelin bir hesap yapalım. Lehimize olan faktörler ile karşımızda olanları bir teraziye vuralım. Rum tarafının malûm tutumu, lehimize; evet… Başka? Türkiye’nin bölgedeki gücü… Bunu da ayrıca konuşmak lâzım ya, neyse…

Ya karşımızdakiler? BM’nin ayrılık istediğimiz andan sonra, KKTC’yi ilan ettiğimizde katiyen tanınmamasını isteyen Güvenlik Konseyi Kararından tutun, Mart 1964 tarihli Konsey ve sayısız Genel Kurul Kararları… Onlardan önce, 1959 Kıbrıs Cumhuriyeti Kuruluş Anlaşması, İttifak Anlaşması, Garantiler Anlaşması ki imzalayan beş taraftan ikisi, Türkiye ile biziz… “Ayrılmayı veya başka bir devlete bağlanmayı” yasaklıyor; altında Dr. Küçük ve Adnan Menderes imzalarıyla… Başka? Stratejik değerine ek olarak, ekonomik değer bakımından da her gün üstüne eklemekte olan Doğu Akdeniz’in kuzey şeridinin, bir Türk gölü şekline girmesine izin veremeyecek olan, İran’dan İsrail’e, Mısır’dan Suriye’ye, bütün çevre ülkelerin çıkarları… Dahası, bu bölgeden şu anda çıkar sağlamakta olan ya da sağlama umdu olan bütün büyük güçler: ABD, AB, Çin, Rusya ve aklımıza gelen gelmeyen bir yığın güç odağı…

Daha?

Kıbrıslı Rumlar ve Yunanistan karar mekanizmasında otururken, AB ile Türkiye arasındaki ilişkilerin varacağı boyut! Türkiye’nin bazı bakanları tribünlere hitap ederken, “AB ile Kıbrıs arasında tercih yapmaya zorlamasınlar bizi” gibisinden koskoslanıyorlar ama dış ticaretinin, turizm gelirlerinin %60’ının da AB’ye bağlı olduğunu, aklımızdan çıkarmayalım… “Girmesin Türkiye AB’ye, zaten Fransa ile Almanya istemez, papa da karşı!” demek çok kolay… “Zaten almazlar” diye yürek soğutmak da mümkün. Ama o %60’ın ne olacağını söyleyen de yok! Pardon vardı birileri ama şu anda hepsi Silivri’de yatmak bir yana, bir de meydana çıktı ki meğer alternatif ittifak merkezleri olarak gösterilen Moskova, Yeni Delhi ve Pekin gibi merkezlerde, kimsenin bu “yeni ittifak”tan haberi bile yokmuş…



Önümüzdeki Ocak’ta, Cenevre’de görüşmeler çıkmaza girerse, siz bakmayın Egemen Bağış’ın söylediklerine… B plânı da olabilir, C plânı da olabilir, D plânı da ama sorun bitmez… Daha beter olur… Bizim Serdar Denktaş’ın Tayvan Modeli, de derde deva değildir. Ortada hiçbir benzerlik olmadığı gibi, Formoza Adası’na sığınmış sağcı Çinli general Çan Kay Şek’in “devletçiği”, kıt’a Çin’indeki komünist yönetime karşı, Amerika’nın kurdurup himaye ettiği bir nevi vitrin idi… Hong-Kong gibi… O, Britanya İmparatorluğu’nun show room’u idi, beriki Amerika’nın… Oralarda sağlayacakları yüksek refah düzeyi ile, kıtada komünizmi tercih etmiş, kitlelerin, asıl Çin ulusunun, kanına girip; Mao’ya isyan ettireceklerdi güya… O örneği alırsak, birinin de bizi finanse edip, Rumlar’dan daha yüksek bir refah seviyesi sağlaması lâzım bize ki, Tayvan modeli, Tayvan modeli olabilsin… Kaldı ki Tayvan dediğiniz anda, BM Güvenlik Konseyi’nin bir daimi üyesini de otomatik olarak karşınıza alırsınız: Çin! Bugüne kadar edindiğimiz bütün avantajların çöpe atılması tehlikesi de caba…

Bütün bunlar,”yandık” mı demek? “Ne önerirse adam, bizim kabul etmemiz lâzım” mı demek? Hayır…

Dünyayı, konjonktürü, kendimizi ve gücümüzü gerçekçi bir biçimde ele alıp, karşı taraftın da hiçbir gücü yok zannetmeden dış politika yapmamız gerekiyor, demek…

Yaş yerde yatıp, kuru rüya görmeyelim…

CENEVRE’DE ULUSLAR ARASI KONFERANS OLMALIDIR

Sayın Eroğlu’na acil şifalar dileğiyle girelim yazımıza… Ama sizce er ya da geç, Cenevre’de ne olacak?

