TÜRKİYE BİZİM DÜŞMANIMIZ MI?
Levent Özadam’ın dünkü yazısı, gündeme oturdu..
Artık bu meseleyi, ağızlı yüzlü konuşmanın zamanıdır. Türkiye bizim düşmanımız mı?
Hayır… Ne münasebet?
Türkiye kamuoyunda, Kıbrıs gerçeklerinin tümünü bilmeden oluşan yanlış yargılar, bizimle ilgili yanlış önyargılara karşı yaptığımız eleştiriler ve orda doğmuş bir miktar anlayış kusurlusunun yaptıkları akıl almaz hatalar, bizi 1973’ün Rumları ve Yunanlıları durumuna getirirse, oluşacak olan durumu telafi etmeye de şansımızın olmayacağını, herkes bilmelidir.
Bu satırların yazarının meşrebini bilen bilir… Mensubu bulunduğumuz Kıbrıs Türk Solu’nun, Türkiye Solu’nun bir parçası olduğuna dair görüşümü bilmeyen yok! Görüş olmakla kalmayıp, bugün bile Türkiye Solu’nun yön arayışlarına, buradan elimizin değdiği, gücümüzün yettiğince bulunmaya çalıştığımız katkıyı da meraklısı bilir…
“Şükran sana anavatan” yağcılığına ve bundan nemalanmaya çalışmaya karşı olduğumuz bir gerçek ama Türkiye’yi, “büyük dost, büyük komşu” olarak görmekten çok uzak olduğumuzu da bilen bilir… Türkiye, bizim düşmanımız elbette ki değildir ama bilgi eksikliği, yorum yetersizliği ve kendi paradigmasının dayattığı bir takım kusurlardan ötürü, “yardım ediyorum” sanırken, bize zarar veriyor. Müsteşar bey de eğer o kusuru işlediyse, o da aklını başına almalıdır. Şimdilik bu kadarla bunu keselim…
Lenin’in “Büyük Rusların Ulusal Gururları Üstüne” diye bir makalesi vardır. Meraklısı Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı isimli kitabında bulabilirler. Ondan galad diyorum ki:
Yunus Emre gibi, Mavlâna Celâleddin-i Rumi gibi, Pir Sultan Abdal gibi, Şah Hatai gibi, Babür Şah gibi insanlarla ayni kökenden gelmekten, insan gurur duymaz da ne yapar? Nesimi gibi, Fuzuli gibi, Şeyh Galip gibi, Nedim gibi, Yahya Kemal gibi, Nazım Hikmet gibi, Atilla İlhan gibi insanlarla ayni dili konuşmanın, ayni dilde övünüp, ayni dilde hüzünlenmenin; Yusuf Akçura, Ziya Gökalp, Hüseyinzade Ali, İsmail Gaspıralı, Ağaoğlu Ahmet, Şefik Hüsnü, Dr. Hikmet Kıvılcımlı ile ayni dilde düşünmenin, kıvanç duymaktan başka ne gibi bir hissiyatı olabilir? İbn-i Sina, Hikmet Akurgal, Niyazi Berkes, Hulusi Behçet, Oktay Sinanoğlu gibi insanlarla ayni dilde bilim yapmanın, yerinilecek nesi var? Karacaoğlan’la, (ki Karahacılıdır bazılarımız gibi) Dadaloğlu ile (ki Beğdili’dir çoğunluğumuz gibi) ayni soydan gelmekten övünç duyulmaz da ne yapılır? Yaşar Kemal ile akraba olmanın( kendi ağzından da duydum bunu) yerinilecek ne tarafı var?
Gurur duymaktan öte…
Hasan Dağı’na nasıl bir mabud gibi bakmazsınız? Perşembe Yokuşları’nda nasıl içiniz tık tık atmaz? Mardin’in taş işçiliğine bakıp da nasıl gözleriniz dolmaz? Her bahar Anadolu’yu bir baştan bir başa işgal eden iğde kokusu sizi nasıl “baymaz”? O “şehr-i Stanbul’un her sengine, yekpare Acem mülkü”nü nasıl feda etmezsiniz? Sarp Sınır Kapısı’na giderken, Kemal Paşa’dan sonraki o mor kayalara, nasıl gönül düşürmezsiniz? Kirpikleri ter ve tozdan çamur tutmuş o Burdur’lu köylü, eczanede eşinin reçetesini yaptıracak parayı denkleştirmeyince, nasıl ağlamazsınız, hüngür hüngür? Nasıl, Antalya’dan, Bey Dağları’nın mavisine karışıp kaybolmak istemezsiniz? Nasıl, istemezsiniz Gökova Körfezi’nin üstünde kanatlı bir kuş olup uçmayı? Foça’da yanı başınızdaki denize tıp, tıp düşen her yağmur damlasının sudaki halkalarına nasıl istemezsiniz kalbinizi çıkarıp atmayı? Moda Parkı’nda önünüzden geçen gemiye, nasıl bağırmazsınız “beni de götür uzak denizlere” diye?
Türkiye, bizim düşmanımız mıdır?
Hayır… Ne münasebet?
Bizi, bize sormadan vatandaşlığından attığı günlerde bile Kâbe’mizdi… Türkiye bizim tarihimizdir, dilimizdir, kültürümüzün ana ögesidir… Benim gibilerin gençliğimizdir, ilk aşkımızdır, dinlediğimiz müzik, terennüm ettiğimiz şarkı, ezberlediğimiz şiir, okuduğumuz romandır. Vurulduğumuz kadın, sokaklarında dünyaya meydan okuyarak kolan vurduğumuz sevgilimizdir.
Ancak! Herkes aklını başına almalıdır… İşin içinde başka bir hesap olduğunu düşünmemize, az kaldı… Biline…
VEKİL Mİ PARTİDEN- PARTİ Mİ VEKİLDEN ÇIKAR?
Temsili demokrasi kadar eski bir tartışmadır. “Vekil mi seçilir? Parti mi seçtirir?”
Bizde sadece böyle günlerde akla gelir ama bu mesele, demokrasinin tarihi kadar eski bir ikilemdir. Kıt’a Avrupası’nda, partiler demokrasisinin mutlak egemenliği vardır. Ana düşünce olarak, bireylerin değil, düşüncelerin tartışılması olarak algılanan felsefe dolayısıyla, aslolan partidir. Almanya ve sanırım Fransa’da da bir milletvekili, ölür, istifa eder veya milletvekilliğinden ayrılmasını gerektirecek suçlardan birini işlerse, yerine parti listesinde kendinden sonra gelen geçer. Ama öte yandan da bir başka görüş, bu durumda vekilin, milletin değil; parti delegeleri veya parti merkezinin vekili olacağını ileri sürer ve buna karşı çıkar. İngiltere’de Dar Bölge seçim sistemi, kimi zaman memleket sathında daha az oy alıp, daha çok milletvekili çıkarılmasına cevaz verir. Ve böylece, örneğin ikinci parti hükümeti kurarken, en çok oy alan parti, ana muhalefet konumuna geçer. Çünkü her seçim bölgesi tek milletvekili çıkardığı için, meselâ bir partinin adayları, pek çok yerde seçimi çok küçük farklarla kazanırken, kaybettikleri yerlerde büyük farklar yemiş olabilirler. Böylece, daha az oyla daha çok milletvekili çıkarmak mümkün olabilir. İngilizler, son seçimden sonra da bu sistemi tartışmakla beraber, henüz bu mahzurun, sistemi değiştirmek için yeterli olduğuna karar vermiş değillerdir. Nedeni ise yukarıda anlattığım çelişkidir. “Vekil, milletin midir? Parti delegeleri ve parti merkezinin mi?” Bu anlayışla İngiliz sisteminde, “varsın daha az oy alan parti en çok milletvekilini de çıkarabilsin ama vekil, parti merkezi ve delegelere tutsak olmayıp, seçmen ile arasına kimse giremesin” denilir. Çünkü dar bölge seçim sisteminde, seçmeni tarafından tutulan bir vekil bağımsız da seçilebilir, parti de değiştirebilir, başka partiden de kendi bölgesinde seçime girebilir. Gerçi çok yaygın değildir ama adını anacağım örnek, dikkate alınamayacak bir örnek de değildir! Çünkü adı Winston Churchill’dir… Kâh Muhafazakâr, kâh Liberal; Churchill üç defa değişik partilerden seçilmiştir. Neo Liberalizm’in nerdeyse en önemli düşünürü olan Karl Popper, Churchill’i sırf bu özelliğinden dolayı, yüzyılın en önemli siyasetçisi sayar. “Nere gitse seçiliyor! Birey olarak değerli, parti mensubiyetiyle değil!”
ABD’de durum, bundan da beterdir. Orada önseçim de parti üyelerinin değil, bütün halkın katılımıyla yapılır. Adayları da partililer değil, bizzat seçmenin kendi belirler ve zaten seçim iki dereceli yapıldığı için, aday seçilirken, kimin seçileceği de meydana çıkar. Kaygı gene aynıdır: “ Vekil, senatör veya başkan, parti örgütünün müdür? Halkın, milletin mi?” Özellikle ABD’de, gerçi taraf değiştiren pek görülmez. Buna gerek de yoktur sistem dolayısıyla çünkü parti disiplini denilen şey, yoktur ve görülmemektedir. Ve üstelik bizzat Karl Marx da bunu “en demokratik cumhuriyet” diye tanımlar.
Anglo Sakson sistemlerini, bireyi öne çıkarıyor diye eleştirebilirsiniz. Kıt’a Avrupası sistemini ise bireyi “idea’ya” mahkûm ediyor, diye! Çünkü iş “idea”ya teslim olmaksa, dinden büyük “idea” yok ki! Ama Avrupalılar da memnun kendi sistemlerinden, İngilizler ve Amerikalılar da… İkisinin de kendi taraftarları var…
Çünkü aslolan, halkın oy verirken seçilenden ne beklediğidir. Bakın İngiltere’de bir “ev kirası skandalı” çıktı, o işe karışanların hiçbiri, bir daha seçim kazanamadı! ABD’de başkanın seçimi kazanırken etik davranmadığı meydana çıktı, (Nixon), adam makamdan mahkemeye, oradan eve yollandı.
Siz kimi niçin seçiyorsunuz? Bu soru yanıtlanmalı! Yoksa adam, “Churchill bile değişti” der, partiyi değiştiriverir… Ne diyeceksiniz? Sorun onda mı, sistemde mi, bizde mi canım kardeşim?
VEKİL Mİ PARTİDEN ÇIKAR? PARTİ Mİ VEKİLDEN?2
Seçim sistemimiz, ne Anglo Sakson sistemine ne de Kıt’a Avrupası sistemine benzemiyor. Bir defa, “Yatay oylama” (Karma) var! Ve sonra, “tercih” olanağı ile seçmene, parti sıralamasını değiştirme yetkisi de verilmiştir.
Bizde oyların sayım işlemi nasıl yapılır bilir misiniz? Sanıldığı gibi, partilerin aldığı mühürlere bakılmaz! Her bir mühürde, o partinin her adayına birer “oy” yazılır. Her adayın karmadan aldığı oylar da mühürden aldıklarının yanına “oy” diye eklenir. Tercihler, ayrı bir tabloya işlenir. Her partinin çıkaracağı vekil nasıl hesaplanır peki? Bütün adaylarının aldıkları o tek tek oylar toplanır ve o seçim bölgesindeki milletvekili sayısına bölünür. Partinin aldığı oy sayısı, böyle bulunur. Mühürler sayılarak değil… Onun için seçim geceleri, partilerin aldıkları oylar sayılırken, on binlerce oydan bahsedilir YSK bildirilerinde… Aday, partinin mühürlerinden sebeplendiği gibi, parti de adayın tek tek karmadan aldığı oylardan sebeplenir. Partinin kaç vekil çıkaracağına, adaylarının mühür ve karmadan aldıkları oylarının toplanması ile karar verilir. Bu ortaya çıktıktan sonra, kimlerin seçilmiş olduğunu tespit etmeye sıra geldiğinde, partili adayların aldıkları o tek tek oylar ve mühürlerden alınmış “tercih” oyları sayılır ve en çok alandan aşağı doğru bir sıralama yapılır.
Bu durumda, “milletvekilliği partinindir” demek, ne kadar doğru? Bilemem… En azından prensip olarak, terazi eşit öngörülmüş gibi geliyor bana… Belirleyici olan elbette parti oyları ama vekilin, kendinin de bir “boso”su yoksa, parti ağzıyla kuş tutsa, onu seçtiremeyeceği gibi, çıkacak sayıda, her bir adayın aldığı karma oyun toplamının da katkısı var… Partiden istifa edenin vekilliği düşerse, onun partiye getirdiği oyların temsiliyeti ne olacak? Gerçi Serdar’ın önerdiği yasada da “düşme” yok! Dönem sonuna kadar “bakan olamaz, parti kuramaz v.s.” var. Ya vekil istifa etmez de kendini ihraç ettirirse ne olacak? Adam sizde üye durur, ama gider ötekinin hükümetinde bakan olur. N’apabileceksiniz? Halkın kararının üstüne disiplin kurulu kararını koyacak bir anayasa mahkemesi bulabilecek misiniz?
Böyle düşünmeyenler, “çıksın bağımsız olarak kazansın da görelim” diyebilirler. Onun ayıbı, kazanamayan bağımsız adaylarda değil, örneğin Güzelyurt’ta küçük bir partiden aday olursanız 2 bin oyla kazanmanız mümkünken, bağımsız çıkanlardan seçilebilmek için 10bin+1 oy isteyen yasayı yapanlardadır. Yarışı eşit koyun bakalım bağımsızlar da kazanır mı? Biz böyle yaparak, partiler sistemini mi koruyoruz?
Seçildiği gibi sona eren bir tek meclis hatırlıyor musunuz? Hayır… Her mecliste ayni “tantana”yı yaşıyoruz işte… Bunların hepsi de mi ahlâksız? Serdar’ın kendi başka partiden seçilip, başka parti kurmadı mı?
Çakıcı, milletin vekiline, partinin “mal”ı diyor… Mal! Millet vekil seçiyor sanıyor ama meğer “mal” seçmekteymiş! Parti başkanlarının “malları”… Milletvekilliğini rezil ettik, yetmedi şimdi de meclis kavramının canına okumaktayız… Her parti başkanının, aldığı oya göre, mecliste oy hakkı olsun o zaman, gitsin dört beş kişi, işi bitirsinler. Vekile ne gerek var? Vekil iradesiz robot mu?
Beri yandan, siyasi ya da maddi çıkar ilişkileri ile insanların partilerini terk ederek, başka yerlere biat etmesini onayladığımı da söyleyemem. Birine muhalifsiniz diye halktan oy alıp, sonra da gidip onunla al takke ver külâh ilişkisine girmek de evet, etik değil.
Her mecliste, buna cüret eden bir sürü milletvekili, nasıl ortaya çıkabiliyor? Siyasetçi o partide de seçim kazanabileceğini hesap etmese, yerinden kıpırdamaz. Bizde transferler daha avantajlı duruma geçiyorlar! Çünkü bakan da oluveriyorlar…
Sorun oradadır. Ahlâksızlıksa, bu sistem onu özendiriyor.
DÜNYA BARIŞ GÜNÜ
1 Eylül 1939 günü, Nazi orduları savaş ilan etme gereği dahi duymadan, Polonya sınırlarını aştılar. O güne kadar Almanya, önce ayni ırktan geldikleri varsayılan ve Almanca konuşan Avusturya ve SUDET bölgesinde altı milyon Alman yaşayan Çekoslavakya’yı yutmuştu. Avusturya’ya sesini çıkaran olmamış, o zamanlar kişi başına düşen milli geliri dünya ikincisi olan Çekoslavakya içinse, İngiltere ve Fransa’nın adeta mırıldanırcasına itirazları, Hitler tarafından kaale alınmamıştı. Çekoslavakya için Münih’te yapılan konferanstan ülkelerine dönen İngiliz başbakanı Chamberlain ve Fransa başbakanı Deladier, halklarına barış müjdesi getiriyorlardı! Çekleri Hitler’in insafına terk etmiş ama barışı kurtarmışlardı! Öyle sanmaktaydılar.
Nazi orduları Polonya sınırını aşınca, yaptıkları hatanın boyutunu anladılar ama artık çok geçti! Almanya’ya savaş ilan ettiler… Almanya’nın buna cevabı, Polonya’yı ezmekle kalmadı, İngiliz ve Fransızlar’ın Belçika’daki birlikleri de Almanlar’ın elinden zor kurtuldular. Deladier, Paris’in Alman çizmesi altına girdiğini de gördü! Chamberlain o kadar şanssız değildi! İngilizler onu başbakanlıktan indirmekle yetindiler. Yerine, yaşlı kurt Winston Churchill geçti… RAF İngiltere üzerindeki hava savaşını kazanmasaydı, Londra da Alman çizmesini görebilirdi… O ünlü sözünde söylediği gibi, “Tarihin hiçbir döneminde, bu kadar çok insan, bu kadar az insana, bu kadar fazla borçlanmamıştır.” Bir avuç pilotundan bahsediyordu…
Bütün bu olayların sonucu, dünyanın hep birden savaşa girmesi ve tarihin en büyük yıkımının yaşanmasıdır. Sonunda Atom bombası da kullanılan bu savaş, insanlığa 60 milyon ölü, sayısız sakat, yıkılan mahvolan şehirler, ülkeler ve tarifsiz acılara mal olmuştur. İşin başında Almanya ile anlaşarak, Polonya’yı paylaşmakla kendini kurtaracağını uman Stalin’in Rusya’sı, belki de en büyük faturayı ödemiştir: 20 milyon ölü…
İşin ilginç yanı, iki savaşı da Avrupalılar’ın çıkarmasına karşılık, savaşın sonucunu ABD’nin işe karışmasının belirlemesidir. O yıkımın sonunu, kendi anavatanının yıkılmasını önleyebilerek getiren ABD, bu savaştan sonra dünyanın en önemli gücü haline gelebilmiştir. Bütün askeri güçlerini o savaşta harcamak zorunda kalan İngiltere ve Fransa’nın sömürge imparatorluklarının savaş sonunda elden çıkması, doğu Avrupa’da yetmiş yıl sürecek olan bir Rus uydusu rejimler sisteminin ortaya çıkması da cabası… Eski kıtanın, Almanya da dahil, bugünkü birleşme çabalarının altında, o yıkım yatmaktadır. Çünkü o güne kadar dünya Avrupa’dan yönetilirken, ondan sonra artık Atlantik ötesinden yönetilir olmuştur. Dolar’ın ana para olması, IMF’i ile Dünya Bankası ile dünya finans sisteminin ve hatta BM ile politik sistemin merkezinin de ABD’ye taşınması, dünyanın yönetsel merkezinin, her anlamda Atlantik/Pasifik eksenine kayması da o yıkımın etkileri arasındadırlar.
Bizim ülkemizde de aslında nerede ise 1700’lerden beri devam eden “cemaatlar arası” sürtüşmenin, birden bir dünya meselesi haline gelmesinin nedeni de o savaştır. Çünkü Orta Doğuda’ki petrol hisselerinin çoğu ABD şirketlerinin eline geçip, İngiltere hisselerini de kaybederken, Hindistan ve Mısır’ı da kaybedince, Kıbrıs bir açıdan kendisi için önem kazanmış ama öte yandan da adayı ve bölgeyi yönetecek gücü elinden kaçırmıştır. 1956’da Bandug Konferansı ile ipleri eline alan, ABD’dir…
1 Eylül, bütün bu gelişmelerin başlangıç noktasıdır. Milyonlarca ölü ile kurulan yeni bir dünya nizamı! Atom bombaları… Yanan şehirler, çocuklar, kadınlar…
Önce dünya solu, bu günü, Dünya Barış Günü olarak kutlayarak, bir daha böyle bir yıkımın yaşanmaması için, insanların zihnine kazımaya çalıştı… Şimdi de bütün dünya… Bugün altmış milyon ölünün anısına, herkes itikadınca bir dua gönderiyor… Bir daha yaşanmasın, insanlar insan eliyle öldürülmesin diye…
AMERİKALI GELİN…
Geçen akşam bir aile yemeğinde karşılaştık! Meğer bizim ailenin Amerikalı bir gelini varmış! Burdaki üniversitelerden birinde, öğretim görevlisi… Kız, Amerikalı; ama çok ilginçtir, soyunun İngiltere’den oraya göçtüğünü ve ta Fatih William dönemine kadar, ailesinin geçmişini biliyor… Ben bu düzeyde bir sofra arkadaşı bulmaktan çok memnun, keyifle içkimi yudumlarken, o beni soru yağmuruna tuttu…
İlk soru:
“Bu aptal milliyetçiliği nerden bulup icat ettiniz bu küçük adada? Biri yetmezmiş gibi iki tane de üstelik…”
Kızım anladık, öğretim görevlisisin, ama bilgisayarı bile “cızzz” ettirip durduracak bu soruyu nerden buldun da çıkardın? Diyemezsin tabii… Meseleye Fatih William’dan başlamağa kalksam, aslında oraya kadar giderdi ama ben 1796, Filiki Heteria’yı tercih ettim… Tabii bunun için Çar Pedro’dan da biraz geriye gitmek gerekti. Osmanlı’nın Romanya valisinin de her zaman Fenerli bir Rum olması kuralından v.s. Rusya’nın sıcak denizlere inme politikası, Küçük Kaynarca Anlaşması, 1839 Osmanlı İngiliz Ticaret Anlaşması falan da konunun, bir taraflarından zuhur etti. Mesele geldi “Küçük Mehmet” zamanında düğümlendi. Masanın diğer sakinleri, ilk önerilerini patlattılar:
“ Kitaplarını İngilizce’ye tercüme edip, Kristin’e imzalayıp hediye etsen de biz şaraba sıradan meseleleri meze etsek? “ Öneri güzel ama pratik değil… Üstelik Amerikalı gelin de soruyor:
“ Neden burası Amerika’dan daha pahalı? Niçin herkes iş yaparken ABD veya Britanya düzeyinde kâr etmek istiyor ama o kalitede iş üretmiyor?”
Buyrun, bizim paketten yakın bakalım! Şimdi “Kıbrıslılar tembel…” diye lâfa başlayıp, kestirme izahat mı üretirsin, yoksa “yahu biz savaşmaktan ve dahi beklemekten, iş öğrenecek zaman bulamadık ki…” den geçen bir savunma mı düzersin? Gene de kem küm ederekten, milletin namusunu kurtarmaya kalktım ki kız içinden çıktı. “Burada konut fiyatları Amerika ile eşit ama kaliteniz yerlerde sürünüyor” diyerekten, zaten sıkıntıda olan bizim emlâk sektörümüze karşı emperyalistçe bir saldırı başlattı… Bilirsiniz ben emperyalizmi sevmem ama zaten dedik ya ta baştan: Amerikalı… Anti emperyalist yanım tuttu, yerel burjuvazimizi, iş dünyamızı, reel sektörümüzü yelelerini kabartan bir aslan gibi savunmaya giriştim. Masanın diğer sakinlerinin ikinci önerisi, işte bu sırada geldi:
“ Şimdi sussanız, başka bir gece siz size buluşup, aklınıza eseni konuşsanız…”
Olur mu ben beni savunmazsam, bu nasıl bir insan hakları ihlâli olur bilir misiniz? Diyecem, diyemedim! Çünkü kız yeni soruyu, dayadı: “ Siz bütün dünya sizinle mi ilgili sanıyorsunuz? Dünya varlığınızdan bile habersiz?”
Aslında ben bunu milletvekili iken gittiğim birkaç gezide zaten gözümle görmüştüm ama bizim Kıbrıslı cinsinin, kendini dünyanın merkezinde sanıp huysuzluk ederek, kendi anavatanlarını bile bezdirdiğini, söylesen bir türlü, söylemesen bir türlü… Lâfı kıvırttım… Bu defa millet, benim ağzımı açmama fırsat vermeden, geceyi kurtarmak üzere, son öneriyi patlattı:
“Ya da aha balkonun ucu, alın tabaklarınızı içkilerinizi, gidin orda aklınıza geleni konuşun…”
Kim dinler!
“Biliyor musun, güney Kıbrıs’ta bana eşimle evlenebilmek üzere, eşimin mi benim mi din değiştirdiğimizi soruyorlar? İlle herifi vaftiz ettireyimmiş!”
Hoppalaaaa… Ben bizim tarafın namusunu kurtarmaya çalışırken, Rumlar’ın bizden daha ileri zekâlı olduğu da ortaya çıkmaz mı? “Burası” dedim, “Kıbrıs!” Sanırım her şeyi açıklayan yanıt da buydu… Gecenin sonunda, biz kapıdan çıkarken, kız hükmünü vermişti:
“Ben Kıbrıslı olmaya karar verdim, Türkçe öğreniyorum. Amerika’da herkes işinde gücünde, Allahın günü asık suratla koşuşturuyor. Burası çok eğlenceli bir memleket… Ne mana ister, ne de mantık! Eminim ki siz daha fazla yaşıyorsunuz…”
ANAVATANLARIN KIBRISLI BAKANLARI
Yunanistan Dışişleri Bakanı, Kıbrıslı imiş! Vallahi yeni öğrendim… Ben, Dora Bakoyanni’den sonra Yunan Hariciye Bakanı tanımam ama bu hemşeri madem ki izleyeceğim. Güney’deki arkadaşlarımdan, Papandreu’nun da Kıbrıslı olmasa bile, ada ile gençliğinden kalma yakın ilişkileri, Lefkoşa’da pek çok dostlukları olduğunu duymuştum.
Türkiye’de de en önemli dış politika konusu nerede ise elli yıldır Kıbrıs’tır ama Kıbrıslı bir bakan ben duymadım. Olabilir de çıkıp “ben Kıbrıslıyım arkadaş” diye deklere edeni yok! Suç sanki…
Alın rahmetli Türkeş’i ... O Başbakan Yardımcılığı, ihtilâlin Başbakan Müsteşarlığı’nı yaptı ama Kıbrıslı olduğunun söylenmesini, galiba pek sevmezdi. Türkiye’ye ilk gittiği yıllarda askeri liseye girmeye kalktığında, kendisine İngiliz muamelesi yapılıp; Türklüğü’nü kanıtlamak zorunda bırakılmasındandır belki de…
Bildiğim bir başka Kıbrıslı bakan, Kâmil Paşa’nın torunu olan Hikmet Bayur’dur ki Atatürk’ün karargâhının da mensupları arasında olup, özel kalem müdürlüğünü de yapmıştır ama o da adalı kimliğini ya hiç söylememiştir veya söylediyse bile ben hiç rastlamadım. Zaten Kıbrıs’ta da hiç yaşamamıştır sanırım…
ANAP döneminde bakanlık yapmış olan Rüştü Kâzım Yücelen de Kıbrıs kökenlidir. Bakın o bunu söylemekten çekinmiyor. Ailesi, 1930’larda İngiliz vatandaşı olmayı kendine yediremeyerek, gidip Anamur’a yerleşenlerden. Kıbrıslı ama ikinci kuşak! Adada yaşamışlığı yok… Oysa bu Yunan Hariciye bakanı, 1974’ü bile burada yaşamış, anlatıyor…
Bir de Kıbrıslı olmayıp, Papandreu gibi Kıbrıs’la “illiyeti” bulunan Şükrü Sina Gürel vardı… Kendisi eniştemiz olurdu! Kızımızı boşadı, şimdi eski enişte…
TBMM’nin ilk hükümetinin, İktisat Vekili de bir Kıbrıslı idi: Sırrı Benlioğlu… Bakın onun hiç hakkını yemeyelim, o “Ben Kıbrıslıyım” diye her ortamda adamızın kimliğini ortaya koymuştur ama solcu olduğunda ilk seçimde bir kenara itilmiş, İnönü döneminde de hapse atılmıştır. Kendisi Türkiye Komünist Partisi’nin yurt içi örgütlenmesi olan Halk İştirakiyyun Fırkası kurucuları arasında olup, “solcu” CHP, o zamanlar komünistlerin hayatlarını kaydırdığından, bakanlık koltuğundan hapishane hücresine terfii etmiş, yıllarca yatmıştır.
Bakan olmaya yetiştirememiş, ama ortalığı birbirine katmak bakımından elli bakanın yapamayacağı rezaleti çıkarmış bir başka Kıbrıslı da Derviş Vahdeti’dir! Biliyorsunuz Kıbrıs gibi yerden gidip, İstanbul’da 31 Mart Gerici Ayaklanması’na sebep olmuş, en azından bununla suçlanmış ve idam edilmiştir, zavallı…
Osmanlı dönemine sarkıp, iki büyük sadrazamı yani başbakanı saysak, konu dışı kalır. Ama hem Kıbrıslı Mehmet Emin Paşa; hem de Kıbrıslı Kâmil Paşa adı anılmadan geçilebilecek şahsiyetler değil. Kâmil Paşa bir defasında adaya gelecek, kendisi de burada bulunmuş, hatta buradan evlenmiş de olan Şair Eşref’e sormuş: “Eşref, sana Kıbrıs’tan ne getireyim?” Şair cevap vermiş: “Şöyle kuvvetli bir Kıbrıs eşeği isterim paşam…” Paşa geri dönmüş ama eşeği unutmuş. Rıhtımda şairin beklediğini görüce, “Tüh” demiş, “Eşref, ben eşeği unuttum. Seni görünce eşek aklıma geldi!” Şair yanıtlamış: “Ne mahzuru var paşam! Zat-ı âlileriniz teşerrüf buyurduktan sonra, eşeğin lâfı mı olur?”
Adı Kıbrıslı Paşa diye geçen Mehmet Emin Paşa’nın da ilginç hikâyeleri var. Padişaha bunu jurnal etmişler. “Konağında bir oda var, kimseyi sokmuyor. Belli günlerde oraya kapanıp, ayin yapıyor” diye… Bir defasında o gene bu odada iken, padişahın emri ile konak basılıp, koca sadrazama suçüstü yapılmış. Meğer paşa, köyü Magunda’dan dağarcık, kaval ne bulduysa taşıtmış o odaya, arada bir kapanır, “Kıbrıslıca” konuşur, köy türküleri çağırırmış. Unutmasın diye… Ayin bu!
“Maguciye be!”
Konuyu Kıbrıs’ta doğmuş bakana getirince, bir sayfayı dolduracak örnek bulamadık, Osmanlı’ya saldırdık.
ANAYASA - REFERANDUM
Türkiye’deki referandumda, olması gereken oldu… “Yetmez ama evet” dediğimiz referandum sonunda, Türkiye anayasası şimdi biraz daha demokratik. Pazar akşamı sonuçları yorumladığımız bir yerel televizyonda, ekrana bakarken, kıyılardaki hayır kuşağının haricinde, bütün ülkenin demokratikleşme yolunda oy verdiği görülüyordu. Güney doğu dahil! PKK’nın boykotu, bazı illerde %50, ötekilerde çok daha geride kalmış, buna rağmen evet oyları %90’lara tırmanmış, hatta geçmişti. Yani boykotçuları da katsanız, evet oyları gene de %50’yi aşıyordu.
Ülkenin oy haritası, çok ilginç bir tablo ortaya koyuyor: Geleneksel olarak tutucu oyların egemen olduğu iç kesimlerde, örneğin MHP’nin çok güçlü olduğu Yozgat, Çorum gibi illerde değişimden yana oylar tavana vururken, bir evvelinden sol oyların egemen olduğunu varsaydığımız kıyılarda, “hayır” etkindi. Adeta, Prof. İdris Küçükömer teyit edildi: “Bizde sağ sol, sol da sağdır…”!
Referandum gecesi tartışmalarında, herkes eteğindeki taşları döktü: “ Yüksek yargı’da yasamanın bu kadar etkili olması, tehlikeli… Çünkü, cumhurbaşkanı ile hükümet Anayasa Mahkemesi’nin çoğunluğunu atamış oluyorlar.” Önceden böyle söyleseydiniz ya arkadaşlar! Dünyanın her tarafında meclis atar! Türkiye’deki itiraz, seçimi kazanın değil; kazanmayanın yargıda etkin olmasının yolunun yapılmış olmasıydı. Elbette yasama yargıya egemen olmamalı ama tam tersi de daha doğrudur: Yargı yasamanın patronu değildir… Görevi yasa yapmak değil, yasamanın yaptığı yasaları uygulamaktan ibarettir. Anayasa hukuku başka! O siyasetin ta kendisidir…
Bu arada aldığım bir maildeki ifade derin derin düşünmeme yol açtı: “ Uğraştınız çabaladınız, Anayasa Mahkemesi’ndeki Alevi hakim çoğunuğunu kırdınız…!” Birincisi: U, öyle miydi? İkincisi: Hayatım boyunca Alevileri savundum ama o yargıçların Aleviliğe ne katkısı olduğunu da doğrusu anlayabilmiş değilim. Türk toplumunun en ileri kesiminin böyle bir meseleye “cemaat” gözüyle bakması, ayrıca “hayretime mucip” oldu… Üçüncüsü de, ben neymişim be abi… Facebook’ta yazılan birkaç mesajla Türkiye seçmenini etkiliyormuşum da haberim yokmuş! Farkında değildim, yazıklar olsun…
Şaka bir yana, yargı elbette ki yasamanın emrinde olmamalıdır. Hele yüksek yargı… Ancak, bu yargıçlar kendi aralarında kapalı devre bir kast oluşturup, kendi ideolojik yaklaşımlarını topluma ve siyasete dayatmak üzere örgütlenmek hakkına sahiptirler şeklinde de algılanamaz. Hele Türkiye örneğinde olduğu gibi bu durum, karargâhlarda brifing almalar, anayasayı ilga eden her askeri darbenin baş destekçisi olmalar şeklini alırsa, hangi gerekçe ileri sürülürse sürülsün, bunu anlayabilecek bir düşünce bulamazsınız. Toplumu halkın iradesini ikna edenler mi yönetecek, yoksa belirli okulları bitirenler mi?
Bu gözle bakınca, yüksek yargı siyasallaştı diyenlere hak veremiyorum. Çünkü zaten siyasaldı! Ve bütün hukuk fakültelerinin Anayasa Hukuku derslerinin ilk lâfı da şudur: Anayasa hukuku, siyasettir… Türkiye’deki anomali, 1946’dan beri hiçbir seçimi kazanamayan bir “siyasetin” orayı adeta bir notere çevirmiş olmasıydı. Yoksa seçimi kazananın, özellikle anayasa hukuku konusunda toplumun bütününü temsil edecek bir düzenleme yapmasını beklemek normaldir. Eski kapalı devre “seç beni, seçeyim seni” düzenlemesi karşısında, yeni gelen yüksek yargıyı, hakim ve savcıların tümü, hukuk fakülteleri ve belirli bir kıdemin üstüne çıkmış bütün avukatların seçmesi biçimindeki yeni düzenleme, bana amacına daha uygunmuş gibi geliyor. Ne kaldı? Seçimlerin tümünü AKP kazanıyor, yüksek yargıyı da ele geçirecek! Bir siyasetçi için böyle bir argüman, aslında siyasi intihardır…
Tabii eski liderinin oy vermeye giderken yanına kimlik almayı unuttuğu, yenisinin de seçmen listesini denetlemeyip, seçmen dahi olmayı beceremediği bir siyasi hareketin bu korkusunu anlamak, kolay… Oy vermeyi beceremiyorlar! Nasıl seçim kazanacaklar?
Dostları ilə paylaş: |