İşte gördüğünüz gibi İsviçre’yi geçtik! Norveç’den az geriyiz ama bizim memur aç gözlü olduğundan, ille Norveç seviyesini istiyor…
Beri yandan, sadece gelirleri düştüğünde değil, normalde de belki de en birinci ekonomi kuralıdır: Tüketici, ucuz ve kaliteli mala yönelir. Üretici, aracı, ithalatçı, tüccar, işçi pazara sunduğu maldan; tüketici de elindeki paradan asgari kârı elde etmek ister. Yâni elindeki para ile yaşayabileceği en üst düzeydeki yaşam standardını tutturmak için, kaliteli ve ucuz mala yönelir. Herkesinki can da onunki patlıcan değil elbet… Yani diyeceğim, geliri düşse de artsa da tüketicinin normal davranış biçimidir, ucuz ve daha kaliteli mala yönelmek…
Biz elli yıl, ekonomimizi kapayıp, kendi burjuvazimizi yaratmaya çalıştık! Doğru politika o olsaydı, bir yandan da Makarios bastırmazdı, “daha da kapanın” diye… Bugün elli yılın ardından konuşmamız gereken, daha ucuz ve daha kaliteli ürün sunmayı nasıl başardığımızın hikâyesi olmalıydı. Tekrardan kapanıp, yeni baştan devlet desteği taleplerini dinlemek değil… Yüksek kâr marjları ile kapalı ekonomide mal satmayı işadamı olmak sanan “burjuva” batar… Urum batırmazsa, Türkiye sermayesi batırır… Ona da kapanamazsınız ya! Bir “işadamı” dostum bu tespite karşılık, “Batıracaksa batırsın. Bana da bayiliğini versin, batıracaksa batırsın. Urum bana bayilik vermez ki, halk gider kendinden alırsa…” dedi…
Bu akla dünyada, Çetin Altan’ndan öğrendiğimiz bir deyimle, “Komprador” derler… Kendi pazarına sahip olmaktan çok, icabında dış sermayeye kendi pazarını peşkeş çeken, sömürgecilikten kalma bir para kazanma yöntemidir. Ne devlet kurabilir, ne yaşatabilir… Karl Marx, hem de Komünist Manifesto’da, bugün burada “işinsanı” dediğimiz burjuvazinin, 18.yy’dan başlayarak, 19.yy sonlarına kadar, hem ulus devleti kurmak ve hem de insanlığa dev adımlar atmakla kendi çıkarını nasıl özdeşleştirdiğini anlatır. Braudel de Maddi Uygarlık’ın ilk cildinde, tecimsel faaliyetin, eski Yunan’dan beri var olduğunu ama hiçbir zaman bu faaliyeti yürütenlerin, kuşaklar boyunca ayni soydan gelmediklerini! Yapamayan batar, yerine yapabilen gelir… Ama girişimcilik, rolünü oynamaya devam eder…
Urumdan daha kaliteli malı, daha ucuza satamadığımız sürece, işimiz zordur… Ekonomik krizin çaresi de dünyaya açılmaktır, politik krizinki de…
Burası, Hasan Sabbah’ın Alamut Kalesi , biz de Haşhaşinler değiliz…
EMİR KUSTURİCA VE YURTSEVERLİK!
Antalya Film Festivali jürisinden ayrılmak zorunda kalan, yönetmen Emir Kusturica’yı tanır mısınız? Türkiye’de demokratlar, sosyalistler, islâmcılar Kusturica’ya dillerine geleni söylerken, Kemalist ve kendini Marxist sanan sol da sahip çıkıyor!
Kusturica, aslında bir Boşnak! Ama ayni zamanda, derin bir Yugoslavya yurtseveri! Ülkesinin, dine, dile, etnisiteye göre bölünmesine de karşı! Bu bakımdan, bölünmeyi talep eden Boşnak milliyetçiliğine karşı çıkmış! Buraya kadar, normal! İlginç olan, “Biz hepimiz aslında Sırp’ız (doğru) ama biz, Türkler’den korkup, Müslüman olduğumuz için, şimdi ülkemizi mi böleceğiz? Ben eski dinimize ve Sırp’lığa geri dönüyorum” deyip, vaftiz olması! Anormal olan ise çok daha ilgi çekici: Gidip Sırp milliyetçisi, Miloseviç ile Çetnik’lere yamalanması! Şimdi, Sırplar’ın Boşnak’lara uyguladığı her türlü zulmü, temize çıkarmaya çalışıyor. “Savaş’ta 250 bin kişi öldü” derseniz örneğin, Kusturica kızıyor! “Hadi canım” diyor “abartmayın…120 bin kişicik öldü!”
“ Sırplar” diyorsunuz, “ örneğin 100bin Boşnak kadının ırzına geçti!” Kusturica gene halleniyor: “Başını siz mi tuttunuz? Donunu siz mi çıkardınız? Bir bir saydınız mı? Ne biliyorsunuz? Taş çatlasa 20 bin kadıncığın ırzına geçilmiştir! Abartmayın, çok ayıp…”
Uluslar arası hukuk tarafından savaş suçlusu olarak mahkûm edilmiş olan Miloseviç’e, Kusturica sahip çıkıp, savunuyor. Argümanı, ülkenin bölünmemesi, Yugoslavya milliyetçiliği… Elbette ki bu, sonuçta Kusturica’da somut olarak görüldüğü gibi, Sırp milliyetçiliği… Büyük yönetmen, yurtseverlik ettiğini sanırken, aslında Lenin’in deyişi ile “ezen ulus şovenizmi’ne” teslim olmuş, farkında değil.
Bilindiği gibi, ulusal sorunla ilgili olarak yapılmış önemli tahlillerden birisi, Lenin’e aittir. Bugün ulusal haklarla ilgili olarak, BM kararı halini almış pek çok ilke, Lenin tarafından ortaya sürülmüştür. Öyle olmasa bile, gerek Emir Kusturica, gerekse Miloseviç, sol tandanslı olduğunu ileri süren adamlar olduğu için, meseleyi o açıdan ele almazsanız, anlamsız olur.
Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı isimli çalışmasında Lenin der ki:” Bazan yerel şovenizmle uğraşmak o kadar gözerlini karartır ki, ezilen bir halkın ilericileri, ezen ulus şovenizmini gözden kaçırırlar.”
Siz ülkenizi çok seviyor, bölünmesini istemiyorsunuz! Mensubu bulunduğunuz halkın şovenistleri de bölmek, parçalamak, bir yere bağlamak istiyorlar! Onlara karşı çıkacaksınız, mücadele edeceksiniz, elbette… Ama kendi şovenizminizin moda mod, tam karşıtı olmak, zannedildiği gibi sol olmayıp, karşı taraf şovenizmi de olabilir. Çünkü sizin şovenizminizin en büyük karşıtı, karşı taraf şovenizmidir…
Onun için “medon avradini” deyip, din değiştirmek, milliyetinizi inkâr etmek, ülkenin bütünlüğüne yaramaz! Ezen ulusun hakimiyetçiliği ele almasına yarar… Büyük ulus milliyetçiliğini küçümsemek, suçlarını görmezden gelmek, hoş görmeye çalışmak veya ufaltmak da ülkenin birliğine yaramaz… Tam tersine, ayrılığa giden en önemli yol, ezen ulusun şovenizminin ön almasıdır.
Kusturica gibi, “Türkler”e kızıp vaftiz olmakla da ne ülkenizi parçalanmaktan koruyabilirsiniz, ne de ezen ulus şovenizmini dizginleyebilirsiniz. Ezen ulus milliyetçiliğine yani ayrılığa hizmet edersiniz, o kadar. Lenin o kitabında, “işin içine iyice girmemiş olanlar”dan söz eder… Asıl ayrılığa neden olanlar da bunlardır. Kitap nette de var, kitapçı raflarında da…
Emir Kusturica, büyük bir sanatçı… Çingeneler Zamanı gibi, muhteşem filmleri var… Miloseviç gibi o da kendini komünist falan sanıyor ama değil! Politikacı bile değil… Bir sanatçı olarak, aklına esen her türlü acaipliği yapması, normal! Kendi halkını satıp, halkının katilleriyle bir olması, bu tür bir deliliğe verilebilir. Ama… Herkes de Çingeneler Zamanı çekmiyor ki, “Boş ver yahu, delidir, ne yapsa yeridir” diyelim!
ZANNETİĞİNİ BAŞKA KİMSE ZANNETMEZ ZANNETMEK…
Engin Ardıç’ın geçen gün Sabah’taki makalesinden öğrendiğimize göre, 1960 İhtilâli’nin MBK toplantılarının tutanakları, yayınlanmış. İtiraf etmeliyim ki kaçırmışım.
On yıl sonra Türkiye’ye gittiğimizde, Türk Solu’nun bir kesimi olarak, biz de 27 Mayıs’ı ilerici, devrimci bir darbe gibi algılamış ve uzun yıllar savunmuştuk. Ne var ki bir yandan da dünya solu ile daha fazla haşır neşir olmaya çalışan biz Kıbrıslı solcuların bir kısmı, Türk Solu’nun milliyetçi yapısını da çok uzun yıllar izah edebilmiş, değildik. Özellikle Kıbrıs konusundaki fetihçi zihniyetlerini, hayretler içinde izliyorduk. Bizim örgütün dış ilişkilerinden sorumlu olan bendim… Bu bakımdan, Türk Solu içinde yer alan, örneğin Ahmet Yıldız gibi, 27 Mayısçı “devrimcileri” görme, tanıma fırsatım da herkesten fazla olmuştur.
Bu çevrenin, sosyalist değil de İttihat Terakki’nin sol kanadını oluşturan insanlar olduğunu anlamam içinse, aradan yıllar geçmesi ve İttihat Terakki tarihine ilgi duyup, konuyu okuyup öğrenmeme gerek varmış meğer… Solu bırakın, siyaset sahnesinde, İttihatçı geçmişi olmayan hiçbir grup da yoktu. CHP zaten ikinci takımdı… DP – AP geleneği, İzmir il sekreteri Celal Bayar’ın, Köprülü’nün partisi, MHP çizgisi zaten malûm, solun temeli olan TKP geleneği ise Ethem Nejat’ın (Bursa İl sekreteri, Teşkilat-ı Mahsusa üyesi) partisi… Eski Osmanlı’dan arda kalan liberal Prens Sabahattin geleneği, Ahrar Partisi’nin ardılı, ortalarda yoktu… Çünkü adem-i merkeziyeçi, yani yerinden yönetimci olmakla, ulus devlete karşı olduğu varsayılmaktaydı. Osmanlı Sosyalist Fırkası geleneği, yoktu! Çünkü içinde azınlıkları taşımış olmakla, milli devletin karşıtı zannedilmekteydi… İttihatçılar’ın dışında bir tek gelenek vardı ki o da Erbakan’ın Milli Görüş’ü… Onlar da sanki berikileri haklı çıkarmak üzere, toplumun motoru olarak dini, dinden geçtim; tarikatları ileri sürmekteydiler. 31 Mart’ın yeni versiyonu sanki! Meydan, 1913 seçimlerinden beri, İttihat ve Terakki’nin çeşitli fraksiyonlarına kalmıştı… Geriye dönüp, kimin Talât Paşa’nın, kimin Cemal Paşa’nın, kimin de Enver Paşa’nın kadrosu olduğunu bilince, be çekişme daha da bir anlamlanıyordu aslında… Mesele sağ-sol değil, İttihat Terakki’nin bir türlü bitmeyen iç hesaplaşmasıydı. Onu bilmeden, bunu anlamak mümkün değildi. O da Balkan Milliyetçiliği’nden etkilenen asker sivil bürokrasinin, devleti kurtarmak için kendini feda etmesinde ifadesini bulan,Türkolog tarihçi Eric von Zürcher’e göre de 200 adet memurun işlerinden ibaretti…
27 Mayıs da aslında, hükümeti ele geçiren bir grup İttihatçı’ya karşı; bir başka grup İttiahtçı’nın, silahlı başkaldırısından ibaretti…
Şimdi Ardıç’ın tutanaklardan aktardığına göre, “devrimci”, “ilerici” MBK’de, “işçilerin ense yaptığı, Pazar günleri de çalışmaları gerektiği” konuşulmuş örneğin… Çünkü İttihatçılık, eninde sonunda bir grup memurun, devleti kurtarıp yüceltme faaliyetidir. Öyle halkla, köylüyle, işçiyle işi yoktur. Burjuvaziye bile, devletin çıkarı dolayısıyla ihtiyacı olduğu için “tahammül eder”! Kendisi de bir Kürt olan komite başkanı General Cemal Gürsel de Kürt sorununun çözümü için, tehcir önermiş, meselâ… Sürgün yâni… Kürtleri memleketten atıyorsun, Kürt sorunu kalmıyor! Hafta sonu tatilini yasaklıyorsun, emek/ sermaye çelişkisini çözmüş oluyorsun…
Bunları okuyunca, CHP dahil bilumum İttihatçı tayfasının bize neden kızdığını anladım. Kıbrıslı olduğumuzdan değil! Hem raiyyet olup, hem de haddimizi bilmediğimizden! İngilize mi verdi? Boyun eğeceksin… İtaat et mi dedi? İngilize itaat edeceksin… Etme mi dedi? O saat başkaldıracaksın! Kıbrıs’ı istirdat edelim mi dedi? Kıbrıs Türktür diyeceksin… Yok vaz geçti, bölelim mi dedi? Ya taksim ya ölüm, diyeceksin… Yolumu aç mı dedi? Evet, diyeceksin… Bekle mi dedi? Bekleyeceksin!
Sen bir garip reayasın! O ise “devlet”!
Zannediyor…
ESTERGON KAL’ASI BRE DİLBER AMMANNN…
Sabah sabah, televizyonu açtım… Bir kanalda hödük bir çocuk esip gürlüyor! Neymiş? Estergon Kalesi’ne gitmiş… “Tam” diyor 148 sene, burası Türk egemenliğinde idi.” Bir de kendinden beter tip bulmuş Macaristan’da yaşayan, o da diyor ki: “Burayı yeniden fethetmemiz lâzım!” Allah bilir neyi ucuz vermediler diye kızmıştır! Belki de sarı Macar kızları pas vermiyorlar diye hınçlanıyordur!
Mehteran’ı çok severim… Müzik arşivimde mehter marşları da var… Headphones’u takar, ara sıra dinlerim… Programlarımda yeri geldiğinde kullanıyorum da… Bunca yıldır köşe yazısı yazıyorum, şu kadar kitabım yayınlandı, Osmanlı hayranı olduğum da bilinmeyen bir şey değil… Ammaaa…
Tarih, kendi koşullarında öğrenilirse, anlamlıdır. Tarih’in ne olduğu ile ilgili benim katıldığım en güzel tanım: “Geçmişi bu günün bilgileri ile yeniden inşa ederek, o koşullardan, gelecek için ders çıkarmak”tır…
İmparatorluklar, etnik yapılar değildirler. Hatta ulusçuluk, imparatorluğu dağıttığı için, meydana çıktığı çağda, imparatorluk düzenlerinde, yasaklanan bir düşünce biçimidir. Namık Kemal, Mağusa’ya neden sürüldüydü? Ulusçu olduğu için… İttihat ve Terakki, neden “gizli örgüt” idi? Ayni sebepten… İmparatorluk, bütün tebaaları arasından, en yeteneklilerini, etnik kökenine bakmadan toparlayıp, yönetim mekanizmasının başına getirmekle ayakta durur…
Hele Kanuni zamanında! 1546’da Estergon’u ele geçirirken, Kanuni Sultan Süleyman’ın yanı başında duran sadrazamı, hani o dizi filmdeki Pargalı deyip durduğu İbrahim Paşa, ki kız kardeşi Hatice Sultan ile evlendirmiştir; on beş yaşında kendisinin bulup devşirdiği, şahsi kölesi olan bir Rum’dur… Önce yetkilerle donatıp, Makbul İbrahim Paşa adını almasına neden olunmuş, sonra da uyurken öldürülerek, adı Maktul İbrahim Paşa’ya tahvil edilmiştir! Dizi filmde gördüğünüz ihtiyar Piri Paşa ise Türk’tür ama Çaldıran dönüşünde, Amasya’da Yavuz Sultan Selim tarafından paşa yapılınca, yeniçeriler isyan etmişlerdir. Çünkü 2. Bayezit’in “Türk’ten paşa yapılmaz” diye bir fermanı vardır… Zavallı Piri Paşa, talihsiz bir adam olmalı çünkü bugün bile gadre uğrayıp, duruyor! Torununun bizim Lefke’de adına vakfettiği camii’nin beş yüz yıl sonra adına bile sahip çıkılamıyor, baksanıza! Kanuni’nin sadrazamı Rum, sevgilisi ise bilindiği gibi Rus! Rum İbrahim Paşa’yı, “maktul” ettikten sonraki meşhur sadrazamı ise Sırp: Sokoloviç… Sokollu Mehmet Paşa… O da yirmi yaş dolayında devşirilmiş… Kendisi sadrazamlık makamında otururken, Sırbistan başpiskoposluğu makamına da kardeşini oturtmuş! Daha da devam edebiliriz… İmparatorluk, kabile devleti değildir…
İmparatorluk, budur… Bakın Amerika’ya! Çağdaş imparatorluk o da… Osmanlı egemenliği ile Türk egemenliği ayni şey değildir. Türkler, elbette ki devletin kurucularıdırlar! Eti kemiğidirler… Padişah, bakmayın anaları ile ilgili tevatürlere, elbette Türk’tür… Ama devlet, sadece Türkler’den ibaret değildir. Bu bakımdan Estergon Kal’ası, Osmanlı yönetiminde olmuştur demekle, Türk egemenliğinde olmuştur demek, ayni şey değildir.
Bu Hürrem filmi, hiçbir şeye yaramıyorsa, şuna yaramıştır: Gördünüz, “eşhedü en lââ…” dedi mi? Bitti… Artık Osmanlı’dır…
Estergon Kal’ası, Osmanlı’nın bir uç beyliğidir. Bir nevi üs… Zaten, fiziksel uzaklık ve çağın ulaşım olanakları nedeniyle, Kanuni Mohaç’ta Macar ordusunu, kralı ile beraber yok etmiştir ama Macaristan’a egemen olabildiği söylenemez. Mohaç’tan sonra Macaristan’da ikili bir yönetim söz konusudur. Osmanlı’nın tayin ettiği Macaristan yöneticisi bir taraftan, Osmanlı ülkeden ayrılır ayrılmaz, Avusturya’nın tayin ettiği öteki vali de obür taraftan! Çünkü Osmanlı ordusu, ha deyince oraya ulaşamıyor… Viyana kapısına dayanmanın sebebi de bu çekişmedir…
Hürrem’in filminden ben çok hoşlandım… Gerçeğe çok yakın bir senaryo ile oynanıyor… Padişah kadın öper miydi diye delilik edeceğimize, hadi okumuyoruz; filmden olsun tarihimizi öğrensek de öyle övünsek, diyorum… Komik olmadan…
ESTERGON KAL’ASI BRE DİLBER AMMANNN…
Sabah sabah, televizyonu açtım… Bir kanalda hödük bir çocuk esip gürlüyor! Neymiş? Estergon Kalesi’ne gitmiş… “Tam” diyor 148 sene, burası Türk egemenliğinde idi.” Bir de kendinden beter tip bulmuş Macaristan’da yaşayan, o da diyor ki: “Burayı yeniden fethetmemiz lâzım!” Allah bilir neyi ucuz vermediler diye kızmıştır! Belki de sarı Macar kızları pas vermiyorlar diye hınçlanıyordur!
