TüRKİye ve sami Dİlleri


Kur’ân’da Gramer Hatası Aramanın Anlamsızlığı



Yüklə 313,34 Kb.
səhifə7/8
tarix18.08.2018
ölçüsü313,34 Kb.
#72173
1   2   3   4   5   6   7   8

Kur’ân’da Gramer Hatası Aramanın Anlamsızlığı


Bir kere Kur’ân’ın bu konumu, Arap dili ve Edebiyatının en kabul görmüş sahipleri veya otoriteleri; nahivciler, lügatçiler vs. tarafından tamamen anlaşılmış ve takdir edilmiştir. Bu yüzden herkes “Kur’ân’da gramer hatası” olduğu iddiasının anlamsızlığını kolayca görebilir.

Nahivcilerin çalışmalarında en temel kaynak materyal olan Kur’ân, nahivcilerin eserleri esas alınarak tenkit edilemez. Böyle bir şeyi yapmaya çalışmak, tamamen, astronomlar tarafından yazılan eserlere dayanarak kainatta hata bulmaya çalışmak gibidir.

Mantıkî olarak, eğer fizyolog ve astronomların çalışmalarında temel malzeme olan “insan vücudu” ve “kainat”ın konumu herkesçe kesin bir şekilde biliniyorsa, birilerinin çıkıp, bu fizyolog ve astronomların çalışmalarının doğruluğunu ve şümullü olmalarını tartışması daha uygun ve anlaşılabilir olacaktır. Aynı şekilde, derlenmiş Arap dilinin temel malzemesi olan Kur’ân’ın konumu kesin bir şekilde bilinirken, birilerinin, Kur’ân’da izah edilemez gibi görünen şâz bir kullanım bulduğunda Kur’ân’ın güvenirliliğini tartışmaktan ziyade, nahivcilerin eserlerinin doğruluğunu ve şümullü olmalarını tartışması daha uygun olacaktır.

Bütün bunları özetlemek gerekirse, Arap gramerinin gelişim süreci, nahivciler tarafından ortaya konan kaidelere dayanarak Kur’ân dilinin değerinin ortaya konmasına müsaade etmemektedir. Kur’ân’a değer biçmek veya onu eleştirmek, aynı şekilde dilciler, nahivciler, lügatçiler vs. tarafından kullanılan herhangi bir kaynağı eleştirmek veya ona değer biçmek, Arapçayı reddetmek gibidir, bir dil olarak bile… ve bu, açıkça ve kesinlikle anlamsızdır.


Hz Osman (ö.35/655) ve Hz Âişe (ö.58/678)’ye isnat edilen rivayetler


Yukarıdaki tartışmamızdan açıkça anlaşılacağı üzere Kur’ân, mantıkî olarak, nahivcilerin ve dilcilerin çalışmaları esas alınarak eleştirilemez. Çünkü Kur'ân, nahivcilerin ve dilcilerin çalışmalarının dayanağıdır (veya dayanaklarından biridir). Dahası o, Arap dili otoritelerinin hepsi tarafından kendi dillerinin en muhteşem ve mucizevî numûnesi olarak kabul edilmektedir. Hal böyleyken, Kur'ân dilinin güvenilir olup olmadığını nasıl değerlendirecek veya ona paha biçeceğiz?

Bilindiği üzere Kur’ân, genellikle, Klâsik, İslam-öncesi Araplarca; duruluğu, fesahatı ve belağatı açısından eşsiz bir edebiyat numûnesi olarak kabul edilmiştir. Bu yüzden daha sonraki insanlar tarafından da aynı şekilde kabul edilmek zorundadır. Bu kabul, birinci delil kadar, kâhir bir surette Kur'ân’ın kabulünün lehindedir. Şu aşikârdır ki, beliğ ve dilleriyle gurur duyan Araplar, Kur’ân vesilesiyle İslam’a girmeye başladılar. Hz Peygamber nübüvvetinin ilk on üç yılı boyunca, sadece, Kur’ân’ı insanlara sunmuştur. Ne tuhaftır hiç kimse Kur’ân’ın diline veya üslubuna itiraz etmemiştir. Aksine, Müslüman olmayı reddeden Araplar bile Kur’ân’ın dili ve üslubu hususunda hiç bir şey söylememişlerdir. Onlar, açık bir şekilde, Kur’ân’ın tesirini ve her gün yeni yeni insanların kalplerini kazandığını görebiliyorlardı. Onlar Kur’ân’ın beşer kelamı olmadığını biliyorlardı… fakat Kur’ân’ın ilahî olduğunu da kabul etmek istemiyorlardı. Bu durumda, Kur'ân’ın, Allah’ın vahyedilmiş kelamı olduğunu kabul etmemek için geçerli bir mazerete ihtiyaçları vardı. Bu şartlar altında bile onlar –olanca hatipliklerine ve dildeki övünçlerine rağmen- Kur'ân-ı Kerîm’de tek bir hatanın bile varlığını gösterememişlerdir. Yapabildikleri tek şey “onun ‘sihir’ ve ‘büyü’den başka bir şey olmadığını” ortaya atmak oldu.

Açıkçası, kendini “Arabiyyun Mubîn” (en açık ve duru Arapça lafız) olarak tanımlayan Kur’ân sözde gramer veya diğer dil hatalarını içermiş olsaydı, Hz Peygamberin Araplardan birinin bile kalbini kazanması mümkün olamazdı. Fakat biz biliyoruz ki ilk on üç yılda, sadece Hz Peygamberin karakteri ve Kur’ân’ın içeriği, mütedeyyin Arapların kalplerini ve akıllarını fethetmiştir. Bu Araplar sayesinde önce Medine’de bir İslam devleti tesis edilmiş ve daha sonra bütün Arap yarımadasına yayılmışlardır.

Bu, reddedilemez tarihi bir gerçektir.

Şimdi, bütün bunları zihnimizin bir köşesine koyarak, söz konusu makalenin yazarı tarafından ortaya atılan iddiaların diğer yönlerini inceleyelim. O şunları yazmıştır:

Hz Osman’ın, Kur’ân’ın ilk standart nüshasını gördükten sonra “Onda gramer hataları görüyorum ve Araplar onları dilleriyle düzelteceklerdir.” dediği rivâyet edilmiştir.”

Daha sonra yazar şunları ifade etmiştir:

Yukarıdaki rivâyeti “el-Furkân” adlı eserinde zikreden Müslüman âlim İbnu’l-Hatîb, Hz Muhammed’in hanımlarından Hz Âişe’ye nispet edilen başka bir rivâyet zikreder ve şöyle der: “Allah’ın Kitabı’nda üç gramer hatası vardır, bunlar kâtip hatalarıdır:



Tâhâ (20), 63. âyette, " قَالُوا إِنْ هَذَانِ لَسَاحِرَانِ يُرِيدَانِ أَن يُخْرِجَاكُم …"

Mâide (5), 69. âyette,

" إِنَّ الَّذِينَ آمَنُواْ وَالَّذِينَ هَادُواْ وَالصَّابِؤُونَ وَالنَّصَارَى مَنْ آمَنَ بِاللّهِ وَالْيَوْمِ الآخِرِ وعَمِلَ صَالِحًا فَلاَ خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلاَ هُمْ يَحْزَنُونَ "



Nisâ (4), 162. âyette,

" لَكِنِ الرَّاسِخُونَ فِي الْعِلْمِ مِنْهُمْ وَالْمُؤْمِنُونَ يُؤْمِنُونَ بِمَا أُنزِلَ إِلَيكَ وَمَا أُنزِلَ مِن قَبْلِكَ وَالْمُقِيمِينَ الصَّلاَةَ وَالْمُؤْتُونَ الزَّكَاةَ وَالْمُؤْمِنُونَ بِاللّهِ وَالْيَوْمِ الآخِرِ أُوْلَئِكَ سَنُؤْتِيهِمْ أَجْرًا عَظِيمًا "

Aşağıdaki paragraflarda Hz Âişe ve Hz Osman’dan rivâyet edilen hadisleri incelemeye çalışalım.

Hz Osman’a İsnât Edilen Hadis:


Bu hadislerden ilki Hz Osman’a isnât edilmiştir. Bu hadise göre Hz Osman’ın, Kur’ân’ın resmî, standart nüshasında (birkaç veya daha fazla) hata gördüğünü, fakat Arapların bu hataları bulmakta ve onları “hata” olarak değerlendirip düzeltme hususunda zorluk çekmeyecekleri fikrinde olduğu için bu tür “hatalar”ı düzeltmeye önem vermediği rivâyet edilmiştir.

Evvela bu hadis, her ne kadar sonraki nesillerin (herhangi bir sebeple) bu hataların farkında olmadıklarını kabul etsek dahi, Hz Osman döneminde yaşayan tüm Müslümanları ilgilendirmektedir. Eğer öyle bir olay olsaydı, bu sadece bir veya bir kaç kişi tarafından değil, yüzlerce hatta binlerce kişi tarafından rivâyet edilmiş olmalıydı. Meşhur bir hakikat gibi, örneğin Osman denen bir şahsın varlığı gibi olmalıydı. Fakat gördüğümüz kadarıyla durum öyle değil. Bazı fakihlerin, özelliklede Ebû Hanîfe’nin prensiplerinden birine göre, mantıki olarak yüzlerce veya binlerce kişi tarafından rivâyet edilmesi gereken bir hâdiseyi bir veya birkaç kişi rivâyet ediyorsa, böyle hadisler kabul edilemez. Bunu daha iyi anlamak için günlük hayatımızdan vereceğimiz bir örneği düşünelim. Eğer biri komşu ülkede binlerce kişinin depremden öldüğünü söylerse ve sadece bu şahıs böyle bir haberi veriyorsa, hiçbir gazete veya diğer güvenilir medya böyle bir haber vermiyorsa, aklı başında olan herkes aynı prensibe dayanarak böyle bir haberi reddedecektir. Açıkçası önemli ve meşhur olan bir şey sadece bir, iki veya birkaç kişinin rivâyetine dayanılarak kabul edilemez.

Bundan başka, bu hadisi iyice incelediğimizde, diğer çok önemli bir soruyla karşı karşıya kalıyoruz. Eğer Hz Osman gerçekten Kur’ân metninde hatalar olduğunu biliyor olsaydı neden hemen onları düzeltmedi. Kur'ân kıraatinin bir standarda girmesi ve resmi Kur'ân nüshasının yaygınlaştırılması gayretleri çerçevesinde Hz Osman’ın, o devirde tedavülde olan diğer Kur'ân nüshalarının yakılmasını emrettiğine genellikle inanılmaktadır. Eğer Hz Osman bir standarda ulaşma gayesiyle bütün Kur'ân nüshalarını yok edebiliyorsa niçin bunu Kur'ân’ı tashih etmek amacıyla bir defa daha yapamadı? Açıkçası hadis, bu sorunun cevabını vermiyor. Bu basit ve cevapsız soru, hadisin sağduyuya aykırı olduğunu göstermektedir. Muhaddisler tarafından ortaya konan diğer bir prensibe göre eğer bir hadis sağduyuya aykırı ise kabul edilemez.

Ayrıca, zikredilen rivayete göre, Hz Osman sözde “hata” ve “yanlış”ları görmezlikten gelmiştir. Çünkü o Arapların bu “hataları” tespit ve tashih etmede bir problem yaşamayacaklarını düşündü. Bununla beraber bu rivayet, tamamen, Hz Osman’ın Kur'ân’ı cemetmedeki esas düşüncesinin Kur'ân metninin, yeni fethedilen topraklarda (ve insanlara) standart bir şekilde okunmasını mümkün kılabilmek gayesiyle, kıraatinin ve kitabetinin bir standarda ulaşması olduğu noktasını görmezlikten gelmektedir. Kur'ân’ı bir standarda ulaştırmak için sarf edilen tüm gayretlerin, İslam’a yeni girmiş Arap olmayanların Kur'ân metnini standart bir şekilde daha kolay okuyabilmelerini sağlamak amacıyla yapıldığını düşünmek bile oldukça saçma görünmektedir. Buna ilaveten sözde “hata” ve “yanlışlar” öylesine kolay bir şekilde, “Araplar bu hataları tespit etmede problem yaşamayacaklar” varsayımına dayanarak göz ardı edildiler. Mezkûr rivayette anlatılan bütün hâdise, açıkçası, amacı sadece sonraki nesillerin zihinlerinde Kur'ân metni ile ilgili şüpheler yaratmak olan birilerinin temelsiz bir uydurmasıdır.

Üstelik Hz Osman’a atfedilen bu hadis, Kur’ân’ın lafzî doğruluğunu şüphede bırakmaktadır. Bu yüzden, Kur’ân’a zıt bir hadis olarak adlandırılabilir. Muhaddislerin ortaya koyduğu diğer bir prensibe göre; Kur’ân’a, ittifakla kabul edilmiş kati inançlara veya Müslümanların ittifakla kabul edilmiş fiillerine zıt olan bir hadis kabul edilemez. Muhaddislerin yukarıda zikredilen prensipleri, hadislerin kabulüyle ilgili prensipleri içeren meşhur bir kitapta tek cümle altında toplanmıştır. Hatib el-Bağdâdî “Kitâbu’l-Kifâye fî İlmi’r-Rivâye45 adlı esrinde şunları zikretmektedir:

"ولا يقبل خبر الواحد في منافاة حكم العقل وحكم القرآن الثابت المحكم والسنة المعلومة والفعل الجاري مجري السنة وكل دليل مقطوع به"

Akla, muhkem ve sabit Kur’ân hükmüne, bilinen sünnete, sünnetin yerine kaim olmuş fiile ve hakkında kesin bir delil olan her şeye aykırı olan haber-i vâhid (birkaç kişi tarafından rivâyet edilen hadis) kabul edilemez.”

Bu sorular için tatmin edici cevaplar verilmedikçe bu hadis, gerçekten, Hz Osman’dan gelen bir hadis olarak alınamaz, dolayısıyla güvenilir olarak da kabul edilemez. Bundan başka, geniş Arap kitlelerinin, Kur’ân’ı, Arap edebiyatının eşsiz bir numûnesi olarak kabul etmeleri, bu gibi hadislerin kabul edilebilirliğini hayli şüpheli kılmaktadır. Hz Osman’ın fikri gerçekten bu hadiste zikredildiği gibi olsaydı, açıkçası, Kur’ân’ın bu derecede, en azından Araplar tarafından, kabul görmemesi gerekirdi. Aksine, Kur’ân’ı; dil, edebiyat, gramer vs. yönüyle eşsiz bir kitap olarak kabul etmekle birlikte bu kitabın bütün dünyaya yayılmasında başlıca rol oynayanların bizzat Araplar olduğunu görüyoruz.



Yüklə 313,34 Kb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin