DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
SAKA-TÜRK İLİŞKİSİ
Arkeolojik kazılardan, dil verilerinden ve efsanevî rivayetlerden çıkan sonuçlara göre Türkler M.Ö. üçüncü ve ikinci binlerde Ural ile Tanrı-Altay-Sayan dağları arasındaki bozkırlarda yaşamakta idiler. Merkezleri Işık Göl ve Çu havzası idi. M.Ö. 800 yıllarında Çin imparatoru Hunların atalarına saldırdı. Hunlar batıya çekildiler ve komşularını da batıya ittiler (Ögel 1981: 42). Tarih boyunca Avrasya bölgesinde çok sık karşılaşılan büyük bir göç dalgası oluştu. Bunun sonucunda Massagetler Sakalan yenerek batıya sürdüler. Böylece Karadeniz'in ve Kafkasların kuzeyinde Sakalar büyük bir güç olarak ortaya çıktı. Bölgede yaşayan Kimmerler Sakaların önünden kaçıp Kafkasları aşarak 8. yüzyılın sonlarına doğru Doğu ve Orta Anadolu'ya girdiler. Sakalar da onları izleyerek Orta Anadolu ve Filistin'e kadar uzanmışlar, M.Ö. 7. yüzyılda Ön Asya'da büyük bir güç olmuşlardır. Urartular, Medler ve Perslerle sürekli savaşmışlar; M.Ö. 585 yıllarında Urartuları orta-ian kaldırmışlar, fakat Perslere yenilerek tekrar Kafkasların kuzeyine çekil-mişlerdir. Pers hükümdarı Dârâ'nın M.Ö. 513'te İstanbul Boğazı'nı geçerek ve Karadeniz'in batısını dolaşarak Sakaların üzerine yürüyüşü meşhurdur.
M.Ö. 7. yüzyılda Sakaların Asurlularla dostane münasebetleri olmuş, Asur kralı Asarhaddon (M.Ö. 680-668) Saka hükümdarı Bartatua'ya kızını vermiştir. Batıdan Gotların, doğudan Sarmatların baskısı altında kalan Sakalar milât yıllarında tarih sahnesinden çekilmişlerdir (Çay-Durmuş 2002: 494-502). Sakalarla Med ve Perslerin mücadeleleri Şehnâme'deki İran-Turan mücadelelerinin esasını teşkil eder. Fars kaynaklarında Saka, Yunan kaynaklarında Skit(ai), Asur kaynaklarında Askuz(ai)/İskuz(ai), Urartu kaynaklarında İşkıgulu olarak geçen Sakaların kökeni hakkında fikir birliği yoktur. J. Fressel (1886), W. Tomaschek (1888), A. Herrmann (1921), J. Junge (1939), R. Grousset (1939), P. Golden (1992) gibi batılı bilginlerin birçoğu Sakaları İranî bir kavim kabul eder. Bunlardan bir kısmı Türklerin atalarının da Saka İmparatorluğu içinde yer aldığını düşünür. Bazı Rus bilginlerine göre ise Sakalar Slavların atalarıdır.
19. yüzyılda B. G. Niebuhr, daha sonra K. Neumann (1855), A. D.
Mordtmann (1870), H. Kiepert (1878), O. Franke (1904), E. H. Minns
(1913), G. W. B. Huntingford (1935) gibi batılı araştırıcılar Sakaların Türk-
Moğol olduğunu kabul etmişlerdir. Türk bilim adamlarından Zeki Velidi
44 Ahmet B. ERCİLASUN
Togan (1946), Emel Esin (1978), Taner Tarhan (1979), Yılmaz Öztuna (1990), Salim Koca (1990), Abdülhalûk Çay ve İlhami Durmuş (2002) Sakaların Türk olduğu görüşündedirler (Çay-Durmuş 2002: 483-486).
Saka sözü Türkçe Yaka (kıyı, kenar) kelimesinin İran dilinde aldığı biçim olmalıdır. Nitekim bugün de Yakut Türkleri kendilerine Saha demektedirler ve Saha, Genel Türkçedeki yaka'nm Yakutçadaki karşılığıdır. Skit ise Saka sözünün Türkçe ve Moğolcada kullanılan +t çokluk ekiyle oluşturulmuş Sakat veya Sakıt biçiminin (krş. Oglan-oglıt, tarkan-tarkat, Kerey-Kereit) Yunancalaşmış şeklidir. Askuz(ai) Asur dilinde, İşkıgulu ise Urartu dilindeki çokluk biçimleri olabilir. Zeki V. Togan, Saka boyları olan Targutae, Skolot ve Paralat'ların adlarını Türk, Çigil, Barula boy adlarıyla birleştirir (Togan 1981: 35). Dikkati çeken nokta her üç boy adında da Skit'te olduğu gibi +t çokluk ekinin kullanılmış olmasıdır. Kavim ve boy adlarında geçen +t çokluk eki, Sakaların bir Altay kavmi olduklarının en önemli delillerinden biridir.
Zeki V. Togan karım paluk ve Temerinda kelimelerine de dikkat çeker. Bunlardan birincisi Karadeniz İskitleri dilinde bir balık adıdır; ikincisi ise İskitlerde Azak denizinin adıdır ve Plinius Secundus tarafından kelimenin ilk yarısının "deniz" demek olduğu açıklanmıştır (Togan 1981: 35). Paluk sözünün Türkçede balık ile, temer sözünün de eski Bulgar Türkçesindeki (deniz) ile aynı olduğu açıkça görülmektedir. "Bütün cesaretlerin başı" anlamına gelen Artimpaşa ve "denizin babası"anlamına gelen Thamimasadas tanrı adları da (Çay-Durmuş 2002: 489) Türkçe ile açıklanabilir. Artimpaşa açıkça erdem başı'dır. Erdem, Eski Türkçede "hüner, yiğitlik ve fazilet" demektir. Thamimasadas, ata olarak açıklanabilir,
eski Bulgar Türkçesinde "deniz" demektir. Aynı şekilde Herodot'un İskitlerde "ev ve aile tanrısı" olarak belirttiği Tabiti (Çay-Durmuş 2002: 490) ile Türkçe tap- fiili arasında açık ilgi vardır. Üstelik aynı fiilden türemiş olan tabu, Karaçay-Malkar Türklerinde ocak tanrıçasıdır (Tavkul 1997: 145). Saka veya Massagetlerin kadın hükümdarı Tomiris ise P. Wittek'in ihtimal olarak düşündüğü temir (demir) kelimesiyle açıkça ilgili olmalıdır (Togan 1981: 409). Sakalardan kalan cartasis adı da "kardaş" şeklinde a-çıklanmıştır (Togan 1981: 406).
Sakaların yaşayışları, gelenek ve görenekleri de eski Türklerle hemen hemen aynıdır. Sakaları İranî bir kavim sayan Rene Grousset dahi bu durumu kabul eder: "Fizikî tip ve dil olayları bir tarafa, Yunan tarihçilerinin bize anlattığı veya Yunan-İskit vazolarının bize gösterdiği İskitlerin, Çinli tarihçilerin tasvir ettiği veya Çinli sanatkârların çizdiği Hunlar, Göktürkler ve Moğollara kültür durumu ve umumî yaşayış tarzı bakımından benzediklerini
TÜRK DİLİ TARİHİ 45
gördüğümüzde şaşırmamak gerekir. Bu iki grup arasında birçok törenin ortak olduğunu görmekteyiz, bu, gerek aynı hayat tarzının İskitlere ve Hunlara aynı çözüm yollarını sağlamasından (meselâ Hun atlı okçusunda olduğu gibi İskit atlı okçusunda da, Akdenizlinin veya ilkel Çinlinin entarisi yerine pantolon ve çizme ve hatta üzenginin kullanılması), gerekse İskit toplulukları ve Hun topluluklarının aynı kültür sahası ile olan coğrafî temaslarının aynı uygulamaları vermesindendir." (Grousset 1980: 26).
Gerçekten de Hipokrat, Herodot gibi eski Yunan kaynaklarının anlattığı İskitlerin yaşayış tarzları ve kültürleri, eski Türklerinkine çok benzer. Dört tekerlekli arabalarla çekilen keçe evler, kısrak sütünden içki (kımız), at kültürü, domuz beslememe, şarapla kanı karıştırarak ant içme, ölünün arkasından kulak, burun ve yüz yırtma hem Sakalarda, hem de eski Türklerde mevcuttur (Çay-Durmuş 2002: 490-492).
Güney Sibirya kültürleri ile Saka ve Hun sanatında görülen hayvan üslûbu da aynıdır. "İskit veya Hun, Bozkır sanatkârları, çoğunlukla ormanlardaki sarmaşıklar gibi, ölümüne birbirleriyle mücadeleye girmiş hayvanları temsil ediyorlardı. Uzuvların ezilmesi, yırtıcı hayvanların, akbabaların veya ayıların pençelerinde kıvranan geyikler ve atlar dramatik sanatın hoşlandığı konulardı." (Grousset 1980: 32).
Bir başka önemli nokta, eski tarihçilerin Sakalardan hep Türk olarak söz etmeleridir. 6. yüzyılda Bizans tarihçisi Menandros "bugün Türk denilen halk geçmişte Skit/Saka diye anılıyordu" demektedir (Baykara 2002: 388). 8. ve 10. asırlardaki Dakikî, Nesefî, Bel'amî, Narşahî, Sa'lebî gibi Doğu İranlı ravi ve müellifler de milâttan önce Kazak bozkırlarında yaşamış olanları hep Türk sayarlar. Eğer oralarda İranîler asırlarca süren bir imparatorluk kurmuş olsalardı 8-10. asrın bu İranlı müellifleri bunu mutlaka belirtirlerdi (Togan 1981: 409). Nitekim 11. yüzyılın başlarında yazılmış İran destanı Şehname de Med ve Perslerle Sakaların mücadelelerini İranlılarla Turanlıların mücadelesi olarak anlatır.
Almatı'nın 50 km kadar doğusundaki Esik (Issık) kurganında yapılan kazılardaki buluntular da Sakalarla ilgilidir. Esik kurganını bulan Akışev'e göre "Esik mezarı Ala-tağ silsilelerinin kuzey yamaçlarından Ila vadisine ıkan bütün Sakai devri mezarlar ve Altun-yış dağlarındaki Pazırık devri mezarlar ile, ırk ve kültür bakımından, müşterek hususiyetler göstermekte-ir." (Esin 1978: 22). Emel Esin, Akışev'in bu tespitinden hareketle şöyle demektedir: "Pazınk devri Altay mezarlanndaki kısmen europeoid, kısmen mongoloid ırkın Türkler ile eş ırktan olduğu neticesine varıldığını yukarıda kaydettiğimize göre, Esik mezarlığında ve diğer Sakai devri mezarlanndaki
46 Ahmet B. ERCİLASUN
medfun (gömülü) olanlar için de mümasil (benzer) neticelere varmaktayız." (Esin 1978; 22-23).
Esik kurganında, Türkiye'de "altın elbiseli adam" olarak tanınan 16 yaşlarında bir ceset bulunmuştu. Kısa kaftanı ve çizmeleri, üçgen şeklinde altın levhalarla kaplıydı. Sivri başlığında oklar ve kuş tüyleri bulunuyordu. Başlığın "tepesinde, altından bir küçük yabanî keçi heykeli" vardı (Esin 1978: 23). Başlık, elbise ve kemer üzerinde at, dağ koyunu, pars gibi çeşitli hayvanların tasvirleri de bulunmaktaydı. Kurganda, altın elbiseli adamdan başka, altın küpe ve yüzükler, kılıç, kama, ok ve kamçılar, aynalar, altın, gümüş, tunç ve ağaçtan kaplar ve kadehler de vardı. Gümüş kadehlerden birinin üzerinde Köktürk harflerine benzer 24 harften oluşan bir yazı bulunmaktaydı (Esin 1978: 23-24). Bu yazı üzerinde Kazak bilginlerinden O. Süleymanov ve Türk bilginlerinden N. Atsız tarafından Türkçe okuma denemeleri yapılmıştır. Yazının Türkçe olduğu kanıtlandığı takdirde hem kurganın Türklere ait olduğu kesinleşir; hem de Köktürk yazısının geçmişi M.Ö. 5-4. yüzyıla dek eskiye gider.
Altın elbiseli adamın başlığının tepesinde bulunan, altından yapılmış yabanî keçi heykeli de kurganın Köktürklerle ilişkisi olabileceğini düşündürmektedir; çünkü dağ keçisi, Köktürk hanedanının armasıdır ve hanedan üyelerine ait anıtlar üzerinde daima dağ keçisi arması vardır. Ayrıca Esin'in Chavannes'dan aktardığına göre "Kök-Türk devrinde, kama ve kamçı hükümdarlık, ok ise boy timsali sayılıyordu." (Esin: 1978: 191).
ALP ER TONGA DESTANI
Türk kültürü bakımından Sakaların en önemli yönlerinden biri Firdevsî'nin Şehnâmesindeki Turan kahramanı Afrâsiyâb'ın kimliğidir. Destanda Afrâsiyâb, İran hükümdarı Keyhüsrev tarafından hile ile öldürülür (Atsız 1992: 45). Keyhüsrev, Yunan kaynaklarındaki Med kralı Kiyaksarestir. Herodot'a göre Saka hükümdarı Madyes, "Medya kralı Kiyaksares ile iyi geçiniyordu. Kiyaksares kendi askerlerine bu Sakaların askerlik bilgisini öğrettiriyordu; fakat önce babalan çağında kendilerine tâbi olan Şimalî Medya'yı ve Doğu Anadolu'yu Sakaların elinden almak için gaddarane plânlar kuruyordu. Dostluk göstererek itimadını kazandığı Maduva'yı (Madyes'i) ziyafete çağırarak sarhoş edip pusuya koyduğu kuvvetlerle hücum ederek Maduva başta olmak üzere, bütün Saka büyüklerini ele geçirerek öldürdü." (Togan 1981: 167).
TÜRK DİLİ TARİHİ 47
Yunan kaynaklarında Madyes, Asur kaynaklarında Maduva olarak geçen Saka hükümdarı Şehnâme'deki Afrâsiyâb'dır. Afrâsiyâb ise Türk kaynaklarında Alp Er Tonga veya Tonga Alp Er olarak geçer. Cüveynî'deki Uygur destanına göre ise Afrâsiyâb, efsanevî Uygur hükümdarı Buku Han'dır.
Kâşgarlı Mahmud Dîvânü Lügati't-Türk'te "Kaz" maddesinde şöyle demektedir: "Kaz: Afrâsiyab'ın kızının adı... Kaz'ın babası olan 'Tonga Aiper' Afrâsiyab demektir." (DLT III 1941: 149).
Yusuf Has Hâcib de Kutadgu Bilig'de aynı bilgiyi verir: Bu Türk beglerinde atı belgülüg Tonga Alp Er erdi kutı belgülüg (277)
Bu Türk beylerinde adı belli
Tonga Alp Er idi kutu belli. Tejikler ayur anı Efrâsiyâb Bu Efrâsiyâb tuttı iller talap (280)
Tacikler ona Efrâsiyâb derler,
Efrâsiyâb yağmayla tuttu iller. Tejikler bitigde bitimiş mum Bitigde yok erse kim ukgay anı (282) (Arat 1947: 43)
Tacikler kitapta yazmışlar bunu,
Kitapta olmasa kim bilir onu?
Afrâsiyâb'ın babasının adı Şehnâme'de "Peşeng"dir (Atsız 1992: 36). Zeki Velidi Togan, Peçenek Türkleriyle Peşeng/Beşenk kelimeleri arasında ilgi kurar (Togan 1972: 151). Afrâsiyâb, Avesta'da Franrasyan biçiminde geçer (Esin 1978: 28). Afrâsiyâb kelimesinin ilk iki hecesinde Alp Er isim-lerinin bozulmuş biçimlerini bulmak mümkündür. Afrâsiyâb'ın Herodot'taki karşılığı olan Madyes ve Asur kaynaklarındaki karşılığı Maduva ile Alp Er Tonga arasında ilgi kurmak ise mümkün görünmüyor. Ancak Madyes'in babası Herodot'ta Prototeus, Asur kaynaklarında Bartatua'dır. Özellikle Bartatua kelimesi Alp Er Tonga'nm bozulmuş biçimine benzemektedir. Destan ve efsanelerde baba ile oğul adının birbirine karışması çok tabiîdir.
Alp Er Tonga ile ilgili destan maalesef bugüne ulaşmamıştır. Ancak Reşîdeddin'in Farsça, Ebülgazi Bahadır Han'ın Çağatay Türkçesiyle naklettiği Oğuz Kağan Destanı'nın ilk tabakasının Alp Er Tonga ile ilgili olduğu
48 Ahmet B. ERCİLASUN
Zeki V. Togan'ca kabul edilmiştir (Togan 1972: 122-124). Gerçekten Afrâsiyâb'ın doğuya ve batıya seferleri, özellikle Madyes'in Kafkasları aşarak Filistin'e kadar uzanması ile Oğuz Kağan'm seferleri birbirlerine çok benzemektedir. Dolayısıyla Oğuz Kağan'ın Ön Asya seferlerini Alp Er Ton-ga'ya ait bir destan parçası kabul edebiliriz. Öte yandan İran destanı olan Şehname, İran kahramanlarının Turan kahramanı Afrâsiyâb'la mücadelelerini esas aldığına göre Alp Er Tonga destanı da Şehnâme'ye yansımış demektir. Dolayısıyla Şehnâme'nin Afrâsiyâb'la ilgili bölümlerini de Alp Er Tonga destanının yansımaları olarak düşünebiliriz. Tabiî ki konu İran gözüyle ele alınmış ve Afrâsiyâb düşman kabul edilmiştir. Buna rağmen Şeh-nâme'deki Afrâsiyâb'ın kahramanlığı hissedilmektedir.
İran kahramanlığını ortaya koymak üzere yazılmış olan Şehnâme'de, ö-zellikle önceki bölümlerde Alp Er Tonga sık sık galip gelmekte, hatta bazen İran'a girip İran tahtına oturmakta, bazen bütün İran'a bazen de Kuzey İ-ran'a hâkim olmaktadır. İranlılar ise hemen her defasında Kâbil hükümdarı Zal veya oğlu Rüstem sayesinde kurtulmaktadırlar. Ancak annesi bir Turan kahramanının kızı olan Keyhüsrev İran tahtına oturduktan sonra durum tersine dönmekte, Turan orduları yenilmekte ve Alp Er Tonga kaçmaktadır. Yine de öldürülüşü hileyle olmuştur. Dikkati çeken noktalardan biri de Ceyhun ötesinin hep Turan ülkesi olarak anılmasıdır. Turan başkenti Gang ise Taşkent'in ötesindedir.
Alp Er Tonga'nın hile ile öldürülmesi Türk halkı arasında çok büyük ü-züntü yaratmış; yoğ töreninde yiğitler kurt gibi uluyup atlarını yoruncaya dek sürmüşler; yakalarını yırtıp benizleri sararıncaya dek feryat etmişler; feleğin işine kahretmişler ve Türk ozanları Alp Er Tonga için yürek paralayan ağıtlar söylemişlerdir. Araştırıcılar tarafından "Alp Er Tonga Sagusu" adı verilen ağıtın dokuz dörtlüğü 11. yüzyılın ikinci yarısında Kâşgarlı Mahmud tarafından tespit edilmiştir. Dîvânü Lügati't-Türk'ün farklı yerlerinde bulunan dörtlükler birleştirilince aşağıdaki sagu (ağıt) ortaya çıkmaktadır.
Alp Er Tonga öldi mü Alp Er Tonga öldü mü,
Esiz ajun kaldı mu Kötü dünya kaldı mı,
Ödlek öçin aldı mu Zaman öcünü aldı mı
Emdi yürek yırtılur Artık yürek yırtılır.
TÜRK DİLİ TARİHİ
Ödlek yarag közetti Ogrı tuzak uzattı Begler begin azıttı Kaçsa kalı kurtulur
Ulşıp eren börleyü Yırtıp yaka urlayu Sıkrıp üniyırlayu Sıgtap közi örtülür
Begler atın argurup Kadgu anı turgurup Mengzi yüzi sargarıp Körküm angar türtülür
Ödlek arıg kevredi Yunçıg yavuz tavradı Erdem yeme savradı Ajun begi çertilür
Ödlek küni tavratur Yalnguk küçin kevretür Erdin ajun sevritür Kaçsa takı ertilür
Bilge bögü yunçıdı Ajun atı yençidi Erdem eti tınçıdı Yerge tegip sürtülü
Felek fırsat gözetti, Gizli tuzak uzattı, Beyler beyini şaşırttı; Kaçsa nasıl kurtulur?
Uludu erler kurtça, Bağrıp yırttılar yaka, Feryat sesi çıka çıka Yaştan gözler örtülür.
Beyler atlarnı yordular, Kaygıdan perişan oldular, Beniz ve yüz sarardılar, Sanki sarı safran sürülür.
Zamane hep bozuldu, Zayıf kötü güçlü oldu, Erdem ise azaldı, Acun beyi yok olur.
Felek günü davrandırır, İnsan gücünü gevretir, Erden cihanı boşaltır, Ne kadar kaçsa er ölür.
Bilge bilgin yoksullaştı, Acun atı azgınlaştı, Erdem eti çürükleşti, Yere değip sürtülür.
50 Ahmet B. ERCİLASUN
Ögreyüki mundag ok Onun âdeti hep böyle,
Munda adın tıldag ok Bundan başkası bahane,
Atsa ajun ograp ok Acun gelip ok atsa
Taglar başı kertilür Dağlar başı kertilir.
Könglüm içün örtedi Gönlüm içini yaktı,
Yatmış başıg kartad Yatmış yarayı kaşıdı,
Keçmiş ödüg irtedi Geçmiş günleri aradı;
Tün kün keçip irtelür Günler geçer, sonra aranır.
BEŞİNCİ BÖLÜM
1. ASYA HUNLARI
Hunların ataları Çin'in kuzeyinde ve kuzey batısında yaşamakta idiler. Ancak o zamanki Çin sınırlan bugünkü kadar kuzeye ve batıya yayılmış değildi. Çin, Sanırmak'ın ve hatta Sarıırmak kıvrımı Ordos'un güneyinde kalıyordu. Batı sınırları da bugünkü Kansu eyaletine kadar uzanıyordu. Sarıırmak'ın kuzeyinde, Ordos'ta ve Kansu'da doğudan batıya doğru Tun-guz ve Moğolların, Hunların ve diğer Türk kavimlerinin ve Tibetlilerin ataları yaşıyordu.
Çin'in en eski hanedanları Hsia (M.Ö. 21-17. yüzyıl), Şang (M.Ö. 17-11. yüzyıl) ve Cou (M.Ö. 1027-256) hanedanlarıdır. M.Ö. 481-256 arası Çin tarininde "Savaşçı Devletler Çağı" olarak adlandırılır. 14 derebeyliğin sü-rekli olarak çekiştiği bu çağın sonunda Çin hanedanı duruma hâkim olur. M.Ö. 206 - M.S. 220 arasında ise Çin, Han hanedanı tarafından yönetilmiş-tir. İlk hanedanlardan beri Çin kültüründe Tibet ve Türk etkisi bazı bilginler-de kabul edilmiştir. M.Ö. 1027-256 arasında hüküm süren Cou hanedanının Türk asıllı olduğu ise bilginler arasında yaygın bir görüştür. Coulara "batı ?çraklılar" adı verilmesi, bu hanedan döneminde "hayvancılık bakanlığı" kurulması, ordunun onlar, yüzler, binler diye ayrılması ve bir tür tımar sis-
temi oluşturulması, önceki hanedanlarda bulunmayan gök inancı ve hüküm-lerinin "göğün (Tanrının) oğlu" kabul edilmesi, Couları bozkır kavimlerine bağlayan özellikler sayılmaktadır (Kafesoğlu 1996: 56; İzgi 2002: 431-432). Savaşçı Devletler Çağı'nda bozkır kavimlerinin tesiri Çin üzerinde kuvvetle hissedilir. Çin hanedanı M.Ö. 5. yüzyıl ortalarında Türklerin tesiriyle savaş arabalanndan atlı birlik düzenine geçer (Ögel 1981: 58). M.Ö. 307'de, Ku-zey Çin'deki Cao devletinde giyim ve silâh reformu da yapılır; Hun elbisele-ri giyilir; at üstünde yay çeken askerler orduya kaydedilir(Ögel 1981: 98-99). Çinli tarihçi Wang Kuo-wei'nin araştırmasına göre giyim reformu yapılırken Cin elbiselerinin birçok bölümleri ile küçük parçalarının adları da yabancı kavimlerden alınmıştı." (Ögel 1981: 104). Böylece "Çinlilerin eskiden beri giydikleri uzun elbiseler, yerlerini tokalı kısa ceketlere" bırakmış, at için uygun olan pantolon ve ayakkabı yerine de çizme yayılmaya başlamıştı. Bunlarla birlikte "Hunların süs eşyalan ile madenden yapılmış silâh ve do-nanım eşyaları da Çin'e gelmiş ve yayılmışlardı." (Ögel 1981: 64-65). Cao hükümdarı Wu-ling kuzey sınırlannda, sonradan Çin seddini oluşturacak uzun duvarlar da yaptırmıştı. Sınırda kurdurduğu pazarlarda bozkır kavimle-ri Çinlilerle alış veriş yapıyorlar, onlara at satıyorlardı.
52 Ahmet B. ERCİLASUN
Eski Çin yıllıklarında geçen Hsien-yün, Jung, Ti, Hu gibi terimler Çinli olmayan kavimleri anlatan genel terimler olmakla birlikte, Çin'in kuzey ve kuzey batısındaki kavimler bu terimlerle ifade edildiği zaman çoğunlukla Hunların ve diğer Türklerin ataları anlaşılır.
Eski Çin kaynaklarına göre Hunların atası, Hsia hanedanının son hükümdarının oğlu idi. Bu efsanevî kayda göre Hunlarm başlangıcı M.Ö. 17. yüzyıla kadar gitmektedir. Başka bir Çin kaynağına göre daha önce de kuzeyde Dağ Jungları, Hsien-yünler ve Hun-cular konar göçer hayat yaşamaktaydılar. Çin kaynaklan, adları Honu, Hunok, Hunyok şeklinde de söylenen Hsien-yün ve Hun-cu'ların, "Hunlann ataları olduğunda eski çağlardan beri birleşmişlerdi." (Ögel 1981: 19,41).
Çin kaynaklarında doğrudan doğruya "Hun" anlamında kullanılan terim Hyung-nu'dur. Soğdakça Hun/Gun, Lâtin ve Yunan yazarlarında Hunni, Orta Farsçada Hyon, Süryanîcede Hûn, Ermenicede Hon-k, Hintçede Hûna adlandırmaları Hyung-nu'nun bu dillerdeki biçimleri olarak kabul edilmiştir. Kelime, Türkçede "halk" anlamına gelen kün (krş. el gün) sözüyle ilgili olabilir (Golden 2002: 47).
Hyung-nu adı Çin kaynaklarında ilk defa M.Ö. 318'deki bir anlaşma dolayısıyla geçer. Bu tarihte "Savaşçı Devletler"den dördü, gittikçe güçlenen Çin devletine karşı Hunlarla bir ittifak yapar. İşte bu ittifak dolayısıyla Hyung-nu adı ilk defa Çin kaynaklarında anılmış olur (Kafesoğlu 1996: 58). Ancak, daha önce de belirtildiği gibi Çin kaynakları Hunlann çıkışını M.Ö. 1700 yıllanna dek götürürler. İlk Çin tarihleri, Hun hükümdarı Tuman'dan (Teoman) önce binden fazla yıl geçtiğini ve bin yıl süresince Hun devletinin bazen büyüdüğünü bazen de küçüldüğünü belirtirler (Ögel 1981: 117-121). M.Ö. 318 yılı, Asya Hunlarıyla ilgili ilk tarihî kayıttır. Daha önceki dönemi Hun tarihinin efsanevî dönemi olarak kabul etsek bile M.Ö. 318'de Hunlann yazılı tarihe girdikleri kesindir.
M.Ö. 256'da Çin hanedanı, Çin'deki bütün derebeylikleri birleştirerek Çin'i büyük bir imparatorluk hâline getirdi. Bu hanedanın en büyük imparatoru Şi huang-ti (M.Ö. 221-210) kuzeydeki bütün Çin duvarlarını birleştirerek büyük Çin Seddi'ni meydana getirdi. Duvarların birleştirilmesinde yüz binlerce işçiyi zorla çalıştıran Şi huang-ti, rahip ve bilginleri diri diri toprağa gömdüren, kitaplan yaktıran zalim bir hükümdar olarak tanınır (Ögel 1981: 127). Motun'un babası Tuman işte bu hükümdar zamanında Hun tahtında oturmaktaydı. Şi huang-ti'nin kumandanı Meng tien 100 000 kişilik bir orduyla M.Ö. 214'te Hunlan Ordos'un dışına attı. Daha önce Ordos'un güneyinde bulunan Çin Seddi, Sarıırmak boyu izlenerek kuzeye kaydırıldı ve yüzyıllardan beri bozkır kavimlerinin otlağı olan Ordos Çin sınırları içine
TÜRK DİLİ TARİHİ 53
alındı. M.Ö. 209 yılında Şi huang-ti'nin ölümüyle Çin hanedanı sona erdi. Çin'de başlayan isyanlar M.Ö. 206'da Han hanedanının başa geçmesiyle son buldu. M.Ö. 209'da Hun tahtına da Motun geçmiş bulunuyordu.
Çin yazısında Motun'un adını gösteren karakter eski Sinologlar (Çin bilimciler) tarafından yanlış olarak Mete okunmuş; Türk literatüründe de bu biçim yayılmıştır. Ancak Çince okunuş artık Mao-du(n)/Motun şeklinde düzeltilmiştir. Bu adın Türklerce nasıl söylendiği, yani özgün biçiminin ne olduğu konusunda çeşitli görüşler vardır. Kelimenin birinci hecesi Türkçede baga veya boga, ikinci hecesi -tur olabilir. Buna göre Motun'un Türkçe söylenişi Bagatur veya Bogatur olmalıdır.
Motun gençliğinde, üvey annesinin teşvikiyle babası Tuman tarafından Yüeçilere rehin olarak verilmiş; fakat Yüeçilerin elinden kaçarak demir bir disiplinle büyük bir ordu kurmuş, babasına darbe yaparak onu ve üvey annesini ortadan kaldırmış ve M.Ö. 209'da tanhu unvanıyla Hun tahtına oturmuştur. Tanhu, Huncada "sonsuz genişlik, ululuk, imparator" demektir Kafesoğlu 1996: 61). M.S. 6. yüzyılda başlayan kağan unvanına kadar Türkler tanhu unvanını kullanmışlardır.
Motun doğudaki Tunghuları (Tunguzlan), Kansu'daki Yüeçileri yendikten sonra M.Ö. 201'de 320 000 kişilik ordusuyla Çin'i de mağlûp ederek vergiye bağlamış; daha sonra kuzeyde ve Türkistan'da bulunan bütün boylan
ve şehir devletçiklerini de Hunlara tâbi kılmıştır. M.Ö. 174'te öldüğü zaman ülke sınırları Kore ile Hazar denizi arasında uzanıyor, güneyde Vey ırmağına dayanıyordu (Kafesoğlu 1996: 59-60). Bütün Türk, Moğol ve Tunguz ka-vimleri Motun'a tâbi idi; Çin de Hunlara vergi veriyordu.
M.Ö. 209-174 yılları arasında 35 yıl Türk devletini yöneten, "kuzeyde yay çeken bütün kavimleri birleştiren" ve bütün Türkleri bir bayrak altında toplayarak milletimize büyük bir şevket çağı yaşatan Motun, Türklerin hafızasından silinmedi. Çelik bir irade ve disiplinle Türk milleti ve Türk ordusunun âdeta yaratıcısı oldu. Köktürkler ve Uygurlar hep Motun'un Hunlarından inmiş kabul edildiler. Muazzam kudreti ve babası Tuman ile
yaptığı mücadele dolayısıyla Motun, Oğuz Kağan destanının esas tabakasını oluşturdu. Oğuz Kağan adıyla, Selçuklu ve Osmanlılar dahil, sonraki bütün Türk hakanlarının efsanevî atası kabul edildi.
Motun'dan sonra Hunların üstünlüğü 50 yıl kadar devam etti. Hunlar M.Ö. 119'da Ordos'ta Çinlilere karşı ağır bir yenilgiye uğradılar. Bundan sonra gittikçe zayıfladılar. M.Ö. 58'de devlet meclisini toplayan Hun hü-kümdarı Ho han-ye, Çin'in üstün gücü karşısında boyun eğmekten başka çare kalmadığını belirterek Çin himayesine girmeyi teklif etti. Ho han-ye'nin
54 Ahmet B. ERCİLASUN
bu teklifine kardeşi Çi-çi'nin cevabı, Türk tarihine altın harflerle yazılacak bir şeref levhasıdır:
"Hunlar cesareti ve kuvveti takdir ederler. Bağımlı olmak ve kölelik onlara en adi bir şey olarak gelir. At sırtında savaşmak ve mücadele etmek suretiyle devlet kuruldu. Kavimler arasında kuvvet ve otorite kazanıldı. Yiğit cengâverler ölünceye kadar savaşmalı ki varlığımızı devam ettirebilelim. Şimdi iki kardeş taht için mücadele etmektedir. Sonunda ya büyüğü ya küçüğü devlete sahip olacaktır. Gerçi şimdi Çin bizden daha güçlüdür; fakat (bu durumda bile) Hun ülkesini ilhak edemez. Niçin kendimizi Çin'e bağımlı kılalım? Atalarımızın devletini (niçin) Çinlilere devredelim? Bu, ölmüş atalarımıza büyük hakaret olur. Böylece, komşu devletler arasında gülünç duruma düşeriz. Evet, bu suretle (Çin'e bağlanarak) sükûnet tekrar tesis edile-bilse bile, kavimler arasında yeniden üstünlüğümüzü elde edebilir miyiz? Biz ölsek de kahramanlığımızın şöhreti artacak. Oğullarımız ve torunlarımız daima devletin hâkimi olacaklar." (Koca 2002: 562-563). Ünlü Sinolog F. Hirth bu sözlerinden dolayı Çi-çi'yi "milliyet fikirlerini devlet siyasetine temel yapan ilk devlet adamı" kabul eder (Kafesoğlu 1959: 22).
Müzakereler sonunda iki kardeş anlaşamaz; aralarında şiddetli bir taht mücadelesi başlar. M.Ö. 51'de Çi-çi, taraftarlarıyla birlikte batıya çekilmek zorunda kalır. Isık Göl ve Talas civarına yerleşir. Bölgedeki Türk kavimlerini itaat altına alarak güçlü bir hâkimiyet kurar. Talas ırmağı kıyısında, etrafı surlarla çevrili bir şehir kurarak başkent yapar. Ancak Çin bu güçlü oluşumu daha başlangıçta ezmek için harekete geçer. Vu-sunları ve Kang-kü devletini kendi tarafına çeker. Ho han-ye'den de aldığı destekle Çi-çi üzerine 70 000 kişilik bir ordu gönderir. Hun başkentine ve saraya giren Çin kuvvetlerine karşı Çi-çi ve adamları sokak sokak, oda oda şehri ve sarayı savunurlar. "Çi-çi, oğlu ve hatunlar dahil, saray mensuplarından 1518 kişi ellerinde kılıç, devletleri uğruna hayatlarını feda" ederler (Kafesoğlu 1996: 63-64).
Çi-çi'nin kendine bağlı kuvvetlerle Çu ve Talas ırmakları civarına yerleşmesi Hunların, Orhun vadisi ve Altay bölgesine göre epeyi güney batıda olan bir bölgeye ilk yerleşme idi. Pek çok tarihçi, Talas vadisindeki Çi-çi Hunlarını, M.S. 4. yüzyılın sonlarında İdil'i geçen Avrupa Hamlarının nüvesi kabul eder.
Çi-çi'ye karşılık Ho han-ye Çin'e tâbi olarak hüküm sürmeye devam etti. Milât sıralarında Hunlan tekrar güçlendilerse de M.S. 48'de kuzey ve güney olmak üzere ikiye ayrıldılar. Kuzey Hunları bağımsız olarak yaşadılar. Moğolistan, Güney Sibirya, Yarış (Cungarya) ve Tarım havzasını ellerinde tuttular. Çin tarihinin en büyük komutanlarından biri olan Pan Çao, birinci yüzyılın sonlarına doğru Tarım havzasındaki şehirleri birer birer ele geçirdi.
TÜRK DİLİ TARİHİ 55
Böylece ipek yolunun sağladığı geliri kaybeden Kuzey Hunları, doğudan da Siyenpilerin hücumuna uğradılar. M.S. 155'te Kuzey Hun devleti son buldu. Hun halkı, daha önce Çi-çi'nin çekildiği Talaş ve Çu vadilerine göçtü. Güney Hunları Çin'e tâbi olarak yaşadılar. M.S. 216'da Çinlilerce ortadan kaldırıldılar (Kafesoğlu 1996: 64-66). Hunların çağdaşı olan Han hanedanı da 220'de son buldu ve Çin "On Altı Devlet" dönemine girdi.
4. yüzyıl ile 5. yüzyılın ilk yarısında Kuzey Çin'de kısa süreli Hun devletleri kuruldu. 338-557 arasında hüküm süren Tabgaç devleti de Türklerce kurulmuş, fakat sonradan Çinlileşmiştir. Köktürkler çağında Çinlilere Tabgaç denilmesinin sebebi budur. Yalnız Tabgaç devleti değil, milâtten önceki ve sonraki yüzyıllarda yüz binlerce, belki de milyonlarca Türk, Çin potası içinde eriyip gitmiştir. Bu sebeple Kuzey Çin halkı, asıl Çinlilerle Altay kavimlerinin karışmasından oluşmuştur dense yanlış sayılmaz.
Hunların Türk olup olmadığı batı dünyasında tartışılmıştır. J. De Guignes (1757), J. Klaproth (1825), F. Hirth (1899), J. Marquart (1903), P. Pelliot (1920), O. Franke (1930), Gy. Nemeth (1930), McGovern (1939), R. Grousset (1941), W. Eberhard (1942), B. Szasz (1943), L. Bazin (1949), F. Altheim (1953), H. V. Haussig (1954), W. Samolin (1958), O. Pritsak
(1959), G. Clauson (1960) Asya Hunlarını, en azından hâkim unsurlarını Türk kabul ederler. A. Gabain'e göre ise Hunlar Türk-Moğol karışımı olma-lıdır(Kafesoğlu 1996: 56-57). H. W. Bailey (1938), Maenchen-Helfen
(1961), E. G. Pulleyblank (1962) gibi bilginler Hunların Türklüğünü kabul etmez. Bailey, bazı Hunca özel isim ve kelimeleri İran diliyle; Pulleyblank ise Yenisey Ket diliyle açıklamak eğilimindedir (Golden 2002: 46-47). P. Golden ise Hunların "biraz Avrupai karışımı olan Moğolsu nüfus"tan doğduğunu düşünmektedir (Golden 2002: 46). Z. V. Togan, İ. Kafesoğlu, B. Ögel gibi Türk tarihçileri ise Hunların Türk olduğundan şüphe etmezler.
Dostları ilə paylaş: |