Tedbili mekânda ferahlık vardır


BU HÜKÜMET MEŞRUİYETİNİ YİTİRMİŞTİR



Yüklə 1,02 Mb.
səhifə13/19
tarix27.10.2017
ölçüsü1,02 Mb.
#15591
1   ...   9   10   11   12   13   14   15   16   ...   19

BU HÜKÜMET MEŞRUİYETİNİ YİTİRMİŞTİR

Aşağıda bir özetini okuyacağınız yazı, 20 Mart 2010 tarihinde kaleme alınıp, yazdığım gazete ve internet portalında yayınlanmıştır. Yazıyı okuyalım:

“ …Temsili demokrasinin ruhu, hükümeti, meclis çoğunluğuna yaslar. İradenin çoğunluğunu temsil etmiyorsanız, hükümette bulunmanız, ve ısrar etmeniz, “gasp”tır. Hem meclis başkanlığına kendiniz dilekçe verip, kendi ağzınızla “biz meclis çoğunluğunu yitirdik” diyeceksiniz ve hem de artık azınlık olduğunuzu ikrar ettikten sonra, hükümette oturmaya devam edeceksiniz. Gerekçe eğer genel seçim olsa, gene bir dereceye kadar anlaşılır ama hayır, gerekçeniz de hükümeti veya meclisi doğrudan etkilemesi söz konusu olmayan cumhurbaşkanlığı ve belediye seçimleri…

Geçen gün sevgili İrsen Küçük, SİM FM’de bu konuda konuşuyor: “Bizim en yetkili organımız olan Parti Meclisi’miz, genel başkanımıza tek başına hükümet kurma yetkisi verdi. O kararın yerine yenisi üretilmedikçe, başka bir arayış içinde olamayız. Cumhurbaşkanılığı seçimi geçsin, Yerel Yönetim Seçimleri de geçsin, herhalde parti meclisimiz başka bir karar verecekse, ona göre de duruma bakarız!”

… Bana ne sevgili kardeşim, senin partinin yetkili kurulundan? UBP’li olmayan şu kadar vatandaşın umurunda mı UBP’nin yetkili kurulu? Sadece parti üyelerini bağlar o karar… Eğer senin parti meclisin öyle bir karar verdiyse, o gün; 26 milletvekilin vardı diye vermiştir. 10 tane olsaydınız mecliste, ve sen kendi parti meclisine sorsaydın: “ Tek başımıza mı kuralım, koalisyon mu?”, senin parti meclisinin vereceği kararı, herhalde hukuk değil, çok başka bir kurum ele alırdı? “Hükümet” denilen kavram, sadece UBP’lileri yönetmiyor ki o partinin yetkili kurullarının kararlarına bağımlı olsun!

Tüzüğü  yasalar bağlar, yasaları anayasa! Anayasayı da genel hukuk ve siyaset felsefesi! Çoğunluğu temsil etmeyen hükümet, “yok”tur, meşru anlamda! Çoğunluğu kaybettikten sonra, o makamda oturup, onu daha üst bir makama aday olmak üzere kullanmak ise doğrudan doğruya meşruiyetin ihlâlidir. Meclis çoğunluğuna dayanma gereği duymayan bir hükümet, ne meşrudur, ne yasaldır ve ne de demokratiktir. Denilebilir ki, “o oylar bu partiye verildiydi ve henüz iradenin değiştiğini gösteren bir işaret de yok!” Bu, bir softa şaşırtmasıdır. İşin aslı eğer gerçekten böyle olsaydı, milletvekiline ihtiyaç duyulmazdı! Halkın genel oylarına bakılır, parti başkanlarının oyları da ona göre belirlenirdi. Eroğlu evet deyince 25, Soyer deyince 15, Çakıcı deyince 2, Serdar deyince 5, Avcı deyince de 3 oy sayılırdı, biter giderdi. Temsili demokraside, iradenin temsilcisi yasal olarak vekillerin iradeleridir. Parti, etik bir bağımlılıktır. Yoksa demokrasiden değil, çeşitlilikten değil, belki oligarşiden bahsedersiniz, belki bir başka kavramdan! Egemenliğin kaynağında, halkın iradesi yatar, ayrı ayrı her partinin delegelerinin iradeleri değil! O bakımdan Ertuğruloğlu’nu atınca, çoğunluğu kaybedersin… Meclis çoğunluğunu yitirmiş hükümet de bir saat orada duramaz.

