İSTANBUL TİYATROSU
1959-1960 sezonu başında, dağılan istanbul Opereti sanatçılarının kurduğu topluluk.
Toto Karaca, Celal Sururi, Muzaffer Hep-güler, Vedat Karaokçu ve Karlo Kapaçel-li'nin kurduğu topluluğun müdürlüğünü Lütfullah Sururi, dramaturgluğunu Yusuf Sururi yaptı. Topluluğun ilk oyunu, Elham-ra Sineması'nda sahnelenen Bulunmaz Pansiyon'dur. Cari Laufs'dan Ali Sururi'nin uyarladığı, Toto Karaca'nm sahneye koyduğu oyunda, Celal Sururi, Toto Karaca, Ali Sururi, Vedat Karaokçu, Muzaffer Hep-
İSTANBUL TRAMVAY AMELESİ 242
243
İSTANBUL TÜRKÇESİ
ma koşullarının düzeltilmesi ve ücretlerinin artırılması amacıyla, Mütareke döneminde birtakım direnişler yapmışlardır. Vatman İttihadı Cemiyeti'nden bir delege, İştirakçi Hilmi'nin(->) Türkiye Sosyalist Fırkası'na (TSF) başvurarak yardım istemiştir. Şirketle anlaşma sağlanamayınca, 10 Mayıs 1920'de Şişli, Beşiktaş ve Aksaray depolarında ve Tünel tşletmesi'nde greve gidilmiş, 4 gün sonra, işçilerin istekleri kabul edilmiştir.
Bu olay sırasında, Fransız şirket yöneticilerine karşı İngiliz işgal kuvvetlerinin gizli desteğini sağlayan iştirakçi Hilmi, işçiler arasında büyük bir prestij kazanmıştır. Fakat tramvay amelesinin şirketten yakınmaları devam etmiş ve birkaç kere grevin eşiğine gelinmiştir. 1922 yaz başında, yine TSF'nin yani İştirakçi Hilmi'nin yardımıyla kalkışılan bir tramvay grevi başarısızlıkla sonuçlanınca, çoğu tramvaycılar bu partiden ayrılarak Şakir Rasim'le birlikte Müstakil Sosyalist Fırkası'na geçmişlerdir (bak. istanbul Umum Amele Birliği).
Bu örgütün de pek varlık gösterememesi üzerine, 1923 Aralık başında, İstanbul İşçi Tesanüt ve Teavün Cemiyeti (yani da-
Tramvay
işçileri
grevinde
işçiler
bir arada,
1921.
Çelik Gülersoy,
Tramvay
istanbul'du,
ist., 1989
TETTVArşivi
istanbul Tiyatrosu'nun Zoraki Asker oyunundan bir sahne. Ekrem Dümer arşivi
güler, Asuman Arsan, Kenan Büke, Alev Suriri, Sedat Demir, ilhan Daner, Belkıs Fırat (Dilligil), Nurten Atakmen, Doğan Evin, İsmail Çavlı ve Melahat Günay rol almıştı.
. Topluluk Aşık Misafir, Acemi Çaylaklar, imam Geldi mi?, Acaba Hangisi?, Şöminedeki Ceset, Köpek Kırpıcısı, Camba-zoğlu, Enehtaru Bendedur, Ayıptır Söylemesi, Man Kedisi, Mister Veli Van, Çılgın Yenge, Çapkın Bakkal, Varan 3 (Rahmet Efendi Ailesi), Karım ve Sevgilim, Yumurcak, Leyleğin Ömrü, Zoraki Asker, Evlenme Tarifesi, Dişi Gazoz adlı oyunlarla seyirci karşısına çıktı. Topluluk, 1972-1974 sezonunda, daha sonra Gülriz Sururi-En-gin Cezzar Tiyatrosu'nun da kullandığı Gü-müşsuyu'nda bir işhanında tiyatroya dönüştürülen salonda oyunlarını sahneledi. Özellikle 19601ı yıllarda İstanbul tiyatro ortamında, seyircinin büyük beğenisini ve ilgisini toplayan İstanbul Tiyatrosu 1973'te dağıldı. Daha çok, Batı'da ilgi u-yandıran komedi ve vodvilleri uyarlayarak sahneye çıkaran toplulukta, İlhan Daner, Ekrem Dümer, Suzan Avcı, Selim Na-şit Özcan, Ayşen Gruda, Orhan Alkan, Zafer Önen, Ahmet Üstel, Doğu Erkan, Semra Karaca., Saime Bekbay, Sevim Çalış-gir, Hakan Karakaş, Suzan Uztan, Aynur Yetkin, Timuçin Caymaz gibi birçok sanatçı görev aldı.
1973-1974 sezonunda, topluluğun çalışanlarından bir bölümü Yeni İstanbul Ti-yatrosu'nu kurdu. Ancak, bu topluluk bir süre sonra dağıldı.
HİLMİ ZAFER ŞAHİN
İSTANBUL TRAMVAY AMELESİ CEMİYETİ
Önceleri vagonları atla çeldikken, I. Dünya Savaşı başlarında elektrikli hale getirilen istanbul Tramvayları, bir Fransız-Bel-çika şirketi tarafından işletilmekteydi. II. Meşrutiyet'te hemen bir yardım sandığı kurdukları anlaşılan tramvay işçileri, çalış-
yanışma ve yardımlaşma derneği) adıyla genel bir sendika kurulmasına kalkışılmış, ancak bu girişim yürümeyince, altı ay kadar sonra (20 Mayıs 1924'te) genel kapsamdan vazgeçilerek yeni bir tüzük yapılmış ve İstanbul Tramvay Şirketi İşçileri Tesanüt ve Teavün Cemiyeti adını taşıyan sendikanın üyeliği tramvaycılarla sınırlandırılmıştır (Mete Tuncay, Türkiye'de Sol Akımları [1908-1925], 2 Belgeler, (İst., 1991). Reis, İsmail Münir Bey'dir. Bu yönetim altında görülen ilk işçi hareketi, 1924 Temmuz başında, bir biletçinin işten çıkarılması üzerine Beşiktaş hatlarında patlak veren 4 saatlik bir grevdir. Merkez kumandanının grevci işçilerin üzerine asker göndermesiyle olay bastırılmıştır.
1924 güzünde, bu örgüte rakip bir sol
cu sendikalar birliği kurulmuştur: Amele
Teali Cemiyeti(->). Amele Teali Cemiyeti'
nin kuruluşuna, basım, doldurma boşalt
ma işçileri ve tütüncülerin yamsıra tram-
vaycdar da katılmıştır. Bundan böyle tram
vay işçileri iki ayrı örgüte ayrılmışlardır.
1925 Ocak sonlarında, 550 ameleyi tem
sil eden 23 murahhasın katılımıyla Tram
vay İşçileri Cemiyeti'nin kongresi yapıldı
ğında, bu örgütün başkanı, aynı zaman
da Halk Fırkası istanbul mutemedi olan
Sûdi Bey'di.
Öte yandan, Amele Teali Cemiyeti'nin girişimiyle, hükümetçe hazırlanmakta olan yeni Mesai Kanunu tasarısını tartışmak i-çin 20 Şubat 1925'te toplanan (30.000 işçiyi temsil eden) 150 kişilik bir kongrede, 1.500'ü örgütlü 3.000 tramvaycmm da delegelerinin bulunduğu iddia edilmiştir.
Yasadışı Türkiye Komünist Fırkası İstanbul Vilayet Komitesi'nin organı Kızıl istanbul gazetesinin Ocak 1933'te çıkan 41. sayısında "Tramvay amelesinden I..." imzalı bir mektup, vergilerin aşırılığından ve örgütsüzlükten yakınmaktadır. 9 Haziran 1935 tarihli Cumburiyet'te ise, Tramvay Sosyetesi İşçileri Tesanüt ve Teavün Kurumu'nun tekrar kurulduğu, yeni bir i-dare heyetinin seçildiği, Fuat Çamay'ın başkan olduğu ve cemiyet (yani dernek) iken şimdi kurum diye adlandırılan sendikanın 27 yıldır sandıkta biriken paralarını Tayyare Kurumu'na bağışladığı haber verilmektedir. Anlaşılan, bu örgüt de Cum-
huriyet Halk Partisi'nin (CHP) denetim altında tuttuğu kuruluşlar arasına girmiştir. Türkiye Komünist Partisi (TKP) merkez organı Orak Çekiç gazetesinin 7 Kasım 1936'da çıkan 12-21. sayısında, "Tramvay Şirketi'nin Soygunculuğuna Son Verilmeli" başlığı altında, "bu yabancı sermaye ve müessese"nin olur olmaz bahanelerle işçilerinden para cezalan kestiği, böylelikle hem onları soyduğu hem de vergi kaçırdığı belirtilerek belediye ile Nafıa (Bayındırlık) Bakanlığı'nın bu şirketi satın almaları istenmektedir. Gerçekten de, Haziran 1939' da şirket 169.000 ingiliz Lirası'na satın alınarak devletleştirilmiştir.
METE TUNCAY
İSTANBUL TÜKKÇESİ
İstanbul Türkçesi, istanbul'da konuşulan Türkçe yanında, yazı dilimizi oluşturan standart Türkçe, yüzyıllar boyunca Türk şair ve yazarlarının kalemiyle oluşan Türkçe anlamında da kullanılır.
istanbul Türkçesi yanında, bir de adından pek söz edilmeyen istanbul ağzı vardır. Türkiye Türkçesinin diğer ağızları arasında kendine has fonetik ve leksikolojik özelliklere sahip ve bugün tam tespit edilemeden kaybolmaya başlayan bu ağız, bir nezaket, zarafet, görgü ve kültürü kendilerinin çok doğal bir parçası haline getirerek özümsemiş hanımlar tarafından yaşatılmaktadır. Genellikle İstanbul ağzı veya İstanbul Türkçesi denirken bürokratların, medrese ulemasının, öğretmen ve öğretilerin yerleştikleri Aksaray, Fatih semtlerinde konuşulan ağız kastedilir. Mehmed Akif de İstanbul'un en doğru ve güzel Türkçesi olarak Sofular Mahallesi'ndeki Naci Efendi edebiyatını aşamayan yerli hanımların konuştuğu Türkçeyi gösterirmiş.
İstanbul'un her mahallesinde, her semtinde bütün halkın aynı ağzı konuştuğu da söylenemez. Semtlere göre, halk sınıflarına göre telaffuz farklılıkları gösteren ağızlar, yazdıkları dille konuşmayan insanlar vardır. Bir Galatalı, Kasımpaşalı, Şişlili, Aksaraylı, Üsküdarlı, Samatyalıyı telaffuzundan, kullandığı deyim ve argodan ayırt etmek mümkün olabilir. Bir semtte ünlü harfler vurgulanarak "gido'rlar" denirken bir semtte sessiz harfler vurgulanarak "gi-diyollar" denir. Kimisi "gelacak", kimisi "gelicek" der. Bir tarafta "alicek, domates, şemşek, köy, gidicim, alın, mutfak, dı-var, araşmak" diğer tarafta "alıcak, doma-tis, şimşek, kov, gidecem, arın, mutbak, duvar, ûraşmak" denir. Bugün ses yapısı ve anlamı aynı kelimelerden bazdan İstanbullu tarafından "yiyecek dokanmak" (zarar vermek), "kilim dokunmak" (örmek), "çamaşırı yıkayor, duvar yıkıyor" örneklerinde olduğu gibi ayırt edilerek söylenir.
Bugün iletişim araçları, eğitim ve farklı sebeplerle telaffuzunu bozmamış, o ağza sahip birini bulmak çok zordur. Yazı da bize bu konuda yardımcı olamaz. Yazılı metinlerden de o dönemin yazı dili ve konuşma dili arasında farklılıklar olduğu için konuşma dili hakkında bilgi edinemeyiz. Bu ağız ile yazı dili olarak kabul edilen istanbul Türkçesi arasında da fark-
lılıklar vardır. Gerçekte İstanbul ağzını tam olarak aksettirmeyen İstanbul Türkçesi dediğimiz bir yazı dili vardır. Kabul edilen yazı dili hiçbir yerde tamamıyla söylenmeyen fakat her yerde söylenmesi arzu edilen ideal bir şekildir. Bir başka söyleyişle İstanbul ağzı, Anadolu ve Rumeli ağızlarının en gelişmişi ve ahenkli olanıdır.
Öncelikle İstanbul'da hangi dillerin nerelerde konuşulduğunu, çeşitli semtlere göre farklılıklar gösteren ağızların varlığını belirtmek gerekir. Şehrin oluşumu bir bakıma Türkçenin buradaki gelişmesini de ortaya koyar. İstanbul Türkçesinin İstanbul'un hangi bölgelerinde hangi dillerden veya Türkçenin hangi ağızlarından etkilendiğini, geliştiğini ve değişikliğe uğradığını görme açısından fetihten bu yana yerleşim faaliyetlerini ve değişiklikleri görmek yararlı olacaktır.
İstanbul Türkçesinin tarihini araştırmaya çalıştığımızda en azından bu şehrin Türklerin eline geçtiği 1453'e kadar gitmek gerekir. Şehir, II. Mehmed (Fatih) tarafından düşürüldüğü zaman yerli halkın bir kısmı Ayasofya'ya sığınmış, bir kısmı deniz araçlarıyla Marmara'ya açılmış, bir kısmı da Galata'ya geçmiştir. Bundan dolayı Fatih Konstantinopolis'i bomboş bulmuştur. Bu boşluk bizim açımızdan şehrin adıyla anılan bir İstanbul Türkçesinin tarihini de teşkil etmesi ve yapılanması bakımından önemlidir. Şehirle birlikte Türkçe de İstanbul Türkçesi adıyla farklı bir mecra kazanır.
Yapılanma hareketinde Fatih ilk hareket olarak yurtlarından uzaklaşan Bizanslıların geri dönmesini, kalanların da yerlerinden ayrılmamalarım ister. Bundan sonra Anadolu ve Rumeli'deki bazı yerlerin bir kısım ahalisini (Türkler, Rumlar, Ermeniler ve Yahudiler) buraya naklettirir. Kentteki evler onları ele geçirenlere veya dışarıdan gelenlere mülk olarak dağıtılır. Rum ahaliye, hattâ sultanın hissesine düşen esirlere mahalleler, ordu mensuplarına ve tarikat ehline de evler ve manastırlar tahsis edilir. Fatih'ten sonra da İstanbul' un göçler yoluyla nüfusunun çoğaltılması politikası devam ettirilir. Yerleştikleri mahallelere, bir kısmı bugüne kadar kalan, adlar veren bu iki grup Beyazıt ve Aksaray çevresine iskân edilmişlerdir. Fetihten sonra Konya ve Karaman'dan getirilen gruplar burada yerleştirilmişlerdir. Aksaray adı da Orta Anadolu'daki Aksaray' dan gelir. Bugünkü Samatya'ya Ermeniler, Marmara kıyılarına daha çok Rumlar, Galata'ya da yine İzmirli Rumlar iskân edilmişlerdir. Galata ve istanbul surları dışında Eyüb Sultan İmareti çevresine Bursa' dan gelenler, Tophane çevresine Samsun ve Sinop'tan gelenler yerleşir. Türklerin çoğunlukta olduğu köyler Anadoluhisa-rı ve Rumelihisarı, Kanlıca, Beykoz, Ru-melikavağı ve Yeniköy'dür.
17. yy'da Haliç'te yerleşme alanları büyür ve Eyüp gelişerek surlara yaklaşır. Karşı yakada Kasımpaşa, Hasköy, Piripaşa, Sütlüce kıyı boyunca birbirlerine yaklaşır. Yedikule'nin dışında Türklerin oturdukla-
rı büyük bir mahalle ortaya çıkar. Galata surlarından öteye Türkler yerleşmeye başlamış, Tünelle Galatasaray'ın Marmara yakasına doğru olan gelişme hızlanmıştır. Bizanslılar döneminde Sirkeci ve Haliç sahillerindeki Latinler, Türkler geldikten sonra faaliyet merkezlerini Galatasaray'a taşımışlardır. IV. Mehmed döneminde (1648-1687) Beşiktaş giderek büyür. Yahudiler Kuruçeşme, Kuzguncuk ve Orta-köy'de; Rumlar Çengelköy, Arnavutköy ve İstinye'nin kuzeyindeki köylerde çoğunluktadır.
Şehrin bölümlenmesi de aşağı yukarı ortaya çıkmıştır. Nüfusun yüzde 40'ı Müslüman olmayanlardan oluşuyordu. Müslüman olmayanların başında genellikle istanbul'un eski halkı olmayan Rumlar gelmektedir. Fetihten sonra Bizanslı halk çokluk Rumeli kentlerine gitmiş, buna karşılık Adalar'dan ve Anadolu'dan Rumlar getirilip Haliç (Fenerle Cibali arasına) ve Marmara (Kumkapı ve Samatya) sahillerine yerleştirilmişti. Galata'da da Rumlar çoğunluktaydı. Bunlar eskiden gelmiş İzmir ve Trabzon Rumlarıydı. Ayrıca yine Galata' ya İspanya Arapları da yerleştirilmişti. Eski Galatalılarm bir kısmı da surların dışında oturmayı tercih edip, Beyoğlu, Galatasaray ve Taksim'e yerleşerek şehri genişlettiler. Rumların büyük bir bölümü de Kasımpaşa, Tophane ve Hasköy'deydi. Yine deniz kıyısındaki bütün semtlerde (Çengelköy, Kuzguncuk, Kuruçeşme, Arnavutköy, Yeniköy, Tarabya, Büyükdere vb) Rum mahallelerine tesadüf edilirdi.
Ermeniler daha çok Marmara kıyılarına yerleşmişlerdi. Samatya'dan Kumkapı' ya kadar bütün sahil boyunca, Boğaz sahilinde Beşiktaş'la Kuruçeşme arasında ve Üsküdar'da Ermeni mahalleleri vardı.
Yahudilerin Bizans döneminden itibaren Sirkeci'den başlayarak Haliç sahillerinde ve Boğaziçi'nde yerleşmiş olduklarını biliyoruz: Bahçekapı ve civarı, Hasköy, Balat, Ayazmakapı, Cibali, Kasımpaşa, Galata, Beşiktaş, Ortaköy, Üsküdar.
Bunların dışında Arnavutları Arnavutköy'de görüyoruz. Diğer azınlık gruplar a-rasında en önemlisi Levantenlerdir. Bunlar esas itibariyle Galata'mn yukarı mahallelerinde ve Galata surlan dışında gelişmeye başlayan Pera'da yerleşmiş bulunuyorlardı. Büyük gruplar halinde olmasalar da Çerkez, Gürcü ve Boşnakları da saymak gerekir. Bunlar gerek kurdukları mahallelerle, gerekse konaklarda hizmetli olarak çalışarak Türkçeyi etkilemişlerdir. Yine bu büyük şehirde Fars (Kapalıçarşı'da ve Üsküdar'da), Fransız, İtalyan, Beyaz Rus vb bulunuyordu. Bu azınlık grupların yerleşmeleri II. Dünya Savaşı'na kadar aynı kalmıştır.
Yukarıda verilen kısa bilgiler ışığında görüldüğü gibi İstanbul çok renkli, zengin, çeşitliliklerin bol olduğu bir görünüm arz eder. Bu büyük şehrin dili Türkçedir ve saydan gruplar ddlerini konuşur; özellikle de Rumlar ve Ermender konuşmakla kalmaz yazarlardı. Okulları ve matbaaları vardı. Yine 15. yy istanbul'unda Roman-yot diye bdinen bir Musevi cemaati Yunan-
istanbul türkçesi
244
245
İSTANBUL TÜRKÇESl
ca konuşurdu. Daha sonra bu Yunancanın yerini ispanya ve Avrupa'nın çeşitli yerlerinden gelen Musevilerle birlikte Türk-çeyi îspanyolcanın Kastilya ağzı etkilemeye başlar. Bunların 19. yy'daki eğitim reformlarıyla Fransızcayı kullanmaya baş-lamalan Türkçenin de içten içe etkilenmesine yol açar. italya'nın her tarafından yeni bir hayat aramak için şivelerini de taşıyarak gelen italyanlar; azımsanamayacak sayıdaki Bulgarlar; Bizans'tan miras Ceno-valı (bunlara daha sonra Kırım'ın fethinden sonra gelen Cenevizliler de eklenir), Venedikli, Toskanalı koloniler; Arnavutlar; Araplar; Sırplar; iranlılar (özellikle Üsküdar'da yerleşmişlerdi); kendilerine özgü zengin argolu bir dil dağarcığı olan Çingeneler istanbul'da bir dil zenginliği yaratmışlardı. Bilindiği üzere Karagöz perdesinde bütün bu dil ve ağız zenginliğini görmek mümkündür. Kısa zamanda çok yönlü bir etki altında kalan, hızla gelişimine, değişimine devam eden Türkçeye, Rumca, Ermenice, Kastilyanca, italyanca, Sırpça kelimeler girer. Türkçe'nin bu dillerden etkilemesinin yanında onların birbirlerinden etkilenmesini de görürüz. Bu etkilenme sonucunda bazen bir kelime dolaylı yoldan Türkçeye girer. Mesela Venediklilerin dilindeki "coverta" Arnavutçada "güverte" olmuş ve Türkçeye de buradan geçmiştir. Aynı anlamdaki bir kelimenin farklı dillerdeki şekilleriyle de bir zenginlik yaratacak şekilde dilimize girdiğini görürüz. Dilimizde "çocuk" kelimesi varken Arapçanın "veled"ini Ermenice'nin "bız-dık"ını da almayı ihmal etmemişiz. Dil, kelimeler yanında fonetik bakımdan da bu dillerden etkilenir ve böylece istanbul ağzı oluşur, istanbul ağzındaki deyim ve argo zenginliğinin bellibaşlı sebeplerinden birisi de budur.
Türkçe tarih boyunca çok geniş bir coğrafi sahada gelişmiş, işlenmiştir. Nihad Sami Banarlı'nın dediği gibi bir imparatorluk dili olmuştur. Çok az dilde görülen bir şekilde muhtelif lehçe ve şivelere, şiveler de kendi içlerinde ağızlara, ayrılmıştır. Bu a-rada pek çok dille karşılaşmış ve bunlarla dil alışverişinde bulunmuştur. Din ve e-debiyat yoluyla Arapça ve Farsçadan kelime, gramer şekilleri almıştır. Bir dilin milli olan unsurları iç yapıyı oluşturan ses ve gramer yapısıdır. Başka dillerden kelimelerin alınması normaldir, ancak gramer kuralları alındığında dilin iç yapısı bozulur ve sadeliği kaybolur. Türkçe de böyle u-zun bir dönem yaşamış ve yazı dili dengesini yitirmiş suni bir yapıya bürünmüş; kelime, deyim, terim yanında Arapça, Farsça gramer kurallarıyla dolmuştur. Dilimiz bu sebeple kolaylıkla anlaşılamayan bir hale gelmiş, yazı dili ile konuşma dili arasında farklılıklar doğmuştur; hattâ yazarlar yazarken kullandıkları dili her ne kadar etkilenseler de konuşurken kullanmamışlardır. Yine de bir dil şuuruyla yazı dilinde fiiller ve çekimleri korunmuştur. Özellikle Muallim Naci'nin ölümünden sonra Türkçe Şark devresini tamamlamış ve Batı'ya açılmıştır. Ülkemizde Batı sistemiyle eğitim veren okullar açılmıştır. Tan-
zimat döneminde ve ondan önce, dil ö-zellikle de onun yapısı üzerinde çalışmalar başlamıştır. Münif Paşa, Reşid Paşa vb sadeleştirme, daha doğrusu Türkçeleştirme hareketinin öncüleri olmuştur. Alfabe değişikliği, yabancı gramer kurallarının atılması gibi konularda fikirler ileri sürmüşlerdir. Servet-i Fünun hareketi Türkçeleştirme hareketini öldürmüştür. Tabii dü i-le suni dili birleştirmek yerine birbirinden daha çok uzaklaşmasına sebep olmuşlardır. Onlardan sonra gelen Fecr-i Âti yazarları da kendilerinden önce gelenleri tekrar etmişlerdir. Cümle, fiil çekimi hataları yaparlar.
Türkçeyi müdafaa edenler hemen hemen yabancı dillerle karşılaşmaya başladığımız eski Türkçe döneminden itibaren çıkmıştır. Türkçeci adını verdiğimiz bu kişileri Tanzimat'la birlikte de görürüz. Başlangıçta çok kuvvetli bir cereyan başlata-masalar da daha sonraki çalışmaların hazırlayıcıları olmuşlardır. Türkçeleştirme hareketi 1908'den itibaren kuvvetlenmiş "yeni lisan" ve "milli edebiyat" görüşlerinin hâkim olması, 1918'lerde ortaya çıkan yeni nesille başarıya ulaşmıştır. Ziya Gökalp ve Ömer Seyfeddin Genç Kalemler Mec-muası'nda. "yeni lisan" hareketini başlatmışlar ve başarılı olmuşlardır. Onlar milli bir edebiyat için milli bir dilin gerektiğine inanmışlar ve yazı dili ile konuşma dili arasındaki farkı ortadan kaldırmışlardır. Örnek gösterdikleri konuşma dili de baştan beri adından bahsettiğimiz istanbul ağzı olmuştur, istanbul'da belirtildiği üzere farklı konuşma bölgeleri vardır. Ömer Seyfeddin'e göre, eski edebiyat taraftan o-lan terkipçi şairler, ulema ve softalar; eski ıstılahçı hocalar, Babıâli üslubunu yaşatan muhafazakâr memurlar, ikinci sınıf halk, Tanzimat eğitiminden geçmiş kadınlar, Tanzimat eğitimiyle kuvvetli tahsil görmeyen kadınlar, yabancılar, Anadolu'dan gelen Türkler farklı farklı konuşma bölgeleri oluştururlar. Ancak yine belirttiğimiz gibi yazı dili olarak kullanılan bu ağız değil, örnek alınan ağzın ideal bir şekli, istanbul Türkçesidir. Elbette başarılı olmalarının sebebi onlann da suni bir dil meydana getirmesi değil, gerçekte halkın konuştuğu bir dili ön plana çıkarmalarıydı, istanbul ağzını seçmelerinin Arapça ve Farsça terkiplerin, edatların daha az kullanılması, tabii bir eda ile konuşulması yanında en önemli sebebi istanbul'un milli, dini ve ilmi bir merkez, bir kültür merkezi olmasıdır. Halife ve sultanın, Darülfünun'un burada bulunması da sebepler arasındadır. Onlar dilde, yabancı dillerin gramer kaidelerinin bulunmaması gereği üzerinde ısrarla dururlar. Elbette istanbul ağzında da "hiss-i kable'1-vuku", "halet-ru-hiyye", "sadrazam", "şeyhülislam" gibi terkipler, ilme ve fenne dair terimler yer alıyordu ve bunlar normaldi. Yazdıkları gibi konuşmaya çalışan veya aldıkları Arapça eğitimle her kelimeyi Arapça kurallara uydurmaya çalışan softa ve ulema ile alay e-der ve onlann ne konuşma ne de yazı dillerinin kabul edilemeyeceğini belirtirler. Onların bu her kelimeyi Arapça kaideye
uydurmasıyla ilgili bir anekdot şöyledir: Bir kadın bir mektup zarfının üstünü bir hocaya okutmak istemiş. Hoca zarfı eline almış, okumuş. Demiş ki "Minne sol şey ki (süttire) örtülür (muttasıran) ısrar ederek (felegannehu) bunun irabda mahali yok..." Kadın şaşmış "Ayol hoca efendi. Zarfın üstü Türkçe yazılıydı" demiş. Softanın ayrı ayn Arapça kurallara göre okuyup mana çıkardığı cümle Türkçe "Manastır mutasarrıflığına" imiş.
istanbul ağzının (özellikle yerli münevver halkın konuştuğu ağız) özellikleri şunlardır:
Ünlüler
a (Normal a): Tek bir söylenişe sahip olmayıp kısmen açık, kısmen de kapalı arasında çeşitli şekillere sahip bir ünlüdür, -dan, -da eklerinde bu sesi görürüz.
I) Kapalı a: Dil ve dudaklar sesin teşekkülünde gevşektir. Teşekküllerinde hava için dar bir geçit bulunan "v, f, z, s, j" gibi sessiz harflerin yanında görülür: "fazla", "vazife", "sarı" vb.
H) Açık a: 1. Türkçeye girerken asli şekillerinde "a" sesinden sonra Türkçede bulunmayan "ayın" gibi sessizlerin düştüğü durumlarda görülür. Bazı, yani, talim vb. 2- Ön damağın orta damağa yakın kısmında teşekkül eder. Türkçe olmayan kelimelerde "palatal l" yanında görülür: "Kalb" vb.
III) Yan Uzun a: Kapalı bir uzunluk
ta söylenir: "Edibâne", "sâdâbâd" vb.
IV) Uzun a: Türkçede olmayıp yaban
cı kökenli kelimelerde, özellikle Arapça
ve Farsçadan geçen kelimelerde vardır:
"Âlim", "galip" vb.
V) Derin a: Özellikle istanbul ağzında
hemen hiç kullanılmayan "ğ"nin düşme
siyle dilin tamamen geriye çekilip dil arka
sının biraz kabarması sonucu telaffuz e-
dilir: "Bâlamak" (bağlamak), "sâlamak"
(sağlamak) vb.
VI) ince a: "Dikkât", "hakikât" gibi ke
limelerde görülen "a" "e" arasında teşekkül
eder.
e: Yazı dili olarak kabul edilen istanbul Türkçesinde bir tek açık "e" olduğu söylenmesine rağmen ağızda "e" sesinin farklı telaffuzları olduğunu görürüz.
I) Kapalı e: "i"ye yakın bir söyleyişe
sahiptir: "Kedi", "gece" vb.
II) Açık e: Yer yer kendi içinde de açık
ve çok açık olmak üzere ikiye ayrılabi
lecek bu "e", özellikle açık hecelerdeki
(eve, evde vb) ve bilhassa kelimenin son
sesi durumunda bulunan "n"den önceki
"e'lerdir (gelen, evden vb). Bu "e"nin te
şekkülünde çene daha açık, dil hafifçe yu
karı kalkıktır.
i: ince sırada dar bir vokaldir. Çok bariz farklarla olmasa da üç çeşit "i" vardır.
I) Dar, Kısa i: Dar ve gergin olarak
ön damakta teşekkül eder: "Bin", "insan".
II) Yan Uzun i: "Derin", "iki" gibi ör
neklerde görülen bu "F'ler arasında bile
çok belli olmasa da farklılıklar vardır. "Gi
bi" kelimesinin ilk hecesindeki "i"nin te
laffuzu esnasında dil biraz geride ve düz
olarak durur, dil oyukluğu hemen hemen
olmaz, ikinci hecesindeki "i" ise önde telaffuz edilir ve çene kemiği daha açıktır. Dilin ön kısmı hafif gerilerek biraz kalkar.
İÜ) Uzun i: l- Özellikle "ğ"nin düşmesi sonucu ortaya çıkar: "Cînemek" (çiğnemek), "îne" "iğne" vb. Bunun dışında Türkçe kelimelerde asli bir uzun "i" görülmez. 2- Yabancı kelimelerde sıkça kullanılır: "Resmî", "rakîb" vb. Bu "i'ler halk arasında normal "i"ye yaklaştırılmaktadır.
ı: Kaim sırada, bir vokaldir. Normalden kısa bir vokaldir. Genel itibariyle dar "i"nin teşekkül yerinden başlayarak dil ve dil ucunun biraz daha geriye çekilmesi ve bu arada dilin orta kısmının sert üst damağa yaklaşmasıyla oluşur: "Kıl", "açılmak" vb. "ğ" ile birlikte bulunduğunda bu sesin düşmesinden dolayı asli olmayan bir u-zunluk meydana gelir: "Sî" (sığ), "çî" (çığ) vb. "I" sesi çok kere bir hece yükünü ta-şıyamayarak yerini "i"ye bırakır: "inanmak" (inanmak). Yabancı dilden Türkçeye geçen ve sonunda Türkçe kelimelerde bir a-rada bulunmayan çift konsonantları taşıyan kelimelerde bu iki sessiz harf arasında türetilen "ı" çok daha kapalıdır: "Akl" (akıl), "vakt" (vakit) vb.
o: Kalın sırada, geniş yuvarlak bir ünlüdür. Genel olarak açıktır, "ğ" ile birlikte bulunduğu yerlerde "ğ"nin düşmesine paralel olarak "o" sesinde daha bir açıklık ve uzama meydana gelir: "olan" (oğlan), "dömak" (doğmak) vb. Bir de kapalı "o" dan bahsedilebilir. Batı dillerinden alınan ve bünyesinde ikinci heceden itibaren o bulunduran kelimeler, istanbul ağzında ikinci heceden itibaren -yor eki istisna olmak üzere- "o" sesi bulunmamasına rağmen "o"lu söylenirler: "Vapor" (vapur), "Avropa" (Avrupa) vb.
u: Kalın sırada, dar yuvarlak bir ünlüdür: "Bunu", "kul" vb. Bir de özellikle Arapça ve Farsçadan dilimize geçen kelimelerde uzun "u" (û) bulunur: "Usûl", "me-lûl" vb.
ö: Kalın sırada, geniş yuvarlak bir ünlüdür. Bu ünlü de diğer ünlülerde olduğu gibi yanında bulunan ünsüz harflere göre farklı telaffuzlar kazanır. Mesela "göz ö-nünde" kelimesinde bu zenginliği ve farklılığı yaşarız. "z"nin yanında bulunan "ö"de bir kapalılık söz konusu iken, ikincisinde bir açık telaffuz vardır. "ğ"nin düşmesiyle bu sesin de uzun şekli görülür: "öle" (öğle), "örenmek" (öğrenmek) vb.
ü: ince sırada, dar yuvarlak bir ünlüdür: "Düşüyor" vb. Bir de "i" ve "ü" arasında Eski Anadolu ve Osmanlı Türkçe-si döneminde görülen ve yuvarlak söylenen "gelür", "gidüp" gibi kelimelerdeki "ü"ler, ses ahengine göre "i"leşmiş ve biraz dar olarak telaffuz edilirler.
Dostları ilə paylaş: |