2. GLOBALLEŞME ve GİRİŞİMCİLİK ANLAYIŞI
Girişimcilik (entrepreneurship) kavramı, ekonomi biliminin doğum yüzyılı diyebileceğimiz 18.yüzyıla kadar gidebilen bir kavramdır. Bilimsel tanımı ilk kez 1803 yılında Jean Baptiste Say tarafından yapılmakla birlikte, Say’ın öncesinde de, bu tanım bağlamında faaliyetlerde bulunan sosyo-ekonomik sınıfların konu edildiği teorik çalışmalar elbette olmuştur. Cantillon, Condillac, Von Thünen, bu tür çalışmaları geliştirenler arasındadır. Say’ın tanımlaması ise, girişimci denilen yeni bir üretim faktörüne dikkat çekmiştir. Say, girişimciyi; toprak, emek ve sermayeyi temin ve organize ederek üretime yönlendiren faktör olarak tanımlamıştır (Schumpeter, 1982: 76). Böylelikle, fabrika sistemi, kitlesel üretim gibi özellikleri tasvir eden sanayileşme bağlamında ‘girişimci’ özel bir öneme sahip olmuştur.
20.yüzyıla gelindiğinde girişimcilik kavramına yeni boyutlar kazandırıldığı görülmektedir. Öncelikle 1921 yılında Frank Knight, ‘Risk, Uncertainty and Profit’ adlı eseriyle girişimcilik kavramına ‘risk’ boyutunu eklemiştir. Buna göre; girişimci, belirsizlik (uncertainty) altında risk üstlenen üretim faktörüdür (Knight, 2006: 290).
Knight’ın sonrasında 1934’te Joseph A. Schumpeter, girişimciye ‘yenilikçilik’ işlevini yüklemiş ve girişimciyi, ‘ekonomik gelişmeyi hızlandıran ve yenilik üreten üretim faktörü’ olarak tanımlamıştır (Devi ve Thangamuthu, 2006: 259).
Von Hayek (1937) ve Kirzner (1973) ise, Schumpeter’e karşıt bir görüş içinde olmuşlardır. Onlara göre; girişimci, değişimin kaynağı değil, değişime yanıt veren, karar vericidir. Karar vermek ise yenilik üretmek olmayıp bilgi ile ilişkilidir. Hayek ve Kirzner; girişimciyi, ‘bilgiyi edinen ve işleyen üretim faktörü’ olarak tanımlayarak, girişimcilik teorisinin evriminde ‘bilgi’ boyutunu açmışlardır (Devi ve Thangamuthu, 2006: 260).
Girişimcilik kavramının bu üç boyutu, risk, yenilikçilik ve bilgi globalleşme bağlamında önemleri artan kavramlardır.
Risk; dışa açıklığın, bağlantılılığın ve karmaşıklığın yoğunluğunu gündeme getiren globalleşme sürecinde özellikle önem kazanmaktadır. Yerel bir toplumsal öğe; bir insan, bir mal, bir anlam veya benzeri bir öğe, globallik kazandığında başka yerel olanlarla bağlantı kurmaktadır. Bu noktada, anlamını ve işlevini yitirme, başkalaşma, yok olma gibi riskler doğabilirken, bağlantı kurulan yerelin dönüştürülmesi, belki de yok edilmesi yönünde o yerel için de bir risk oluşturulabilmektedir. Global çapta yatırımları ya da ticari faaliyetleri olan bir girişimci de, yeni ulaştığı yerel noktalarda tüketicilerle ve diğer girişimcilerle bağlantı halindedir. Hatta aynı mekanda buluşma öncesinde de iletişim teknolojileri yoluyla bağlantı oluşturmaktadır. Girişimciler bu bağlamda, o yerel pazarda tutunamama, kâr edememe gibi risklerle karşı karşıyadırlar. Bu da, rekabet kavramını karşımıza çıkarmaktadır.
Rekabet, globalleşme sürecinde yenilikçilikle bir anlamda özdeştir. Schumpeter, bu noktada beş tür yenilikten söz etmektedir (Schumpeter, 2003: 85):
* Yeni bir mal üretilmesi ya da mevcut bir malın iyileştirilmesi,
* Yeni bir üretim yönteminin geliştirilmesi,
* Yeni bir pazar bulunması,
* Hammadde ve yarı mamule ilişkin yeni bir arz kaynağının fethedilmesi,
* Monopol eğilimli yeni bir endüstriyel organizasyon türünün yaratılması.
Bu yeniliklerden özellikle üçü; yeni pazar, yeni arz kaynağı ve yeni organizasyon, globalleşme sürecinin temel hareket noktalarına da işaret etmektedir. Bu anlamda, yerel girişimciler, varlıklarını sürdürebilmenin koşulu olarak, yeni tüketim pazarları, yeni hammadde ve işçiler ve yeni monopolcü/oligopolcü anlaşmaların arayışıyla globallik kazanmaya çalışmaktadırlar. Globallik çabası ise rekabet edebilmek demektir. Dolayısıyla, rekabet, global boyuta taşınmakta ve yenilikçiliği zorunlu kılmaktadır. Ancak, girişimciler yerelde kalmakla da yetinebilmektedirler.
Globalleşmenin girişimcilik anlayışında açtığı boyutlardan bir diğeri de, bilgiye ilişkindir. Ekonomi bilimi, bireylerde ya da firmalarda ‘karar verme’ (decision-making) üzerine oldukça geniş bir yazına sahiptir. Bu yazında; bilgi (knowledge/information), deneyim (experience), öğrenme (learning) gibi olgular ön plana çıkmaktadır. Yeni olguların ve kavramların ortaya çıkışı, ekonomi biliminin yöntemsel sorgulanması içinde gerçekleşmektedir. Bu bağlamda, rasyonel, tam bilgili, maksimizasyon arayışında ve tutarlı insan modeli ‘homo oeconomicus’un varlığının sorgulanması söz konusudur. Örneğin; bir girişimci tam anlamıyla bir homo oeconomicus olarak davranabilmekte midir? Bu soruya verilecek yanıtta toplumsal yaşamın gerçekliği gereği homo oeconomicus’tan uzak birtakım motivasyonlar ve davranışlardan söz edilecektir. Bu doğrultuda ortaya çıkan önemli kavramlardan biri, Herbert Simon’un “sınırlı rasyonellik” (bounded rationality) kavramıdır.
Simon, ekonomik karar birimlerinin, karar verirken bilişsel birtakım sınırlamalarla karşı karşıya olduklarını, bilgi (knowledge) ve bilgiyi işleme kapasitesi (computational capacity) bağlamında sınırlarının olması nedeniyle rasyonelliklerini ancak bir noktaya kadar sürdürebildiklerini belirtmektedir (1982: 291). Örneğin; bir girişimci yatırım kararı verirken, çeşitli konularda piyasadaki alternatiflere ilişkin bir araştırma yapmakta ve erişebildiği bilgileri işlemektedir. Simon bu süreçte karar biriminin belli bir maliyeti karşılamak zorunda olduğunu, bu maliyetin durumuna göre de elde ettiği bilgi ile yetinebileceğini (satisficing) ve böylelikle sınırlı bir rasyonellikle hareket etmiş olacağını belirtmektedir (1982: 295).
Simon’un ekonomi bilimine kazandırdığı bu yeni bakış açısı ve yeni kavramların da ışığıyla, Yeni Kurumsal İktisat adıyla bir akım oluşmuştur. Eski Kurumsal İktisat akımının temsilcileri olarak karşımıza çıkan Thorstein Veblen, John Commons, Wesley Mitchell gibi iktisatçılarla paralel bakış açısına sahip; ancak, Neo-klasik iktisadı eleştirme konusunda onlar kadar katı olmayan, Ronald Coase, Oliver Williamson, Richard Posner gibi iktisatçıların öncülüğünde Yeni Kurumsal İktisat akımı belirmiştir. Bu doğrultuda “Mülkiyet Hakları İktisadı”, “İşlem Maliyetleri İktisadı”, “Hukuk ve İktisat” gibi yeni uzmanlık alanları oluşturulmuştur (Demir, 1996: 203-209). Bu çalışmanın kapsamı gereği bu iki akımın karşılaştırmasına ve yaklaşımlarının ayrıntılarına burada yer verilmemektedir.
Kurumsal İktisat (Institutionalist Economics); ekonomik sistemlerin ve süreçlerin temelini bireylerin değil, kurumların oluşturduğunu ve bireysel karar ve davranışların bu kurumların etkisinden bağımsız olarak ele alınamayacağını ileri süren yaklaşımların genel adıdır (Demir, 1996: 64). Bu noktada “kurum”un ne olduğunu açıklığa kavuşturmak gerekir.
Kurumsal İktisat yazınında, kurum kavramının açık bir tanımının yapılamadığı yönünde, belki de bir itiraf olarak değerlendirilebilecek genel bir görüş vardır. Buna karşın, Kapp’ın tanımı, diğer tanımları da çağrıştıracak yönde önemli bir tanımdır. Kapp’a göre; “kurum, geçmişten köklenen ve insan topluluklarını geleceğe taşıyan istikrarlı düşünce alışkanlıkları ve davranış tarzlarıdır” (Demir, 1996: 173). Kurum kavramı, insanların ya da toplumların birtakım değerlerinin, anlamlarının, imgelerinin olduğunu, bunların sadece ekonomik değil, tüm toplumsal davranışlar üzerinde belirleyiciliğinin bulunduğunu, davranışların ve sonuçlarının zaman ve mekan bağlamında farklılaşmasıyla toplumların bir evrim geçirdiğini anlatmaktadır. Bu evrim ekseninde toplumlarda yazılı ya da yazısız kurallar oluşmakta ve bu süreçte rasyonelliği sınırlı kalan tüketicilerin, işçilerin, girişimcilerin motivasyonu, içinde bulunulan toplumun anlamlar ve kurallar dünyasında biçimlenmektedir. Eski Kurumsal İktisat ile Yeni Kurumsal İktisat arasındaki köprü konumunda değerlendirilen Douglas North’un (Demir, 1996: 207) deyimiyle; kurumlar, oyunun kuralları; örgütler ve girişimciler de oyunculardır (North, erişim tarihi: 18.03.2008).
‘Kurum’ kavramının, ilk bölümde ele aldığımız, Kuçuradi ve Tomlinson’un ‘kültür’ tanımlarıyla bir özdeşlik taşıdığı göze çarpmaktadır. Bu çerçevede olmak üzere, ‘girişimci’ yeni bir özellik kazanmakta; evrim geçiren bir toplumun parçası olarak o toplumun, hatta global toplumun öğrettiği değerlerle, anlamlarla ve kurallarla var olan ve onları etkileyen bir ‘insan’ sıfatı taşımaktadır. Global çapta ‘risk’e giren, global rekabet gücü kazanmak için ‘yenilik’ üreten ve global çapta ‘bilgi’ edinerek onu işleyen ‘üretim faktörü’ olmasına ek olarak, girişimci, ‘bir kültürün taşıyıcısı insan’ niteliğine sahip olmaktadır.
Bu doğrultuda, globalleşme bağlamında girişimcilik anlayışında kurumlar neden önem kazanmaktadır?
Marx; ekonomik yapının bir altyapı olduğu ve kültürün ise ekonomik yapı üzerinde (üstyapıda) oluştuğundan söz etmiştir. Bugün ise kültür (belli bir insan ve değerlilik anlayışını açıklayan kavramlar olarak ‘modernizm’ ve ‘post-modernizm’), dünya-sistemin ekonomikleştirilmesinin yol göstericiliğini yapmaktadır. Bu bağlamda globalleşme sorunsalı da modernizm sorunsalı temelinde yükselmektedir (Robertson, 1999: 110-112). Girişimcilerin globallik kazanabilmeleri noktasında da kurumların (ya da kültürün) belirleyiciliğini dikkate almak gerekmektedir.
Globalleşmeyi biçimlendiren liberalizm, kapitalizm ve globalizm ideolojilerini ve modernizm kültürünü içselleştirebilmek, bir girişimcinin global rekabet gücüne sahip olabilmesi bağlamında bir koşul olarak belirmektedir. Dolayısıyla, girişimcinin, yereldeki firmasını, çok uluslu bir firmaya, hatta zamanla ulus-ötesi bir firmaya dönüştürebilmesi; riski göze almasına, yeni ürünleri, pazarları, üretim yöntemlerini, kaynakları ve örgütlenmeleri bulmasına ya da yaratmasına, global durumlar hakkında bilgi sahibi olmasına ve homo oeconomicus zihniyetini taşımasına bağlıdır. Bu koşullara sahip olmak, belli kurumların biçimlendirmesiyle hareket etmek demektir. Bu kurumlar da, bir ideolojik ailenin (liberalizm-kapitalizm-globalizm tümlemesinin) ve bir kültürün (modernizmin) eserleridir. Bu durumda, Kurumsal İktisatçıların dikkat çektiği ve yerine göre liberal, kapitalist, globalist ya da modernist olmayan, toplumlara özgü diğer değerler, anlamlar ve imgeler dünyası hangi konumdadır?
Bu soru dikkate alınıp reel durumlara inildiğinde girişimcilerin homo oeconomicus zihniyetlerinin çözülebildiğine tanık olunmaktadır. Bu doğrultuda firma içinde ve firmalar-arası ilişkilerde piyasa sistemi mantığının dışında durumlar oluşabilmektedir. İçinde bulundukları toplumun muhafazakarlık, kırsallık, göçebelik, dayanışmacılık, büyüklere bağımlılık, başkaldırı, insana ve doğaya saygı ya da saygısızlık gibi kültürel anlayışları, firma içine ya da firmalar-arası ilişkilere yansıyabilmektedir. Bu eksende, firma içinde girişimci ve işçiler açısından farklı algılanan ve tanımlanan sorunlar ortaya çıkmaktadır. İşçiler için, yabancılaşma (alienation), yıldırma (mobbing), çatışma (crash), dışlanma (exclusion) gibi olgular öne çıkarken; girişimci için, israf, verimsizlik, yerelde sıkışma gibi sorunlardan söz edilmektedir. Toplumsal kurumların, işçi ya da girişimci olarak bireylere ve onlar aracılığıyla da firmalara bu tür olumsuz yansımaları; firma içi kurumsallaşmanın sağlanmaya çalışılması ile aşılmak istenmektedir. ‘Kurumsallaşma’ ya da ‘şirket kültürü’ adıyla, firmanın değerlerinin, geleneklerinin, alışkanlıklarının oluşturulması çabası doğmaktadır. Bu anlamda, takım çalışması, rekabet ruhu, yaratıcılık, liderlik gibi kavram ve anlayışlar konu edilmektedir. Bütün bunların ise, Kurumsal İktisat anlayışının ortaya koyduğu yöndeki toplumsal kurumları etkisiz hale getirip firma-içi bir kültür yaratmak anlamında, modernizm, liberalizm, kapitalizm ve globalizmin çıktıları oldukları şüphesi uyanmaktadır. Tomlinson’un, Japon gençlerinin yeni değerleri olarak şirket değerlerinden söz eden Ohmae’yi eleştirmesi de bu bağlamda ortaya çıkmaktadır.
Toplumsal kültür, firmalar-arası ilişkileri de etkilemektedir. Piyasa sistemi ya da fiyat mekanizması dışında iş yapma ve piyasa payı elde etme biçimleri oluşmakta; mafyalaşma, rüşvet gibi olgular gündeme gelmektedir. Bu tür gelişmelerin, piyasa sisteminin kurumlarını oluşturamamış eski sosyalist ya da Üçüncü Dünya ülkelerinde, daha güncel bir deyişle Yarı-periferi ülkelerinde belirmesi de ilginç bir gerçekliktir. Bu durum, modern dünya-sisteme sonradan eklenmeye çalışan bu ülkelerin, kendi toplumsal kurumları ile dünya-sistemi kurumlarının yapısal uyumsuzluğundan dolayı bu tür eğilimlere girdiklerini göstermektedir. Merkez (Core) (kültürel anlamda ‘Batılı’) ülkeler ise bu tür sorunları, piyasaların kurallarını yerleşik hale getirerek önemli ölçüde aşmışlardır. Ancak, Merkez ülkelerde sistem içinde kalmakla birlikte başka türde bir sorun söz konusudur: Monopolleşme/oligopolleşme eğilimi. Her ne kadar liberalizm rekabetçilik ilkesini ileri sürüyorsa da, liberalizme dayalı mantığı olan kapitalizm, reel durum itibariyle monopolcü/oligopolcü eğilimi özselleştirmiştir. Öyle ki; Wallerstein, kapitalizmin tanımlanmasında rekabetçilik ilkesinin esas alınmasının hata olduğunu, sermayenin merkezileşmesi bağlamında monopolcü/oligopolcü anlayışın dikkate alınması gerektiğini dile getirmektedir (2004: 167). Bu konuda Schumpeter de, yenilik türleri arasında saydığı monopol eğilimli endüstriyel organizasyondan söz etmekle, kapitalizmin dinamik doğası gereği rekabetçi olmayan davranışları (“yaratıcı yıkım” -creative destruction- bağlamında) kabul edilebilir göstermektedir (Schumpeter, 2003: 98-103). Bu monopolcü/oligopolcü eğilim, çok uluslu girişimlerin ulus-ötesi kimlik kazanmalarında çok önemli bir koşuldur. Çok uluslu faaliyetleriyle monopol kimliği kazanmak, bir anlamda global bir girişim olabilmek demek olup, özellikle hedef yerel pazardaki göreli küçük ölçekli girişimlere karşı mikro-ekonomik güç oluşturmaktadır.
Bütün bu çerçevede, gerek mafyalaşma, rüşvet gibi boyutlarıyla, gerekse monopolleşme/oligopolleşme eğilimleriyle girişimcilerde devlete yakın olma düşüncesi oluşmaktadır. Girişimciler, “rantçı” (rentier) sıfatıyla girişimcilik-dışı (anti-entrepreneurial) bir faaliyet alanına kaymakta, devlet ile yakınlaşmaktadırlar (Devi ve Thangamuthu; 2006: 265). Bu durumda da, piyasaların vaat ettiği etkin kaynak kullanımı işlevinin sağlanamaması yönünde bir neden ortaya çıkmış olmaktadır.
Kurumsal İktisat yaklaşımının girişimcilik anlayışına kattığı boyutlardan biri de devletin rolü üzerinedir. Klasik ve Neo-klasik iktisat yaklaşımı, devlete bakışını “laissez faire, laissez passer” söylemi ile açıklamaktadır. Ancak, bu bağlamda yükselen kapitalizmin, devletin altyapı niteliğindeki işlevleri olmaksızın meydana geldiğini söylemek gerçekçi olmayacaktır. Kapitalizm çeşitli kurumlarla var olan bir sosyo-ekonomik sistemdir ve bu sistem içinde dört tür kurum vardır: Üretim kurumu olarak firmalar, mübadele kurumu olarak piyasalar, kolektif çıkarları temsil eden politik kurum olarak devlet ve sendika, kooperatif, üretici/tüketici dernekleri gibi sosyo-ekonomik örgütler. Bu çerçeve içinde devlet, diğer kurumlar üzerinde, onların davranışlarını belirleme, yönlendirme ve uyarma amaçlı olarak kurallar meydana getirmektedir. Neo-klasik yaklaşımın ortaya koyduğu gibi, ulusal ve global ekonomik kaynakların etkin kullanımının anahtarı piyasa mantığı ve fiyat mekanizması değildir ve piyasalar kendiliğinden (spontaneously), doğal olarak (naturally) oluşmamakta; haklar ve yasaklar bağlamında devlet tarafından inşa edilmektedir (Chang, 1997: 28).
Girişimler, yani firmalar da sosyo-ekonomik sistem olarak kapitalizmin bir kurumudurlar. Ekonomik işleyişin Adam Smith’in ‘görünmez el’ mekanizmasıyla piyasada etkin olarak sağlandığı savına karşılık; Kurumsal İktisat yazınında, piyasadan bağımsız olarak firma içinde girişimci, yöneticiler ve işçiler arasındaki ilişkilerin makro-ekonomik işleyişe yansıdığı yönünde yeni savlar ve kavramlar ileri sürülmektedir. Bu doğrultuda, piyasa-firma ayrımının yapılması gerektiğine yönelik tartışmalar süregelmektedir. Örneğin, girişimci ve çalışanlar arasında, sınırlı rasyonellik altında fırsatçılık (opportunism) temelli ilişkilerin doğabileceği ve bu yönde, firmanın ve dolayısıyla genel ekonominin işleyişine etki edecek birtakım erteleme, pazarlık, yanlış anlama ve karşıtlıkların olabileceği konu edilmektedir (Yılmaz, 2002: 69-75). İşçi-işveren ilişkilerinin piyasada değil, firma-içinde biçimlendiği süreçler yaşanmaktadır. Bu ilişkilerde devletin rolü ise mülkiyet ve sözleşme özgürlüğünün çerçevesini çizme yönünde yasal-kurumsal düzenlemeleri yapmaktır.
Kapitalist sistemin bir kurumu olan firmanın iç ilişkileriyle ve bu ilişkilerin de içerildiği ekonomi kültürüyle, global ölçeğe kadar yayılabilen etki meydana gelmektedir. Bu ilişkiler ve kültür bağlamında ‘aile’ ve ‘aile girişimi’ kavramları özellikle önemli hale gelmektedir.
Dostları ilə paylaş: |