Bizim anayasamızda da bütün anayasalarda yazılı olduğu gibi, hükümetin nasıl kurulacağı anlatılır. “ Cumhurbaşkanı, mecliste çoğunluğun desteğini alacağını düşündüğü  bir milletvekili’ne, hükümeti kurma görevini, verir.” Parti başkanına, şuna buna değil… Bir milletvekiline!... Mecliste çoğunluğun desteğini temin edeceğini inandığı bir milletvekiline! Bu işin ruhudur bu…

Bu kadro, seçimi, demokrasiyi, hükümeti, hukuku; hasıl-ı kelâm bütün ciddi kavramları, evrensel kurallarına göre değil, kurnazlıkla kendine yontarak yorumlamayı marifet bellediğinden, bu memlekette bir yandan içi boşaltılmadık kavram, öte yandan da sürdürülebilir hiçbir değer kalmadı…”

Şimdi oynanmakta olan tiyatroya Çakıcı da bir kenarından katılınca, durum tam ortaya çıktı! Asıl “keser döndü, sap döndü”, şimdi aklımız başımıza geldi… Altı ayda…

BU SICAKTA SİYASET

Gündelik siyasi yazı yazmayı sevmem… Çünkü koşullar o kadar çabuk değişir ki! Dün yazdığınızı bugün, bugün yazdığınızı yarın yalanlamak zorunda kalabilirsiniz. Düşüncede “tutarlılık” diye bir erdemden bahsetmem oysa. Her gerçek, kendi koşulları içinde gerçektir. Tutarlılıkla tutuculuk söz konusu olduğunda, o ünlü Nasrettin Hoca fıkrasını anlatırım. Hani hocaya sormuşlar: “Yaşın kaç?” Hoca, “Otuz beş” demiş… On yıl sonra bir daha soracakları tutmuş, hoca gene “otuz beş” deyince, “hocam on yıl önce de otuz beş demiştin” diye, sitem etmişler. Hoca altında kalır mı? “Ben” demiş, “sözünden dönecek adam mıyım?”

Siyasette böyle değil ama! Aynı gün içinde duruma göre, otuz beş yaşında da olunabiliyor, kırk beş de on sekiz de… Koşullar değişince, siyasetin gerçeği de anında yön değiştirebilir. Bu bakımdan ileride bir gün gazete koleksiyonuna bakan bir araştırmacıya, yazıların yazıldığı günün koşullarını anlatmak şansım olmayacağından, gündelik siyaset yazmaktan kaçınırım. Okurlarım da zaten gündelik siyasi yazılarımı değil, tarihle ilgili, kültürel hayatı ele alan yazılarımı daha çok sevdiklerini söylerler.

Ama gene de bugün, bu yazı prensibime bir ara vermeliyim, bazen yaptığım gibi… Meclis’in tatile girmesi ile birlikte, bizde siyaset de havalarla doğru orantılı olarak ısınıyor. Meclis çoğunluğuna çok yakın bir sayıyı elinde tutan UBP’nin, genel başkanına koalisyon yetkisi veriliyor. İhtiyacı, iki el daha aslında ama, alınması gereken acil önlemler dolayısıyla, kendisine siyasi meşruiyet arayışı aslında bu. Yoksa DP’den istifa eden iki milletvekili ve Ertuğruloğlu’nun yuvaya dönüşü ile, çok rahat meclis çoğunluğunu ele geçirebilir. Ayni siyasi iklimin ürünleri olarak, çok rahat da icraat yaparlar! Koalisyona sayı bakımından ihtiyaçları yok yâni aslında… Sıkıntı, ayni siyasi ekolün alacağı önlemlerin topluma vereceği acının faturasının, kimin sırtına yükleneceği!

CTP bu hükümete girseydi, denklem ta başından çözülür, ülkenin iki büyük partisi, toplumu yeniden formatlamanın sorumluluğunu yüklenirlerdi. Ama bu seçeneğe ne her iki partinin tabanları, ne de toplum hazır değil henüz. DP’nin, bu koalisyonda yeri yok! Olsaydı, son harekâtlar düzenlenmezdi. ÖRP de sanki de hükümete girmek için fesini atıyor gibi ama sanırım onların hükümetteki varlığının da ne siyasi anlamda, ne de pratikte hiçbir manası yok. Çünkü faturayı “sağ” yüklenecekse, zaten yeteri kadar “sağ” vekil parmağı, mevcut… ÖRP’ye ihtiyaç yok…

İlle koalisyon kararı vermişse siyasetin mühendisleri, seçenek TDP’dir… Hem üç milletvekili ile direnme gücü yok ve hem de önlemler paketinin faturasını yüklenmekte, sağı tek başına kalmaktan kurtaracak bir sol söylemin sahibi. Siyasi meşruiyet açısından, UBP’nin önünü açıyor, rahatlatıyor. İşaret edilecek hedef, orasıdır. Koalisyon olacaksa, TDP ile olur… Veya sorumluluk gömleği, sağın sırtına geçirilecekse, UBP’nin şu andaki meclis aritmetiğinde, küçük bir sağ partiye ihtiyacı yok! Elindekiler kendine yetiyor.

O bakımdan bunaltan yaz sıcağı altında koparılan tozkoparan fırtınasına bakmayın siz. UBP geleneği dolayısıyla, bu hesapların duayenidir. Hesaplarını çoktan yapmışlar, kararlarını vermişlerdir. Ama bu arada, ipleri bütünü ile ellerine almak için, gerekli manevraları yapmaktadırlar. Çünkü bu tarlanın, harmanı da var. Kamuoyu önünde, küçük partiler ve bağımsızlarla oynanan oyunun amacı bu. CTP haricinde tümünün kontrolünü kendi ellerine aldıktan sonra, çoktan verilmiş kendi kararlarını uygulamaya sokacaklar, bu kesin… Meclisin %49’unu elinde tutan bir partinin bu politikayı uygulamak da, ayrıca hakkı… Elbette ki her durumu, kendisi için en yararlı sonuçları çıkarmak üzere dizayn ettiğinden dolayı, kimseyi suçlayamazsınız. Yaş yerde yatıp, kuru rüya görmemek lâzım…

CANIN ÇEKER

Tarım Bakanımız Zorlu Töre, sanki de Eroğlu’nun ekmeğine kan doğramaya yeminliymiş gibi, gönlündeki aslanı açıkladı:

“ Hatay örneğinde olduğu gibi, Türkiye’ye bağlanma kararı alabiliriz!”

Kendisi kudretten bir Turancı olduğu için, hiç yadırgamadım. Fırsatını bulsa, hiç bakmaz, Çin’in de Türkiye’ye bağlanmasını savunur.

Aslında ben romantik milliyetçiliği, severim… Örneğin, Enver Paşa ve ekibi! Kuşçubaşı Eşref, Süleyman Askeri, Yenibahçeli Şükrü, Ankara valisi Abdülkadir ve hatta Çerkez Reşit, Çerkez Ethem… Hele hele Yakup Cemil… Çoğunluğu kendi kendini öldürtmüş, sapla samanı karıştırıp karşı tarafa geçmiş, tutup Atatürk’e bile suikast yapmaya kalkışmış olsa bile, bunlar Osmanlı Devleti’nin mahvolmasına sebep olmasalardı, sempati ve tebessümle karşılanacak işlere heves etmiş adamlardı. Sadece heves tabii… Adam Kars’a taarruz edip, Orta Asya’ya sarkmayı hesaplıyor ama saldıracak birlikleri Irak’tan yazlık üniforma ile getirip, eksi 27 derce soğukta Allah-ü Ekber Dağları’na sürünce, bir gecede 90 bin askerin donacağını, akledemiyor… Niyet, güzel! İhtiras süper… Ama akıl ayni denklikte değil… Ancak, gene de ben, bunları sever, ilgi ile okurum anılarını falan… Örneğin, Halil Paşa’nın (Kut) Savaş anıları veya İlhan Selçuk’un kaleme aldığı Yüzbaşı Selâhattin’in Romanı… Kemal Tahir ustanın deyimi ile: “Bunlar ne biçim bir adamlar? Bunlar başka türlü bir adamlar!”

Şimdi Zorlu Türe dostumuz da “Hatay örneğini” uygulayacakmış. Kolay gelsin… Koşullar birbirinin tıpa tıp aynıdır. Yapmazsa, hatırım kalır…

Kıbrıs, başka bir ülkenin, meselâ Fransa’nın sömürgesidir, o yılların Suriye’si gibi, meselâ…

1930’ların ortasında olduğu gibi, Avrupa büyük bir savaşın tehdidi altında kıvranmaktadır. Almanya Çekoslavakya’yı bölmüş, Avusturya’yı ilhak etmiş, sömürgecinin Alsas bölgesinin kendine ait olduğunu iddia etmekte ve o da kendi anavatanını, kaybetme tehlikesi yaşamaktadır, örneğin…

