YENİ POLİTİK ARAYIŞLAR
SSCB’nin dağılması dünya genelinde olduğu gibi Türkiye’nin güçler dengesinde de yeni bir mevzilenmeyi getirdi. 1991’den buyana süreklileşen istikrarsızlığın önemli nedenlerinden biri de, SSCB’nin dağılmasının yolaçtığı sonuçlardı. Bunun en belirgin yansımasını daha çok dış politikada görüyoruz. Geçmişte hangi siyasal kanat hükümet olursa olsun dış politikada izlenen stratejinin genel hatlarında kayda değer bir değişikliğe gidilmesi sözkonusu olmazdı. Günümüzde ise devlet örgütlenmesinde ve politikasında her kanat salt kendi politikasının egemen olmasının kavgasını veriyor. Bu kavgada belirginlik kazanmış eğilimlerden DYP ve ANAP, ABD ile stratejik işbirliğini temel almaktadır. Bölgesel bir takım çıkarlar gündemleştiğinde ANAP, DYP’den farklı tavırlar gösterse de, bunlar pek fazla önemli ayrılıklar teşkil etmemektedir. Diğer bir eğilim ise, yine ABD ile sıkı işbirliği temel alınarak Rusya Federasyonu ile ticari ve mali alanlarda ilişkiler geliştirerek bir denge kurmayı amaçlayan, hatta Japonya ve Çin’e açılmayı isteyen DSP-CHP ikilisidir. Ama hemen belirtelim ki, bu eğilimde ısrarlı davranan daha çok DSP’dir. Sosyal demokrasinin DSP kanadının biraz daha ileri giderek, Avrupa Birliği’ne pek sıcak bakmadığı da söylenebilinir.
Her sivil siyasal kanat gücünü konuşturabilmek için ordu içinde kendine bağlı gruplar yaratmanın çabasını sürdürüyor. Ordu, geçmişte, devletin diğer kurumlarına nazaran bütünlüğünü korumuşken, bugün artık bu özelliğini önemli ölçüde kaybetmiştir. Türkiye’de devlet örgütlenmesinde ordunun rolü ve gücünü dikkate aldığımızda, önümüzdeki süreçte bu durumun ciddi sonuçlara yolaçaçağını söylemek gerekir. Aslında dünya güçler dengesindeki değişime hazırlıksız yakalanmanın getirdiği bir panik yaşanmaktadır.
Geçmişin ileri karakol olma özelliğinin verdiği dar politik çerçevenin dışına çıkıp, dünyanın değişen siyasal koşulların da Türkiye’nin varlığını önplana çıkartacak yaklaşım sergileme yerine, gelişmeleri dışarıdan seyreden konumda kalındı. Hemen her alanda çağın gelişmelerine uygun yeniden yapılanmanın içine girilmediği sürece böylesine atıl kalınacağı bir gerçekti. Bu nedenle de, Balkanlar’da, Kafkasya’da ve Ortadoğu’da ortaya çıkan yeni siyasal gelişmelerde çok önemli olanaklar ortaya çıkmasına karşın, ABD ve AB’nin kuyrukcusu olarak kalma yeğlendi. Bu sefer çare 50’li yılların politikasına geri dönülmekte bulundu. Türkiye o yıllarda bilindiği gibi Avrupa tarafından NATO’ya alınmak istenmemiş, sadece “Ortadoğu Komutanlığı” göreviyle sınırlı bırakılmak istenmişti. Dönemin iktidarı NATO’ya girmek için ve girdikten sonra da bağlılığını ispatlamak için her türlü çabayı, daha doğrusu cambazlığı göstermişti. Bugün Türkiye’nin izlediği politikayı, “Türkiye Cumhuriyeti hiç bir dönemde bu kadar yalnız kalmamıştı” diye eleştirenler, aslında geçmişi unutturmak isteyenlerdir. SSCB’ye karşı NATO üyesi olarak iyi bir “önkarakol” ve Ortadoğu’nun bekçiliğini nasıl başarıyla yerine getirebileceğini gösterme adına, Süveyş sorununda Mısır’ın yanında değil, İngiltere’nin yanında yer aldığını, devrimci uyanışı bastırmak için Suriye’yi işgale kalkıştığını,Tunus ve Cezayir’de bağımsızlık hareketlerinin karşısında emperyalist işgalci güçlerle birlikte hareket ettiğini, yine E. Hover doktirininin en ateşli savunuculuğunu yaptığını bilmekteyiz. Türkiye yaranma politikasını her zaman en uç noktada yerine getirmiştir. Bugün de “önkarakolluk” görevinin sona erdiğinin bilincinde olduğu için, yeni yüklendiği “geçiş köprüsü” rolünü oynamaya koyulmuştur. Bu rolün de “önkarakolluk” rolü kadar sakıncalı olduğu bir gerçektir.
Ama her şeye rağmen Türkiye, bugün geçmişe oranla çok daha güçlenmiş ve süper güçlerin dayatmalarına boyun eğmeyecek kadar büyümüştür. Önümüzdeki ikibinli yıllarda “geçiş küprüsü” rolü havasına kapılınmazsa, yeni dönemin konjektörü ve olanakları eğer akıllıca değerlendirilirse, Türkiye hem tarım, hem de sanayi alanında kalkınmış sosyal bir devlet olma fırsatını yakalayıp, yeni yüzyılın refah bir ülkesi konumuna kısa sürede ulaşır. Kısaca bilgi çağının bir ülkesi ve devleti olabilir. Ülkenin böylesi bir konuma yükselmesi, ne salt AB’ye katılımla, ne de salt ABD’yle stratejik ittifak geliştirilerek başarılabilinir. Uzun vadeli çıkarlara ters düşen böylesine dar politikalar yerine, AB’den Arap ülkelerine, ABD’den Rusya Fedarasyonu’na ve Kafkaslar’dan Çin’e kadar çok geniş bir yelpazde geliştirilecek politikalarla Türkiye yeni yüzyılda hak ettiği yerini alabilir. Fırsatlar geçmiş dönemlerden çok daha büyüktür.
1998 Temmuz
Baki Karer
KIBRIS VE EGE SORUNLARI
Kıbrıs ve Ege sorunları, Türkiye ve Yunanistan’ın yıllardan buyana kangren olmuş yaralarıdır. Bu sorunların çözülmemesinin altında her iki ülkenin egemen sınıflarının çıkarları kadar, emperyalizminde çıkarları yatmaktadır. Adanın emperyalist güçler açısından Ortadoğu için stratajik bir öneme sahip olduğu bilinmektedir. Ada, Ortadoğu halklarına karşı gerici iktidarları, özellikle Arap işbirlikçi iktidarlarını ayakta tutabilmek için bir üst olarak kullanılmaktadır. Daha doğrusu petrol bölgelerinin bekçiliğini yapmada bir üst görevi görmektedir. Ada üzerinde söz sahibi olma politikasına son dönemlerde Rusya’da katılmış durumdadır. Bugünkü yönetim adeta Çarlık politikasını, yani Akdeniz’e inme politikasını yeniden hortlatmıştır. Kıbrıs politikasında gerçekçi olmamak demek, aynı zamanda süper güçlerden birine hamilik yapmak demektir. Sorunun çözümsüz,sürüncemede bırakılmasının esas nedeni emperyalist güçlerin politikasından kaynak lanıyor. Böylece hem adayı sürekli kontrollerinde tutuyorlar ve hem de Türkiye ve Yunanistan’ın gelişip güçlenmesini engelliyorlar.
Her iki ülkenin yönetimleri de akıldışı, maceracı bir yol izlemektedir. Oysa çağımızda ciddi bir biçimde demokratikleşmenin ve gelişmiş refah düzeyine ulaşmanın yolu barış içinde bir arda yaşamadan geçer. Her an karşılıklı savaşa kadar varacak hırçınlıklarla ve üstelik bunu uzun süreli kılma gibi bir sorumsuzluk içine girmekle, herhangi bir kazanç elde edilemeyeceği kabul edilmeli. Bugün gerek Yunanistan’ın gerekse de Türkiye’ nin yoksulluklar içinde yüzmesinin bir nedeni de, aralarındaki çelişkileri sunni yöntemlerle sürekli kılmalarıdır. Sürdürdükleri silahlanma yarışı ile ekonomilerini çökertmektedirler. Her iki ülkenin egemen sınıfları da çok iyi bilmektedirler ki, günümüz koşullarında savaş yoluyla bibirlerine üstünlük kurmaları imkansızdır. Aralarında çıkacak bir savaşta yenilen bir taraf olsa da sonuçta kaybeden ve kazanan taraf diye bir şey sözkonusu olmayacaktır.
Türkiye ile Yunanistan arasındaki sorunları ele alırken gerçekçi olmak zorundayız. Avrupa’nın kıyısında köşesinde kalmış birkaç demokratik kurum ve kuruluşlardan destek alma pahasına, Yunanistan’ın yürütmüş olduğu şöven ve haksız politikalarına alet olma tam anlamıyla çirkinliktir. Eğer halkların kardeşliğini ve barış içinda yaşamasını istiyorsak, Yunan yönetiminin de Türkiye ile olan sorunlarını abarttığını, haksız olduğu birçok noktaların bulunduğunu, mevcut çelişkileri emekçi yığınlar üzerindeki sömürüsünü örtmede kullandığını sergilemeliyiz. Bu Yunan halkına, emekçi yığınlarına yapılacak en iyi hizmettir.
Yunanistan Kıbrıs’ın tümüne sahip olma anlayışından vazgeçmeli, Ege sularını on mile çıkarma isteminden geri durmalıdır. Uluslararası anlaşma bahane edilerek Ege denizinin özellikleri gözardı edilemez. Bunlar Türkiye’ye karşı ileri sürülmüş haksız isteklerdir. Kıbrısta Türk halkını tanımayı kabul etmeyen, çağdışı Helenizmde inat eden Yunanistan’ın demokratlığı da tartışılır. Türkiye kadar Yunanistan da gereksiz savunma giderleriyle halkını yoksul bırakan bir ülke olduğunu unutmamalıyız. Kıbrısta çözüm, her iki halkın da içişlerinde bağımsız ve özgür olma kaydıyla merkezi bir devlet çatısı altında birleşmeleridir.
Ayrıca ada üzerinde İngiltere’nin garantörlüğüne ve üs sahibi olmasına son verilmelidir. İngiltere’nin ada üzerinde hiç bir hak iddia etme hakkı yoktur. Ada ancak bu koşullar da emperyalizmin bir üssü olmaktan kurtarılabilinir. Aynı zamanda Türkiye ve Yunanistan da adadaki askeri güçlerini çekmelidir. Kıbrıs’ı barış adası, Ege’yi de barış denizi yapmamak için bir neden yoktur. Gerek Türkiye, gerekse Yunanistan, üzerlerinde başka güçlerin oyun oynamasına fırsat vermeksizin sorunları cesaretle başbaşa görüşerek çözüme odaklanmalıdır.
Kasım 1999
BAKİ KARER
BAZI GELİŞMELER ÜZERİNE
Uzun zamandır yazamadım. Bu süre içinde Türkiye’de ve dünya genelinde çok ciddi gelişmeler yaşandı. Yakın zamanda en önemli gelişmelerden biri uluslararası alanda yaşanan ekonomik kriz. Belki 1929’un düzeyinde değil ama yine da çok yıkıcı bir kriz. Globalist döneme özgü ekonomik ve finans uygulamalarının sona erdiğini artık söyliyebiliriz.Amerika Birleşik Devleti başta olmak üzere Avrupa’da dev sanayii, sigorta şirketleri ve finans kuruluşları ya iflas ettiler, ya da iflasın eşiğinden ‘kurtarma’operasyonlarıyla kılpayı kurtuldular.
Bu son iflaslarla dünya pazarlarını tek bir Pazar görme anlayışının iflas ettiğini söyliyebiliriz. Sınır tanımayan, üretime yönelik olmayan yüzer-gezer sermaye dönemi bitmiştir. Büyük finans ve sanayii kuruluşlarının çıkarları devletlerin ekonomik, siyasi ve askeri çıkarlarına tabi kılınacaktır.Bir anlamda 50-60’lı yılların politikasına geri dönüş yapılmıştır. Bölgelerin, pazarların bölüşümüne yeni bir dizayn verilmektedir. Bu politikaya geçişde teknolojik alandaki gelişmelerden tutun da gelişmiş ülkelerdeki pazar ekonomilerinde yaşanan durgunluk gibi daha bir çok nedenleri sayabiliriz. Ama asıl nedenin Rusya’nın yeni dünya pazarlarının dizaynında ‘ben de varım’ demesidir. Özellikle Gürcistan’a yönelik askeri harekatın hemen arkasından finans kuruluşlarının iflası pek tesadüfi değildir. Dünya genelinde iki kutupluluğa doğru bir süreç yaşanmaya başlanmıştır.
Ülkedeki en önemli gelişmelerden biri de AKP hakında verilen Anayasa Mahkemesi Kararıdır. Çoğu kesimin beklediği kapatma kararı çıkmadı, ama bana göre kapatmadan daha beter bir karar çıktı; ezici bir oy çokluğuyla hem suçlu görüldü, hem de kapatılmadı. Yani suç işlemiş bir partinin iktidarını sürdürmesine izin verildi. Ne zaman ve hangi koşullarda demoklesin kılıcı olarak kullanılacak belli değil. Türkiye’de islamcı örgütlenmelerin tarihsel yapılanması ve karekteri irdelendiğinde bu duruma pek ses çıkarmayacakları belliydi. Kapatılmamanın elbette bir çok nedenleri var ama esas nedeni, genel siyasal yapılanmada yaşanan tıkanıklık denilebilinir.
Amerika emperyalizminin ulus devletleri yıpratma ve zayıf düşürme politikasıyla içteki siyasal tıkanma birleşince AKP bir anda adeta kurtarıcı olarak ortaya çıktı. Geniş kitlelerin ‘ümidi’ haline geldi. Ama ABD’nin özellikle küçük ulus devletleri sadece güçsüz düşürmekle kalmayıp, giderek mezhepsel ve azınlık çatışmaları kızıştırarak parçalara bölme politikası, Türkiye’de halk yığınlarının ekonomik ve sosyal beklentilerinin tamtamına zıttı.
AKP ABD’nin ve yerli işbirlikçilerinin desteğinde tüm gücüyle gobal politikaları uygulamaya başladı. Yaptığı bir dizi düzenlemelerle ülkemizin ekonomik olanaklarını sanayileşmiş ülkelerin tekellerine peşkeş çekti. Borsa, yüksek faiz ve sabit kur üçgenine sıkışarak reel sektörü hareket edemez hale getirdi. Tarımı adeta yok saydı. Bankaları yok fıyatına sattı. Devlete ait kȃr eden kuruluşları bile ‘Dünyaya açılıyoruz’ yutturmacası altında yabancılara neredeyse hibe etti. Açıkcası Türkiye’yi bölgesel güç yapacak her türlü olanaktan yoksun bırakacak ekonomik ve mali uygulamalar içine girdi. Kapatma davasının açıldığı dönemde bir kaç istatiksel rakam bile, iktidarın ekonomik alanda uygulamalarının sonuçlarını göstermektedir: Örneğin Haziran 2008’de kapanan işyeri sayısı 25785, geri dönmeyen kredi toplamı 12 milyar YTL’ bulmuştur. İcra korkusundan insanlar artık evlerinde uyumamaya başlamıştır. Bu tablo 2001’i bile aratmaktadır. 2007 sonu itibariyle dış borç 247 milyar dolara ulaştı. Cari açık 45 milyar dolara dayandı. Cari açığın bu derce büyüklüğü ekonominin en kırılgan noktasını teşkil etmekte. Öğünülerek bahsedilen yabancı sermaye girişi ise tam yüzkarası tablo sergilemiştir. İstihdama yönelik olmayan, satın almaları önplanda tutan yabancı sermaye girişine kapılar sonuna kadar açıldı. Yabancı sermaye tipik Osmanlı döneminde yaptıklarını tekrar etmektedir. Nereden bakılırsa bakılsın AKP iktidarı özellikle Avrupa Birliği ülkelerinin ihtiyaçlarına göre hareket etti.
Siyasal alanda da Amerika Birleşik Devleti’nin ılımlı islam politikasına uygun uygulamalara geçti. Kuraan kurslarına hız vermesi, aslında kilise rahibelerine özgü türbanı yaygınlaştırması, fakirliğin, yoksulluğun, eğitimsizliğin simgesi kara çarşafı teşvik etmesi ve benzeri bir çok uygulamalarla çağdışı bir toplum yaratmaya yönelmiştir. Dış alanda da, bölgesel çatışmalarda rol almaya yönelmiştir. Bu nedenledir ki, Büyük Ortadoğu Projesi’nin ateşli savunuculuğunu yapmıştır. Bu projenin er veya geç Türkiye’nin başına yeni bir Sevr’i getireceğini tahmin edemediklerini söylemek olası değildir.
Adalet ve Kalkınma Partisi iktidar olmayı, ya da hükümet olarak ayakta kalmayı iç dinamiklere dayandırmayı değil,dış güçlere dayandırmayı temel almıştır. Bu nedenledir ki, ikide bir ‘Hepimiz aynı gemideyiz’ teranesini gündemden düşürmemekte. Yani aba altından sopa göstermekte.
AKP’ye böylesi bir ortamda kapatma davası açıldı. Aslında kapatma davasının açılması tehlikeli gidişe dur ihtarı taşımaktaydı. Bu davayı ‘Ergenekoncular’ olarak adlandırılan kesimle ilişkilendirmek bizleri yanlışlığa götürür. Elbette bahsedilen bu kesim AKP’nin kapatılmasını istemekteydi ve halen de istemektedir. Ama bahsedilen Erkenokoncu kesimin ülkenin siyasal gidişinde rol sahibi olma veya en azında etkili olma özelliğini yitirmiştir.Bu süreç tutuklamalarla başlamamış, çok daha öncelerden başlamıştır. Bu kesimin son bir kaç yıldan bu yana birden bire ‘ulusalcı’, ‘millici’ kesilmesinin ve anti Amerikancı bir görünüm almaya yönelmelerinin altında yatan esas neden, darbe için Pentegon’dan icazet alamamalarıdır. Soğuk savaş döneminin bu Gladyo takımı, aslında 98’lerden itibaren tasviye edilmeye başlanmıştır. Bugünlerde polisiye operasyonlarla sorgulamaya alınan ve tutuklanan kesime bir nevi Halaskȃran Zabitan örgütlenmesi de denilebilinir. O nedenle Kemalist geçinenlerle libarellere kadar geniş bir kesimi içermektedir. Bu ‘vatan kurtarıcı’ takıma artık ihtiyaç duyulmamaktadır.
Türkiye’de böylesi bir dönemde bir partinin kapatılma tehlikesiyle karşı karşıya kalması doğal olarak sevindirici bir durum değildir. Bir partinin kapatılmasını tasvip ediyor değilim. Ama bu anlayıştan yola çıkarak, ortada diktatörlüğe doğru bir yönelim varsa ve böylesi bir tehlikenin büyüklüğünü dikkate almadan, ‘demokrasi’ bahanesi altına sığınarak ‘süreci sonuna kadar yaşayalım’ anlayışından hareketle, halkı tehlikeye karşı uyarmama tam bir vudumduymazlıktır, teslimiyettir.
Unutmayalım Hitler faşizminin Alman ve Avrupa halklarına yaşattıkları henüz unutulmuş değildir. Avrupa Birliği’nin kendi çıkarları sözkonusu olduğunda Avusturya’da yükselen faşist eğilime karşı aldığı tedbirleri görmemezlikten gelemeyiz. Elbette AKP iktidarının şu andaki konumunu faşist diktatörlükle suçlamıyorum, ama fırsatını bulduğunda da islamcı diktatörlük kurmaya meyilli bir yapılanmasının olmadığını da söyliyemem.
AKP, ilk iktidarı döneminde, anlayışı doğrultunda bir rejim oluşturmanın alt yapılarını hazırlamaya yönelik uygulamalar içinde bulndu. İkinci iktidar döneminde ise, yüksek oy oranıyla gelmenin de verdiği cesaret ve sarhoşlukla rejimde dönüşümü başlatacak adımlar atmaya başladı. Hemen herkese kafa tuttu. Güçler ayrılığını hiçe saydı. Açıkçası ‘tek ben varım ve istediğimi yaparım’ havasına girdi. Düzenin sınırlarını sonuna kadar zorlamaya başladı.
Bu nedenle, nereden bakılırsa bakılsın, yaşanılan kapatma davası sürecini açan AKP’nin akılalmaz zorlamaları olmuştur. Suçlu bulunmasına rağmen kapatma cezası verilmedi. Verilen bu cezayla adeta düzen sınırları içinde hareket etmeye zorlandı. Yani farklı bir biçimde çok ciddi uyarıda bulunulmuş olundu. Elbette bu nokta çok önemli; bir ülkede bir kuruluşun veya her hangi bir partinin suçlu bulunmasına karşın cezai bir yaptırıma gidilememesi aslında sistemin de bir tıkanıklık içinde olduğunun göstergesidir.
Bu tıkanıklığın esas nedenlerinden biri de, Irak’tır. Irak’ı başlı başına bir ülke olarak düşünmek artık olanaksızdır. Yani Irak bundan böyle Amerika Birleşik Devleti’nin bir eyaletidir. Ortadoğu’da varmak istediği hedeflerin önemli ölçüde bozulmuş olmasına karşın, uzun yıllar da böyle devam edeceğe benzemektedir. Türkiye bundan böyle attığı her adımda bu gerçeği gözönünde bulundurmak zorundadır. İşte Adalet Ve Kalkınma Partisi’nin suçlu bulunmasına karşın kapatılmamasını bir de bu noktada aramak gerekir. Bugün emperyalist güçler arasındaki Pazar kavgasının esas olarak Osmanlı İmparatorluğu’nun sınırları içinde yürütüldüğü dikkate alınırsa, bu durum daha iyi anlaşılır. Zaten Büyük Ortadoğu Projesi de bu bölgeyi kapsamaktadır.
Aslında ABD Lübnan’ı ve Suriye’yi ikiye, Irak’ı da üçe bölerek Türkiye ve İsrail’le kontrol etmek istemektedir. Ama bu hedefine ulaşmanın önünde temel iki engel görmekte. Bunlardan biri İran biri de Türkiyedir. Arap ülkelerinin göstereceği karşı koyuşu pek ciddiye almamaktadır. Türkiye her türlü pazarlığa ve baskıya rağmen bu politikanın karşısında yer almayı çıkarlarına daha uygun görmektedir. Ama buna rağmen, devlet yönetimi içinde özellikle Irak’la ilgili izlenecek strataji konusunda tam bir görüş birliğine varıldığını söyleyemem. Çünkü Irak’la ilgili saptanması gereken strateji ve taktiğin merkezinde Kuzey Irak sorunu vardır. Devlet yönetiminde bu sorunla ilgili üç ayrı görüşün birbiriyle çatıştığını söylemek mümkündür. Bunlardan biri, bir kesim Kuzey Irak’ın topraklarmıza katılarak Doğu ve Güneydoğu ile birlikte Kürdistan eyaleti oluşturulmasıyla çözümün sağlanacağını iddia etmekte. Diğeri, Musul üzerinde fazla diretilmeksizin Kerkük’ün alınması karşılığında Küzey Irak’ta Bağımsız Bir Kürdistan devletinin kurulmasının kabul edilmesini istemekte. Üçüncü görüş ise, bu her iki çözümün karşısında yer alarak Irak’ın bütünlüğünün korunması kaydıyla, Kerkük’ün ya Bağdat’a bağlanması, ya da özerk statüde tutulmasında ısrarlı davranarak, Kürt Federasyonu’nun kabullenilmesini, Doğu ve Güneydoğu’da yapılacak bir dizi yapısal değişimlere paralel olarak, süreç içinde ekonomik ve siyasal açıdan Türkiye’ye bağımlı kılınmasıyla yetinilmesini istemekte. Hangi biçimde olursa olsun, sınırların genişletilmesinin karşısında yer almaktadır. Bu üç ayrı görüşün ortak olduğu bir nokta, Osmanlı İmparatorluğu’nun nüfuz ettiği alanda ABD’ye dayanak yeniden etkinlik kurmadır.
İşte iktidar partisinin şu anda oynamakta olduğu ve gelecekte oynayacağı rol bu noktada açığa çıkar. Artık AKP islamcı kimliğini farklı tarzda oynamak zorunda bırakılmıştır. Kuzey Irak’ta da Fetullahcıların nasıl hummalı bir çalışma içinde olduğunu bilmeyen yoktur. Diyarbakır ve daha bir çok mitinglerde Kuranı Kerim’li başı sarıklı hocaların boy göstermesi, DTP ile tırpanlanmış AKP ve Fetullahcılar arasında nasıl köprüler kurulduğunun göstergesidir. Bu ‘sırrı’ çözümlemek için çok fazla çabaya ihtiyaç yoktur. Bu politikanın gelecekte ne tür devşirmelere uğratılacağını ayrıca irdelemek gerekir
Türkiye dünya politikasında değişimi halen geriden izlemekte. Yeni döneme özgü gerek bölgesel çapta gerekse de küresel çapta çıkarlarını ifade edecek straji ve taktikler geliştirmede henüz yeterli konumda değildir. Sistemde tıkanıklığın esas nedenlerinden biri de, Avrupa Birliği politikasından kaynaklanmakta. AB’nin Türkiye’
ye karşı izlediği ‘bekle gör’ politikasını özellikle AKP iktidarı ‘bekliyeyim, göreyim’ tarzında kabullenmiş ve dış politikada çıkmazın içine girmiştir. Alternatifsiz dış politika sürdürmede ısrarlı davranmaktadır.
Rusya ve Çin’le ilişkilere bir türlü dinamiklik kazandıramadı, daha doğrusu bu yönde yeterli bir çaba içine girmedi. Kafkas, Orta Asya, İran ve Arap ülkeleriyle hangi temelde çok yönlü işbirliği içine gireceği konusunda tam bir belirsizlik hüküm sürmekte. Abdullah Gül’ün Ermenistan ziyareti, ABD ve AB’nin politik baskılarına karşı aslında tavizkȃr tavır içine girmenin en belirgin örneğidir. Türkiye elbette tüm komşularıyla iyi ilişkiler geliştirmeli, dostluklar kurmalı ama bunları yaparken bağımsız ve özgür iradesiyle yapmalı. Dış güçlerin tayin ettiği zamanda ve biçimde geliştirilecek ilişkiler kalıcı olmaktan, sorunlara çözüm bulmaktan uzak olacağı bellidir. Kaldı ki, Ermenistan’la ilişkileri bu kadar grift hale getirmenin, diasporayı bu güne kadar ciddiye almanın ve büyütmenin de bir anlamı yoktu. Öte yandan Azerbaycan’la olan ilişkiler de bir bahane değildir. Sürdürülen bu politika, Türkiye’ye hiç bir şey kazandırmamıştır ve kazandırmazda. Aslına bakılırsa ‘Ermeni diasporası’ diye bir şey yoktur. ABD ve AB diasporası vardır. Yurtdışında yerleşik yaşam kurmuş bazı Ermeni gruplar, Türkiye’ye karşı politik baskı yapma aracı olarak kullanılmaktadır.
Tabii tüm bunları söylerken, Kafkas, Orta Asya ve Arap ülkelerine yönelik politika konusunda sadece AKP’yi sorumlu tutmak haksızlık olur. Bu bölgelere yönelik devletin belirlediği istikrarlı bir politikası yoktur. Bu durum, Rusya’nın Gürcistan’ı cezalandırma askeri harekâtından sonra daha bir netlik kazanmıştır. ABD hesabına Gürcistan ve Ukrayna ile geliştirilen ilişkilerin biçimine bakıldığında bu daha iyi anlaşılır. Bu iki ülke Rusya’nın zayıf noktaları olarak görülmekte. Bunlar Rusya’nın etkinlik alanında çıkartılırsa, ABD Kara Deniz’de ve Kafkasya’da daha özgür hareket edebilecektir. Ama Gürcistan’a yönelik askeri harekat bu politikaya önemli ölçüde set çekmiştir. Rusya’nın safdışı edilemeyeceği görülmüştür.
Bazı çevreler iki kutuplu bir dünyanın yeniden şekillendiğini iddia etmekte ama henüz iki kutuplu bir dünya sistemine girildiğini söyleyemem, ama bu yöne doğru bir süreç başlamıştır. Fakat Gürcistan olayı ve Polanya’ya yönelik tehditler bu doğrultuda atılmış çok ciddi adımlardır. En azından ABD ve müttfiklerinin Rusya’nın gücünü hiçe sayan yaklalaşımı iflas ettirilmiştir. Türkiye bundan sonra kendi devlet çıkarlarına uygun bir politika saptamasında bulunmak zorundadır. Dış politikada böylesi gel-gitler, iç politikada, sistemde tıkanıklığa neden olmaktadır.
Sistemde tıkanılığın bir diğer nedeni ise, sol ve sosyal demokrat cephede yaşanan dağınıklıktır. Sol hareketler zaten çok küçük gruplar halinde hareket etmekte, halkın ekonomik ve demokratik istemlerini karşılamaktan çok uzaktır. CHP’nin ise bu dönemde, özellikle AKP iktidarı döneminde fildişi kuleleri yıkıldı. Yıkılan fildişi kulelerini oradan buradan tamir etmekle zaman geçiriyor. Zaten genelde sosyal demokrat cephe de yeni döneme özgü strateji ve taktikler geliştirmede ciddi zorluklar yaşanmakta. Bir dönem kurtarıcı gibi sunulan İngiltere’de Blayır modeli muhafazaklar tarafından ezilip geçilmiştir.
Ama her şeye rağmen CHP’de yaşanan çıkmazlık sistemi tıkamada önemli bir rol oynamakta. Halen elitlerle hareket etmekte direterek gelişmelerde rol oynamaya çalışmakta. Anadoluda yaşanan ekonomik ve sosyal değişimi algılamadan uzaktır. CHP’deki bu anlayışın partinin başına çöreklenmiş bu günkü yönetimle sınırlı olacağını düşünüyorum. Bir seçim yenilgisinin daha CHP’de ciddi değişimlerin başlangıcı olabilir.
Deniz Baykal’ın kara çarşaflılara rozet takmasının Anadolu’ya açılımla falan hiç bir alakası yoktur. Aslına bakılırsa tam bir provakasyondur. Biraz da Ordu’ya mesajdır. Yani, ‘Beni terk etme, yoksa seni terk ederim.’ Bu davranışın altı biraz daha kazınırsa, ‘bizim oğlanlar’ı, ‘netekim’cileri görev başına çağırma çıkar. Ama CHP bu günkü yapılanmasıyla ve politikasıyla terk edilmiştir, araya mesafe çoktan çekilmiştir.
ANAP ve DYP cizgisininde CHP ile ortak yanları dikkate alındığında dirilmeleri, yeniden alternatif konuma gelmeleri oldukça zordur. Anadolu’da ne köylülük, ne de orta sınıf 60’lı 70’li yılların köylülüğü ve orta sınıfı değildir. Ekonnomik ve sosyal yapıda ortaya çıkan köklü değişimler dikkate alınmadığı sürece, klasik muhafazakar cephe de yuvarlandığı köşede kalmak zorundadır.
AKP önümüzdeki süreçte hem Doğu, hem de Batı için giderek azalan bir eğri de izlese, ümit kaynağı olmaya devam etmektedir. Anadolu’da dar da olsa kırsal kesimde yaşanan burjuvalaşma, palazlanmaktan ümidini kesmemiş orta sınıf ve İstanbul burjuvazisine kafa tutmayı sürdüren sanayi burjuvazisi, AKP’yi bir süre daha kollayacaktır. Aslında bu günkü iktidar, Anadolu burjuvazisi için bir geçiş köprüsü olarak kullanılmaktadır. Yükselmekte olan Anadolu burjuvazisinin önemli bir kesiminin Avrupa ve uluslararası ilişkileri dikkate alındığında, bugün sıkısıkıya bağlı tuttuğu türbana, pekte öyle bağlı kalmayacağını göstermektedir. Önemli bir kesim tarafından, Türbanın, biraz da İstanbul’a karşı kimlik ispat etmenin bir aracı olarak kullanıldığını kabul etmek gerekir.
BAKİ KARER
Aralık 2008
Emperyalizmin Kafkasya Politikası
Dostları ilə paylaş: |