Mehteran’ı çok severim… Müzik arşivimde mehter marşları da var… Headphones’u takar, ara sıra dinlerim… Programlarımda yeri geldiğinde kullanıyorum da… Bunca yıldır köşe yazısı yazıyorum, şu kadar kitabım yayınlandı, Osmanlı hayranı olduğum da bilinmeyen bir şey değil… Ammaaa…
Tarih, kendi koşullarında öğrenilirse, anlamlıdır. Tarih’in ne olduğu ile ilgili benim katıldığım en güzel tanım: “Geçmişi bu günün bilgileri ile yeniden inşa ederek, o koşullardan, gelecek için ders çıkarmak”tır…
İmparatorluklar, etnik yapılar değildirler. Hatta ulusçuluk, imparatorluğu dağıttığı için, meydana çıktığı çağda, imparatorluk düzenlerinde, yasaklanan bir düşünce biçimidir. Namık Kemal, Mağusa’ya neden sürüldüydü? Ulusçu olduğu için… İttihat ve Terakki, neden “gizli örgüt” idi? Ayni sebepten… İmparatorluk, bütün tebaaları arasından, en yeteneklilerini, etnik kökenine bakmadan toparlayıp, yönetim mekanizmasının başına getirmekle ayakta durur…
Hele Kanuni zamanında! 1546’da Estergon’u ele geçirirken, Kanuni Sultan Süleyman’ın yanı başında duran sadrazamı, hani o dizi filmdeki Pargalı deyip durduğu İbrahim Paşa, ki kız kardeşi Hatice Sultan ile evlendirmiştir; on beş yaşında kendisinin bulup devşirdiği, şahsi kölesi olan bir Rum’dur… Önce yetkilerle donatıp, Makbul İbrahim Paşa adını almasına neden olunmuş, sonra da uyurken öldürülerek, adı Maktul İbrahim Paşa’ya tahvil edilmiştir! Dizi filmde gördüğünüz ihtiyar Piri Paşa ise Türk’tür ama Çaldıran dönüşünde, Amasya’da Yavuz Sultan Selim tarafından paşa yapılınca, yeniçeriler isyan etmişlerdir. Çünkü 2. Bayezit’in “Türk’ten paşa yapılmaz” diye bir fermanı vardır… Zavallı Piri Paşa, talihsiz bir adam olmalı çünkü bugün bile gadre uğrayıp, duruyor! Torununun bizim Lefke’de adına vakfettiği camii’nin beş yüz yıl sonra adına bile sahip çıkılamıyor, baksanıza! Kanuni’nin sadrazamı Rum, sevgilisi ise bilindiği gibi Rus! Rum İbrahim Paşa’yı, “maktul” ettikten sonraki meşhur sadrazamı ise Sırp: Sokoloviç… Sokollu Mehmet Paşa… O da yirmi yaş dolayında devşirilmiş… Kendisi sadrazamlık makamında otururken, Sırbistan başpiskoposluğu makamına da kardeşini oturtmuş! Daha da devam edebiliriz… İmparatorluk, kabile devleti değildir…
İmparatorluk, budur… Bakın Amerika’ya! Çağdaş imparatorluk o da… Osmanlı egemenliği ile Türk egemenliği ayni şey değildir. Türkler, elbette ki devletin kurucularıdırlar! Eti kemiğidirler… Padişah, bakmayın anaları ile ilgili tevatürlere, elbette Türk’tür… Ama devlet, sadece Türkler’den ibaret değildir. Bu bakımdan Estergon Kal’ası, Osmanlı yönetiminde olmuştur demekle, Türk egemenliğinde olmuştur demek, ayni şey değildir.
Bu Hürrem filmi, hiçbir şeye yaramıyorsa, şuna yaramıştır: Gördünüz, “eşhedü en lââ…” dedi mi? Bitti… Artık Osmanlı’dır…
Estergon Kal’ası, Osmanlı’nın bir uç beyliğidir. Bir nevi üs… Zaten, fiziksel uzaklık ve çağın ulaşım olanakları nedeniyle, Kanuni Mohaç’ta Macar ordusunu, kralı ile beraber yok etmiştir ama Macaristan’a egemen olabildiği söylenemez. Mohaç’tan sonra Macaristan’da ikili bir yönetim söz konusudur. Osmanlı’nın tayin ettiği Macaristan yöneticisi bir taraftan, Osmanlı ülkeden ayrılır ayrılmaz, Avusturya’nın tayin ettiği öteki vali de obür taraftan! Çünkü Osmanlı ordusu, ha deyince oraya ulaşamıyor… Viyana kapısına dayanmanın sebebi de bu çekişmedir…
Hürrem’in filminden ben çok hoşlandım… Gerçeğe çok yakın bir senaryo ile oynanıyor… Padişah kadın öper miydi diye delilik edeceğimize, hadi okumuyoruz; filmden olsun tarihimizi öğrensek de öyle övünsek, diyorum… Komik olmadan…
GÖRÜŞMELER HANGİ AŞAMADA?
Kıbrıs Sorunu’na yönelik görüşmeler devam ediyor… İki halkın birbirlerinin önerilerini benimseyememesi zaten rutindir. Ancak asıl ilginç olan, güneyde Hristofyas’ın mülkiyete ilişkin önerilerine, ortağı DİKO’nun da karşı çıkması ile oluşan durumdur.
Kıbrıslı Türk bakış açısı ile bakıldığında, güneyde olup biteni kavramak hiç de kolay değil. Çünkü ne kadar ilginçtir ki sağımız da solumuz da güneydeki siyasi yelpazenin yapısını, tanımıyoruz. Kıbrıs Rum siyasetinin en eski partisi olan AKEL’i bir yana koyarsak, oradaki siyasi yapılanma, bizdeki gibi bir sağ/sol eksenine göre düzenlenmiş değildir. Özellikle 1974 sonrasında, siyasi parti yapılanmasının ekseni, Başpiskopos Makarios olmuştur. Makariosçu bir orta sağ parti: DİKO ve başpiskoposun özel doktorunun başında bulunduğu, bir sol parti: EDEK…
Ta o zamandan, hatta daha da eskiden beri, “Bir anlaşma olmazsa başımıza bir felâket gelecek, gelin anlaşalım” diyen Kliridis, 1974’teki cumhurbaşkanı vekilliğinin ardından, Viyana’da Denktaş’a harita verdi, veya verilen haritayı almayı kabul etti gerekçesiyle aforoz edilince, Makarios’la yollarını ayırmış, onun payına da eski EOKA mensupları düşmüştür. Dolayısıyla orada bir de Makarios Karşıtı cephe vardır: DİSİ ve sağa doğru giden küçük küçük bir takım faşist düşünce merkezleri…
AKEL, bu noktada tercihini darbe karşıtı olmak hasebi ve 1968’den itibaren cumhurbaşkanı ile yaptığı işbirliğine dayanarak, Makariosçular’dan yana koyunca, Rum siyasi düşünce dünyasının dikiş tutturması imkânı da ortadan kalkmıştır. Çünkü, milliyetçi geçmişine rağmen, Kliridis ekibi aklın yolunu denemeye her kalktığında, güneyde “emperyalizm’in adadaki adamı” avazeleri ile karşılaşırken, son dönemde liberal ve Avrupalı bir duruş sergilemeyi başarmıştır. Oysa asıl milliyetçi görüşler, Makariosçu cephede yaşamaya devam ediyorlar. AKEL’in bu noktadaki handikapı, anti emperyalist olacağım diye, zamanında Kliridis’e yapıştırdığı “yabancıların adamı” yaftası dolayısıyla, siyaseti” tek yolda” yapmak zorunda kalmasıdır. Gittiği yolda gidiş var, dönüş yasaklanmış! O zaman eli mahkûm, iki Makariosçu partiye teslim olmak zorunda kalıyor. Düşünce üretmek hak getire… AKEL’in bu düşünsel yapıyı bugün edindiğini sanmak da yanlış olur. 1948’den beri, “Devrimci demokratik yoldan ENOSİS” diye kongre kararları aldıklarını, unutmadık. ENOSİS’e karşıdır diye partiden atılan kurucu genel sekreter Plutis Servas, Lidra palas’taki bir toplantıda, “ Böyle bir ülkede Türkleri dikkate almazsanız, ülke bölünür. Bunu Makarios’a bir türlü anlatamadıydım. Ezakia (Papayuannu) da ona uydu, yıllarca “ENOSİS ge monon ENOSİS” deyip durdu…” demişti… Çünkü o günlerde Yunanistan’da iç savaş vardı ve bir komünist ihtilalin eli kulağındadır sanılmaktaydı. KKE’nin Stalinci kanadının lideri Zahariadis’in de Yunan halkına ulusal ögeleri de savunduklarını kanıtlamak üzere, ENOSİS politikasına ihtiyacı vardı… Dolayısıyla Makariosçu milliyetçiler ile AKEL arasındaki işbirliğini 15 Temmuz Darbesi’ne bağlamak, olayı tam izah edemez. Kökü çok daha derindedir…
ENOSİS artık anlamsız olsa da şimdi de o cephedeki beyinlerin arkasında, adada bir Helen Ulus Devleti ve onun çok zengin haklarla techiz edilmiş Türk Azınlığı çerçevesinin dışına, bir türlü çıkılamadığı görülüyor. AKEL’in Avrupa Birliği üyeliğine zaten karşı çıkmış olduğunu kendi tezlerinde yazdığı da bilinirse, ulusötesi bir birliğe girmiş bir yapının, kendisinin içe kapalı/ulusal ve hatta etnik bir yapı üzerinde bu kadar ısrar etmesini nedeni, ancak böyle anlaşılır.
Mesele mülkiyet rejimi değildir… O kolay istedikten sonra…
Etnik önyargılardan ve tarihin tutsaklığından uzakta, AB üyesi “ulusötesi” bir devlet mi yaratacağız, yoksa etnik bir çoğunluğun, etnik biz azınlığı zaptü rapt altında tutacağı bir ulus devlet mi empoze edeceğiz?
Mesele budur… Ve yazık ki sahipsizdir…
GÜLMEK LÂZIM AĞLANACAK HALİMİZE
Haftada beş gün yazıyorum. Göz açıp kapayıncaya kadar, geçiveriyor. Bir konuyu ele alıyorsunuz, üstüne gitseniz vay… Sonra devam ederim deseniz, gene vay! Gündemden düşüveriyor… Bu haftayı da Gencay hanımın Tahiti sefası ile kapatacağız galiba… Sussalar, mesele yoktu oysa! Ama onlar üstüne gidiyorlar… Buyrun konuşalım…
İskele Belediye Başkanı’nın açıklamalarını okudunuz mu? Gitmişler, “Güney Kore Belediyesi” ile anlaşmışlar, “Holywood Caddesi’nde” bir tur atıp, gelmişler… Tabii, Halil bey, “Güney Kore Belediyesi” ile ilgisinin ne olduğunu açıklamaya da çalışıyor, parti gayreti ile! “Güney Kore Belediyesi” ile Yeni İskele Belediyesi, “gardaş belediyeler” olmuşlar… Heşaaa…
Biz da onu diyorduk zaten… “Papua Yeni Gine Belediyesi” var daha sırada, “Myanmar Belediyesi” var…
İşte, tam da dediğimiz buydu… Gittiği yerin ne olduğunu bilmeyen ve daha da kötüsü, gördüğünü de anlayamayan bir ekip, devletin bütçesinden, Güney Kore senin, Küba benim; Hırvatistan senin, Holywood benim; Tahiti senin, Yeni Zelanda benim, gezip dolaşıp duruyorlar. Bu yeni değil… Usül bu… Gencay hanım, Eroğlu’nın kızı olmasaydı, bu da dikkati bile çekmezdi… Örneğin bu yazı kaleme alınırken, Eğitim Bakanlığı’ndan bir heyet, yanlarına sevgili Adnan Eraslan’ı da almışlar, Estonya’nın fethi seferini sürdürmektedirler. Şimdi bunlar Baltık kıyılarına esti ya, bizim okullardaki eğitimin kalitesi, artacaktır ha! Baltık Cumhuriyetleri yarın obür gün KKTC’yi tanıyacak, Rum tarafına savaş ilan edecek; üniversitelerimiz Bologna Süreci’ne alınacak, milli gelirimiz, 20bin dolar olacaktır… Tutmayın da KKTC’yi tanıtsınlar… Hizmet aşkı canım, hiçbir şeye benzemez…
Yazık ediyorlar… Uçaktan inip, şöyle beygirleri çekseler de altlarına, bir de Tuna Nehri’nden suvarsalar, derim ben… Akıncı atalarımızın ruhu şad olurdu… Adnan’ı tenzih ederim ama bunlar milliyetçi adamlar… Yakışır…
Sevgili Halil Orun, bakın “yüzlerce gencimizin” göbek atma hakkını korumuş, Güney Kore Belediyesi ile görüşürken… Öteden beri merak ederim: Yahu hangi dilde konuştun da korudun? Heyetten kim, hangi dilde konuştu? Hadi biri vardı da konuştu diyelim, heyetin geri kalanı ne yaptı bu esnada? Kafasını emme basma tulumba gibi, aşağı yuları sallayıp, bu yeni diplomatik konsepti, öyle mi temsil etti? Meselâ Tahiti heyetinde, kim Fransızca biliyordu? Oranın resmi dili, Fransızca! Örneğin, “Holywood Caddesi’nde” holta atarken, heyet susayınca, kim, hangi büfeye yanaştı da aldı suyu? Nece? Başparmağı ağzına dayayıp, başı geriye atarak, “lık, lık,lık” mı dedi, heyetin gerisi? Onlar ne yapmak üzere “heyet”te? Sonra Gencay hanım, “ben Holywood’da otel parasını cebimden ödedim” dediğine göre, heyetin geriye kalanına devlet mi ödedi yâni? Kaldı ki bir holta atmaya, otel mi tutulur?
Ben sadece, giden heyette, kim hangi dili biliyor, onu merak ediyorum! Fransızca bilen kim? Diplomatik düzeyde İngilizce bilen, kim? O kadar…
Dış gezi, yasak değildir… Bu kadar senedir, yeteri kadar olmadığından, dünya karşısında boynu bükük duruyoruz; daha da çok olmalıdır ve bunun ekonomik sıkıntı ile alâkası da yoktur. Ama…
Ey kirayun-u kiram… Siz, bu memlekette, bu dış gezi heyetleri nasıl kurulur, biliyor musunuz? Ben hasbel kader mecliste bulunmakla, orada nasıl kurulduğunu biliyorum! Belediyeler de bundan hali değildir. Bu heyetlerin, nasıl oluştuğuna bakın asıl siz! Sizin cebinizden, dünya seyahatleri yapmanın, nasıl rotasyona bindirildiğine…
“Güney Kore Belediyesi” ile anlaşma yapıp, “Holywood Caddesi”nde holta atabilen, Fransızca konuşulan bir ülkeye, bir kelime Fransızca veya diplomasinin yürütüldüğü dili yeterince bilmeden, Pasifik okyanusunun ortasında da olsa, devletin cebinden gitmeye, utanmayanlardır asıl sorun…
GÜNEBAKAN KAPISI…
1966 yılıydı… Erenköy mücahitleri geri Türkiye’ye dönmüş, köy halkı kendi kendine kalmıştı… Moraller bozuk! Bizim de Lefke’de bir grubumuz var. Zamanın sancaktarı, gidip Erenköy’de bir moral günü, Yeşilırmak’ta da moral gecesi yapmamızı emretti. Emir demiri keser ama, Erenköy’e girmek öyle şaka değil o zaman…
Bir minibüse doluştuk, Yeşilırmak’ta bir durak yaptıktan sonra, “yallah bismillah” deyip, savaşın acılarını, uçak bombardımanının anılarını henüz çok taze yaşayan aradaki tek Rum köyü, Pirgo’ya hareket ettik. Köyün ortalarında bir yerdeki polis karakolunun önünde arabamız durduruldu. Önceden BM vasıtasıyla izin alınmış olduğu halde, indirildik… “Haberimiz yok, geçemezsiniz” denilerek, geri gönderildik. Yeşilırmak’tan Lefke ile telsiz bağlantısı kuruldu, emir emirdi! Gidecektik… Tekrar yola düştük, bu kez nasıl olduysa geçtik! Mansura’da bu defa yolumuzu asker kesti! Asker polisten insaflı idi… Bizi onlar da indirdiler ama kendi oturdukları masada yer gösterip, yememiz için incir ikram ettiler. Biz, incirlerimizi yerken, onlar üstleri ile konuşmaya gittiler. Rum ercik geri döndüğünde, “ Bütün bu yerler sizindi… Sizinkiler korkak olduğundan, şimdi bizim” gibi bir lâf etti… İncir boğazımızda kaldı… Çocuk aklımla bile, savaşa karşı, insancıl biriydim ama içimden “Ulan” dedim, “size iyi mi yaptılar acaba?”
Ve biz, Erenköy’e vardık! Yolun ortasında dik yukarı duran bir araba vardı, icabında devirip geçişi kapamak için… İlk aklımda kalan o! O zamanlar o köye girmek, öyle her babayiğidin harcı değildi dedik ya… Büyük Dillirga Savaşı’ndan beri, bir efsane idi Erenköy! Son gidişimde yerinde yeller estiğini gördüğüm, kerpiç bir binanın avlusuna halk toplanmış, bizi bekliyordu. Ve Erenköy’de o zaman elektrik yoktu! Veya vardı da ellerindeki jeneratör yakıtı, böyle müziğe harcanamayacak kadar kıttı! Biz nefesliler ve bateri ile durumu idare ettik… “Kaş kararmadan” Yeşilırmak’a dönmek emrini almıştık, yemek yiyip, hemen ayrıldık… Ayni yolu geri dönerken, Günebakan’a vardığımızda, ferah rüzgârlar esermiş gibi hissettiğim, aklımda… O akşam, Yeşilırmak’ta ışıklar altında çalarken, sanki de bir başka dünyada idik… Orada jeneratör de vardı, benzin de anlaşılan…
Bugün açılmakta olan kapı, işte o Günebakan Kapısı’dır. 1974’ten beri kapalı! Ve doğruyu söylemek gerekirse, bizden çok işte o Pirgo köylülerinin işine yarayacaktır. Ancak, unutulmamalıdır ki açılan her kapı, adadaki durumu normalleştirmeye doğru atılmış bir adımdır. O bölge insanı, kırk yılı aşkın bir süredir, normalleşmenin, normal bir hayat sürmenin nasıl bir şey olduğunu unuttu sanki! 1963’ten 1974’e kadar, Yeşilırmak’lılar, bir garnizon içinde, kadını, erkeği, çoluk çocuğu ile asker olarak yaşadılar. 74’te her yer alındı, Yeşilırmak fazlaydı herhalde… O kaldı… Kendileri taarruz edip, Türk bölgesi ile kendileri birleştiler! Bu da unutuldu herhalde… Şimdilerde başçavuşlar bile köy kahvesine gidip, insanlara Türk olmayı öğretmeye kalkıyor! Köylünün kendi canı ile kurtardığı, yalnız kanı ile değil, teri ile de suladığı toprağı, her fırsatta, bin bir bahane ile elinden alınmaya uğraşılıyor. Açılışa gitmek isteyen köylüye, “sizi kabul etmem, gelmeyin” denilebiliniyor! Kendi kanları ile koruyup bu güne gelmesine vesile oldukları topraklarında serbest dolaşmaları bile engelleniyor! Bu kapı, umarım Yeşilırmak’ı da tek yol olmaktan kurtarırken, köylüye de bir yararı dokunur.
Çok zamansız, çok erken ve ansızın kaybettiğimiz, numarasını telefonumdan silemediğim eski muhtar Göksel Kabaran, “Bu kapıyı niçin açmalıyız?” diye soranlara, “ Hiç değilse, normal bir köy haline gelmemiz için…” diye yanıt verirdi. Onun ve Musa dostumun emeklerini de unutmayalım…
GÜNÜN HABERLERİ
Dünkü haberler arasında benim en çok dikkatimi çeken, iki tanesiydi. Elbette Taksim’de patlayan canlı bomba da önemli ama o meydanda neler, neler yaşamış biri olarak, kusura kalınmaya o “vak’a-i adiye”den gibi geldi bana…
İlk önemli haber, bence Avrupa Konseyi parlamenterler Assemblesi Başkanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun, Güney Kıbrıs’a yaptığı ziyaret… Çavuşoğlu, Lârnaka’da iki kutsal mekânı ziyaret etmeyi koymuş plânına: Hala Sultan Tekkesi ve St. Lazarus Kilisesi… Bu dersine çok iyi çalıştığının bir göstergesi. Çünkü bizim Hala Sultan dediğimiz Ümmül Haram, Hz. Muhammet’in “sahabesinden”dir… Yâni bire bir muhatap olduğu yakınlarından biridir. St. Lazarus ise Hz. İsa’nın sahabesinden biridir. Hristiyan inancına göre, Lazarus Berthelem’de ölmüş, ve Hz. İsa onu canlandırarak, Lârnaka’ya piskopos olarak görevle göndermiştir. Bu “canlandırma” Hz. İsa’nın mucize göstererek, peygamberliğini kanıtladığı olaydır. Bizim peygamberimizin o mağara hikâyesi var ya? Hani kendini kovalayanlardan gizlenmek için bir mağaraya giriyor da örümcek hemen mağaranın ağzına bir ağ örüveriyor! Bu mucize ile peygamberliği belli oluyor… St. Lazarus da deyim yerinde ise Hz. İsa’nın “örümceği”dir…
Lârnaka, böyle bir şehir! Bir ucunda Hristiyanlık’ın mucizesi yatıyor… Öteki ucunda da İslâmiyet’in… Gerçi her iki örnek de “ruhani” bir özellik taşıyorlar. Zaten din, rasyonel bulguya değil; imana dayalı bir alandır… Aslında Hala Sultan, vefatından çok sonra birisi o noktada yatıyor diye bir rüya gördüğü için inşa edilen türbe etrafında oluşturulmuş bir tekkedir; Lazarus’un yattığı varsayılan mezar ise bugün açık ve boştur. Çünkü bir tarihte Fransızlar’ın cesedi Marsilya’ya kaçırdıkları ileri sürülmektedir. Lazarus ayni zamanda Hristiyanlık’ta cüzzamlılar’ın ve avcıların da piri sayılır… Tam da zamanı yani hazreti ziyaret etmenin… Konumuz Lârnaka değil yoksa burada Zuhuri Baba ile Turabi Dede’den de bahsetmezsek, konu eksik kalırdı… Hele Turabi Dede… Ada Türkleri’nin adıyla şanıyla gidip mum diktikleri, Rumları’nınsa “Ayios Arap” diye tapındıkları Bektaşi Dedesi… Sanırım asıl o kültürlerin geçirgenliğinin ve adadaki tarihsel yaşam birliğinin sembolü olarak ziyaret edilmeye değerdi… Neyse… Sevgili komşularımız tahrip ettiler ama onu da bir gün; sayın Eroğlu ziyaret eder, belki…
Demem o ki: Çavuşoğlu’nun ziyaret seçimi hem çok isabetli hem de çok anlamlı…
Uluslar arası plâtformlarda, ortalama bir değer edinmek isterseniz, oranın ortalama değerlerine uyum sağlamak zorundasınız. Eğer öyle bir makamda oturursanız, sizin kendi devletinizin tanımadığı bir devleti de ziyaret etmek zorundasınızdır. Çünkü devletiniz tanımasa bile, başkanı olduğunuz kurum tanıyor. Ya dünyada hiçbir uluslar arası kuruluşa başkan, yönetici v.s. olmayacaksınız, veya olursanız onun değerlerine de saygı göstereceksiniz… Bunu Mısırlı bir diplomattan dinlemiştim İslâm Konferansı’nda…
Benim asıl merakla beklediğim ise başka bir olaydır: 2012 yılında AB’nin dönem başkanı, Kıbrıs! Türkiye’nin AB hevesi, sürer veya bazılarının canlarını yedikleri gibi sona erer… O hiç mühim değil. İçinde, dışında ya da kapısındasınız, mesele değil… Ama AB Dönem Başkanı, Ankara’yı ziyaret etmek isterse, reddedemezsiniz… Gelince, “kırmızı halı” protokolü uygulamadan kaçınamazsınız! Bu Urum, kalkar gider mi? Kör olayım ki bin beterini de yapar! Sizin Hristofyas’ın damadının İstanbul’da master yapıp, Türkçesini geliştirdiğinden haberiniz var mı? Ha… Ona göre yani…
Dün ilgimi çeken öteki haber arada kaynayacak gibi ama o da şuydu:
Bu mülkiyet meselesinin çözülmesi için, herkes elinde tuttuğu Rum malının, 1/3 değerini, kendi cebinden ödeyecekmiş! Efendim bu Rum görüşü değil ha! Bizim tarafta dile getiriliyor…
HADİ DA GENE GREV VAR…
Sendikal Platform adına Arslan Bıçaklı’yı dinledim dün arabada Karpaz’dan dönerken… Genel Grev ve 28 Ocak’ta eylem çağrısı yapmaktaydı…
Bana kalırsa durumumuz şu:
Kuzey Kıbrıs’ın ekonomik durumu, politik durumuna bağlı olduğundan, Kıbrıs Sorunu çözülmeden, burada sürdürülebilir bir ekonomik yapı kurmanın, olanağı yoktur. Çünkü, uçak olsun, gemi olsun, telefon olsun, Türkiye’ye uğramadan uluslar arası alana çıkmanın olanağı yoktur bugün için. Ve bu da maliyetleri yükseltip, rekabet şansımızı sıfıra indirmektedir. Öte yandan, Kıbrıslı Türk, kendini yüzyıllardan beri olduğu gibi, kimseyle değil, Kıbrıslı Rum ile kıyaslamaktadır. 1974’te bile kişi başına düşen gelir açısından, Rumlar ile aramızdaki fark, 400 dolardan ibaretti. Oysa şimdi, fark, nerdeyse 10bin dolar seviyesindedir. Ve üstelik bizdeki fiatlar, güneyin iki katı düzeyindedir. Yani yaşam kalitemiz, Kıbrıslı Rumlara kıyasla yarı yarıyadan da daha geridedir. O zaman, “bu nasıl kurtarılmak” lâfı, insanlar söylemese de beyinlerinin bir yerinde, yanıp sönmeye devam etmektedir. Çözüm hevesinin altında yatan da budur…
Beri yandan, 74 sonrasında oluşturulan ekonomik sistemin sürdürülebilir olamayacağı da gizli bir şey değildi. Bile bile kuruldu yani… Politik bir iddiayı kanıtlamak üzere! Ecevit’in,” Kıbrıs’ta bir vitrin kurup, dünyayı etkileyeceğiz” sözleri, benim aklımdadır. Bu ne demekti? Ekonomik olmasa bile, açığı biz karşılayıp, direneceğiz demekti… Türkçe konuşuyoruz burada… Değil ana dilimiz, nene dilimiz bile Türkçe… Türkçe söylenen lâfın alt anlamını anlamak için tercümana ihtiyacımız yok…
Şimdi bazı Türkiyeli memurlar ve onların sözcüsü birkaç taşra politikacısı ile yalaka gazeteci, zaten İngiliz Döneminden beri mevcut olan, Anadolu ile aramızdaki yaşam standardı farkına “gıcık” olunca, zaten yürüyemeyeceğini bildiğimiz ekonomik sistemsizliğimize yaptıkları katkıyı, geri çekiyorlar. Asıl istedikleri, yaşam düzeyimizi aşağı çekmek… “Neden biz finanse edelim?” diyorlar. Anadolu’dan bakınca, haklı gibi görünüyor. Oysa değil! Çünkü bunu biz istemedik! Onlar bize dayattı…
Şimdi, işin içinden çıkmak için, Kıbrıs Sorunu’nu çözmek gerektiğinde herkes hemfikir ama karşı tarafın da eli armut devşirmiyor. Durumun bu olduğunu kavrayınca, onlar da elbette ki direnip, alabileceklerinin tümünü almayı beklemek politikası güdüyorlar. Ama asıl önemlisi, buradaki yaşam düzeyine gıcık olarak, bizi geriletmek için elinden geleni yapan Anadolu taşra politikacıları ile memurlarının, iş çözüme gelince de “durun bakalım” demesi! “Bekleyin de sizi kendi AB maceramızda da kullanmamız gerekiyor… O bitsin, çözüm de yaparız…” Bu tevatür değildir ha! Muğla milletvekillerinden biri bizzat bana söyledi… AKP’li değil…
Bir gece yatakta, Nasrettin Hoca’yı karısı dürtmüş: “Kalk, aşağıdan sesler geliyor. Eve hırsız girdi… “ Hoca fırlayıp, alt kata seyirtmiş… Hanım yatakta bekler, gelen giden yok… Sonunda dayanamamış, bağırmış: “Hocaaaa… Ne yapıyorsun?” Cevap: “Hırsızı yakaladım”… “Al gel o zaman…” “Gelmiyoooor…” “Bırak gitsin sen gel madem öyleeee… “ Cevaptır: “ Bırakmıyoooorrrr…”
Durum budur…
Kardeşim, çıktın geldin, canımızı kurtardın… Şimdi yukarıda Allah varsa, inkâr eden kör olur… Sağol, Varol, berhüdar ol…
Ama Türk lirası serbest piyasada konvertabıl olursa ne olur diye, üstümüzde deney yapıp, anamızı ağlattın… Yürümeyecek bir ekonomik sistemi zorla empoze edip, “açıkları biz karşılarız” diye söz de verdin… Şimdi pişman oldun, amenna…
Ya artık AB yolunda çözüleceği aşikâr olan bu meseleyi çözmemize kadar yardıma devam et… Ya da bu defa bilmeden değil, bilerek bir hata daha yapıp, bırak çözelim… Nasrettin Hoca yalnız senin mi atan?
Bu millet, 1943’te 2. Dünya Savaşı sürerken, sendika kurup, İngiliz’e hava alanı inşaatında grev yapmış millettir, bilesiniz… Dünya imparatorluğundan korkmadı, kimseden de korkmaz… Babasından bile korkmaz…
HADİ DA GENE GREV VAR…
Sendikal Platform adına Arslan Bıçaklı’yı dinledim dün arabada Karpaz’dan dönerken… Genel Grev ve 28 Ocak’ta eylem çağrısı yapmaktaydı…
Bana kalırsa durumumuz şu:
Kuzey Kıbrıs’ın ekonomik durumu, politik durumuna bağlı olduğundan, Kıbrıs Sorunu çözülmeden, burada sürdürülebilir bir ekonomik yapı kurmanın, olanağı yoktur. Çünkü, uçak olsun, gemi olsun, telefon olsun, Türkiye’ye uğramadan uluslar arası alana çıkmanın olanağı yoktur bugün için. Ve bu da maliyetleri yükseltip, rekabet şansımızı sıfıra indirmektedir. Öte yandan, Kıbrıslı Türk, kendini yüzyıllardan beri olduğu gibi, kimseyle değil, Kıbrıslı Rum ile kıyaslamaktadır. 1974’te bile kişi başına düşen gelir açısından, Rumlar ile aramızdaki fark, 400 dolardan ibaretti. Oysa şimdi, fark, nerdeyse 10bin dolar seviyesindedir. Ve üstelik bizdeki fiatlar, güneyin iki katı düzeyindedir. Yani yaşam kalitemiz, Kıbrıslı Rumlara kıyasla yarı yarıyadan da daha geridedir. O zaman, “bu nasıl kurtarılmak” lâfı, insanlar söylemese de beyinlerinin bir yerinde, yanıp sönmeye devam etmektedir. Çözüm hevesinin altında yatan da budur…
Beri yandan, 74 sonrasında oluşturulan ekonomik sistemin sürdürülebilir olamayacağı da gizli bir şey değildi. Bile bile kuruldu yani… Politik bir iddiayı kanıtlamak üzere! Ecevit’in,” Kıbrıs’ta bir vitrin kurup, dünyayı etkileyeceğiz” sözleri, benim aklımdadır. Bu ne demekti? Ekonomik olmasa bile, açığı biz karşılayıp, direneceğiz demekti… Türkçe konuşuyoruz burada… Değil ana dilimiz, nene dilimiz bile Türkçe… Türkçe söylenen lâfın alt anlamını anlamak için tercümana ihtiyacımız yok…
Şimdi bazı Türkiyeli memurlar ve onların sözcüsü birkaç taşra politikacısı ile yalaka gazeteci, zaten İngiliz Döneminden beri mevcut olan, Anadolu ile aramızdaki yaşam standardı farkına “gıcık” olunca, zaten yürüyemeyeceğini bildiğimiz ekonomik sistemsizliğimize yaptıkları katkıyı, geri çekiyorlar. Asıl istedikleri, yaşam düzeyimizi aşağı çekmek… “Neden biz finanse edelim?” diyorlar. Anadolu’dan bakınca, haklı gibi görünüyor. Oysa değil! Çünkü bunu biz istemedik! Onlar bize dayattı…
Şimdi, işin içinden çıkmak için, Kıbrıs Sorunu’nu çözmek gerektiğinde herkes hemfikir ama karşı tarafın da eli armut devşirmiyor. Durumun bu olduğunu kavrayınca, onlar da elbette ki direnip, alabileceklerinin tümünü almayı beklemek politikası güdüyorlar. Ama asıl önemlisi, buradaki yaşam düzeyine gıcık olarak, bizi geriletmek için elinden geleni yapan Anadolu taşra politikacıları ile memurlarının, iş çözüme gelince de “durun bakalım” demesi! “Bekleyin de sizi kendi AB maceramızda da kullanmamız gerekiyor… O bitsin, çözüm de yaparız…” Bu tevatür değildir ha! Muğla milletvekillerinden biri bizzat bana söyledi… AKP’li değil…
Bir gece yatakta, Nasrettin Hoca’yı karısı dürtmüş: “Kalk, aşağıdan sesler geliyor. Eve hırsız girdi… “ Hoca fırlayıp, alt kata seyirtmiş… Hanım yatakta bekler, gelen giden yok… Sonunda dayanamamış, bağırmış: “Hocaaaa… Ne yapıyorsun?” Cevap: “Hırsızı yakaladım”… “Al gel o zaman…” “Gelmiyoooor…” “Bırak gitsin sen gel madem öyleeee… “ Cevaptır: “ Bırakmıyoooorrrr…”
Durum budur…
Kardeşim, çıktın geldin, canımızı kurtardın… Şimdi yukarıda Allah varsa, inkâr eden kör olur… Sağol, Varol, berhüdar ol…
Ama Türk lirası serbest piyasada konvertabıl olursa ne olur diye, üstümüzde deney yapıp, anamızı ağlattın… Yürümeyecek bir ekonomik sistemi zorla empoze edip, “açıkları biz karşılarız” diye söz de verdin… Şimdi pişman oldun, amenna…
Ya artık AB yolunda çözüleceği aşikâr olan bu meseleyi çözmemize kadar yardıma devam et… Ya da bu defa bilmeden değil, bilerek bir hata daha yapıp, bırak çözelim… Nasrettin Hoca yalnız senin mi atan?
Bu millet, 1943’te 2. Dünya Savaşı sürerken, sendika kurup, İngiliz’e hava alanı inşaatında grev yapmış millettir, bilesiniz… Dünya imparatorluğundan korkmadı, kimseden de korkmaz… Babasından bile korkmaz…
İNGİLİZ POLİTİKALARI
Bir zamanlar, Amerikalı bir diplomatla görüşüyorduk. Bana, “Ne dersin bu Kıbrıs Sorunu’nu çözebilecek miyiz?” dedi… Aldı beni bir gülme… “Bana mı soruyorsunuz?”
Sözlerimdeki ironiyi kaptı! “Hiç bizi suçlamaya kalkmayın, bu işi biz çıkarmadık… Sizi dünyanın başına İngilizler sardı…”dedi… “Açıklarım bu söylediklerinizi” deyince de “Ben de inkâr ederim, ne olacak?” deyip, tartışmayı kapattı…
Birkaç gün önce İngiltere’nin eski Dışişleri Bakanı’nın, “ Son turu yaşıyoruz. Bu da olmazsa, adada kalıcı bölünmeye gidilecek” anlamındaki sözlerini okuduk. Straw, bu görüşünü, Financial Times’da yayınlanan bir makalesinde dile getirmişti. Birkaç gün sonra da bu kez eski değil, görevdeki bir İngiliz bakanın, tam ters görüşler içeren demeci düştü ajans haberlerine. İngiltere’nin Avrupa İşlerinden Sorumlu Bakan’ı David Lidington, “Kıbrıs’ın bölünmesine veya başka bir ülke ile birleşmesine karşıyız ve engel olacağız.” Deyiverdi.
Olur mu? Olur… Çünkü İngiltere hem adanın üç garantöründen biri ve hem de Kıbrıslılar’a “bağımsızlık”ı deyim yerinde ise “lütfeden” hükümetin bir bakanı! Bitmedi, üstüne üstlük, adada 99 mil kare de “egemen” toprağı var…
Ne var ki, bu “adayı bölme” lâfını icat eden devlet de Amerikalı diplomatın söylediği gibi, İngiltere! Gerçi Yunanistan’la birleşmek üzere ayaklanan komşularımız Kıbrıslı Rumlar’ın, Britanya’nın önerdiği “Self Government” önerisini kabul etmemeleri üzerine bir tehdit olarak dile getirilmişti ama diş macunu tüpünden öyle çıktı… İngiltere’nin, “bölelim” önerisini ilk defa kim ciddiye aldı biliyor musunuz?
Bence bilemediniz! Türkiye değil, Yunanistan!! Yunan Dışişleri Bakanı Averof, Türkiye’nin Atina büyükelçisi Esenbel’e bu öneriyi, bizzat yaptığında, TC Başbakanı Adnan Menderes, “Bir vatan toprağı, terzinin kumaşı mı ki bölelim?” diye reddetmişti… Sonra Averof da tevil yoluna gitti, söylediğini inkâr etti ama raporlar hariciyede duruyor. TC Hükümeti’nin bu “Taksim” lâfını kabullenmesi, 1958 Kasım-Aralık aylarında, başbakan’ın mecliste yaptığı bir konuşma ile gündeme geldi. CHP buna karşı çıkmış ve İstanbul milletvekili Kerim İsmail İncedayı, Menderes’i “vatanı satmakla” itham etmişti… “Kıbrıs Türk’tü, Türk kalacak”tı… O sıralarda zaten İngiltere Mc Millan Plânı’nı yürürlüğe koymuştu. Ondan kurtulmak isteyen Makarios, bağımsızlık tezini ortaya atınca, suyun yolu değişiverdi. Ancak, tarih de dünya alem de bilir ki Türkiye’yi Kıbrıs meselesinin içine sokan da İngiltere’dir, TAKSİM diye, adayı bölme plânını dillendirip, taraflara teklif eden de…
Hükümette olduğumuz dönemde, İngiliz diplomatların bize anlattıkları ile Hristofyas’la başbakanlarının ilân ettiği memorandum, birbiri ile çelişince, gösterdiğimiz sert tepki üzerine, bizi ikna turları yaptıkları esnada, görüştükleri CTP yöneticilerinden biri de bendim. Diplomat olmadığımdan, klâsik terbiyeyi koruyup, isim vermeyeceğim. Ama önemli bir diplomat, bana durumu izah etmeye çalışırken, “Bunu yapmak zorundaydık! Çünkü, Rumlar bizi öteden beri düşman olarak kabul ettiklerinden dolayı, burada etkili olamıyoruz. Dolayısıyla, barışa katkı da yapamıyoruz. Rum ağzı ile konuşursak, belki bizi artık dost kabul ederler ve çözüme biz de katkıda bulunuruz.” Dediydi… Nasıl?
Yanıtını nezaket kuralları içinde verdim tabii… “1878’den beri Rumlar bizi, sizinle iş birliği yapmakla suçluyor ve düşman görüyorlar. Demek ki atalarımız tarihsel bir hata yapmışlar! Tabii bizim diplomatik deneyimimiz, sizinkinin yanında önemsiz… Keşke biz de ta başından Rum ağzıyla konuşsaymışız… Çözüme daha çok katkımız olurdu! Yüz elli yıldır, hata yapıyoruz demek ki…”
Şimdi, Straw mu doğruyu söylüyor? Lidington mu? Biri iyi, öteki kötü polis mi? Öyleyse “master mind” ne diyor? Asıl İngiliz politikası ne?
Bilebilmek için, yüz yıl sonra bunların bugünkü resmi yazışmalarını okumayı beklemek gerek…
İPE DİZİLEN SEÇİLMİŞLER VE SEFA KARAHASAN…
Sefa Karahasan’ın, “Seçilenler İpe Dizilirse” başlıklı yazısı, reaksiyon uyandırdı. Ben de kızdım ve yazısının altına bir blog attım… “İpe dizilen seçilmişler” bazılarının hoşuna gitse de özünde bu ülkenin seçilmiş meclisine, ve bazılarının aksi yerlerine batan demokrasisine bir saldırıdır. Ben öyle algıladım…
Sefa kırılmış, üzülmüş… Üzüntülerini bana telefon açıp dile getirdi, sağolsun… “Siz bile ayırımcılık yapıyorsunuz” diyor… Haksızdır! Ayrımcılığı bu memlekette başlatan taraf, biz değiliz! Ve sonra, adamı kendi memleketinde aşağılamaya kalkan her yabancıya, yabancı olduğu hatırlatılır. Örneğin bir Kıbrıslı olarak gidin, Giresun’da sağa sola akıllar fikirler vermeye kalkın ve ne olacağını görün… Sadece tepki ile kurtulursanız, kendinizi gazi sayabilirsiniz…
Bu ülkede ilk çıkan değil ama bugüne ulaşan ilk gazete 1891’de yayınlanan Zaman’dır ki başyazarı, Muzaferüddin Galip Bey’dir… İstanbul’lu bir jöntürk… Zaman’ın yayıncısı ve yazarları arasındaki çekişme sonucu, oradan ayrılanların çıkardığı Kıbrıs gazetesinin başyazarı ise Kırımlı İsmail’dir…
Yâni ortada “Sen Kıbrıslı değilsin, konuşmaya hakkın yok” tavrı hiç de olmadı… 1960’lı yıllarda Bozkurt’ta uzun süre yazan Tekin Yüksel var aklımda. İstanbul’lu idi… Milliyet muhabiri Ömer Sami Coşar, Metin Çatan v.b. bir hayli Kıbrıs’ta doğmamış gazeteci de Kıbrıs Türk basınında kalem oynatmıştır. Kimse yadırgamadı… Belki Kıbrıs ve Kıbrıs tarihini iyi öğrendiklerinden, belki de bilmedikleri konularda akıl vermeye kalkmadıklarından dolayı, kimse kendilerine “kış” demedi…
Ama son dönemde iki genç var ki, sanki de biz burada yüzeli yıl Rumlar ve İngilizlerle boğuşurken, “günlerden bir dün, Denizli’de, Giresun’da analardan bir ana bir çocuk doğursun; o çocuk Türkiye’de üniversite kazanamasın, mecburi gelip buraya öğrenci yazılsın da yüz elli yıldır bizim aklımıza gelmeyen akılları fikirleri, bize verip; bizi kurtarsınlar” diye beklemişiz gibi… Bir tanesine bunu kendi tv programında yüzüne karşı söyledim.
Şimdi, sevgili Sefa da yabancısı olduğu bir memlekette, (Yabacısıdır, yemesin bizi! Ben Karadeniz’de yıllarca çalıştım, yerlisi olabildim mi? Giresun’a gidip, “fındık taban fiyatı çok fazladır” diye yazsam bir yerel gazetede, eleştiri almakla mı kalırım?) bilmediği, haberdar olmadığı o ülkenin geleneklerine, farkına varmadan saldırıp, yanıt alınca da üzülüyor. Bu memlekette sendikal geleneğin, İngiliz döneminde başladığından, 2.Dünya Savaşı esnasında bu adada sendikaların hava alanı inşasında grev yaptıklarından, haberi yok! Sendikacılara bakışı, İngiliz sömürge valisinden daha geride, bize eleştiri yapıyor… Oysa 1943’te Türkiye’de sendika yasaktı… Değil savaş esnasında grev…
Geleneğin kökeninde ne yattığını bilmiyor çünkü… Bugün esip gürledikleri KTÖS’ün, vakti zamanında TMT’nin çekirdeğini oluşturmaktan gelen bir öz güvenden dolayı, hükümet falan takmadığını bilmediklerinden, Şener Elçil’e verip veriştiriyorlar. Çünkü bilmiyorlar ki Girne Boğazı’nı elde tüfekle vuruşarak, ele geçirip, 1974’te kullanılmasını sağlayan adam, o sendikanın kurucularından biridir ve özgüveninin altında yatan da budur… Arif Hasan Tahsin! Onun için “Ben sizden Kıbrıslıyım” diyene “Hasss…” demekten başka lâf bulamamıştır.
Farklı tarih, farklı gelenekler yaratır… Türkiye’de öğretmen sendikalarının üyelerinin, milli mücadelenin başını çekmek gibi bir geçmişi yok ki bu kadar saygın olabilsinler…
Kıbrıs, Türkiye değildir… Bunu anlamamakta ısrar edip, soruyorlar: “Ne farkımız var?”
Sen hiç dünya üzerinde sahipsiz bırakılıp, yüz bin kişi, dünya imparatorluğu’nun sömürgesi olup; bu cendereden yok olmadan çıkabildin mi kardeşim? 1958 Haziran’da EOKA’yı kendi imal ettiğin çakar almazlarla yenene kadar, sana “siz bizim meselemiz değilsiniz” dendi mi hiç?
Ben ön dördümde dağa çıktım, sen muhtemelen bedelliyi bekliyorsun burada oyalanıp! Aramızdaki fark işte bu kadarcıktır…
Onun için Giresun’da sana doğru gibi gelen, Girne’de yanlıştır… Bunları kavradıktan sonra, yaz kardeşim… Mesele yok!
IRKÇI RUM PARTİSİ
Güney’de ırkçı bir parti kuruluyormuş! Başlangıç olarak altı yüz imza toplamışlar… Hayırlı olsun!
Annan Planı’nı tartıştığımız günlerde, bizim güneydeki şovenistlerin sayısını küçümsememiz karşısında, Rauf Bey demişti ki: “ Siz bunları sayısının azlığına bakmayın! Rumlar’ın toplumsal yapısı, bizimkinden farklıdır. Bunların solu, sizin kadar yürekli değildir… Halk yapısı da ayni… Nasıl 1955’te üç yüz EOKA mensubunun birkaç ay süren terörü, tümünün de yılıp, ya evine kapanması veya o cepheye katılmasına neden olduysa, şimdi de kısa bir terör dönemi, o birkaç yüz fanatiğin, bütün toplumu peşine takması sonucunu verir… Aklınızı başınıza toplayın…”
Bu lâfları, o zaman kulağıma küpe yaptıydım çünkü, ABD Büyükelçiliğinin Fullbright Center’de düzenlediği bir tartışma toplantısında, “Biz garantilerde ısrar edeceğiz çünkü EOKA’dan korkuyor bizim halkımız.” Dediğimde, karşımdaki Rum akademisyen arkadaşım, “E biz korkmuyor muyuz? Biz de korkuyoruz!” diye yanıtlarken beni, ayrıntı yazarsam kim olduğu anlaşılacak olan bir hanım da başını aşağı yukarı sallayarak, onu onaylamıştı.
Ancak, Avrupa Birliği koşullarında ırkçılık yasaklandığı için, bu defa ırkçı bir organizasyonun kurulamayacağını düşündüğümden, Annan Planı tartışmalarında, plandan yana tavrımı şiddetle sürdürdüm. BRT TV’deki bir tartışmada, karşımda Enver Öztürk müydü, yoksa Çavlan Süerdem mi şimdi unuttum, bu konuyu gündeme getirdiklerinde de aynı yanıtı vermiştim:
“ Avrupa Birliği’nde, ırkçılık yasaktır. Değil ırkçı organizasyon, hiçbir biçimde ayrımcılık da yapılamaz yasaktır. Homoseksüele “puşt” diyemezsiniz, yasaktır! Değil ırkçı organizasyon, ırkçı lâf edemezsiniz. Yasaktır… Köpek Türk diyen de hapse girer; Gehbe Yunan diyen de… O bakımdan, bana kalırsa siz de ayağınızı denk alın, jargonunuzu değiştirmeye bakın… Yoksa sizi biz bile kurtaramayız o şartlarda… Onun için korkmayın! Dünyada aptal çok… Üç beş ırkçı faşist Rum, böyle bir niyette bulunabilir ama eyleme döktükleri anda, AB Yasaları gereği, güneş yüzü göremezler. Bu artık siyasi değil, adi bir suçtur. Muhatabı da siyaset değil, polistir…”
Hukuksal durum, tam da budur… Ancak:
Geçen haftalarda, Lârnaka Belediye Başkanı’nın, hukukun içinde olanları, “dikkat edin de can da vereceksiniz bu gidişle, susun ve yılın…” diye, hukukun dışında olanların tepkilerine karşı sinmeye çağırdığını okuduğum zaman aklıma Rauf Bey’in söyledikleri geldi! Çünkü siyaseti hukuk belirlemiyor! Tam tersine hukuku yapan, siyasettir… Ve iş bu raddeye geldiğinde, Kıbrıs Rum Solu’nun verdiği sınavı geçtiği de söylenemez. Kavazoğlu’nu bile koruyamadılar…
Şovenizme karşı çıkmak, önce kendinizinkine karşı çıkmayı gerektirir ama karşı tarafın şovenizmi hakkında söz söyleme hakkınızı da elinizden almaz! Hadi vakt-i zamanında, sömürge yönetimi altındaydınız… Hadi o zamanlar elinizde şimdiki AB yasaları gibi kurallar yoktu… Hadi o devranda, kilise karşısında çok zayıftınız… Şimdi de bu birkaç yüz faşistten yılacaksanız, bakın size rahmetli Gimişi’nin bir lâfını hatırlatayım be yoldaşlar: Biz burada kırk yıl aslanın ağzında oynadık bu oyunu! Biz yılmayız… Yılmayacağız da… Kanıt, tarihtir…
Herhangi bir insanın sırf Helen soyundan gelmediği ve Ortodoks Hristiyan olmadığı için kılına zarar gelmesi halinde de önce sizden hesap soracağız… Elinizdeki AB Yasalarını uygulamaktan korkup, Rauf Bey’i bir kez daha haklı çıkardığınız için… Hükümetsiniz bu defa…
Yazılarımı okuyup tercüme etmekle görevli yoldaş, bunu Yoldaş Başkan’a iletmezse, hatırım kalır…
Kimse, hiç kimseden kendine diskrimanasyon uygulanmasını isteyenlere hoş görü ile bakma politikası güden bir yapıyı benimsemesini isteyemez. İster Wilson Prensipleri’ne bakınız, ister Lenin’e, meşrebinize uymazsa AB Müktesebatını gözden geçirin.
Kıbrıs böyle bölündü… Kendi faşistlerinizden korka, korka…
KIBRIS MESELLERİ HAKKINDA
Yunan mitolojisi, yalnız bugünü değil, yukarı barbarlık çağı ile kölecilik arasındaki geçişi, ya da anaerkil toplumun, ataerkile evrilme dönemini de anlatan sonu gelmez bir kaynaktır. Mitolojide efsane diye aktarılan kimi şeylerin, gerçek olduğunu tarih ve arkeoloji sonradan ortaya koymuşlardır koymasına ama yine de bu hikayeleri, modern tarihle ayni derekede ele almak, mümkün değildir, elbette... Şimdi ele alacağımız hikayede, İzmir'in bir Kıbrıslı tarafından kurulmasına değgin bir söylence ile birlikte, mersin ağacının kutsanmasının kökenini de ele alacağız.
Zamanın birinde, Kıbrıs Kralı Kinyras'ın bir kızı olur. Kıza, Miryna adı verilir. Miryna büyüyüp serpildikçe, güzelleşmeye başlar. Sonunda o kadar hoş ve güzel bir genç kız olur ki, görenler seyrine doyamaz. Annesi Kıbrıs Kraliçesi, kızının güzelliğnden o kadar gururludur ki, sağda solda, kızının Afrodit'ten bile güzel olduğunu söyleyip, övünmeye başlar. Sonunda, kraliçenin sözleri, Güzellik ve Aşk Tanrıçası'nın kulağına gider. Afrodit, bu söylentiye çok bozulur ve kızı görmek ister. Miryna'yı gören tanrıça, kızın gerçekten çok güzel olduğunu da fark edince, hırsı kıskançlığa dönüşür. Öyle birşey yapmaya karar verir ki Miryna Kıbrıs'ta yaşamaya devam edemesin ve adanın en güzel kadını sıfatı, kendisinden başkasına layık görülemesin.
Aşifte tanrıça Afrodit'in planı, haincedir:
Mirina'yı, babası Kral Kinyras'a aşık eder. Kendi babasına. Böylece, kraliçeye " kızın o kadar güzel ki kocan seni onunla aldattı" mesajı verilecektir. Zavallı Kral Kinyras, olup bitenin farkında değildir ama Miryna, kendi babası için, yanıp tutuşmaktadır. Sonunda, bir gece Mirina nedimesi ile anlaşarak, kralın koynuna girmek için, bir oyun yapar. Nedime, akşam yemeğinde krala o kadar çok şarap içirir ki, sonunda Kinyras, sarhoşluktan ne yaptığını bilemez hale düşer. Şaraptan sızan kral yatağına kaldırıldığında, o ne yaptığını bilemez halde uyurken, Miryna da soyunup silkinerek, yatağa kralın koynuna girer. Kinyras, sarhoş halde kızıyla sevişir ve uyuyakalır.
Şaraba eklenen ateşli aşk gecesinin sarhoşluğu ile sabah uyanıp da yanındaki güzelin yüzünü görmeye davranan Kral Kinyras, yanında çırılçıplak uyuyan ve bir gece önce seviştiği kadının kendi kızı olduğunu görünce, beyninden vurulmuşa dönerek, kılıcına davranır. Kızı, oracıkta öldürecektir. Bu esnada uyanan Miryna, yataktan fırlayarak çırılçıplak kaçmaya başlar. Ardında da elinde kocaman kılıcı ile, babası Kıbrıs Kralı Kinyras...
Bu kaçma kovalama, kral kızı yakalayıncaya kadar, sürer. Mirina'yı yakalayan Kinyras, onu öldürmek üzere, tam da kılıcını kaldırdığı sırada, kız aniden bir Mersin Ağacı'na döner ve böylece canı kurtulur.
Miryna masumiyetin sembolü olup, Afrodit'in komplosuna kurban gittiği için, onun canını kurtaran Mersin Ağacı, o zamandan sonra, kutsal kabul edilmeye başlanır. Kız ise artık adada barınamayacağından, buradan ayrılıp, Ege Denizi kıyısında yaşayabileceği bir yer aramaya başlar. Sonunda, bir koyda yerleşmeye karar verir. Burada yerleşir ve etrafına toplananlar, orada bir kent kurulmasına neden olurlar. Kent, önceleri Miryna'nın adıyla anılır. Zaman içinde, "Stin Miryna" "Miryna'dan geliyorum" deyimi, "Smirina" ya, Türk ağzında ise İzmir'e döner.
Mirryna, ayni zamanda Mersin ağacı da demektir. Kıbrıs ve Doğu Akdeniz ülkelerinde bu ağaca kutsal bazı işlevler atfedilmesinin altında, Yunan mitolojisinin, bu eski söylencesi yatmaktadır.
Bitti mi? Hayır…
Mirryna, babası ile kurduğu ilişkiden, bir erkek çocuğu doğurur: Adonis… Mitolojide, erkek güzelliğinin sembolüdür. O da tutup, kime aşık olsa beğenirsiniz? Afrodit’e… Buluştukları aşk yuvaları da Kıbrıs! Dali köyü… Zaten köyün adı Adonis’e adanmış!
Olan Myrrina’ya olur…
Ne güzel meseller, ha?
Dostları ilə paylaş: |