Ada’daki karşı unsur, aynen 1930’larda Araplar’ın bulundukları durum gibi, bin parçaya bölünmüş, tarih boyunca desteğini taşıdığı Osmanlı’yı da kovduktan sonra, Sykess- Picot Anlaşması ile toprakları cetvelle ölçülerek, harita üzerinde sahte devletçiklere bölünmüş, bir kısmı İngiliz, bir kısmı da Fransız yönetimine verilmiştir. Meselâ… Halkı, Avrupa’da ikinci sınıf insan muamelesi gören, geniş bir cehalet erbabıdır örneğin… Başpiskopos Hrisostomos, Avrupa’daki güç dengesinin ikinci ayağı Almanya’ya, aynen Kudüs Müftüsü Huseyni gibi yardım talebi ile gitmiş ve sittiredilmiştir, söz temsili… Herkes kendi can derdinde olup, aynen 1930 ortalarının Arapları gibi, bu Kıbrıs Rumları da sahipsizdirler, faraza… Kıbrıs Rumları ve Yunanistan, aynen 1930 ortalarının Suriye Arapları gibi, yiyecek ekmekten yoksun, dünyanın dışında, orta çağdan kalma krallıklarla yönetilmekte ve nasıl onlar o zaman Milletler Cemiyeti’ne üye değilse, bunlar da BM’nin üyesi ve Mart 1964 tarihli güvenlik konseyi kararı gibi bir kararla Türkiye tarafından bile devletin hükümeti olarak tanınmamaktadırlar, farz-ı muhal…

Dünya 1930’larda olduğu gibi, birkaç Avrupa ülkesi ve onların sömürgeleri’nden ibaret , bütün Afrika, Hindistan, bütün Güneydoğu Asya, Avrupalılar’ın sömürgesidir. Hiçbir dünya meselesi hakkında söz söyleme hakları yoktur. Uzaklarda dünyadan izole Amerika diye bir kıt’a ile ondan da çok daha uzakta Japonya diye antika bir ülke vardır. ABD Filipinler, Japonya Çin ile uğraşmakta, Rusya kendi içine kapanmış, dünya ile hiç alâkası bulunmamakta, bunlar da birbirlerinin boğazına sarılmaya fırsat aradıklarından, dünyaya bakacak halleri ve güçleri, yoktur misalen…

Şartlar tam da aynidir. Hık dedi, burnundan düştü… Çatlat bir meclis kararı, bağlanalım anasını sattığım…

Da, Türkiye’yi yönetenler akıllarını peynir ekmekle yemedilerse, bize “hasss…” deyince nere koşacağız? Ben asıl onu merak ediyorum…



CTP 40.YIL TEZLERİ

Sol politika, aslında bir düşünce sisteminin, bir felsefenin, pratiğe uygulanmasıdır. Önce düşünce gelir yani… Sonra, politika! Bunun güzel örneklerinden biri, ta Karl Marx döneminde önce düşüncenin tartışılması ve çok daha sonra partileşmenin gerçekleşmesidir. O Karl Marx ki ütopik adalet talebini, politik bir iktidar mücadelesi haline getiren düşüncenin, bizzat sahibidir.

Kimse inkâr edemez ki onun en önemli ardılı olan Lenin de ünlü “Ne Yapmalı?” da der ki: “Teorisiz pratik olmaz!” Yâni sol düşünce olmadan, sol politika olamaz. Dünya solunun bütün önemli hareketleri, ve bütün önemli önderleri de bu gerçeği hiç akıllarından çıkarmamışlardır. Antonio Gramsci’den Luis Althusser’e… Son elli yılın sol düşüncesine damgasını vuran Eleştirel Kuram ise doğrudan doğruya teorinin üretilmesi ve yeniden üretilmesine dayanır. Çünkü dünya her gün değişir ve değişimin politikasını yapan, onun dinamiğinden geriye düştüğü her gün, bisiklet süren adamın durmasına benzer, yıkılır…

Neden? Çünkü “sol” olmak, “bir başka dünya” iddiasının, sahibi olmaktır. Oysa “eski dünya” da aptallar ve cahiller tarafından değil, dünyanın en iyi eğitilmiş ve üstelik hem gücü, hem de güç mekanizmalarını ellerinde tutan insanlar tarafından yönetildiği için, alternatif düşünce, politika ve iddialarını ileri sürmekte onlar da bir an duraksamazlar. Ya her gün bunun yanıtını bulacaksınız, veya “sol” nitelemesini kaybederek, ona teslim olacaksınız. Bu teslimiyet, her zaman “dönmek”le gerçekleşmez! Çoğu zaman da uygulanması imkânsız iddialarla, hedefi şaşırtıp, “sol” görünümlü bir lâfazanlıkla gerçekleşir. Sizin konuştuğunuzun uygulanması imkânsızsa, toplumu karşıtlarınız belirler. Öte yandan, egemen gündeme teslim olmak da her zaman için, egemen paradigmanın bir ayrıntısı haline gelmeye sebep olur. Althusser’in çok güzel tanımı ile “İdeoloji üreten toplumu belirler. İdeolojisi yanlış olsa bile…”

Stalin’in bütün dünya soluna da yaptığı en büyük kötülük budur. Düşünceyi tek elde toplayarak, basite indirgenmiş, kolay anlaşılan ama dünyayı kendi bizzat anlayamayan, “iman”a bağlı ve bir de açıkça pre-individualist ilkel bir düşünce biçimini, güya sol felsefe tekeli olarak dünyanın önüne koyup, o zengin düşünce dünyasını iğdiş etmiştir. Sovyetler’de kendi güncelliğine teslim edilen sol felsefe, böyle “sağ”laşmıştır.

CTP’ye gelirsek… Uzun yıllar “Komintern Düşüncesi”nin etkin olduğunu inkâr edemeyiz! Sovyetler’in çöküşünden sonra, ortada merkez falan da kalmayınca, “Yeşil Kitap”, “Varoluş Tezleri” gibi, teorik çözümleme girişimleri olmuş: ama ülkemizde sol olmakla çözümden yana olmak özdeşleştiğinden, işin doğrusu “sol düşünce” nin ayrıntıları ile ilgili çözümlemeler, bırakın genel olarak halkı, seçmenler ve hatta sempatizanlar düzeyinde bile, ilgi görmemişlerdir. “Çözüm” olacak, her şey hallolacaktı… Her şey, çözüme indirgendi, düşünc e üretimi dahil. Son yirmi yıldır, kaç yeni düşünürün o cenahta moda olduğunu, araştırın… Politika, ideolojinin önüne geçti. Güncel, evrenseli aştı…

Sonuçta, çözüm olmadı; “bu düzen sürdürülebilir değildir” ana fikri ile ortaya çıkmış partinin, kucağında kaldı o düzen! O noktadan itibaren de önce seçmen, sonra sempatizan ve en son da üye, CTP’den, o “sürdürülemez” dediği düzeni, her birinin lehine sürdürmesini istedi!

Paldır küldür bir tepeden aşağı yuvarlanırken, teori de üretemezsiniz, kimseye teori de anlatamazsınız! Dinlemez… İş ister, daha büyük ekmek ister, daha çok refah ister v.s. Ve siz, güncelliğe teslim olur, “sağlaşır”sınız…

40. Yıl Tezleri, CTP MYK’sının hem özeleştirisi ve hem de sol düşünce üretiminin önünü açma girişimidir. Program değil, bir çözümleme önerisidir. İlgi duyan herkesle paylaşılarak… Çünkü geçmişte de böyle paylaşılmayan hiçbir düşünce, başarılı olmamıştır.

ERKEN GİTMİŞ BİR DEĞERLİ ADAM

Geçtiğimiz Pazar günü kimimiz geçmiş bayramın mahmurluğunu atmaya çalışır, kimimiz Türkiye’deki referandum ile ilgilenirken, biz birkaç arkadaş ve ailesi, mezarı başında, erken gitmiş bir değerli adamı anıyorduk: Yılmaz Sarper’i…

Yılmaz, benim geç tanıdığım bir insandır. Geç tanışmamız da gayet doğal! Çünkü o bilinen bir Turancı, bense bilinen bir Marxist’im… Çıplak gözle bakınca, bu ikisi hiç uyuşamaz gibi görünür ama Yılmaz’ın mezarının başında onu anan iki konuşmanın sahibine bakarsanız, hem hayretler içinde kalır, hem de Yılmaz’ı belki anlarsınız. Ben ve Zorlu Töre idi iki konuşmacı…

O konuşmada da söyledim, Yılmaz bana milliyetçi romantizmi tanıttı… Ben de ona bizim samimiyetimizi, zannederim. Kâh oturduk Kapital’den bir paragrafı tartıştık; kâh Nihal Atsız’ın bir romanını… Gün oldu Lenin’in bir taktik önermesinden dem vurdum ben, zaman oldu Alpaslan Türkeş’in bir tespitini aktardı o bana… Yılmaz, hiçbir zaman adını şanını koyarak söylemedi ama sanırım Türk-İslâm sentezcisi değil, saf bir Türkçü idi… Ama onu derinliğine tanımama sebep olan o uzun sohbetlerimizde, “faşist” olduğunu sezdirecek hiçbir ipucu yakalamadım ben! Sanki de Ziya Gökalp’ten çok, Yusuf Akçura’dan feyiz almış, ilginç bir Turancı idi… Biliyorsunuz, Akçura Türkçülük’ü dünya siyasi literatürüne ilk defa sokan adamdır ama sol-demokratik eğilimlidir. Yılmaz da solcuydu demeyeceğim elbette ama “faşist”? Hayır, kesinlikle… Katiyyen…

Bir defasında, o zamanlar beraber yazdığımız bir arkadaş grubuna, “be arkadaşlar dikkatli olun da bu Tıbbıyeli, Harbiyeli işbirliği hayra alâmet değildir. Benim hatırladığım bu iki cins son defa hemfikir olduğunda Osmanlı’yı dünya savaşına sokup, batırmışlardı. Şimdi bu Yılmaz’la benim ayni fikri savunmamız da hayra alâmet olmayabilir!” demiştim. Şaka ile karışık… Konu Annan Planı idi ve ikimiz de 12 Aralık 2002 gecesi Kopenhag’da kaçırılan fırsatın, bizi daha sonra çok daha kötü koşulları kabul etmeye zorlayacağı iddiasında idik… O Turancı, ben komünist!

Rauf bey’in bir türlü anlamaması sonucunda, o senenin Mayıs ayında Papadopulos Atina’da Kıbrıs AB üyeliği belgelerini tek başına imzalarken, Yılmaz’la ben, nette karşı karşıya yazışıyorduk. O gün bana bir de mektup gönderdi, saklamadığıma yanıyorum. Ne bileyim ben, bu kadar erken gideceğini! O yazışmada Yılmaz bana, “Her şeyi kaybediyoruz be dost! Bu süreç bizi gene mevziye götürür… Ne yazık ki ben bir defa daha sil baştan mevziye girecek gücü de bulamıyorum artık, inancı da güveni de…” dedi… Ondört onbeş yaşlarında silaha sarılıp dağlara çıkmış bir kuşağın, biri sağa öteki sola yönelmiş iki mensubu olarak, birbirimizi o kadar iyi anlıyorduk ki… Papadopulos Atina’da o imzaları atarken, o Lefkoşa’da ben Yedidalga’da, bilgisayar başında beraber ağladık. Ayni şeyleri hissediyorduk! Bir daha o yaşımıza dönüp, yeni baştan bu kırk yılı yaşayamazdık ki! 14 Mart 1964 tarihli GK kararı kadar, büyük bir gafletti gene söz konusu olan. Kırk yıllık mücadelemizin anlamını sorguladık o gün… O sağdan, ben soldan…

Çok sürmedi, hastalandı… Hiç kondurmadım ben… Yılmaz gibi adam öyle kolay kolay gidemezdi! Ayağa kalkacak diye bekledim… Baktım ondan haber gelmiyor, açtım telefonu: “ Yılmaz, Metin ile Asım’a da haber vereyim, bir yemek yiyip dertleşelim” dedim… “ Çok iyi değilim be doktor, biraz ertele de yeriz yemeğimizi” dedi… Son konuşmamızdı…

Hiç ummadığım bir gün, öğle üzeri gazeteleri açtığımda bir de baktım, Yılmaz gitmiş… Cenazesine bile yetişemedim…

Onu unutmayın…

ETİK DEĞİL BU

Mustafa Arabacıoğlu, bir tv söyleşisinde, “artık saygın kişiler milletvekili adayı olmaz” diyerek, önümüzdeki dönem bir daha aday olmayacağını söylemiş. Arabacıoğlu, üniversite ilk sınıfta sınıf arkadaşımdı. O zamanlar bütün FKB öğrencileri Fen Fakültesinde ortak ders yaptığımız için, ertesi yıl fakülteler ayrılınca, biz de ayrıldık. Yâni Mustafa’yı, ondokuz yaşımızdan beri tanırım. Naif bir adamdır… Kendine has değer yargıları vardır ve onları da titizlikle korur. Partisinin ufalanmaya başlaması, ona dokunmuş belli ki… Anlarım…

Ama siyaset hep böyle bir işti, bizim ülkemizde… Şimdi böyle olmadı ki! Örneğin 1994’te DP-CTP hükümetinin bozulması! Dome Hotel’de alt katta hükümet üyeleri akşam yemeği yemekteyken, üst katta Ankara’nın da katkısı ile DP-UBP Koalisyon görüşmeleri yapılmadı mı? Üst katta anlaşma sağlanınca, alt katta hükümet bozuldu, unuttuk mu? Arabacıoğlu da o dönem DP milletvekili değil miydi?

Mustafa namusu mücessem bir adamdır, evet, eyvallah… Ama mesele namus, etik, şu bu meselesi değildir. Sorun, bu mevcut sistemde, partisini satan milletvekilinin, kişisel çıkarları açısından, daha avantajlı hale gelmesidir. Sanılmasın ki salt maddi çıkardan bahsediyorum. Belki zaman zaman o da vardır ama aslolan, siyasi çıkarlardır. Bu mevcut seçim sistemi ile bir miktar kendine bağlı insan edinen herkes, (köylü, taraftar, şu bu) hangi partide olursa olsun seçim kazanabildiğine göre, küçük bir partiden, bakanlık da alarak büyük bir partiye geçmek, yeniden seçilmek için bir avantajdır. Mecliste parti değiştirip, sonra gittiği yerde yeniden seçilenlere bir bakar mısınız:

İrsen Küçük, Ahmet Kâşif, Hüseyin Özgürgün, Ertuğrul Hasipoğlu, Mustafa Gökmen, Turgay Avcı, Serdar Denktaş, Zorlu Töre, tam seçim üstü DP’den UBP’ye giderek, Sunat Atun, önce TKP’de kalıp, sonra TDP’ye geçen Hüseyin Angolemli… Şimdiden meclisin %20’si oldu… Aklımdan çıkanlar varsa kusura bakmayın… Ama hepsi de deyim yerinde ise “ağır top”! Parti başkanlığı, meclis başkanlığı, bakanlık yapmış adamlar! Bu mecliste istifa edenleri de ekleyin: Tahsin Ertuğruloğlu, Mehmet Tancer, Ejder Aslanbaba! Eskiden TKP’li diye adı geçen sevgili Kemal Dürüst’ü de ekleyin… Hatta önce UBP, sonra CTP’den seçilen sevgili dostum Önder Sennaroğlu’nu da ilâve edin… Son iki örnek seçilip gitmemiş, farklı örneklerdir ama konu parti değiştirmek olduğuna göre… Meclisin dörtte biri oldu…

İngiliz Avam Kamarası’nda miletvekilinin biri, demiş ki: “Bu meclisin yarısı namussuzdur!” gürültü, kıyamet kopmuş. Başkan demiş ki: “Sözünü geri al, özür dile.” Milletvekili, “Peki” demiş, “sözümü geri alıyorum: Bu meclisin yarısı namussuz değildir.” Gerçek bir olaydır… Bizim meclisin %25’ini tenzih ederim…

Mesele, meclisin yüzde bilmem kaçının namusu değildir. Eğer bu bir namus meselesi ise, onları yeniden seçenin namus telâkkisini de yargılamak gerekir. Adam çekip gidiyor, gittiği yerden ertesi seçim gene geliyor. Demek ki seçmenin nazarında bu bir namus meselesi değil, başka bir şey… Öyle seçmene selâm, yola devam diyerek, bu sorundan kurtulmak mümkün değildir. Namussuzluksa, “namussuzu” yeniden gönderene ne demeli? Yukarıda saydığım sayın milletvekillerini başından tenzih ettim.

İnsanları yargılayıp, işimize gelmeyenleri mahkûm edeceğimize, (“bize” gelen iyi, “bizden” giden ahlâksız)neden partisinden istifa edene avantaj sağlayan şu partiler yasası, seçim yasası, meclis içtüzüğü ve hatta anayasa değişikliklerinin gerçekleşmesine çalışmıyoruz?

İnsanlara sövmek kolay… Ama eğer sövenler haklıysa, meclisinin %25’i bu durumda. Biraz zorlarsak, en büyük parti onlar olacaklar. İnsanlara sövmeyi bir yana bırakın, çünkü hiçbir işe yaramaz, ilk seçimde gene gelirler. Sisteme bakın…

SAKİNE DERLER BİR GARİP HATUN…

“Zina” eden kadını taşlayarak öldürmek, bildiğim kadarıyla sadece İslâm’a ait bir cezalandırma yöntemi değildir. Kadim dinlerde de böyle bir ceza vardır. Asıl mesele, “nesep tayini”dir. “ Çocuğun babası kimdir?” Kimin mirası, kime kalacaktır… Anaerkil toplumdan ataerkil topluma geçerken, bu ciddi bir sorun olarak ortaya çıkmıştır. Analık hukuku yürürlükteyken, kimin kimden doğduğu aşikâr! Ama Babalık Hukuku’na geçince, son yıllarda bu DNA teknolojisi ortaya çıkana kadar, kimin kimden olduğunu kesin olarak bilmek, anneden başka kimsenin haddi değil! İlkel miras hukuku bunda dolayı, zina eylemi ile darmadağın olabileceği için, tek eşlilik hukuksal olmaktan çıkıp, toplumların zihninde bir ahlâk sorunu haline getirilmiştir ki, insanlar kendi yasaklarını kendileri koyabilsinler… Bütün dinler, zina’yı yasaklar! En büyük günahlardan biri olarak kabul eder…

Öyledir ama Hz. İsa’nın hikâyesi ünlüdür. Hani bir gün zina etmiş bir kadını taşlayarak öldürmeye kalkışmışlar da peygamber, “ilk taşı hiç günahı olmayan atsın” demiş, kadını kurtarmış. Sevgilisi olduğu ileri sürülen Maria Magdalena’nın mesleği hakkında da çeşitli söylentiler mevcut!

Türkler’i Müslüman etmek üzere Maveraün nehir’e misyoner olarak giden İbn-i Fadlan, bir gün bir çadırda konuk olarak otururken, evin kadınının onların gözü önünde edep yerini açarak kaşıdığını, kendilerinin yüzlerini kapatmaları karşısında da ev sahibi erkeğin gülerek, “Kadının niyeti varsa, gizlemekle onu koruyamazsınız” dediğini anlatır. Şamanizm’de, dolayısıyla eski Türkler’de, zinaya daha da korkunç bir ceza vardı. Ancak, çiftin ikisine de eşit olarak uygulanırdı. Yalnız kadına değil. Zina edenlerin gövdesi, eğilen iki ağaç arasında gerilir, sonra da ipler kesilerek, savrulan ağaçların onları parçalaması sağlanırdı. Bunu da İbn-Fadlan’ın yazdıklarından öğreniyoruz. Homoseksüellik’i de bilmiyorlarmış…

Kur’anı Kerim uzmanı değilim… Ama aklımda yanlış kalmadıysa, erken ayetlerde bu recm cezası varken, geç gelen ayetlerde ise ceza hafifletilmekte, “yatağınızı ayırın, ağır olmamak şartıyla dövün, gene düzelmezse boşayın” denmektedir. Yoksa bunlar hadis miydi? İşin doğrusu çok iyi bildiğimi söyleyemem. Ayet veya hadis, böyle bir şey olduğunu biliyorum, ama...

Elbette lâfı son günlerde dünyaya mal olan Sakine olayına getireceğimin farkındasınız. Ayrıntıları ile ilgilenebildiğimi söyleyemem. İran yönetiminin, zina yaptığı gerekçesiyle, bu kadını recm cezasına mahkûm ettiğini duymayan kalmadı. Ta ölsün taşlayacaklar yani… Her şeyden önce püriten islâm iddiası ile böyle kararlar verebilmenin, çok da samimi olmadığını söyleyelim. İslâm’da “muta nikâhı” diye bir şey var, biliyor musunuz? Kısa vadeli nikâh demektir. Akşam nikâhlanır, sabah boşanabilirsiniz. Neden bunu hatırlatıyorum? Söylentilere göre, İran’da genelev de vardır. Akşam gider, seçtiğiniz veya anlaştığınız hatunla nikâh olur, yapacağınızı yapar, parasını da öder, sabah da “boşol” dersiniz, sen sağ ben selâmet!

“Zina ettin..”

“ Yoo… Nikâhlı karımdı! Sabah boşadım…”

“Para verdin ama…”

“ E o da mihr-i müeccel’i idi…”

Bitti… Kimse kılınıza dokunamaz… İş ki bir gecelik nikâhı kıyacak, işin erbabı bir imam bulun… Şimdi bu ülkede, “püriten İslam” yürürlüktedir ve en temel islâm yasaları dolayısıyla bu kadıncağızın kafasına taş vura vura öldürülmekten başka bir şansı yoktur denmesin, en azından ben inanmam. Genelev’e “hile-i şeriye” bulacak kadar işlek olan zekâ, istese Sakine’yi de kurtarır.

Yoksa acaba diyorum bu da bizim eski söylemle “sınıfsal” bir durum mudur? Malûm bir yerlerde Marx da bu “fuhuş” işinden bahseder ve derdi ki “Kadın üst sınıflara mensupsa, çapkınlık etmiş olur. Ama alt sınıflardansa, fahişelik’tir yaptığının adı…”

Bu mudur?


Yüklə 1,02 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   9   10   11   12   13   14   15   16   ...   19




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin