“ Karl Marx’a geri mi dönmek istiyorsunuz? Gerçek Karl Marx’a, aslına uygun Marx’a, zor bir yazar olan (ister özgün metin, isterse çoğu zaman hatalı, her zaman zengin çeviriler söz konusu olsun) Marx’a, olabildiğince Alman bir Alman filozofları soyuna ve bu nedenden ötürü çok az ‘vülgerleştirilebilen’ Marx’a, terminolojisi kuşkusuz kusursuz olmayan Marx’a mı geri dönmek istiyorsunuz? O zaman Marx’ı okuyunuz. Onun zor nüfuz edilebilen düşüncesini kavrayabilmek için, eserlerini okuyunuz. Ve onu dokunulmaz bir varlıkmışçasına savunmaktan vazgeçiniz. Lenin’i ve Marx’a yaptığı katkıları da okuyunuz. Balınızı bunlardan yapınız...”25 der. Fransız Annalés ekolünün kurucusu, Marxist bir yazar olarak kabul edilmez.26 Marx, Febvre’ın deyimi ile “zor bir düşünür”dür. Kendine kadar olan hemen bütün düşünürlerden farklı bir düşünceyi, farklı bir üslupla anlattığı için, anlaşılması çok kolay değildir. Bu bir yana, günümüzde Marxist olduğunu ileri sürenlerin çoğunluğu da, aslında onun eserlerini okumuş değillerdir. Öte yandan Marxizm’le hiçbir alâkası bulunmayan Amerikalı tarihçi Tosh, doğru bir tarih yazmak için, sağlam bir teoriye sahip olmasının şart olduğunu ileri sürdükten sonra, günümüzdeki en sağlam teorinin de Marxizm olduğunu, kendisinin marxist olmadığını ortaya koyarak, ileri sürer.27
Beri yandan, çağımızın bilinen en önemli Marxist tarihçileri arasında yer alan Thompson “ bir kapanma olan Marxizm ile Marx’tan gelen açık araştırma ve eleştiriye dayalı bir gelenek olan Marxizm’in birbirlerinden ayrılması gerektiğini” ileri sürer. Birincisini, “teolojik bir alan” yâni bir tür din, olarak yorumlar.28
Marx’ın kendisi de daha 1877’de, bir mektupta şöyle diyordu:“ Batı Avrupa’da kapitalizmin doğuşuna ilişkin tarihsel şemamı, hangi tarihsel koşullar içinde bulunursa bulunsun, her halkın izlemesi mukadder olan genel bir tarih-felsefe teorisine dönüştürdüler.”29
Kimdi dönüştürenler? Din haline getirenler, kimlerdi?
““… Ama ne yazık ki yeni bir teorinin ana ilkelerini her zaman doğru bir biçimde olmasa bile benimser benimsemez, o teoriyi tümüyle anladıklarını sananlar pek sık görülüyor. Şimdilerde yeni “marxist “ olmuşların bir çoğunu bu kınamaların dışında tutamam; çünkü en şaşırtıcı saçmalıklar o çevrede üretiliyor…”30
İşte bundan dolayı Thomson, Marx ile Marxistler’i birbirinden ayırmayı önerir. Ne yazık ki kitaplığımı her gittiğim yere taşımak mümkün değil. O bakımdan tam referansımı veremeyeceğim ama Engels Marx’ın ölümünden sonra yazdığı bir mektupta, onun en korktuğu şeyin de bu olduğunu dile getirmiş ve her zaman “Tanrı beni Marxist olmaktan korusun” dediğini yazmıştı.
Althusser, 1960’larda “Marxist felsefenin, büyük bölümüyle, hâlâ oluşturulması gerekmektedir.”31 demekteydi. Bundan dolayı Fransız Komünist Partisi’nden kovuldu. Çünkü Marx’ın “yeniden okunmasını” savunmak bir yana, üstelik bu işe de girişmişti. Althusser’e göre, burjuva devleti, egemenliğini salt güç kullanımı ile sağlamaz. Bunun yanında, dini, öğretimsel, ailevi, hukuki, siyasal, sendikal, haberleşme ile ilgili, ve kültürel alanlarda hergün ürettiği ve egemen kıldığı ideolojik “aygıtlar”la da toplumu yönlendirir ve kendisini meşru kılar. Devlet’in baskı aygıtının yanında yürürlükte olan bu ideolojik aygıtla da koşut olarak mücadele edilmeli ve ideoloji her gün yeniden üretilmelidir. Çünkü, ideoloji üreten, toplumu etkiler.32
Ondan çok önce, komşu bir ülkede, İtalya’da Antonio Gramsci de böyle bir faaliyete girişmiş, Rus tipi bir devrimin, Batı Avrupa’da olamayacağını anlatırken, “sivil toplum” ve “sivil hegomonya” diye bir kavram ortaya atmıştı. Althusser’in “Devlet’in İdeolojik Aygıtları” isimli çalışmasında yer alan tanımlama ile Gramsci’nin “sivil hegomonya”sı, nerede ise ayni şeydir ancak Althusser, kitabın sonundaki dipnotlar arasında, açıkça, kendisinin geçtiği yoldan daha önce geçmiş tek düşünürün, Gramsci olduğunu, ancak onun “Sivil Toplum” önermesinin, kuvvetli bir sezgi olmasının ötesinde, düşünsel olarak sistemleştirilememiş olduğunu ileri sürer.33 Ne var ki her iki düşünürün de Marxist oldukları su götürmez. O, Marx’ın Tanrı’ya havale ettiklerinden, değil ama… Tapınmaktansa, onun hergün yeniden üretmek önerisini uygulamaya kalkanlardan…
Bu iki düşünürü geçip, “marxizm’in tamamlanmamış bir felsefe olduğu” ile ilgili ciddi çalışmalar yapmış bir başka ekibi de anmazsak, bu yazı eksik kalır. Bu da Frankfurt Okulu ve Eleştirel Kuram’dır.
"Eleştirel teori" teriminin sosyal bilimler açısından ilk anlamı Frankfurt Okulu'ndan Max Horkheimer tarafından 1937 tarihli "Geleneksel ve Eleştirel Teori" başlıklı makalesinde tanımlanmıştır: Eleştirel teori, sadece toplumu anlamak ve açıklamak amaçlı geleneksel teorinin tersine toplumu bir bütün olarak eleştirmek ve değiştirmek amaçlı bir sosyal teoridir. Horkheimer, hem mantıksal pozitivizm tarafından ortaya konan bilim modelini hem de kendisi ve arkadaşları tarafından ortodoks Marksizm ve komünizmin pozitivizmi ve baskıcılığı olarak gördüğü uygulamalarının ikisini birden eleştiren eleştirel teoriyi Marksizm teorisinin köktenci ve özgürlükçü bir biçimi olarak farklılaştırmak istedi.34
"Eleştirel teori" teriminin "eleştirel" ifadesi (18. Yüzyıl'da) Kant'ın Saf Aklın Eleştirisi ve (19. Yüzyıl'da) Marx'ın, "ekonomi politiğin bir eleştirisi" amacıyla yazdığı Das Kapital isimli eserlerinde kullanılan "eleştiri" sözcüğünden gelmektedir. Kant'ın transendental idealizmi için "eleştiri", belli bir bilgi sisteminin özellikle temel, sadeleştirilemez içerikleri tarafından dayatılan sınırlar açısından geçerli olacak şekilde bilginin gücünün, tipinin veya biçiminin geçerlilik sınırlarını kontrol etmek ve oluşturmak anlamında gelmektedir.35
Theodor Adorno, Max Horkheimer, Herbert Marcuse, Walter Benjamin ve Jürgen Habermas’ın çalışmaları, toplamda “eleştirel bir toplum kuramını geliştirmeye“ yöneliktir. Aralarındaki sıralanabilecek fikir ayrımlarına rağmen okulun genel teorik eğilimi ve çalışmaları böyle bir başlıkta toplanabilir. Horkheimer, Adorno ve Habermas, rasyonalizmin ve dolayısıyla aklın bir eleştirisini yaparlar. Aklın araçsallaştırılmasına karşı bir dizi önemli eleştiriler geliştirirler. Aynı şekilde bilginin olanaklılık koşullarına yönelik felsefi ilgiyi sürdürerek bu noktada açılımlar yaparlar. Bu düşünürlerin Hegelci bir felsefi eğilimi sürdürdükleri söylenebilir. Oradan özgül tarihsel biçimler üzerine bir vurguyla Marksizm içinde Hegelci-Marksizm olarak bilinen teorinin eleştirel bir yeniden kuruluşunu yapmışlardır. Ancak her bağlamda, okulun Marksizmle ilişkisinin özgül bir nitelik taşıdığı belirtilmelidir .36
Bu yazıya sebep olan “Marxist Heteredoksi” yani “Okul Dışı Marxizm” de diyebileceğimiz deyim, paradoksal olarak Frankfurt Okulu’na mensup iki düşünür tarafından kullanılmıştır: Lucacs ve Korsch… Kullananın meşrebine göre “Eleştirel Marxizm ve Revizyonist Marxizm olarak da kullanılmaktadır. Bütün Eleştirel Kuram mensupları tarafından benimsendiğini söylemek kolay değildir. Örneğin, Eaglton kendisine yöneltilen bir soru üzerine, heterodoksi tanımına girmeyi kabul etmedi ama beri yandan İsveç Sosyal Demokrat Partisi’nin web sayfasında, “Partimiz revizyonist Marxist bir partidir” diye yazmaktadır. Öte yandan, deyimin mal edildiği Krosch’un anarşizm ile ilişkisi, hep tartışılagelmiştir.37 Bir üniversitenin felsefe kürsüsünde Marx’ı hiçbir zaman uyum içinde olmadığı Bakunin ile harman etmek üzere, düşünce fırtınası yapılmasına hiç itirazım yok! Hatta zaman zaman, yukarıdaki çerçevede marxist tutuculuğun bireyi yok sayması karşısında, birey haklarını savunurken, anarşizmle suçlanmayı beklemediğimi söylersem, yalan olur. Ancak akademinin kürsüsü ile, politikanın kürsüsü arasındaki farkı bilmek, her halde bir politik parti olma niteliğinin ilk koşulu olmalıdır. Siyasi partiler, ne olduğu hakkında tartışılan kavramlarla meşkuk iddialarla ilerlemezler. 1990’lardan beri CTP içinde, deyim yerinde ise “düşüncenin üretilmesi ve her gün yeniden üretilmesi” kavgası etmiş biri olarak, oldukça geniş bir düşünce alanını temsil eden Karl Marx’ın düşüncesinin “yeniden okunması”nı savunan biri olarak, Anarşizm’le bir sorunum yok! Ama politik program içinde değil, entelektüel tartışma ortamlarında! Bir siyasi partinin, halk önünde berrak ve somut görüşlere ihtiyacı vardır. “Gramsci’nin atıf yaptıkları, bilim adamları ya da fildişi kulelerde oturup, akademik dergilere kendi gibilerin okuyacağı yazılar yazan akademikler değildi.”38 Cümlesinden hareketle, aramızdaki bu türden yoldaşlarımızı tenzih ederek, her türlü düşüncenin, ütopik sosyalizm dahil, anarşizm de dahil olmak üzere tartışılmasına hiçbir itirazım olmadığını önemle vurgulayarak, sadece “birbirimizin anlayacağı” makaleler yazmaya hiçbir itirazım olmadığını da işaret ederek, “ve fakat” bunun partinin halk önündeki anlaşılırlığına hiçbir katkısı olamayacağını da hatırlatmak isterim. Henüz tartışılmakta olan kimi düşüncelerden uzak kalmak, elbette doğru değildir. Ancak henüz tartışılmakta olan şeyleri, parti tezi gibi sunmak da hiç doğru değildir.
Nitekim, yukarıda da yazıldığı gibi, Eleştirel Kuram’ın İngiltere’deki önemli düşünürlerinden biri olan Terry Eaglton İstanbul’daki bir konferans’ta, kendisine heterodoks marksist olup olmadığının sorulması üzerine Eagleton, heterodoks olduğunu soru sahibinin iddia ettiğini hatırlatarak, soruyu yanıtsız bırakmıştır.39 Eagleton’un da ideoloji teorisinin epistemolojik ve felsefi gelişiminin ana kaynaklarından birisinin Marksizm olduğu kabul edilir.40
Ada’daki öteki önemli düşünür olan Eric J. Hobsbawm, ise “ Günümüzde Marxist olmayan bir tarihçinin, tarihçi olarak günlük çalışmalarının seyri içinde, Marx’tan veya herhangi bir Marxist tarihçinin eserlerinden hiç söz etmemesi, muhtemelen imkânsızdır.” 41 der.
Thompson’a yani Marx ile Marxizm’i birbirinden ayırarak konuşmaya geri dönersek, önce düşünürün şu tespitini ele almalıyız: Neden böyle oldu?
Niçin bazıları Marx’tan bir peygamber yaratmaya kalkmış, kimileri de bunu verili bir durum olarak ele almışlar ve ayni mentalite ile bir tür kontra-din yaratmaya çalışıyorlar? (Burada kastettiğim Lucas veya Korsch değildir.) Çünkü düşüncede en temel öge “yöntem”dir.
Walter Benjamin, bilimde kuramın geneli tanımlamak iddiasından dolayı soyut olduğunu, yönteminse nesnel olmak zorunda olduğunu söyler.42
Soyut teoriyi benimsediğinizi ileri sürebilirsiniz. Ama nesnel olan yöntemi gözden kaçırırsanız, teoriyi yeniden üretebileceğinizi sanmamalısınız. Çünkü nesnel yöntem, size hayatın içinde olmayı, hayatı her anlamda her gün yeniden üretmeyi dayatır. Dışında iseniz hayatın, “Marxist ortodoksi” üretmeye kalkabilirsiniz, nitekim kalkanlar nerede ise kalkmayanlardan daha çokturlar. Ama, “işçi sınıfı devrim yaparken, sorarım size kadınlar nerdeydi?” diyebilirseniz; “dünyada daha kadının oy hakkı yokken, “Merkez Komitesi’nde (Aleksandra Kollontai, Nadya Kurpskaya), Alman işçi sınıfının ve İkinci Enternasyonal’in başında ( Roza Luxemburg) veya Amerika’da eşit işe eşit ücret kavgasının en önünde (Clara Zetkin)” gibi yanıtlar alabileceğinizi de aklınızda tutmalısınız. “Sınıf” kriterini elden bırakmayı, bir yenilik sanabilirsiniz örneğin! Ama o düşüncenin Robert Owen’den, Saint Simon’a Ütopik sosyalistler, Bakunin’den Proudhon’a anarşistler, Lasalle’dan Kreisky’ye sosyal demokratlar, Adam Smtih’den Karl Popper’e liberaller tarafından da iki yüz yıldır dile getirilip, Marx tarafından “silkelenmiş” bir görüş olduğunun, size hatırlatılmasına da hazır olmanız gerekir! Hiçbir otoriteye boyun eğmem de diyebilirsiniz… Ama bunun “yeni” değil, çok eski bir sol tez olduğunu da kabul etmeniz şartıyla elbette ki. “Blanqui Marx’tan daha doğru bir tahlil yapmıştı” da derseniz, ancak o zaman anlamlı olabileceğinizin farkındaysanız, hiçbir mahzuru yok! Çağrıştırmak üzere en önemli kavramını kullandığınız bir düşünürün, hem Marxist olduğunu, hem de “paralel bir hegomonya” derken, sağa karşı bir hegomonya kurup pekiştirmekten yana olduğunu gözden kaçırmaz, fikir namusunu korursanız, düşünce özgürlüğü var, her şeyi söyleyebilirsiniz…
Ne demişti Febvre:
“ Karl Marx’a geri mi dönmek istiyorsunuz? Gerçek Karl Marx’a, aslına uygun Marx’a, zor bir yazar olan (ister özgün metin, isterse çoğu zaman hatalı, her zaman zengin çeviriler söz konusu olsun) Marx’a, olabildiğince Alman bir Alman filozofları soyuna ve bu nedenden ötürü çok az ‘vülgerleştirilebilen’ Marx’a, terminolojisi kuşkusuz kusursuz olmayan Marx’a mı geri dönmek istiyorsunuz? O zaman Marx’ı okuyunuz. Onun zor nüfuz edilebilen düşüncesini kavrayabilmek için, eserlerini okuyunuz. Ve onu dokunulmaz bir varlıkmışçasına savunmaktan vazgeçiniz. Lenin’i ve Marx’a yaptığı katkıları da okuyunuz. Balınızı bunlardan yapınız...”
MİLLİYETÇİLİK VE AĞABEYLİK
Tanıl Bora, güncel Türk ulusçuluğunu anlatırken, Türki devletler söz konusu olduğunda, Türkiye’yi merkeze oturtarak, kendilerine bir tür “ağabey” rolü biçtiklerini vurgular! Bora’ya göre bu, “aşağılayıcı” bir tutumdur!43 Coşkun Kırca’nın, “Türkiye’nin orta büyüklükte bir ilinden farksız Azerbaycan” nitelendirmesinden yola çıkılarak, Anadolu Türk ulusçuluğu tarafından, kendilerinden başka bütün Türk topluluklarının, kendilerince himayeye muhtaç birer “protodevlet” olarak algılanıldığını, ileri sürer.
“ Orta boyda bir ilimiz kadar Azerbaycan”, “bir mahallemiz kadar Kıbrıs” ve belki de “küçük bir ilimiz kadar Kırgızistan” söyleminin, varsayılan “ağabeylik” misyonuna tek başına yetemeyeceği, örneğin Bakü Üniversitesinin İstanbul üniversitesinden eski olduğu, Kıbrıs’ta üniversite mezunu oranının %90’lara yakın olduğu, Özbekistan’ın zenginliği, Kazakistan’ın uzay teknolojisi boyutunda bir bilimsel düzey içinde olduğu, Azerbaycan’ın İran düzeyinde bir petrol üreticisi olduğu, Latin alfabesine Türkiye’den önce geçtiği, ulusçuluğun Azeri’lerden öğrenildiği v.s. hiç akla gelmez!
“Ağabey olmayı hak ettirecek güç ve yeteneğe erişmek için hayli mesafe alınması gerektiği, aksi halde kendinden menkul bir ‘ağabeylik’ iddiasının, Türki cumhuriyetleri Türkiye’den soğutmakan başka bir işe yaramayacağı”44 yargısına varan Bora, çalışmasının ilerleyen bölümlerinde konuya geri döner ve bu komplekse göre toprak ve nüfus azaldıkça, Anadolu’cuların gözünde özne devlet ya da halkın “durumunun daha da ağırlaştığını” vurgular.45
Bu tavrın bir başka saplantısı da herkesin kendisini sadece “Türk” olarak tanımlaması gibi bir zorunluluğu, koşul olarak görmesidir. Azerilerin bile kendilerini, “Azerbaycan Türkü” olarak tanımlamaları gerektiğine inanıyor!46 Gerekçe:Azerbaycan sadece bir coğrafya parçasının adı imiş! Azeri aydınların, “bu iddia ayni zamanda Ruslar’ın da iddiası idi... ” tepkisi “duyulmaz”! Herkesin yaşadığı yer, “coğrafya parçası”dır! “Vatan” sadece Anadolu’dur ve o da kendilerinindir! Berikiler, kendilerinin emirlerini yerine getirmekle, mükelleftirler!
Bu kendiliğinden menkul “ağabeyliğin”, Anadolu dışındaki kültürlere de müdahale etmeyi bir doğal hak saydığını ileri sürer Bora. Bu gibiler, Anadolu’da Şah İsmail’in tarikatına mensup Aleviler’i yakarken; tümü ile o yolun yolcusu olan Azeriler ile kardeşlik oluşturmaya çalışırlar! Elbette ki Azeriler, küçük bir fedakârlık yapmalı, inançlarından, vazgeçmelidirler!
Yazar, Azerbaycan’da Karabağ konusunda, “bu bizim iç işimizdir, müdahale etmeyin”47 şeklinde bir düşünce geliştiğini, buna karşılık, Altemur Kılıç’ın “ne münasebet? Bizim Orta Asya ile ilgili hesaplarımız, umudlarımız ve büyük çıkar beklentilerimiz vardır. Karabağ, Türkiye’nin milli meselesidir”48 diye yazmasına, şaşırır!
“(Anadolu dışındaki Türklere NB) reşit bir kimlik atfetmeyen (bu) tutumu, milliyetçiliğin iki ucunda da ülkücü-Türkçü milliyetçilikte de Batıcı yeni-milliyetçilikte de görebiliyoruz. Türkçü milliyetçiliğin Türki halkları yücelten pan-Türkist ‘enternasyonalizmi’, ayni zamanda açıkca Türkiye merkezlidir”49
Bu kendiliğinden menkul “ağabeylik iddiasının bir ucunda ülkücüleri gören Bora, öteki uçta da çok iyi bildiğimiz bir ismi örnek gösteriyor:
Mümtaz Soysal!
Kendi varsaydığı ulusunun bir kısmını, “yönetilmesi gereken, reşit olmamış çocuk”, onların yaşadığı toprağı “vatan değil, coğrafya parçası”, kültürünü “bozuk”, kimliğini “değiştirilmeye muhtaç”, dilini “bozuk”, dinini “irşada muhtaç” gören bir ULUSÇU anlayışın, (ulus, eşit vatandaşların, özgür, gönüllü birliği idi ya!) hangi ulusçu anlayışa dahil sayılacağını, doğrusu ben bulamıyorum. Fransız tipi kültür ulusçuluğu deseniz değil; Alman tipi etnosantrik ulusçuluk deseniz, değil! Turancılık’ı icat eden Akçura’nın sınıflaması ile “demokratik ulusçuluk” deseniz, değil! Onun tanımıyla “imperyalist ulusçuluk” değil! Irkçılık zaten değil!
Nedir bu? Sorunun yanıtını Tanıl Bora veriyor: Kompleks…
CUMA MEYDANI’NIN SÖYLEDİKLERİ
Miting meydanına, parti korteji ile gitmedim… Köşe yazarlığı dürtülerim, meydan boşken gidip, doluşunu gözlememi emretti…
Başbakanın gerçeği görmemek üzere gözlerini yumması, sonunda hem kendinsin hem de partisinin zararına olacaktır. Peşinen bunu söyleyeyim. Çünkü Cuma günü o meydanda, rüyanızda görseniz, hayra yormayacağınız, insanlar da vardı.
Şu anda DP’de bulunan eski bir TMT’ci ağabeyimi gördüm örneğin. Kaymaklı çatışmalarının da savaşçılarındandır. Emekli bir öğretmen… O günkü yazımı okumuş… Elli üç yıl önceki o gün de gene bu meydanda imiş. “Biz hata mı yaptıydık be Nazım?” dedi!
Elbette ki hayır! Ne o gündü hata, ne de sonradan izlenmek zorunda kalınan süreç! Hata çok daha sonra yapıldı…
Tarihte determinizm diye bir şey vardır. Kısaca açıklamak gerekirse, “Tarihte her ne olduysa, başka türlüsü olamayacağından öyle olmuştur” denilir. Bir başka tarihsel tanımlama da “Tarihi insanlar yapar ama verili koşullar içinde yapar” der… Yani tarihi insanların iradeleri belirlemez… Verili koşullar belirler… Başka bir ülkede doğacak olsa, başka türlü davranacak insanlar; diğer bir ülkede doğunca, değişik davranırlar. Veya ayni ülkede, tarihsel bir kesitin içine doğan insanlar, ayni ülkede bir başka tarihsel kesitin içine doğsalar, değişik insanlar olurlar. Ve hatta ayni ülkede, ayni koşulların içine doğan, ayni kültürün insanları, farklı koşullar yaşarlarsa, farklı düşüncelere sahip insanlar olurlar. “Tarihi insan yapar ama verili koşullar içinde…” O bakımdan kimsenin, “hata yaptıydım” sanıp, yerinmesine gerek yoktur…
İş ki insanın, verili koşulların içinde, kendi halkı için doğru olduğuna inandığını yapmış olması…
Yalnız elli yıl ara ile bir insanın ayni meydanda bu türden sıkıntılarla iki defa bulunmasıdır, acı olan…
Bu bakımdan, Cuma günkü mitingi, bu gün hükümet makamında oturanların, doğru anlayıp, anlatmaya çalışması çok önemlidir! O meydanda, her partiden, her ideolojiden, her görüşten, doğduğu yer farkı gözetilmeden, kendini Kıbrıslı Türk olarak tanımlayan, en az 40bin kişi vardı… Seçmen sayısının %25’i… Hükümet de düşürür, düzen de değiştirir…
Ve hükümet partisi o gün, başına gelmekte olan bu felâketi analiz edecek yerde, kendi içinde, kimin kimi işe alacağı (halâ ve utanmadan) ve ilçe başkanlarının bakanlık talebi dolayısıyla istifa etmesi ile uğraşmaktaydı! Oysa akıllı bir politikacı, esmekte olan bu fırtına karşısında, bakan falan olmak ister mi? Aklı başında bir adam, bakan olup da tüy mü konduracak? Veya Ali değil de Veli bakan olsa, neyi değiştirecek? Hayattan ve gerçekten kopmuş olmalarının en güzel delilidir bu…
Sayın başbakanın sanki de insanların gözü görmüyormuş gibi kendilerinden başka herkesin, kendilerine karşı katıldığı böyle bir eylemi küçümsemeye çalışması da bunun ifadesidir. Cisimleri burada ama zihinleri başka bir alemde demek ki… Oysa tarihinde belki ilk defadır ki ana muhalefet bile kamu maliyesinin sıkıntıları konusunda ayni ağızla konuşmaktadır. Tartışılan, sıkıntı olduğu değildir. Bedelin kime ödettirileceğidir. 29 yaşında 30 sene üzerinden en üst baremden maaşla emekli ettiğiniz adamın ne suçu var? Veren el değil de alan el mi kesilecek? Şimdi bula bula suçlu o mu oldu?
Ülkenin durumunu algılayamama, gerçeklerden kopma, kendini yalnızlaşmış hissetme bir hükümet için en talihsiz durumdur. Hem kendi için, hem de ülke için… Asıl tehlikeli olan da budur. İşi gücü bırakıp, sayın başbakan, maliye bakanı, parti genel sekreteri gibi yetkililere, yeni durumların yeni çözümlere ihtiyaç gösterdiği, eski “urumcu” mesellerinin artık kıymeti harbiyesinin kalmadığı gibi gerçekler anlatmak lazım…
MUHTEŞEM YÜZYIL-MUHTEŞEM PADİŞAH-MUHTEŞEM AŞIK
Yıllar önce, Türk sinemasının birkaç ustasından biri olan Halit Refiğ’in, Haremde Dört Kadın diye bir filmi vardı. Nurhan Nur, Ayfre Feray, Ajda Pekkan… Dördüncüsünü unuttum işin doğrusu… Film siyah beyaz’dı… Ve o delikanlı yaşımdan hatırladığıma göre de acaip iç gıcıklayıcıydı. Halit Refiğ ustanın filmografisini araştıranlar, rastlayacaklardır. Önemli bir film olarak kabul edildi o zamanlar…
Son günlerde, eşimle birlikte izleyebileceğim bir dizi buldum: Muhteşem Yüzyıl…
Evet, hem o 16.yy muhteşemdir; hem de 16.yy’ın Osmanlı sultanı Süleyman… Hani filmdeki Hürrem’in deyişiyle, “Sülüman”… Şimdi bir takım anormaller, saçma sapan gerekçelerle diziye karşı çıkıyorlar ya? Yok aile hayatımıza tersmiş, (padişahın aile hayatı zaten yoktur), yok padişahı bir kadın parçasının karşısında küçük gösteriyormuş… Buyrun aşağıda aşık bir adamın sevgilisine yazdığı bir şiir aktarıyorum:
“Celis-i halvetim, varım, habibim mah-ı tabanım
Enisim, mahremim, varım, güzeller şahı sultanım
Hayatım hasılım,ömrüm, şarab-ı kevserim, adnim
Baharım, behçetim, rüzum, nigarım verd-i handanım
Neşatım, işretim, bezmim, çerağım, neyyirim, şem’im
Turuncu u nar u narencim, benim şem’-i şebistanım
Nebatım, sükkerim, genc,m, cihan içinde bi-rencim
Azizim, Yusuf’um varım, gönül Mısr’ındaki hanım
Stanbulum, Karaman’ım, diyar-ı milket-i Rum’um
Bedahşan’ım ve Kıpçağım ve Bağdad’ım, Horasanım
Saçı marım, kaşı yayım, gözü pür fitne, bimarım
Ölürsem boynuna kanım, meded he na-müsülmanım
Kapında çünki meddahım, seni medh ederim daim
Yürek pür gam, gözüm pür nem, Muhibbi’yim hoş halim!”
Şimdi bu kar kur edenler “Türk”türler ama Türkçe de anlamadıklarından, buyurun bir de bugünkü dildeki çevirisini sunayım:
Benim birlikte olduğum, sevgilim, parıldayan ayım,
Can dostum, en yakınım, güzellerin şahı sultanım.
Hayatımın, yaşamımın sebebi Cennetim, Kevser şarabım
Baharım, sevincim, günlerimin anlamı, gönlüme nakşolmuş resim gibi sevgilim, benim gülen gülüm,
Sevinç kaynağım, içkimdeki lezzet, eğlenceli meclisim, nurlu parlak ışığım, meş’alem.
Turuncum, narım, narencim, benim gecelerimin, visal odamın aydınlığı,
Nebatım, şekerim, hazinem, cihanda hiç örselenmemiş, el değmemiş sevgilim.
Gönlümdeki Mısır’ın Sultanı, Hazret-i Yusuf’um, varlığımın anlamı,
İstanbul’um, Karaman’ım, Bütün Anadolu ve Rum ülkesindeki diyara bedel sevgilim.
Değerli lal madeninin çıktığı yer olan Bedahşan’ım ve Kıpçağım, Bağdad’ım, Horasan’ım.
Güzel saçlım, yay kaşlım, gözleri ışıl ışıl fitneler koparan sevgilim, hastayım!
Eğer ölürsem benim vebalim senin boynunadır, çünkü bana eza ederek kanıma sen girdin, bana imdad et, ey Müslüman olmayan güzel sevgilim.
Kapında, devamlı olarak seni medhederim, seni överim, sanki hep seni öğmek için görevlendirilmiş gibiyim.
Yüreğim gam ile, gözlerim yaşlarla dolu, ben Muhibbi’yim, sevgi adamıyım, bana bir şeyler oldu, sarhoş gibiyim. Bir hoş hale geldim.
Açın Muhibbi Divanı’nı, okuyun… Tabii Sultan Süleyman’ın Muhibbi mahlası ile şiir yazdığından haberiniz varsa… Hürrem’e yazdı bunu! “Kapında meddah’ım” diyor… “Gecelerimin, yatak odamın aydınlığı…”
Güya korumaya çalıştığınız, Süleyman’ın aklı sizinki kadar olsaydı, Muhteşem Süleyman olmazdı… Senaryoyu yazana, yönetmene, oyunculara tehdit mektupları yazmak kolay… Ben asıl dizi devam eder de korkmadan ayrıntılardan kaçmazlarsa, Süleyman, üç oğlunu taht için katlettirince ne diyecekler? Onu merak ediyorum… Bir de şu İbrahim’in aslında kim olduğu ortaya dökülürse…
Çünkü bunlar, tarihi bilmeden tarihe tapanlardır… Zaten Kanunî bilmem ne diye öterler ama onun konuştuğu Türkçe’yi de anlamazlar. Onun için tercümesini de verdim…
“Sevgi adamıyım ben” diyen padişahın aşkını anlatan popüler bir diziye katlanamamaları, belki de hayatta bir kadın dudağını, onun gibi öpmeyi becerememelerindendir. Haset ediyorlar… Mesele o…
MUHTEŞEM YÜZYILDAN BİR ŞİİR ÜSTÜNE
Kanuni Sultan Süleyman ile ilgili yazıyı yazıp, gazeteye gönderdiğimden birkaç saat sonra, bir tv kanalında aynı konuyu tartışan üçlü ilginçti… İlber Ortaylı; Taha Akyol ve İstanbul Üniversitesi’nden bir tarih profesörü ki ne yazık ki ne herhangi bir eserini okudum ne de tanıma onuruna eriştim.
Geçen gün burada bütününü okuduğunuz, Muhteşem Süleyman’ın Muhibbi mahlası ile Hürrem’e yazdığı o şiirden birkaç beyit okudular. Üç bin şiiri olan ve yalnız politikada, askeri stratejide ve diplomaside değil, şiirde ve aşkta da muhteşem bir adam olan Kanuni’nin, Muhibbi Divanı, üç bin sayfayı aşıyor. O arada, hocalar ve tarih bilgisi hiç de hafife alınamayacak bir entelektüel olan Akyol, büyük sultanın oğlu Bayezit’e yazdığı bir şiirden de bahsettiler. Türlü entrikalarla, en parlak şehzade olan Bayezit, babasına isyan ettirilmiş ve sonunda kaçarak, İran Şahı Tahmasp’a sığınmıştır. Ama hem o yüzyıl muhteşem, hem de Sultan Süleyman… Bayezit, idama mahkûm edilir ve Şah’ın elinden alınması sağlanır. O zaman, Bayezit babasına bir şiirle baş vurarak, “günahsızım, beni affet” der… Cevabını koca sultan bir şiirle gönderir:
Ey her an başkaldırı ve isyanla meşgul oğul
Boynuna fermanımı takmayan oğul,
Ben kıyar mıydım sana ey Beyazıt Hanım oğul,
Bigünahım deme, bari tevbe kıl canım oğul.
Peygamberler veliler ve bütün ulular hakkıçün
Nuh, İbrahim, Musa ve Meryem oğlu hakkıçün
Hatm-i asarı nübüvvet, fahri alem hakkıçün,
Bigünahım deme bari tevbe kıl canım oğul.
Adem adın etmeyen Mecnuna sahralar durak,
Büyüğe itaatten kaçanlar daima düşer ırak,
Kader değildir der isen hasretle firak,
Bigünahım deme bari tevbe kıl canım oğul.
İmanın ve şefkatin hedefi olduğun, bilmez misin?
Ya masum kanı dökmekten, korkmaz mısın?
Bu çaresiz kul ile hak dergahına varmaz mısın?
Bigünahım deme bari tevbe kıl canım oğul.
Hak, reayaya boyun eğdirmeye tayin etti beni,
İsterim mağlup edem, zib-i düşmeni,
Korkarım Allahtan, öldürürsem bigünah seni
Bigünahım deme, bari tevbe kıl canım oğul.
Tutalım ki iki elin baştan başa kanda ola,
Madem pişman oldun, biz de affetsek ne ola
Bayezidim, suçunu bağışlarım gelsen yola
Bigünahım deme, bari tevbe kıl canım oğul. (Şiir, sadeleştirilmiştir)
Dikkat edilirse her kıt’a “tevbe et” diye bitiyor. “Kellen gitti gider, tövbe et de ben bağışlamam, bari Allah seni bağışlasın” anlamında… Ama bir babanın hükümdar olarak bu kararı içine kan akıtarak vermek zorunda olduğunu da ne güzel anlatıyor?
Bayezit, Hürrem’in tahta çıkmasını istediği asıl parlak oğludur. Mahidevran’ın oğlu Mustafa daha çok sevildiği için, bin bir entrika ile onun öldürülmesine sebep olmuştur. Kader de sanki Bayezit ile Mustafa’nın intikamını almaktadır. Şehzadelerden hangisi sultan olursa ötekileri öldüreceğine, analarını Eski Saray’a defedeceğine göre, aslında kadınlar bir yandan evlâtlarını, öte taraftan da kendi can güvenliklerini korumaktadırlar. Ahlâkla ilgisi yok bunun… Osmanlı Veraset Sisteminin gereğini yerine getiriyorlar. Onu da kim kurdu? Fatih Sultan Mehmet! Göçebe bir beyliği dünya imparatorluğu yapmanın bedelleri vardır. En büyük bedeli de en büyük yetkili öder elbette…
İki büyük adam, dünya tarihinin gidişini o yüzyılda değiştirdiler. Muhteşem Süleyman, Osmanlı’yı doruğa çıkarırken, 2. Philippe de Haçlı Seferleri ve Endülüs’ten öğrendiği kadim Yunan felsefesi ve Arap bilimini içselleştirerek, bu günkü batının temellerini attı…
Bunca önemli olayı bilmeden , öğrenmeye de heves etmeden, “Koca padişahın insani yönü gizlenmelidir ” diye rezillik ederek, bir de soruyoruz: Bizi nasıl geçtiler? Onlara ne hacet? Sizin gibiler yetiyor zaten…
MUMU SÖNDÜRMEK…
Geçen haftayı, Muharrem Ayı’nın onuncu günü dolayısıyla Alevi canlarla birlikte geçirdim. Benim Alevilik ile ilgim, bilindiği üzere çok eskiye dayanır. Yetmişli yıllara… O zamanlar bizim İstanbul’daki öğrenci yurdunun kalorifercisi olan, gencecik Seyit Yılmaz, çay sohbetlerimizden birinde bana ilk defa İslam’ın bu yorumundan bahsettiğinde, daha bu konu tabuydu. Genç bir köylü çocuğu olan Seyit’in, Sıvas köylerinde öğrendikleri yetmeyince, imdada rahmetli Hüseyin Altaylı yetişirdi. Konuşa konuşa baktım ki bunların “Alevilik” dedikleri şey, aslında bizim Kıbrıs’taki İslâm yorumundan öte bir şey değil. Ritüelleri, dedeyi, ocağı falan yitirmişiz ama bize de İslâm diye öğretilen şey, tıpa tıp da bu…
Sonra bir gün, 1 Mayıs günü caddede yürürken, rahmetli dostumuz, kardeşimiz, genel sekreterimiz Naci Talât bana, “Yahu benim zamanım yok araştıramıyorum! Sen bir bak bakalım, bizim geçmişimizde Alevilik mi var, nedir? Örneğin Görneç, Kalavaç gibi köyler, hangi Rum ile karıştılar da şarap içiyorlar? Vardır bir hikmeti! Bakar mısın?” deyip, birkaç da kaynak önerdi.
Baktım… Bakmakla kalmadım… Köy köy gezip araştırmak bir yana, elime geçen bütün arşiv belgelerine de baktım… Köylerde anlatılan meselleri, atasözlerini, deyimleri, menkıbeleri de aklımın erdiğince gözden geçirdim. Naci haklıydı… O zamanlar elimde yeteri kadar olmayan arşiv belgeleri ki sonradan yeterinden çoğunu elde ettim, de ayni şeyi söylüyorlardı. Bir gazete yazsının boyutlarını çok aşar ama bu konuda yazdığım kitapların sayısı onu geçti. En sonuncusu, İstanbul’da Kalkedon Yayınları’nın yayınladığı Kıbrıslı Türklerin Kökenleri ve Bektaşilik… Adamızda iki adet Alevi/Bektaşi derneği var günümüzde, aralarındaki çelişkileri erteleyip; ortak noktalarda, ortak tavırlar içinde olmaları, Bektaşiliğin bir emridir; bunu da duyurup, geçeyim…
19.yy’da Sultan 2. Mahmut, yeniçeriliği ortadan kaldırırken, onların da tarikatı olan Bektaşi Tekkeleri’ni de yerle bir edip, kırım yaptığı için; değil yalnız bizde, Anadolu’da bile Alevi/Bektaşi’lik konusunda, tarihle günümüzün bağları büyük oranda kopmuş, yazılı kaynaklar ya saklanabilenlerle sınırlı veya sözlü edebiyat içinde korunabilmişlerdir. 1830’lardan yeni olan kaynaklarda, bu konuyu aydınlatabilmeniz mümkün değildir, zira “yok” farzedilmiş, tekkeler önce Mevlevilere, sonra da inadına Nakşi’lere verilmiştir. Vakıf kayıtları bile, bu konuda o tarihin öncesine gidilmezse, size hiçbir şey söylemez. Bu bakımdan zaten Yavuz döneminden beri yasak olan, kırıma uğratılan, Kuyucu Murat paşa döneminde kuyulara doldurulup katledilen bu kitle, bugüne kadar gelebildiyse, inadından gelebilmiştir. Neden kaynaklanıyor bu inat? Hiç kusura bakılmasın ve ırkçılık olarak da yorumlanmasın ama, Türk inadından… Çünkü Alevilik ve Bektaşilik, İslâm’ın Türk yorumudurlar. Alevilik köylü, Bektaşilik ise mektepli, şehirli biçimleridir. Bu bakımdan aslen Kürt, Arnavut, Boşnak olan aleviler bile tanrıya Türkçe yalvarırlar, duaları Türkçe’dir. Osmanlı, Selçuklu dönemlerinde Türkçe ortadan kalkmadıysa, bundan dolayıdır…
Bu konuda bunca araştırma yapıp, bu kadar kitap yazmış bir insan olarak, bu güne kadar çok semah görmüş ama işin doğrusu, hiçbir Cem Töreni görmemiştim. Çünkü Bektaşilik’te dergâha, Alevilik’te ise “ocağa” dahil olmadan, Cem Töreni’ne giremezsiniz. Tekke kalmadı ki girip, Bektaşi olalım… Alevi ise olunmaz, ancak Alevi doğulur… Ocağını kaybeden, yolun dışında kalır…
Bu defa, Alevi canlar beni Cem Töreni’ne davet ettiler. Ayrıntılar bir kitap konusu olabilir ama kısaca anlatacağım! Çünkü gizli… Ve gizli olduğu için de haklarında sayısız ahlâksız dedikodular üretildi tarih boyunca… Çünkü ne felsefesi ne de ayini, insanı cinsiyetine göre ayırmıyor! Tam tersine, her cinsiyeti eşit gördüğünden, ayin de çocuklar dahil herkesle birlikte yapıldığı gibi görevlendirmeler de eşit yapılıyor. Bu yaşta gidip gördük işte sonunda… Yarın anlatacağım…
MÜLKİYET DEĞİLDİR ZİHNİYETTİR
Cumhurbaşkanlığı eski müsteşarı Sayın Ergün Olgun’la, ikidir televizyonda Kıbrıs Meselesi ve görüşmeleri tartışıyoruz. Sayın Olgun, bilindiği gibi ilk cumhurbaşkanı sayın Denktaş’ın müsteşarı ve görüşme heyetinin bir üyesiydi. Ve gene bilindiği gibi ben de heyetinde yer almamakla beraber, görüşlerim bakımından, ikinci cumhurbaşkanı sayın Talât’a hiç de uzak duran birisi değilim.
Son tartışmamızda, “ben bile bu işten usandım, hayal kırıklığına uğradım, bezdim” dedim… Böyle bir halet-i ruhiye ile Kıbrıslı Rum dostlarımızın, sonunda bu adada “barışacak” Kıbrıslı Türk bulmaları, sanırım çok zor olacaktır. Ve galiba, hedeflenen de budur… EOKA değil de biz, kendi kendimizi tüketelim diye mi bu politikalar uygulanıyorlar, doğrusu anlamak çok güç!
Doğrudan Ticaret Tüzüğü v.s. değildir mesele… Mülkiyet Sorunu da hiç değildir… Hele benim için… Ne Rum malı aldım, ne tasarrufumda, alın terimle bedelini ödemediğim bir şey var… Elbette politikacı olarak, halkın derdini de dikkate alırım ama hiç sorun değildir mülkiyet, bu böyle biline…
Sorun, mülkiyet değil, zihniyettir; bana kalırsa…
Birileri, ayni ülkede yaşadıkları kendilerinden farklı bir kültürel, etnik, adına ne derseniz, bir antiteyi, beş yüz yıldır, “yabancı” diye görürse; orada etnik çatışma olmamasının nasıl sağlanabileceğini, ben bilemiyorum.
Kapıların açıldığı günlerdi. Bir miktar Kıbrıslı Rum ve Türk, ortak bir insiyatif kurduk. Vallahi bunu o kadar çok yaptık ki adını unuttum şimdi… Hani 20 Temmuz’un yıldönümünde, Ledra Palas’ın önünde, bütün ölenler için mum yakmıştık, o işte… O arada Lefke’de de bir barış etkinliği vardı. Ben bu arkadaşları davet ettim… Bir otobüs dolusu Kıbrıslı Rum, geldiler… Çok iyi karşılandılar, v.s. Birkaç gün sonra Lefkoşa’da yönetim toplantısına geldiğimizde, çok da sevdiğim Rum arkadaşım, kendi arkadaşlarına geceyi anlatırken, “Türkler” dedi, “Kıbrıslılar’ın da katıldığını görünce, çok memnun oldular!” Tam da “Sen de mi Brütüs?” durumu…
Gerçi kırdığı potu çok çabuk fark etti ama aslında beyninin arkasını açığa vermişti. Yoksa bugün de barışçıdır, anlaşmadan yanadır, çözüm için çırpınmaktadır. Ancak, demek ki derinlerde bir yerde bir kod var ki “Kıbrıslılar” denilince kendini anlayıp, “Türkler” deyince de “öteki”ni tarif ediyor… Kim olduğunu yazmam! Çünkü, hem önemli bir isimdir ve hem de içgüdü ile değil de akılla düşündüğünde, gerçekten barışçıdır… Etik olmaz bir açığını reklam etmem…
Zihniyet, ortak olmayan değerlerin tümü de ayıklandığında, ortada kalan ve paylaşılan değerlerin tümü diye anlatılır. İçten içe bir toplumu oluşturan en derindeki düşünce kodlarının toplamıdır. İnsanlar, bir zihniyetin içine doğarlar ve hiç fark etmeden onu benimserler. Yoksa zaten o topluma ait değildirler, demektir. İdeoloji, zihniyeti değiştiremez… Ancak, zihniyet ideolojiyi etkiler… Farklı ideolojilere sahip, ayni zihniyete mensup topluluklar olabilir. Ve bilinen bir diğer gerçek de şudur ki: Toplumlar, en son zihniyetlerini değiştirirler…
“Bizim idi, Türkler sonra geldi!”
“Endaksi re gumbare”, tamamdır… Gerçekten de bu adadaki Helenistik dönem, MÖ 1500’e dayanır… Bizim bu adaya gelişimiz ise MS 1500… “Engalâ”… Üç bin sene sonra… Doğrudur…
Ve fakat be “padriodi”, üstünden beş yüz sene geçti… Yâni meselâ, MÖ 1.yy’da siz de mi daha Kıbrıslı değildiniz? Nasıl olur da Zenon “sizin” olur o zaman?
Ne zaman “oldunuz”? Biz ne zaman “oluruz”?
Bunun için ille Helence konuşup, Ortodoks Hristiyan mı olmak lâzım, yoksa?
Bu çağda, AB içindeki bir toprakta bunları konuşmak, bana gerçek üstü gibi geliyor…
NEW YORK ZİRVESİ VE HEMSTER
Yazı maceram kırk yılı buluyor… Lise2’de başlamıştım… Bütün bu süreçte, nerdeyse her gün Kıbrıs Sorunu ve giderek Kıbrıs Tarihi ile ilgilenmiş bir kişi olarak, farkındasınızdır ki New York Zirvesi’nden hiç bahsetmedim. Çünkü bütün bu süreçte öğrendiğim bir şey varsa, o da diplomaside, kimin neyi söylediğine değil, neyi söylemediğine dikkat etmek gerektiğidir. O bakımdan New York, bence bir ara aşamadır. Belki de Alpay Durduran’ın söylediği gibi, “ikisinin de fırçalanması”! Asıl ne olacaksa, Ocak sonunda Cenevre’de olacaktır. Geçen akşam, yerel bir tv kanalında, Mehmet Çağlar, Mehmet Hasgüler, Murat Özkaleli ve ben bunları konuştuk. Özkaleli’nin deplasmanda olduğu çok açıktı… Israrla meseleyi UBP/CTP eksenine çekti ince ince ve Çağlar da gerekli cevapları verdi. Ancak, bu kadar uzun bir süre bu mesele ile ilgili olursanız, oynanan oyunun sahnelerinin anlamlarını, futbol hakemi jargonu ile “süzmeniz” de daha kolay oluyor. 1968’den beri yapılan sayısız görüşmeden biri idi… Ve bence hiçbir stratejik anlam içermiyordu. “Aklınızı başınıza alıp, Ocak sonunda Cenevre’ye öyle gelin” mesajının, dışında…
Arada telefon açan bir dinleyici, “keşke heyet sizin dördünüzden oluşsaydı” dedi, sağolsun ama ben içimden, “Allah korusun” dedim kendi kendime… Çünkü geçmişte birkaç diplomatik misyonda bulunmuş birisi olarak, diplomasi denilen oyunun, hiç de öyle fikir açıklama ve fikrini savunma sanatı olmadığını, çoktan beridir biliyorum. Bu, bir oyun… Tarafların, birbirlerine katiyen söylemedikleri, gizli bir hedefleri var… Bütün konuşulanlar, o karşı tarafın asla anlamasını istemediğiniz gizli hedefe varmak için yararlı olduğu ölçüde doğru, olamadığı ölçüde de yanlıştır. “Gizli hedef”te birleşiyorsanız, “heyet”te olmanızın bir anlamı var! Yoksa anlamsızdır eğer meslekten diplomat değil, ekmeğinizi bu oyunu oynamaktan kazanmıyorsanız. Öyle bilgi sahibi olmakla, düşünmekle, yazıp çizmekle bir ilişkisi yok bunun…
Hristofyas’ın Yunanistan milletvekillerine, Özgürgün’ün de Trabzon “önde gelenleri”ne söylediklerine bakınca, mesajın hiç değilse algılandığını görüyoruz. Tahsin Ertuğruloğlu dostumun söylediklerini görünce de… “Gitmezdim, ben olsam” demiş… Gitmedin zaten sevgili dostum… Gitmeye gitmeye, adamları Türkiye ile çekişebilecek hale getirdin, Rauf Bey ile birlikte… AB’nin limanlar konusunda Türkiye’ye yaptığı son öneriler de birilerinin ille de bir şeyler yapmak niyetinde olduklarını gösteriyor ki bu da önemli…
Ama kim istiyor? Ne istiyor? Sorunun aktörü olan tarafların istedikleri arasındaki denge nedir? Sorularının yanıtlarını, ancak Ocak’ta Cenevre’de öğrenebileceğiz… O güne kadar, söyleyeceklerimiz, tevatır’dan ibaret olacak…
Deyip, ben kendi gündemime döneceğim, kusura bakmayın…
Küçük oğlum tutturdu: “Bana bir hemster alın…” Ne olduğunu biliyorsunuz! Alacalı bulacalı tüyleri olan, kuyruksuz bir “sıçan”! Annesi, “öööğğğğ…” falan yaptı bir süre, ben de “hadi yahu” gibi lâflar ettim ama sonunda o galip geldi ve hemsterimiz eve geldi… Adı konusunda, henüz tartışmalar sürüyor! Ben, Suavi, Şeracettin ve Şuayip önerilerimi ileri götürüyorum ama onlar, ana oğul Jimmy, Jerry veJohny gibi Anglo Saxon isimleri öneriyorlar! Biliyorsunuz İngiliz döneminde herkesin köpeğinin adı Rex idi… Kral!
Derken, hayretle gördüm ki anne de ben de “sıçan”ı sevdik! Kafesinin altına serdiğimiz talaştan kendine yatak yapması… El ayak çekilince, kafesindeki çarka çıkıp koşturarak, bedensel formunu koruması ve en sonunda kendisine peynir veren eşimin ellerini yalaması, bu mahlûkatın da aklı ve duyguları olduğunu göstermesi bakımından, insanı etkiliyor. Büyük oğlumdan, çağdaş düşünürleri öğrendim… Küçüğünden, her hayvanın sevilebileceğini…
“Yaradılanı severim, yaradandan ötürü”demiş bilge… Bunu bilmeden ne Kıbrıs Sorunu çözebilirsiniz ve hatta ne de yaşadığınız günün değerini anlayabilirsiniz…
NİÇİN KIZMAMALISIN BİRADER
“Kıbrıslılar Tembel” diye bir yazım var… Orada anlatıyorum ki biz 1878’den beri, hep “bekleme” modundayız… 1878’den beri, bizim geleceğe ilişkin bir tahayyülde bulunmamız, mümkün değil! Hep, “bekleyin de bir şey olacak”! Bu öneri de o günden beri bize ilk başlarda İstanbul, sonraları da hep Ankara’dan yapıldı… İnsanlar gibi toplumların da “beklerken” doğru dürüst bir ekonomi kurmaları, mümkün değildir. Ve biz, değil 1974; 1992’ye kadar, siyaset derken, sadece politikayı düşünmüş, ekonomi ile hiç ilgilenmemiş bir toplumuz.
Bunun bir sonucu olarak, 1974’te 200bin Rum’un bıraktığı kaynaklar elimize geçtiğinde, ki o zamanlar Hürriyet gazetesi, “Kıbrıs’ın Kreması elimize geçti” diye manşet atmıştı, biz bu kaynakları nasıl yöneteceğimizi, bilmiyorduk. Nitekim, o zaman Glafkos Kliridis de “Bırakın da bunlar ellerine geçen kaynakları yönetemeyip, bize teslim olacaklardır” demişti. Zamanın “bakanlar kurulu”na, o zamanın Türkiye başbakanı Ecevit, ekonomiyi düzene koymaları muradıyla, iki adet Kıbrıslı ama Türkiye’de yaşayan bakan gönderdi: Kenan Atakol ve rahmetli Alper Orhon… Onlar yetmedi, Ziya Müezzinoğlu ki dönemin maliye bakanıydı; Saray Otel’i mesken tuttu o dönem… Elçi de bakanlar kurulunun daimi üyesi.
Bunlar, bize bir ekonomik model kurdular. Türkiye’deki Karma Ekonomi modelinin, tıpkısının aynısı… Sanayii Holding, ETİ, Cypfruvex, Telekomünakasyon İdaresi, Kıb-Tek, Toprak Ürünleri, KTHY, Turizm İşletmeleri ilh. Güzelyurt’un portakal bahçeleri bile, kurulan kooperatiflere devredilmekteydi… Bir yığın hantal, merkezden yönetilen, rantabıl olmayan KİT… Proje kimin? Sayın Ecevit’in… Oysa bunları ele geçirdiğimiz Rumlar, tümünü özel sektörle yönetiyordu… Elektrik de, telefon da, iç ve dış ticaret de, tarımsal üretim ve ticaret de turizm de tümüyle özeldi…
“Bizde özel sektörde sermaye ve know how yoktu” denilebilir ve gerekçe de buydu! Peki ama devlette var mıydı? Üstelik bir de ülkeye yabancı yöneticilerin elinde? Her birinin başına da bir emekli subay tayin ederek hem de…
Hepsi de battı… Becerip batamayanlar da can çekişiyor… Memurlaşmanın kökeninde de bu yatıyor, onu da unutmayalım. Bütün sektörler, devletin olunca, herkes memur olmaz da ne olur?
Bu arada, ekonomi, siyasete kurban edildi. Ürettiğimiz ürünlere, dünyaca tanınan Kıbrıs Türk Ticaret Odası ve Mağusa Gümrüğü mühürü vurup ihraç ederken, durduğumuz yerde KKTC mühürü vurup, bu tanınmayan devleti tanıtacağız diye, tanınan tarım ürünlerini de tanınmaz hale getirdik, örneğin…
Rahmetli Özal gelip de “sizi domatese boğarız” diyerek, üretimi öldürmemizi önerdiğinde, bu Cemil Çiçek denilen muhterem o hükümetin de bakanıydı… Öldürmeyelim demek, gene vatana ihanet idi…
Bugün varılan noktada, dünyanın yasal olarak dışındaki bu toprakta, turizm yapmaya kalksak, ulaşımımız el vermiyor! Tarım yapmaya kalksak, malımız satılmıyor… Üniversite sektörümüz, Avrupa üniversite sektörü tarafından kabul edilip, Bologna Süreci’ne alınmıyor… Finans Merkezi olmaya kalsak, dünya finans sektörünün dışında olmak bir yana, iletişim durumumuz buna el vermiyor çünkü bir tek fiber optik kablo ile Türkiye üzerinden bağlanıyoruz dünyaya… İmalât Sanayii’ne dalsak, Türkiye gümrük mevzuatı yüzünden oraya bile ihracat yapmamız mümkün değil…
Peki bütün bunlar olurken, bizim aklımız neredeydi? Bir kısmımızın başındaydı… Ama ağızlarını açar açmaz, “Rumcu, Türkiye düşmanı, vatan haini” ilân edilip, Ankara’ya jurnalleniyorlardı. Geriye kalanımız da “yes master” deyip, nemalanmaya bakıyordu. Ve her seçimde, buraya seçmen ihraç edilip, “yes master”cilerin seçimi kazanması garanti ediliyordu… Her “bu nasıl olacak? Olmaz ki!” denildiğinde, alınan yanıt da “açığınızı biz karşılarız” idi…
Mesele budur, sevgili Abu Dabi’li dostum… Bizim kusurumuz kısmını da sen bul artık…
CEMİL ÇİÇEK Nihayet
Bugün burada bir başka yazı okuyacaktınız… Yazıyı gazeteye atmak üzere eve gelirken, arabada radyo haberlerinden, Sayın Cemil Çiçek’in açıklamalarını dinledim. Eve gelince, hemen nete girip, açıklamanın tümünü okudum.
Yukarıda Allah var! Adamın söylediklerinin çoğu doğru… Zaten reaksiyon söylediklerinin ana fikrine değil, söyleyiş biçimineydi. Bir de başbakanı her kim kışkırtmışsa kışkırtmış, o talihsiz söz de ağzından çıkınca, herhangi bir Kıbrıslı Türk’ün tahammül göstermesi şansı, kalmamıştı. Yoksa bu bütçe açığı ile, bütün kamu kaynaklarını kamu çalışanlarına maaş vermeye yatırıp bu yoldan bir ekonomiyi yönetmenin mümkün olmadığını, zaten bilen biliyordu.
Ancak, yapılması gereken reformlar arasında, adadaki bütün işletmelerin özelleştirilip, Türkiye sermayesine dağıtılmasından ve çalışanların hayat standardını düşürmekten çok daha önemli şeyler olmalıydı. Çünkü önerilenler, bütçe açığı var diye, ekonomiyi bütçeye göre daraltmak yerine, ihtiyaca göre büyültmeyi ön görmeliydi.
Sürekli yazıp durduk bu son hafta boyunca… Giderleri kısmak da bir yoldur ama aslolan, gelirleri arttırmak olmamalı mıydı? Elbette ifrata varan harcamalar, kısılmalıdır. Ancak, bu ülkede devlet gelirlerini artırmak üzere, vergi salmaya kalkıldığında da gene Ankara uyarmıştır ki: “Bir kuruş daha vergi almaya kalkarsanız, reel sektörünüz, çökecek!” Vergi düzenlemesi gerekmiyor mu? Elbette vergi yasalarımızın elden geçirilip düzenlenmesi gerekir.
Ama her şeyin önünde, bu ülkede üretilen mal ve hizmetlerin, pazarlanabilmesi sağlanmalıdır. Siyasi durum gereği, dünyaya pazarlanamıyorsa, hiç değilse Türkiye’ye pazarlanabilmelidir. Yıllık minumum 1.300 milyar dolar açık veren bir ticaret rejimi, sürdürülemez. Mersin Limanı, behemahal açılmalıdır. Şu Senyoraj Vergisi meselesi, ciddi biçimde ele alınmalıdır. Nüfus meselesi, artık bir gurur sorunu olmaktan çıkmalı ve behemehal düzene sokulmalıdır. Bir adanın yarısındaki, canı burnunda bir ekonominin, Türkiye’nin işsizlik sorununa çare olabilmesi, mümkün değildir! Buradaki sosyal dengeleri de alt üst edip, iki halkın arasını açmaya aday olan bu mesele de artık stratejik düşünülmelidir.
Bu keşmekeşin tek sorumlusunun, Kıbrıs Türk siyaseti olmadığı da kabul edilmelidir. Bütün bu karmaşayı, bizim şükrancı siyaset esnafı ile Türkiye bürokrasisi birlikte tezgâhlamıştır. Şimdi ekonomimizi düzene koymamız haklı olarak istenirken, Türkiye bürokrasisinin buradaki “bol kepçe” politikası da ele alınmalıdır. Çalışma Bakanlığı tuvaletlerinin üstünde, “Bu tuvaletler, TC Yardım Heyeti tarafından yapıldı” yazıyor! El insaf… Büyükelçiliğin görevi, burada tuvalet yaptırmak mıdır? Yardım Heyeti denilen elçiliğe bağlı kurum, bu ülkede hükümeti atlayıp, özerk bir otorite olarak çalışamaz. “Kendi vatandaşlarım” deniliyorsa, o zaman o insanların yabancı olduğu kabul edilmiş olur ki aslında her gün yeni gelenler olmasa, onlar şimdiye çoktan Kıbrıslı oldular bile zaten… Ve bir kulak verilse, onların da bu adanın yerlilerinden farklı bir görüşlerinin olmadığı zaten anlaşılır. Kategorize ederek ayrımcılık yapan, Kıbrıslı Türkler’den çok önce, bu Yardım Heyeti mantığıdır. Bu da artık anlaşılmalı…
Evet… Yeni bir ekonomik yapılanmaya ihtiyacımız olduğu doğrudur. Fakat en az onun kadar, o yeni yapıyı sürdürebilecek bir de siyasi reform paketine ihtiyacımız vardır. Belki daha çok tartışacağız ama bu satırların yazarı, Başkanlık Sistemi ve ona uygun olarak Çarşaf Liste ile meclis seçimi önerisinde ısrarlıdır. Yüz altmış bin seçmeni olan bir memlekette, meclisi muhtar seçimi yapar gibi dolduramazsınız… Doldurursanız, popülizm sizi işte böyle boğar…
Sayın Çiçek’in söylediği “Bırakın kendi programımızı biz yapalım diyenler, büyük sorumluluk altına giriyorlar” tespiti, doğrudur. Ama biz, bir devleti, kendi kendimizi yönetecek olgunluğa eriştiğimizi iddia ederken, elbette ki sorumluluğu sırtlanmaya hazır olduğumuzun da farkında olmalıyız. Hazır mıyız?
Yürüyelim o zaman… Salınmaya gerek yok…
Ekonomik ve Politik Reform Programımızı, masanın üstüne koyalım… Hemen!
O BALIKLAR Kİ…
Sabah gazetesi köşe yazarlarından Meliha Okur, anlaşılan bu aralar Kıbrıs’ta. Çarşamba günkü köşe yazısında, ekonomik durumumuzu ele alarak, yazı konusu olarak bunu seçmiş. Aşağıda bir özetini sunduğum yazısında diyor ki:
“ Dış Ekonomik İlişkiler Kurulu (DEİK) ve Türk Ekonomi Bankası'nın (TEB) ortak hazırladığı rapor, hem sorunu hem de çözüm yollarını gösteriyor. Kuzey Kıbırıs'a ekonomik dönüşüm yaptırmayı öngören rapora KKTC İş Konseyi ile Kıbrıs Türk Ticaret Odası destek verdi. İşte "Kıbrıs'ta Gelecek Stratejileri" başlığı altında yayımlanan rapordan soruna ve çözüme yönelik önemli kesitler:
Dostları ilə paylaş: |