Bu kafa ile bence hiçbir şey olmayacak… Çünkü sayın Eroğlu’nun aslında bu görüşme sürecine bile karşı olduğunu, ama suçlanmamak üzere masadan kalkmadığını, Mısır’daki sağır sultan bile biliyor! Muhatabı Yoldaş Hristofyas ise, daha da beter durumda… Bir defa devlet deyince, yalnız ulus devleti anladığı için, federasyon lâfını iş ola kullandığını artık bilmeyen yok! Öte taraftan, kırk sene solculuğu, komünistliği Türkiye’ye sövmek olarak algıladıkları için oluşturulmuş bulunan kamuoyunda, şimdi ne çıkıp özeleştiri yapacak durumu var, ne niyeti olsa buna cesareti ne de halkına önderlik edecek kapasitesi… Dolayısıyla liberallerin karşısında bile milliyetçi pozisyonlarda, eli ayağı bağlı anlamsız sloganlarla durumu idare ediyor…

Bu iki eksinin toplamı, bir artı eder mi? Matematikte etmez… Siyasette, hiç etmez… Ha cebirde tutar da eksi ile eksiyi birbirine çarparsanız, artı olur işte o zaman… Bu şu demek:

Oyunun kuralları değişmezse, Cenevre’de hiçbir şey olacağı da yoktur… Eğer BM, AB, Türkiye ve Yunanistan gerçekten bir şey yapmak istiyorlarsa, “Kıbrıslı Çözüm” denilen şeyi, dikkate almamalıdırlar. Çünkü tarih de göstermiştir ki Kıbrıslılar, elli dönüm Omorfo bahçesi için, meselâ Atina’da taş üstünde taş kalmamasını, basedembo çitleyerek televizyondan seyrederler de kulaklarının arkası bile terlemez…

İş milliyetçiliğe geldiğinde, anavatanlar bizimkilerin, yani adalıların eline su dökemez… Bakın Venizelos Giritli, Papandreu Giritli, Pangalos Giritli… Türkeş Kıbrıslı, Denktaş Kıbrıslı, Ziya Gökalp’ten önce ulusçuluk yazan Ahmet Raik Çağlar Kıbrıslı…

Gaz vermede üstümüze yok… Ama bu ülkenin “gerçekleri” ile dünyanın gerçekleri hep çelişti. Anavatanları da esir aldık, elli yıldır süründürüyoruz, kendimizle beraber. İşin doğrusu, Türkiye ile Yunanistan’ın 2. Dünya Savaşı sonrası en üst noktada olan dostluk ilişkilerini, biz zehirledik; Kıbrıslılar… Bedelini de İstanbul Rumları ile Batı Trakya Türkleri ödedi… Bugün ilişkiler normalleşse bir dünya kenti olması kaçınılmaz olan İzmir, can çekişiyor biz Stavrogonno, Yeracez, kavgası vereceğiz diye… Varsın Edirne kasabaya dönsün! Biz Zodya ile Sirganahorgo’yu kurtaralım! Selânik harap olacaksa vallahi olsun, biz Maraş’ı isteriz…

Bu iş bize kaldığı sürece, bugüne kadar ne olduysa, bundan sonra da o olacaktır! Ya beş metre üzerinde anlaşamayacağız, ya bir noktalı virgülden dolayı… Biz, elbette masada olacağız ve aklımıza gelen huysuzluğu da yapacağız… İşimiz ne? Ancak konuya taraf uluslar arası aktörler, örneğin garantörler, BM Genel Sekreteri ve meselâ gözlemci olarak da AB’nin genişlemeden sorumlu komiseri gibi biri de masaya oturmazsa, kimse değil Cenevre’den, daha elli yıl hiçbir yerden hiçbir şey beklememelidir bana kalırsa…

Yani bu aşamada artık Kıbrıs Konusunda yapılması gereken çağrı, anlaşmaya varılmış başlıklar bir yana kalmak kaydıyla, BM şemsiyesi altında uluslar arası bir konferansın toplanması çağrısı olmalıdır. BU, sorumluluğu üzerimizden atalım çağrısı değildir. Tam tersine, bunca zamandır görüşmeleri vakit kazanıp, ileride konjonktürün kendi aklına uyduğu bir zamanda sonuç almayı planlayarak, bunca yıldır diplomasi diye uygulayanlara karşı, “ya artık insiyatif alın, ya da başkası alsın, size rağmen ama bu iş bitsin” çağrısıdır.

Master mind’lar, hakikaten çözüm istiyorlarsa, bu Uluslar arası Konferans fikri hayat bulur… Değilse bilin ki oyun gene de oynanmaya devam edecektir ama artık başka bir oyun olacaktır o… Biz pastra oynarken, birileri bezik masasını kurup, defterimizi de düreceklerdir…

Cenevre’deki görüşme eğer gündemli ve ucu uluslar arası bir konferansa açık olursa, Kıbrıs Sorunu çözüm şansı bulabilir. Yoksa…

CENEVRE’DE NE OLUR?

New York Görüşmeleri’nde dağ fare doğurunca, BM Genel Sekreteri’nin tarafları Ocak ayı sonunda Cenevre’de toplanmaya çağırması, o günlerde, özellikle bizim tarafta, insanların ümitlenmesine yol açmıştı.

Şimdi ortaya çıkan son durum, Cenevre öncesinde ümitlarin boşa çıkacağını gösteriyor, inşallah yanılırım. Çünkü tarafların ikisinin de durumlarından bir milim vazgeçmeye, şimdilik niyetinin olmadığını gösteriyor. Başlıklardan herhangi biri hakkında bir anlaşma, henüz yoktur. Ne Güç Paylaşımı, ne Mülkiyet, ne Güvenlik konularında, taraflar bilinen pozisyonlarından esneyeceklerine dair bile bir emare ortaya koymamışlardır. Rum Tarafı, bütün bu başlıklar üzerinde anlaşmaya varıldıktan sonra, Garantiler konusunu görüşmek üzere bir uluslar arası konferans toplanmasını ancak o zaman kabul edebileceğine dair tavrını sürdürdüğüne ve durum da bu olmadığına göre, Cenevre’de uluslar arası bir konferans toplanması şansı da bulunmamaktadır. Gene Rum Tarafı, hakemlik veya takvin de kabul etmeyeceğini bildirdiğine göre, istemesek bile, dağ gene fare doğuracaktır diye endişeliyim işin doğrusu…

Bizim tarafa gelince; aslında biz de “federasyon” deyip, “konfederasyon” talep etmekteyiz. Nasıl ki onlar da “federasyon” deyip, üniter devlet murat etmekte iseler. Gerçeğe bakarsanız ne söylediğiniz değil, nasıl bir düzen talep ettiğinizidir önemli olan… Örneğin İsviçre’nin resmi adı Konfederasyon’dur ama aslında tam bir federasyonun en güzel örneğidir. İspanya Krallığı veya Birleşik Krallık da isimlerinde federasyon adını taşımamakla birlikte, hiç de Fransa tarzı üniter devletler değillerdirler. ABD belki de konfederasyon diye isimlendirilebilir yaşanan İç Savaş ve Anayasası’na rağmen… Ama gerçek bir federasyondur… Rusya’nınsa adı federasyondur ama öyle midir, değil midir, çok su kaldırır. Bu bakımdan ne dediğiniz değil, ne istediğiniz önemlidir. Örneğin bizim taraf, “iki ayrı egemen devletin oluşturacağı bir federasyon” dan bahsederken, buna alenen ve resmen konfederasyon denildiğini bilmiyor mu? Hadi bilmiyor… Ve biz de diyelim ki Rumlar bunu kabul etti… Limasol’un beş mil açığında bir petrol ya da gaz rezervi bulunursa yarın ve onlar da “bu bizim egemenlik alanımız, size ne?” derlerse ne halt edeceğiz hiç düşündük mü?

Gene mi “Gahbe Urum-Yunan ikilisi” mavalına geri dönülecek? Bu mudur hedeflenen?

Beri yandan, Rum tarafının bu meseleyi Türkiye’nin AB üyeliğinde düğümler tarağa gelinceye kadar sürüncemede tutup, o koşullarda kendine en avantajlı şartlarla çözmek isteyeceği öteden beri bilinen bir politik çizgiydi. Kendi açılarından da son derecede haklılar. Onlar Sarkozy ile Merkel’i kullanıyor bu amaçla, onlar da bunları… Diplomasi, liselerde oynanan “aytışma” oyunlarından çok farklı bir oyundur. Görüşme masasında, kimsenin size gerçek niyetini söylemesini bekleyemezsiniz. Meşhur lâftır: “Neyi söylediğine değil, neyi söylemediğine bak!”

Bu bakımdan, içerde sadece “anlaşamadığızda anlaştık” dedikten sonra, kapıyı açıp tv’lere, “İki tarafın birbirini dinlediği ve anladığı çok verimli bir görüşme yapılmıştır” diye beyanat verildiğinin göz şahidi de olmuş birisi olarak, Cenevre’de ne olacak sorusuna verilecek yanıtı, şimdiden söyleyebilirim:

“İki taraf ve BM Genel Sekreteri’nin birbirlerini anladıkları, verimli bir görüşme” olacak…

Kıbrıs’taki iki halkın birbirini yemesi, 2.Dünya Savaşı sonrası başlamadı… Ama o konjenktür, meseleyi bir dünya sorunu yaptı… Türkiye’nin Kıbrıs’a asker çıkarma kararı da 1974’te alınmadı. Kıbrıs İstirdat Planı (Kıbrıs’ı geri alma planı) 1958’de yapıldı… Ama konjonktür, 1974’te olgunlaştı… Şimdi de dünyada 2. Dünya Savaşı sonrası konjonktür evet çatladı ama dağılmadı… Dünyayı yönetenlerin bu soruna olan ihtiyaçlarının, eskisi kadar güçlü olmadığı ortada ama çözüm konjenktürü olgunlaştı mı? Ona bakmak lâzım…


Yüklə 1,02 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   19




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin