Yaklaşan Genel Seçimler Üzerine


TÜRKİYE VE G.KÜRDİSTAN  POLİTİKASI



Yüklə 2,07 Mb.
səhifə15/31
tarix07.01.2019
ölçüsü2,07 Mb.
#91581
1   ...   11   12   13   14   15   16   17   18   ...   31

TÜRKİYE VE G.KÜRDİSTAN  POLİTİKASI

 

    Kafkasların önem kazanması Kürt sorununu da ön plana çıkardı. Daha doğrusu,Kürtlerin yaşadığı bölgelerin hem Ortadoğu ve hem de Kafkaslar açısından Stratejik denilebilinecek düzeyde önem kazanmasına neden oldu. Bu yaklaşım sadece Türkiye için değil, ABD ve AB için de geçerlidir. Kafkaslardaki zengin petrol ve gaz rezervleri ve bunların dünya pazarlarına taşınma istemi ikinci bir“körfez güvenliği”sorununu doğurdu. Petrolün Türkiye üzerinden Akdeniz’e taşınarak dünya pazarlarına sunulmak istenmesi, ister istemez Türkiye’nin Kürt sorununa bakış açısı ile ABD’nin bakış açısı arasında dönemsel olarak nitelendirilecek çakışmayan birçok noktaların şu veya bu düzeyde açığa çıkmasına neden oldu.



    Bilindiği gibi Körfez savaşı sonucu Irak’ın birçok alanda Birleşmiş Milletler yaptırımlarıyla karşılaşmış olması, yönetimin ülke genelindeki denetiminin zayıflamasını getirmişti. ABD ve Avrupa Birliği’nin Irak’ın sınırlarında bir değişikliğe gitmeden yana olmadıklarını, gerek güneydeki ve gerekse kuzeydeki ayaklanmaların bastırılması karşısında sergiledikleri tavırla gösterdiler. Mevcut seçenekler içinde kötülerin iyisi olarak Saddam iktidarını kabul etmek zorunda kaldılar. Ama sınırlarda her hangi bir değişikliğe yol açmadan, şu veya bu biçimde Saddam’ı alaşağı etmeyi de istiyorlar. Bugünkü koşullarda bunun pek kolay olmadığını, uzun bir süreyi kapsıyacağını gördükleri için, G.Kürdistan’da bir siyasal çözüme gitmeyi uygun buluyorlar. Çünkü Kafkas petrolünün Akdeniz üzerinden dünya pazarlarına taşınmasını Irak sorununun çözümüne endekslemeyi kabul etmiyorlar. Bir de bu nedenle G.Kürdistan’ın çözümsüz uç bir noktada kalmasını sakıncalı bulmaktalar.

    ABD’nin G.Kürdistan için öngördüğü çözüm otomomidir. Ama bu çözüm biçiminde bile Türkiye’nin belirleyici rol oynama gerçeğini kabul etmek gerekir. “ABD her şeyi belirler” veya “Türkiye öne sürülen çözümleri kabul eder” anlayışından hareketle, soruna, doğru bir yaklaşım getirme olanaklı değildir. Varolan birçok gerçeklere gözümüzü kapayıp politika yapamayız. Eğer bu konuda ABD salt başına belirleyici olabilseydi, Türkiye’ye her istediğini kabul ettirebilseydi, G.Kürdistan’a otonomi çoktan kazandırılmış olunurdu. Bir de madalyonun öbür yüzüne baktığımızda, ABD’nin bu yönlü uğraşıları, bizleri yanılgıya götürmemelidir. Eğer Saddam her türlü işbirliğini kabul ederse veya Saddam yerine geçecek bir iktidarın istenilen tüm güvencelere “evet” dediği noktada ABD için önemli oranda bir Kürt sorunu kalmaz. Bu anlayış Avrupa Birliği için de geçerlidir. Bunlar, sonuçta Bağdat’ı belirleyici olarak görmektedirler. Yani ABD ve AB’nin uğraşlarını büyük ölçüde dönemsel olarak görmek gerekir. Türkiye ise bugünkü koşullarda bile, içinde bulunduğu siyasi, ekonomik ortamda hiç bir çözüm biçimine yanaşmamakta, her koşulda Bağdat’ın şartsız bir egemen lik kurmasını sağlıyacak biçimde hareket etmektedir. Türkiye G.Kürdistan’da geliştirilecek bir otonominin Türkiye’de çok ciddi bir toplumsal muhalefete neden olacağından korkmaktadır. Önümüzdeki süreçte öngördüğü ekonomik ve siyasal düzenlemelerde başarısızlığa uğrayacağını düşünerek, kendisi için biçtiği “büyük ülke” rolünü yerine getiremeyeceğine inanmaktadır. Oysa Balkanlarda, Kafkaslarda ve Ortadoğu’da “büyük ülke” rolü, sorunlar inkâr edilerek oynanamaz.

    Çok zor koşullara ve her türlü engellemelere karşın G. Kürdistan’da otonomiyi sağlamanın koşulları vardır. Bunu sağlıyacak güçlerin başında da KDP ve YEKİTİ gelmektedir. Örgütsel her türlü kısır çıkar ve çekişmeler bir yana bırakılır, halkın geleceğini temel alan ortak noktalarda bir araya gelinerek dış güçlerin provakasyonları ve dayatmaları önlenebilinirse, sonuç alıcı, kalıcı bir çözüme ulaşmanın olanakları vardır. Çözüme giden yolda özellikle bu iki gücün belirleyici olduğuna inanıyorum.

  Ama ne yazık ki, bu siyasal güçler de çok ciddi olumsuzluklar içindeler ve eğer bu gidişi engelleyecek bir konuma gelmezlerse, hedefleri olan bölgesel bir yönetim oluşturmanın tarihi fırsatını bir kez daha kaçırmış olacaklardır. Bu iki örgüt arasında yaşanılan olumsuzluklara hangi açıdan bakılırsa bakılsın, bölgenin bir iç sorunu olarak görmek gerekir.

    Bu her iki örgütte Ankara ile bağlarını güçlendirme çabası içinde. YEKİTİ, Ankara ile geliştirdiği ilişkileri, KDP’nin dıştalanması temelinde aktif askersel desteğe dönüştürmeyi istemektedir. Celal Talabani, “Türk ordusunu elinden tutarız ve Kerkük’e kadar götürürüz” derken, amacının ne olduğu açık ortadadır. Yani sadece kendisinin alternatif bir güç olarak kabul edilmesini istemektedir. Hangi amaçlar ve taktiksel nedenlerden kaynaklanırsa kaynaklansın, bu iki büyük siyasal güçten biririnin diğerini dıştalama temelinde G.Kürdistan’da siyasal bir çözüme ulaşılamaz.

    Gelişmeler YEKİTİ’nin istediği doğrultuda seyretmedi. KDP daha atak davranarak Türkiye’nin desteğini aldığı noktada, YEKİTİ çok ciddi ikinci bir hatanın içine düştü. Ankara, Bağdat, Tahran ve Şam tarafından iyice şişirilmiş bir top gibi kullanılan PKK’nın vurucu milis gücü olarak KDP’ye karşı kullanılmasına destek verdi. Bu durum sorunları daha karmaşık hale getirdi. Dışardan bakıldığında olay Şam ve Bağdat’ın devreye girişi gibi gözüküyorsa da, esasta Türkiye’nin PKK aracılığı ile daha aktif ve yoğun biçimde devreye sokuluşunu ifade ediyordu. Apocuların yarattığı bir dizi provakasyon ve çatışma ortamında Türkiye, hem siyasal bir çözümün önüne geçmek ve hem de Ortadoğu’da hasas dengeleri korumak için G.Kürdistan’ı su yolu yaptı. Ayrıca, planlanmış ve proğramlaştırılmış uzun vadeli amaçlar için, “düşük yoğunluklu savaş” görünümü altında ülke toprakları dışında görevler yerine getirebilecek düzeyde eğitimli, donanımlı, çok güçlü diyebileceğimiz hareket kabiliyetine sahip, deney ve tecrübe sahibi, adeta yeniden örgetlendirilmiş bir ordu yarattı. Öyle ki, ordunun gücü, Körfezden, Kafkaslara ve Balkanlara kadar geniş bir alanda her an müdahalelerde bulunabilecek bir konuma getirildi. Bu aynı zamanda, ABD’nin de istemiydi.

     Bugün bazı çevrelerce G.Kürdistan’da siyasal çözüme ulaşmak için birtakım öneriler ileri sürülüyor.Bunlardan biri; İngiltere’den kaynaklanan veYEKİTİ’den destek bulan Türkiye Kürtlerini de içerecek biçimde bir otonominin sağlanmasıdır. Ama Türkiye’nin gerek içte ve gerekse dışta, özellikle Ortadoğu, Kafkaslar ve Balkanlar’da yürüttüğü politikaya baktığımızda bu yönlü çözümün ipuçlarını dahi görmüyoruz. Son dönemlerde “Büyük Türkiye” söyleminin önplana çıkarılışı hiçte tesadüfi değildir. Yani İngiltere’nin önerilerine yanıt olarak, “biz zaten büyüğüz, mevcut sınırlarımız bize yeterlidir” denilmektedir. Kaldı ki, bugün için G.Kürdistanda kendi kontrolünde bir otonomi yönetimine dahi sıcak yaklaşmamaktadır. Ayrıca sınır değişikliğiyle getirilecek çözümün de uzun vadede Türkiye’nin küçülmesini getireceği düşüncesi ağır basmaktadır. Çünkü Türkiye çok iyi bilmektedir ki, Alman’ya, Rusya ve Fransa’nın dıştalanması doğrultusunda salt ABD ve İngiltere’nin desteği temelinde sağlanacak böylesi bir çözüm uzun vadeli olmayacaktır. Sonuçta kendisinin bataklığa sürükleneceğinin bilincindedir. Ayrıca bunlara İran, Suriye ve Irak faktörlerini de eklemektedir. Tüm bu güçlerin çıkarlarının ortak bir noktada çakışamayacağını görmektedir. Almanya’nın hemen hemen sürekli, Fransa’nın belli aralıklarla yaptığı Türkiye’ye yönelik eleştiriler bölge üzerindeki çıkar çatışmalarının ürünüdür. Kürt halkı, bu çıkar çelişkileri yumağı içinde bir koz olarak kullanılmaktadır.

    Türkiye’nin bugünkü koşullarda kendisinden her istenileni yerine getirmeme yönünde uyguladığı politika elbette anlaşılırdır. Küreselleşmiş tek süper güçlü yeni dünyada, devlet yapılanmasına ve çıkarlarına yeniden biçim vermek istemektedir.Türkiye sadece G. Kürdistan’ da değil, Ortadoğu’da, Kafkaslarda ve Balkanlarda devlet çıkarlarını temel alan bir politikaya yönelmiştir. “Büyük Türkiye” rolüne bağlı olarak daha fazla pay istemektedir. Geçmişte olduğu gibi kendisine çizilen çerçevede “uysal çocuk” rolü değil, kendisinin de katkılarıyla çizilen çerçevede “yetişkin” rolüne yönelmiştir. İsrail’le geliştirdiği ittifak bu anlayışın bir ürünü olarak ortaya çıkmıştır. Bu önceleri Yunanistan’ın Suriye ile yaptığı “savunma işbirliği” anlaşmasına bir misilleme olarak lanse edilmeye çalışılmışsa da, bunun hiçte böyle olmadığı bilinmektadir. Türkiye’nin belirttiğimiz bölgelerde özellikle ABD’nin çıkarlarını gözetecek biçimde siyasal ve ekonomik alanlarda söz sahibi olma istemiyle, İsrail’in ABD ve Avrupa Birliği’nin Filistin konusunda yaptığı baskıları hafifletmek ve manevra alanını biraz daha genişletmek için yürüttüğü çabalarla çakışması böylesi bir stratejik ittifakı ortaya çıkardı. Bu ittifak aynı zamanda ABD’ nin bölgede yapmak istediği düzenlemelere ters düşen ülkeler üzerinde, yani Irak, İran ve Suriye üzerinde baskıcı bir güç oluşturmaktadır.

    Sonuç olarak şunu söyliyebiliriz: Türkiye Cumhuriyeti hareket ettiği zeminde günün koşullarına uygun biçimde devlet örgütlenmesi ve politikasını yeniden yapılandırmayı sonuçlandırmadığı sürece ve askeri gücünü istediği seviyeye getirene kadar G.Kürdistan’a daha çok seferler düzenleyecektir. Altıyüz yıllık devlet geleneğine sahip egemen güçler, Apocu güruhu bu kadar akıllı kullanabilirdi. Egemen güçler, bu kadar kolay yönetir konumda bulunmalarını, Apocuların sahte savaş naralarına borçlu olduklarını çok iyi biliyorlar. Bu sayede sermayelerini her yıl kolayca birkaç katına katlamanın keyfini yaşıyorlar. Apoculuğun gördüğü işlevi ve ilişkiler ağını tüm yönleriyle çok iyi değerlendirmek zorundayız. Türkiye’de demokrasi ve özgürlük mücadelesinin önündeki PKK engeli aşılmalıdır. Emekçi yığınların demokrasi mücadelesi er veye geç bunu başaracak. Egemen güçlerin çirkeflikleri, entrikaları eninde sonunda günyüzüne çıkacaktır. 

 

Haziran 1999



Baki Karer

 

 



 

SSCB’NİN YIKILŞI

 

    Emperyalizmin her türlü entrikalarına rağmen sosyalizmin sağladığı başarılar, kesinlikle inkar edilecek başarılar değildir. Ama salt başarılar önplana çıkartılarak, başarısızlıklar örtülenmemelidir. Sosyalizmin inşasında ortaya çıkan başarısızlıkların irdelenmesi,geleceğe daha bir umutla bakmak için kaçınılmaz bir zorunluluktur. Sosyalizmin sadece Sovyetler Birliği’nde değil, sosyalist sistem içinde yeralmış ülkelerede de yenilgiye uğraması çok daha düşündürücüdür.



    SSCB’nin dağılmasında birçok faktör birarada rol oynamıştır. Bunların başında gelen ekonomik alanda işlenen hatalar başta olmak üzere parti ve devlet örgütlenmesin yapılan hatalardır. Her şeyden önce devrimin gerçekleştiği dönemde Rusya önemli oranda sanayileşmiş bir ülke olmasına karşın, feodal üretim ilişkilerinin hakim olduğu birçok ülkenin SSCB’ye dahil edilmesi, sosyalizmin inşaasında başarısızlığa düşülmesinde önemli bir faktördür. Hatta birçok bölge için feodel ve köleci ilişkilerin içiçe geçmişliğinden bile söz ediliyordu. Sosyalist ekonomi politiğin uygulanabilirlik koşulları dikate alındığında, başından itibaren nasıl bir proğramla hareket edilmesi gerektiği, sorunun ana halkasını oluşturmaktadır. Ekim devriminin gerçekleştiği dönemde, gerekli altyapının ve sanayileşmenin yeterli olamadığı Rusya’nın gösterdiği özellikler biryana, Sovyet çatısı altında farklı üretim ilişkilerinin, birden fazla milliyetlerin ve kültürel yapıların varlığı koşullarında ne tür aşamalardan sonra sosyalist ekonominin uygulanmasına geçilmesi sorunu, salt siyasal bir perspektifle ele alınması, baştan önemli bir hataydı. Günümüzde alınan sonucun hazırlayıcısı, esas olarak, Stalin dönemidir. Bu dönemde ekonomik ve siyasal alanlarda işlenen hatalar, daha sonraki dönemde derinleştirilerek sürdürülmüştür. Devrimden kısa bir sonra uyglamaya konulan NEP proğramı üzerinde fazla düşünülmemiştir. Böylesi bir proğramdan kısa bir sürede sonuç alınması pek olanaklı olmadığı halde, bu proğramı uygulamaya zorlayan koşullar yeterince algılanmadan, kısa dönemde uygulamadan kaldırılmıştır. Bu kadar çok çeşitlilik gösteren sosyal yapıda, yeterince eğitim, bilgi, teknik, bir bütün olarak alt yapı hazırlığı tamamlanmadan kollektivizme geçmede aceleci davranılmıştır. Ekonomik konularda iradi davranma, yani emrivaki kararlar alma gelinen sonucun hazırlayıcısı olmuştur. Bu nedenledir ki kollektivizm; hertürlü yozlaşmanın, bürokrat kapitalist yetiştirmenin merkezleri haline geldi. Emeğin karşılığının verildiği yerler değil, yönetici statüsünde bulunanların vurgun kapıları haline geldiler. Kollektivizm değil, bürokrasinin söz sahipliği ve haklarının korunduğu yuvalar haline dönüştü. İşçi sınıfından çok ileri bir yaşam düzeyine ulaşan, bir anlamda kapitalistleşen bir avuç bürokrat yönetici, siyasal desteği de arkasına alarak adeta her türlü yenileşmenin karşısında demoklesin kılcı kesildi.

    Soğuk savaş koşulları olabildiğince abartılarak, bilgi ve teknik alanlarda sağlanan gelişmeler, toplumun sosyal, ekonomik gelişmesine yönelik değil, salt savaş sanayinin hizmetine koşuldu. ABD ve Batı Avrupa ülkeleri ise, bir yandan savaş sanayisini geliştirirken, bir yandan da halkın sosyal ve ekonomik yaşamını sürekli ileriye götürmeyi başardı. Yani ilerleyen bilgi ve teknolojiyi halkın günlük yaşamına girdirmeyi sağladılar. Batı Avrupa toplumlarının yaşam koşulları sürekli iyileşirken, sosyalist ülke halklarının yaşam düzeyi yerinde saydı. Yine Sovyetler Birliği egemen olduğu Varşova Paktı’nı, ekonomik ve mali gücünü diğer sosyalist ülkelerin çıkarlarına, gelişmelerine karşı engel bir konuma getirdi. Tüm sosoyalist ülkeler, tek merkezden, yani Moskova’dan yönlendirilir hale geldi. Bunun ileride doğuracağı sakıncalar hiçe sayıldı. Ulusların özgür iradesi ve gelişmesi ilkesi çiğnenedi. Bu tutum hem Sovyet içinde yeralmış, hem de diğer sosoyalist ülkelerde milliyetçi gelişmeleri doğurdu.

    Sosoyalizm en geniş demokrasi olmasına karşın, bir avuç bürokrat-yönetici kesimin demokrasisi oldu; bürokrat kesimin diktatörlüğüne dönüştü. Değişkenlik, yenilenme, halka hizmette yarışı değil, eskiye sarılma, bağnazlık geçerli temel kurallar haline getirildi. Yönetime seçilenler, başarılı olsun veya olmasın geldikleri görevde ömrünün sonuna kadar kalmanın kavgasına ve telaşına düştüler. Devlet ve partinin birçok birimlerinde görev alan kadrolar, kendilerini adeta kıral ilan ettiler. Devlet ve parti örgütlenmelerinde demokrasinin kuralları geçerli kılınmadı. Kapitalizm, emperyalizm tehlikesi bahane edilerek halk demokrasisi, halkın özgürlüğü unutuldu, hem de halk adına. Elbette halka bu derece yabancılaşmış bir iktidar biçimine, yani bürokrasi diktatörlüğüne halkın sahip çıkması düşünülemezdi.

    Nitekim Garbaçov döneminde kemerlerin azıcık serbest bırakılmasıyla bir anda kitleler ayaklandı ve iktidar yıkıldı. Rusya’da serbest pazar uygulamasına geçilmesinden buyana anlaşılacağı üzere, en büyük kapitalistler, işletme sahipleri geçmişin devlet ve parti yönetiminde yer alanlar veya bunların yakın imtiyazlı çevreleri olduğu görülmektedir. Artık önümüzdeki süreçte Rusya Federasyonu’nda, eski Sovyet cumhuriyetleri ve Doğu Avrupa ülkelerinde temel hedef kapitalizmin inşası olacaktır.

 

Aralık 1991



BAKİ KARER

 

 



 

 

35 GENCİN ÖLÜMÜ

 

    28 Aralık akşamı Uludere’ye bağlı Ortasu köyüne yakın bir noktaya savaş uçaklarınca bombalama yapıldı. Kaçakçılıkla geçim sağlayan 35 genç insan hayatını kaybetti. Çoğunluğu 30 yaş altında. Hatta içlerinde 12 ve 16 yaş arası çocuklar var. Tek kelimeyle korkuç bir tablo. Ortaya çıkan bu tablo karşısında söylenecek çok şey var. Ortadoğu genelinde mezhep ve etnik çatışmalara yönelik mevzilenmelerin yapıldığı dönemde, böyle bir olayın ortaya çıkması daha bir düşündürücüdür.



    35 gencin yok edilmesinin nedenlerini sadece siyasal değil, ekonomik ve sosyal boyutlarıyla da tartışmak gerekir. Olay, kısa yoldan şablom tanımlamalarla geçiştirilmemeli. Onlarca yıldır uygulanan ekonomik ve sosyal politikaların ortaya çıkardığı bir sonuç olarak da görülmeli. Her şeyden önce, bir anne, 12 yaşındaki çocuğunu kaçakçılık yapmaya neden gönderir? Sorunun esas kaynağını bir de burada aramak gerekir. Üstelik sınır boylarında yapılan kaçakçılık, devletin bilgisi ve gözetimi altında yapılıyorsa, sorun daha da vahimdir. Bölgenin içinde bulunduğu ekonomik ve sosyal yapı, içten ve dıştan kaynaklanan her türlü provakasyonlara elverişli durumdadır. Provakasyonlar hangi nedenden kaynaklanmış olursa olsun, sonuçta, devlet sorumludur. Çünkü provakasyonlara kapıyı aralayan devletin izlediği politikadır.

    Türkiye, uluslararası güçlerin özellikle siyasal alanda Bölgeye yönelik kozlarını paylaşmaya çalıştığı alanlardan biridir. Uluslararası güçlerin Ortadoğu’ya yönelik hesaplarını ağırlıklı olarak Türkiye üzerinden yaptığını söylemek kehanet değildir. Böylesine kritik bir döneme denk gelen 35 gencin ölümü, ağırlıklı olarak içte iktidar hesaplaşmasından kaynaklanmıştır. Yani 35 genç insan iktidar kavgasına kurban edilmiştir.

    12 haziran seçimlerinden sonra başlayan yeni sürecin kanlı geçeceğini daha önceleri de belirtmiştim. Ortasu’da katledilen 35 genç, bu sürecin bir parçası olmuştur. Benzer bir örneğini de Siirt'te 4 genç bayanın öldürülmesi olayında görmüştük. Her iki katliam da, derin devlet-Kandilli ve BDP işbirliğinin ürünüdür. Bu ittifak, parçalanacağı bir dar boğaza girmiştir.

 

01.01.2011



Baki Karer

 
NELER OLUYOR?



 

    Son günlerde başdöndürücü gelişmeler o kadar arka arkaya geliyor ki, takip etme neredeyse imkânsız hale geldi. Sokak gösterileri, işlenen birdizi cinayetler, darbe girişimleri ve Bülent Arınç’a karşı suikast iddiaları. Seferberlik Tetkik Kurulu diye anılan Özel Harp Dairesi’ne, yani GLADIO’nun merkezine yapılan baskınlar...


    Kozmik oda diye tabir edilen dehlizlerde aramalar yapılmış. Ne buldukları, daha doğrusu ne arandığı belli değil. Yine her şey bir muammadan ibaret. 
    Arınç’a yönelik suikast iddialarına inanmıyorum. Nereden bakılırsa bakılsın bu iddianın hiç bir tutarlı yanı yok. Sadece bir bahane, bir araç olarak kullanılıyor. Bu söylentinin daha ciddi bir gelişmenin önünü almak için kasıtlı olarak ortaya atıldığını sanıyorum.
    Yıllardan bu yana işlenen siyasal cinayetler, faili mechuller ve bin bir türlü karanlık ilişkiler ağı ortaya çıkarılmayacaksa, bahsedilen birimde neden aramalar yapılıyor, niçin göstermelik davalar açılıyor? Gelişmeler açıkça gösteriyor ki, yapılan aramalardan ve açılan davalardan herhangi bir sonuç elde edilemeyecektir. Bunların tümü de her zamanki gibi geç kalmış Türkiye’ye özgü düzenlemelerdir. Yeniden dizayn vermeyi sağlıyacak içe yönelik bir çeşit operasyon yürütülmekte. Yapılan operasyonun asıl amacı, NATO adına örgütlendirilmiş USA markalı Gladio yapılanması tasfiye edilerek, TC markalı yeni bir yapılanmayı geliştirmektir.
    Bu nedenle geçmişte Özel Harp’le çalışmış ve halen de çalışmaya devam edenlerin önemli bir kesimi yürütülmekte olan tasfiye hareketine karşı direnmekte. Direnenler tabiiki sadece bunlarla sınırlı değil; Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana devlet yönetiminde yer almış bilinen elit-seçkinci kesim ve bunlara bağlı devletin imtiyazlı sermaye kesimi de direnmekte. Bunlar, liberallerden tutun da sosyal demokrat, hatta solcu geçinen kesimlere kadar geniş bir yelpaze oluşturmaktadır. Her zaman Ordu desteğini arkasına almış bu kesim, aynı zamanda ABD’nin en sadık işbirlikçileridir. ’Çağdaş medeniyet’ adına her zaman B. Avrupa ve ABD’nin dümen suyunda gidenlerdir. Yıllardır Kürt halkını yok saymaları, Ortadoğu’ya arkalarını dönmeleri bir de bu nedenledir. Demokrasi diye bir sorunları hiç olmamıştır. Lüks yaşantıları Avrupa ithal mallarıyla sınırlıdır. Aslında burjuva yaşantısını da bilmezler. Burjuvalıkları, sırf modern gözükebilmek için, senfoni okestrasından hiç anlamadıkları konçertoları dinlerken, ellerini birbirine kavuşturup sabit bir noktaya bakmalarından ibarettir. İthal mallarıyla çaka satmayı, montaj sanayi ile övünmeyi prensip edinmişlerdir. İşte son günlerde yaşanan siyasal gelişmelerle bu kesime çeki düzen verilmektedir. Daha doğrusu, Ordu bu kesimle arasına mesafe koymaktadır. Açılan davaların, Özel Harp Dairesi’nde yapılan aramaların sırrını burada aramak gerekir. Dünya genelinde yaşanan ekonomik ve siyasal gelişmelerin gerisinde seyreden bu kesim dışlanmaktadır. Hangi kesimden olursa olsun, içinde bulunulan kaşullara ayak uyduranlarla hareket edileceğinin işaretleri verilmekte.
    Yaşanan ve daha da yaşanacak değişimler konusunda Türk Silahlı Kuvvetleri ile hükümet arasında çok ciddi çelişki ve tartışmanın olduğu kanısında değilim. Eğer Ordu bu konuda niyetli olmasaydı çok fazla adım atılamazdı ve hükümet ise ısrarlı davranamazdı. Görünen odur ki, silahlı kuvvetlerin üst yönetimi ile hükümet arasında, bu konuda bir konsessus var.
    Bir çok kesim yapılan operasyonlara çok büyük ümitler bağlamakta. Demokratikleşme doğrultusun atılmış büyük adımlar olarak değerlendirilmekte. Elbette küçükte olsa ileriye yönelik her adım desteklenmeli. Ama böylesi çıkışlara büyük anlamlar atfederek, esas ulaşılması gereken hedeflerin gölgelemesine de müsaade edilmemeli. Yani demokrasi alanında ulaşılması gereken ana hedeflerden geri kalınmamalı. Yığınca anti-demokratik yasa ve kanunlar henüz yürürlükteyken, üstelik bunların değiştirilmesi yönünde en ufak bir çaba yokken, beklenen demokratikleşmenin sağlanamayacağı açıkça ortadadır. Üstelik mevcut anti-demokratik yasa ve kanunların önemli bir çoğunluğu, gücünü, 1982 cunta anayasasından almakta. Bu Anayasa değiştirilmediği sürece demokrasi alanında sonuç alıcı ciddi adımların atılacağını bekleme hayalprestliktir. Bu operasyonlardan hareketle ‘Ordu geri plana çekiliyor’ bahanesine sığınılarak, temel noktalara vurgu yapılması ve çözümler getirecek atılımlar içinde bulunulması adeta gözardı edilmekte. Her şeyden önce Ordunun durması gereken yere çekilmesi, demokrasi alanında ciddi adımların atılmasına ve en önemlisi de ekonomik ve sosyal alanda emekçi yığınların yaşam düzeyinde köklü değişikliklerin yaratılması çabalarına bağlıdır. Bunun için de tabanın ciddi örgütlü bir biçimde talep içinde olması gerekir. Aslında tabanda böylesi bir talep vardır, ama bunu mevcut sisteme karşı yönlendirecek örgütlü gücten yoksundur. İşte böylesi bir acizlik içinde olunduğu için bazı çevrelerce AKP, neredeyse tam bir kurtarıcı olarak lanse edilmekte. Sendikalaşmanın, toplu sözleşmenin, genel grevin, basın özgürlüğünün karşısında olan AKP demokrasi alanında ciddi adımlar atamaz.
    Ağırlıklı olarak İslam ideolojisiyle bezenmiş, neo-liberal bir politikanın izleyicisi AKP’yi, bir kurtarıcı ya da demokratikleşmenin mimarı olarak kamuoyuna sunmanın altında başka amaçlar vardır.
Dikkat çekilmesi gereken bir başka nokta daha var: Kozmik oda aramalarının denk getirildiği koşullar gözardı edilemez; Cumhuriyet Halk Partisi, Milliyetci Hareket Partisi ve Demokratik Toplum Partisi’nin tek bir doğrultu üzerinde birleştirildiği ya da birleştiği bir aşamada böylesi bir operasyon başlatılmıştır. AKP zaten iktidar partisi ve konumu bellidir. İç ve özellikle de dış konjöktürün dayattığı yeniden yapılanma için harekete geçilmesi için bundan daha iyi koşullar bulunamazdı.
    Bu aramalardan hiç bir karanlık ilişki, faili mechuller, işlenen siyasi cinayetler, Sivas, Çorum, Kahraman Maraş vb. katliamlar aydınlığa kavuşturulmayacaktır. Sedaca ikide bir darbecilik oynunun oynanmasının önüne geçilecek, istihbarat örgütleri arasındaki çıkar çatışmaları mümkün olduğunca giderilmeye çalışılacaktır. Ortadoğu ve Kafkasya’daki gelişmelere ve bu bölgelerde Türkiye’nin yeni dönemde oynayacağı role göre, Özel Harp Dairesi’ne yeniden biçim verilecektir.

BAKİ KARER


6 Ocak 2010

 


 

BEŞİKÇİ KÜRTÇÜLÜĞÜ

YA DA

BİR TÜRKÜN KÜRT MİLLİYETÇİLİĞİ

 

 



 

Bu yazımın başlığını ‘Üsküdar’da Sabah Oldu’ koyacaktım ama güncel bir konu irdeleneceği için bunun pek uygun olmayacağını düşündüm. Daha açık bir isim altında konunun irdelenmesine karar verdim. Bu nedenle makaleme ‘Beşikçi Kürtçülüğü ya da Bir Türkün Kürt Milliyetçiliği’ başlığını koydum.

Öttürülen borazanla Üsküdar’da sabah olduğunu tüm yolçular farketti. Bu sefer ki borazan biraz farklıydı; bir ucu İmralı’da bir ucu Üsküdar’daydı.

İmralıdan üflenen borazan sesine karşı her telden bir tepki geldi.Oysa işler gayet ‘yolunda’ gidiyordu; şimdiye kadar alan da memnundu veren de. Kompartımanlarda oturanların çoğu sabah şafağının sersemliliğiyle adeta ne yapacağını şaşırmıştı. Herkesin birbirine sorduğu tek bir soru vardı; neden terkedildi?

Bugüne kadar istenildiği gibi yönlendirilen İsmail Beçikçi’nin kalemine artık ihtiyaç duyulmuyordu. Yıllarca kullanılan kalemin ortaya çıkan yeni koşullarda gereksiz olduğu ilan edildi.

Terkedilme karşısında şaşkınlığını gizleyemen İsmail Beşikçi, ‘Hayal kırıklığına uğradığını’ açıklamakla yetindi. Belli ki, panikleme, korku vardı. Çünkü yapılan açıklamayı ‘tehdit’ olarak kabullenmişti. Aslında terkedilmeyi bir türlü hazmedememe sözkonusuydu. Hangi biçimde olursa olsun yollar ayrılmıştı bir kere.

Tartışılması gereken İsmail Beşikçi ile yolların ayrılma noktasına neden gelindiğidir. Bu sorun ‘tehdit’ hay-huy’larıyla ört-bas edilemez. Çünkü bu güne kadar çok insan tehdit edildi, çok insan da katledildi. Beşikçi ise bu tehditleri ve cinayetleri her alanda ve her biçimde destekledi. Hatta katledilmiş insanların arkasından, kendilerini savunma imkanlarının olmadığını bile bile her türlü hakareti yaptı. Üstelik hızını alamayıp yaşayanları da ‘Ölüler’ listesine ekledi. ‘Yeni tanrılar’ yaratmanın önünde diyelenlerin hepsi ‘hemen katledilmeli’ diye sağa sola mesajlar gönderdiğini unutmuş olamaz. Acaba halen gecenin sessizliğini bozacak ‘mutlu’ haberler peşinde mi? Umarım listesine aldıklarının tümünün üzerine çizik atamaz.

‘Sosyolog’ yaptığı ‘araştırma ve incelemelerde’ nasıl oldu da yol ayrımına gelindiğini görememişti? Bence çözümlenmiş bu düğümün üzerinde durmak gerekiyor.  Acaba hareket ettiği sahayla ilgili araştırmalarında mı yoksa eline sıkıştırılmış ‘teorik’bilgilerin irdelenmesinde mi hatalara düşmüştü? Sahayla ilgili yaptığı araştırmalarda elde ettiği bulguları yeterince irdeleyemeyip yanlış teorik sonuçlara mı ulaştı? Ya da saha incelemesiyle yetinip, bulgularını ‘teorik’ araştırmalarla beslemeyi mi ihmal etti? Veya Türkiye genelinde egemen olduğu gibi siyaseti sosyal bilimin önüne çok mu çıkarmıştı? Bel ki de, Comte pozitivizminden çok Durkheim’i tersinden yorumlayarak Öcalan tapıcılığına başlaması Beşikçi’nin terkedilişini sağladı. Oysa Comte’nin sıradanlaşmış başeğiciliğiyle yetinseydi hiç bu kadar dikkat çekmeyecekti. Ama radikal tapıcılığın, putlaştırıcılığın öncü figuranlığına oynaması ister istemez işleri biraz bozdu. Daha doğrusu, ‘Tanrı’nın belirlediği kuralların dışına çıktı.

Beşikçi masa başında korelasyon katsayılarını arttırarak ‘mit’ yaratma çabalarının sonuçlarını almıştır. Bu derece ciddi bir sorunu salt ‘tehdit’le geçiştirmeye kalkma ciddiyetle bağdaşmaz. Evet, gelinen noktada Beşikçi yeni bir ‘sosyal araştırma stratejisi’ oluşturmak zorunda kalmıştır. Acaba bundan sonra salt olgulara vurgu yapmaktan vazgeçip aklın eleştiriciliğini mi temel alacak yoksa tam bir teslim bayrağı çekerek, yeni ‘araştırma ve incelemeler’i sonucu irrasyonelizmle arasındaki köprüleri daha mı sağlamlaştıracak? Bekleyip göreceğiz.

Bir diğer nokta da,Ziya Gölkap’a benzetilmeye neden bu kadar isyan edildiğini bir türlü anlamadım. Karşılaştırmanın farklı bir zeminde ele alıp incelenmesi gerekirken, birden bire etnik kökene indirgenerek, sığ bir zemine çekildi. Kimi ‘Beşikçi’nin köken sorunu yoktur’, kimi de ‘Kürt ideologodur’ dolayısıyla ‘Gökalp’la karşılaştırılamaz’ demeye başladı. Oysa, kimse Beşikçi’nin Türk bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldiğini inkȃr etmiyor, yani kimse ‘Türk değildir’ diye bir tartışma yürütmüyor.

Bu noktada Beşikçi’den beklenen kaçamaklı yanıtlar değil,meslektaşı Gölkalp’la arasındaki farklılıkları ortaya koyan bir tavır beklenirdi. Hiç olmazsa yeni dinler yaratma peşinde olmadığını, sırf olgulardan hareket ettiği için sosyolojik hatalara düştüğünü açıkça söyliyebilirdi.

Ziya Gölkap Rıza Nurl’a çalıştığı için ‘iktidarın adamı’ olmakla da eleştirilmiştir. Beşikçi’de Öcalan’la çalışarak ‘sosyolojik araştırmalar’ yapmış ve böylece egemen güçlerin bir kanadı yanında,daha açık bir ifadeyle, devlet yönetiminde bulunan bir tarafın yanında yer aldığı için eleştirilmekte. Bu ortak benzerliklere karşı acaba bir diyeceği yok mu? Hele her ikisinin pozitivizmciliği,tarihi yorumlamalardan hareketle çıkarsamalarda bulunmaları başlı başına tartışılması gereken konu. Sonuç olarak şunu söyliyebilirim; Biri Türkçülük yapmışsa diğeri de Kürtçülük yapmştır. Bu noktada kökenin hiç önemi yoktur. Sonuçta her ikisi de İttihat Terakki geleneğinin adamıdırlar. Ama bir farkla; biri öncü, diğeri takipci.

Bakı karer

10/01/2009

 

 

SEÇİM VE DEMOKRASİ



 

29 Mart 2009 yapılacak yerel seçime az bir zaman kaldı. Ama aslında seçim propagandası yasal süreçten aylarca önce başladı. Başından itibaren çekişme daha çok AKP ve CHP arasında geçmekte. MHP sürece damgasını vuracak pek fazla bir girişim içinde olmayı başaramadı. MHP ne kadar çaba gösterse de geçmişinden dolayı çok fazla bir seçmen tabanına ulaşması zaten pek olanaklı değil. Neredeyse sabitleşmiş yüzde skiz ile on barajı arasında dönüp dolaşmakta. Etnik milliyetçi çizgisinde ısrarlı davrandığı sürece, bu düzeyde kalmaya mahkumdur.

İstanbul, Ankara, İzmir ve benzeri metropol kentlerde daha çok CHP ve AKP arasında kıyasıya bir rekabetin yaşanıyor. Ama ne olursa olsun bu kentlerde de sonuç aşağı yukarı belli olmuş durumda; İzmir hariç diğer metropollerde yine de AKP ezici bir sonuç alacaktır. Bu gidişle İzmir’in de ne kadar dayanacağı pek belli değil. AKP’nin, daha doğrusu Recep Tayyip Erdoğan’ın tepkisel çıkışları sonucu İzmir bir süre daha CHP’nin yanında saf tutacağa benzemekte. Bu yarışta Diğer partilerin DSP, ANAP ve DYP’nin neredeyse adı bile geçmemekte. Aday gösterdikleri kişilerin özelliklerinden dolayı belki bir kaç beldede belediye başkanlıkları alabilirler. Bunlar da mevcut tablonun değişmesinde pek bir oynamaz.

DTP ise hiçte döneme uygun olmayan örgütlenme politik tavırlarıyla orta yerde can çekişip durmakta. Saldırganlığı ve tehditkâr tavırlarıyla bir süre daha durumunu karuyacağa benzemekte, daha doğrusu rejimin çıkarları gereği DTP biraz daha görmemezlikten gelinecek. Hakkında açılan kapatma davasının bir türlü sonuçlanmamasının altında yatan bir neden de budur. Feodalitenin son çırpınışlarını,en önemlisi de toplumda bölünmüşlüğü temsil ettiği için, kendiliğinden yokoluş sürecine bırakılmış durumda. MHP ve DYP karışımı bir politakının loca türünden bir örgütlenmesi olarak DTP, içinde bulunduğumuz konjöktürde boyunduruk altında biraz daha koşulacak. Zaten bu konuda gönüllü olmadığını söyliyemez.Bir yanı köylülüğe, feodaliteye, bir yanı da azınlık milliyetçiliğe dayanmakta. Kaldı ki, Doğu ve G.Doğu’nun ekonomik ve sosyal yapısı irdelendiğinde egemen güçlerin böylesi bir oluşumu amaçları doğrultusunda kullanmamaları mümkün değil. Demokrasinin tüm kurum kuruluşlarıyla işlerlik kazandığı koşullarda zaten böylesi bir örgütlenmenin bir gün bile ayakta kalması düşünülemez. Bu oluşum ve öncekiler biraz daha gerilere gidilerek irdelenirse, görülecektir ki, globalist politikaların ve sermayenin belirli noktalara yoğunlaşmaktan çıktığı döneme tekabul etmesi tesadüflerle açıklanamaz.

Küreselleşmenin tipik iki önemli özelliğini vurgulamakta yarar var; ‘sivil toplum örgütlenmesi’ ve diğeri de gezginci sermaye. Elbette her sivil toplum örgütlenmesi sonuçta bir toplumsal ilişkidir. Yani toplumsal ilişki yumağı içinde çıkarları ortak olan çevrelerin bir arada kümelenmesidir. Son 20 yıldan bu yana önplana çıkartılan ”sivil toplum örgütlenmesi” ile küresel sermayenin akışı ve yoğunlaşmasını birbirinden  bağımsız olarak ele alma bizi globalist politakalar konusunda yanılgılara götürür. Gezginci sermaye gittiği yerde kalıcı, sürdürülebilir bir ekonomik ve mali yapının oluşmasını engellemek için özellikle doksanlı yılların başından itibaren yerelliği önplana çıkarmaya başladı. Dolayısıyla kültürel, dinsel, mezhepsel ve azınlık çatışmaları yarattı. ‘Yerellik’te ileri sürdüğü bahane de ‘sivil toplum örgütlenmesi’ yutturmacısıydı.‘Sivil toplum örgütlenmesi’ masalını yaygınlaştırırken de ‘demokrasi’ maskesini kullanmaktan çekinmedi. Oysa her yerellik şu veya bu biçimde genelden uzaklaşma demektir. Daha açık bir ifadeyle ulusal çıkarlardan, vatandaşlık bağının getirdiği ortak değerlerden uzaklaşma anlamını taşımaktadır. Ulusal değerlerin karşısına yerel değerlerin, toplumsal sorumlulukların yerine kişisel veya dar loca çıkarlarının alınması,gezginci sermayenin hiç bir zahmete katlanmadan sermayesini her geçen gün büyütmesine neden olmuştur. İşte ‘sivil toplum’, ‘demokrasi’ yutturmacası altında DTP türü örgütlenmelerinin ortaya çıkartılması boşuna değildir.

DTP yerelliğinden dolayı genel için üretici, cözümleyici olmaktan uzaktır. Dikkat edilirse hiç bir konuda çözümleyici proje öne sürememekte. Yerelliğinden dolayıdır ki, loca türü örgütlenmede çakılıp kalmıştır. Şiddeti, daha doğrusu toplumda terör estirmeyi temel almasının bir nedenini de burada aramak gerekir. Yani, bir kısım feodellerin locası durumundadır. Bu nedenledir ki, baskıyla ve korku yayarak, eğer adına politika denilirse, politika yapmaktan başka çıkış yolu yoktur. Baskı ve korku yayarak siyaset yapmanın kimler has olduğunu tekrar hatırlatmanın bir anlamı yok. TV ŞEŞ karşısında bile şeş-beş olmalarına bu anlamda şaşmamak gerekir.Burjuvalaşma arzusu taşıyıpda burjuvalaşamayan, gelişen ekonomik sosyal koşullarda yok olmaya mahkum feodalitenin son çırpınışlarını sergileyen DTP, ‘sivil toplum örgütlenmesi’, ya da ‘demokrasi’ maskesini daha fazla kullanamayacaktır. Hele hele genelde Irak ve Kuzey Irak’a yönelik geliştirilen politikalar, her geçen gün alternatifsiz kalmalarını sağlamaktadır. Kast sistemine dayalı örgütlenme modelinin ne kendi içinde ne de dışa karşı demokratik olduğu görülmemiştir. Dolayısıyla DTP’nin demokrasi ve özgürlükler sorunu yoktur. Hızla tasfiye olan yöresel sistemin bir parçası olduğu için, genel sistemin yarattığı nimetlerden biraz daha fazla pay alma kavgasını yürütmektedir. Bu yapı içinde yer alan toprak ağalarının, aşiret reislerinin bir kısmı burjuvalaşamasa da hiç olmazsa bir kaç dublex daire sahibi olarak kalma şansına sahip olacak ve ömürlerini yoksulluk içinde geçirmeyecek. Bu tavrıyla da dönüşümün daha fazla sancısız, çatışmasız olmasında iyi bir kanca rolü oynadığı inkâr edilemez.

 Bu anlamda içinde bulunduğumuz konjöktürde yapılacak seçimlerin halkın özgür iradesini ne kadar yansıtıp yansıtmayacağı tartışılması gereken önemli konuların başında gelmektedir. DTP G.Doğu ve Doğu’da baskı ve şiddeti önplana çıkartarak halkın özgür iradesine gem vururken, iktidar olmanın tüm avantajlarını kullanan AKP’de manipülasyonlarla özgür iradenin sandıklara yansımasını engellemeye çalışmakta. Bu cenahta da yine ‘sivil tolum’ aldatmacasıyla cemaatlerin önemli roller oynadığını görüyoruz. Kırdan kente göç etmiş kesimlerin daha çokta 90’lı yılların başından itibaren cemaatler içinde kümelendiğini biliyoruz. AKP’nin bu dinsel loca türü örgütlenmeleri, hem sahip olduğu belediye hem de devlet olanaklarını kullanarak hızlandırdığı ve yaygınlaştırdığı bir gerçek.İşte, cemaatler ya da localar aracılığla manipulasyonlar yapılmakta. Kırsal kesimden göç ederek metrepollerin kenarlarını çevrelemiş kesimlerin şehirlerde modern yaşam ve kültürle bütünleşmeleri cemaatler aracılığıyla engellenmekte. Göçmen kitlenin genel yapıyla bütünleşmesi, yani entegresyona uğraması dinci cemaatlerin ve bunlar aracılığıyla iktidar olmayı temel almış partilerin işine hiç gelmemekte. Bunlara potansiyel oy deposu gözüyle bakılmakta. Bu nedeledir ki, AKP uzun yıllar iktidar olmasına karşılık sosyal yardım yasasını çıkarmamakta, merkezi, devlet kontrolünde sosyal yardımdan kaçınmaktadır. Bu tavır, vatandaşlık anlayışı ve kültürünün yerine cemaat anlayışı ve kültürünü egemen kılmadır. Bu nedenledir ki, AKP kapı kapı dolaşıp birkaç kiloluk poşetler halinde gıda, çamaşır makinası,buzdolabı vs. dağıtmakta. Bu, en vahşi bir şiddettir. Bu açıkça seçimleri manüpula etme demektir. Bir somun ekmeğe muhtaç bırakılmış insanlar, ‘yardımlarla’ ‘kul’ haline getirilmekte. Ama vatandaşlık anlayışının egemen olduğu yerde sorgulama, vardır. Yani, bilincin önplana çıkması sözkonusudur. Demokrasi havarisi kesilen AKP, bu yöntemlerle demokrasinin yaygınlaşmasını ve yaşamın her alanında işlerlik kazanmasının önüne geçmekte. Bu tavır eninde sonunda DYP ya da CHP mirasının devralınması anlamına gelmektedir. Sonuç olarak, AKP demokrasiden korkmakta.

AKP’nin şiddet anlayışını somutlaştıran bir başka konu da, seçim meydanlarında halka ’Tek vatan, Tek bayrak, Tek millet’sloganı attırmasıdır. Tek vatana, tek millete elbette kimsenin bir itirazı yok, ama ‘tek milleti’ anlamak, hele içe sindirmek mümkün değil. Yaşadımız çağın çok gerisinde ve aynı zamanda diktatörlük çağrışımı yapan bu sloganı kendine çıkış noktası yapan bir partinin demokratikliği, demokrasi anlayışı çok tartışma götürür. Bu, Şırnak’ın her hangi bir köyünde sabahın köründe henüz uyku sersemliğini üzerinden atamamış ve annesinden Türkçe bir kelime bile öğrenmemiş çocukları askeri hazırol duruşuna geçirerek her sabah ‘Türküm, doğruyum, çalışkanım...’dedirtmeden daha öte bir durumdur.  Hani Kürtler ‘kardeşimiz’ di, bu ülkenin ‘asli unsuru’ idi?

CHP cenahında değişen bir şey yok. Deniz Baykal kliği 1930’ların rehberlğinde bağdaş kurup oturmaya devam edeceklerini zaten ilan ettiler. Seçkinci romantizmini yaşamaya devam ediyor...‘Dağ başını duman almamış/ güneş ufuktan doğmamış/ tam tekmil yatmaya devam edelim arkadaşlar.’ CHP’nin konumu kısaca budur.

Manipülasyonlardanve şiddet anlayışından kutulduğumuz oranda daha gelişkin bir demokrasiye kavuşacağımız kesindir.

 

Baki Karer



 

15/03/2009

Bölüm1                                                                                        01/12/ 2007

 

 



 


Yüklə 2,07 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   11   12   13   14   15   16   17   18   ...   31




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin