Yaklaşan Genel Seçimler Üzerine



Yüklə 2,07 Mb.
səhifə23/31
tarix07.01.2019
ölçüsü2,07 Mb.
#91581
1   ...   19   20   21   22   23   24   25   26   ...   31
“şirra-virra” tanımlamasını yapıyordu. Her ülkenin istihbarat örgütü, mafya ve çete gruplarının farklı zamanlarda farklı hareket tarzı istemeleri işlerin giderek aşureye dönüşmesine yol açmıştı.

    1996’ya gelindiğinde, PKK içindeki bu güçlerin her birinin kendine özgü taktik ve ticaret bağlantıları geliştirmesi tam bir dağınıklığı getirmişti. Abdullah Öcalan bu gruplardan aşırı direnç gösterenleri bizzat telsiz ve telefonlarla ihbar etmekten çekinmemişti. Ayrıca, kısa yoldan zenginleşmek isteyen bu köşe dönücüler de birbirlerine üstünlük kurmak amacıyla karşılıklı ihbarlarda bulunmuşlardı. Gizli kapaklı yürütülen bu ihbarcılık, 1997 ve 1998’lere gelindiğinde açığa dönüştürülmüştü. Öcalan 24. 04. 98 tarihinde MED-TV’de yaptığı bir konuşmada “Ben kendimden sorumluyum. PKK merkezinden tümüyle sorumlu olamam, olmam.” diyerek dikkatleri bazı kişiler üzerine çekmek istemişti. Telefon, telsiz ve kuryelerle yaptığı ihbarcılığı çoğu kez açıktan isim vererek televizyon ekranlarına da taşırmıştı. Gelinen noktada işin içinden çıkılmaz bir hâl aldığının farkındaydı ve kendisini kurtarmanın çarelerini aramaya başlamıştı. Başkalarının sağladığı sermaye ola- naklarıyla az da olsa çizmeden taşmanın er veya geç cezasız kalma- yacağını biliyordu.

    Öte yandan ihbarların yeterli sonucu vermediği zamanlarda birbirlerini hainlikle suçlayıp yokettikleri de biliniyor. Daha sonraları bunlardan bir kısmı “şehitlerimiz” biçiminde lanse edilmiş ve propaganda aracı olarak kullanılmıştı. İçteki çelişkilerin boyutunu gösteren en önemli olay, Frankfurt’taki banka kurma girişimidir. Bu girişim aslında ikinci bir Susurluk olayıdır. Aynı zamanda Almaya’nın da Susurluğudur. Bugün çoğu çevreler bu komplonun kapsamını ya bilmedikleri, ya da cesaret edemedikleri için üzerine gitmemektedir. Bilinen Susurluk olayı neyse, Öcalan’ın Frankfurt’ta banka kurma girişimi de odur. PKK’nin banka kurma girişimleri ve bu girişimler döneminde mafya grupları dahil, bir çok ülkenin istihbarat örgütleriyle yapılan görüşme ve pazarlıkları gün ışığına çıkartıldığı oranda, PKK’nin durumu ve arkasındaki karanlık ilişkiler de tüm yönleriyle açıklığa kavuşturulabilinir. Ayrıca bu girişim nasıl sonuçsuz kılındı ve yurt dışında yaşayan işçiler nasıl bir tuzaktan kurtuldu? Bunlar da başlıbaşına irdelenmesi gereken konulardır.

    İlişkiler o kadar karmaşık bir ağ haline gelmişti ki, Öcalan bu ilişki- leri dengeleme olanağını tamemen kaybetmişti. Kontrol edememenin pisikolojik ve ruhsal sorunlarını yaşıyordu. Derin devletin planlarının tersine İran’ın, İran’ın tersine Yunanistan’ın, Yunanistan’ın tersine Saddam’ın vs. birçok ülkenin kararlarını birbirine uç noktalarda dayatması, Öcalan’ı şaşkına çevirmişti. Artık PKK’yi yönetemez duruma düşmüştü. Kararlarının uygulanmadığını gören karanlık güçler ise tehdit etmeye başlamışlardı. Karmaşıklaşan ortamı ateşkes bahaneleriyle yatıştırmaya çalışmışsa da, başarılı sonuçlar alamamıştı.

    Öcalan daha 1995’in başlarında etrafında bulunan herkesi, en güvendiği elamanlarını dahi terke zorluyordu. Hatta PKK’yi terk edip tam anlamıyla kontrol edebileceği yeni bir grupla ortaya çıkma gibi başarısız bir denemede dahi bulunmuştu;

    “Daha kapsamlı olarak başka güçlerle de bu işi yapma imkanım var. Dikkat edin, partiyi de aşıyorum, başka güçlere uzanıyorum.” (80)

    Ama tehdit tutmamıştı. CIA’nın dolaylı yönetiminden kurtulup geliştirdiği direk ilişkilerin ardından bu tehditi savurmuş, bu doğrultuda girişimler de başlatmıştı. Ama CIA’nın geçmişte olduğu gibi PKK’yle olan ilişkilerini aslına uygun bir tarzda yürütmeye devam ettiği anlaşılıyor. A.Öcalan’ın anlatımlarından, oynatılan rolün de etkisiyle CIA’nın ilişkilerini diğer ülkelerin istihbarat örgütleriyle dengeli kılmaya özen gösterdiği sonucu çıkıyor.

   Ayrıca her istihbarat örgütünün PKK içinde kendine bağlı komiteler kurduğu ve merkez komitede temsilciler bulundurduğu da açığa çıkan bir başka gerçektir. Bu ilişkiler ağı için vereceğimiz ilginç bir örnek yeterlidir: Ali Haydar Kaytan, Duran Kalkan ve Ali Çetiner’in Almanya’da bir dönem yakalandıkları bilinmektedir. Durumları arasında farklılık olmadığı halde Ali Çetiner açığa çıkarılırken, diğer ikisi neden gizlenmişti? A.Çetiner’in açıklanması hangi plan gereğiydi? Duran Kalkan ve A.Haydar Kaytan’ın gizlenmesinin arkasında yatan niyet neydi? A. Çetiner’in öne sürülmesi yoksa bunların faaliyetlerini örtbas etmek için miydi? A.Haydar Kaytan ve Duran Kalkan’ın Viyana’da cirit atan derin devlet sorumlularıyla buluştuğu söyleniyor. Bu buluşmayı sağlayanlardan ve katılanlardan birisi de, daha önceki bölümde bahsettiğim gibi Öcalan’ın 90’lı yılların başından itibaren Avrupa’da aniden yükselttiği ve birkaç yerde ismini Mehmet (Öcalan’ın sağ kolu olarak bilinen bu kişinin Avni Gökoğlu’nun öldürülmesinde de payı olan kişi olduğu söylenilmekte) olarak veren kişiymiş. Bir süre sonra bu ilişkilere Almanya’nın egemen olduğu PKK’ liler tarafından dile getiriliyor. Bütün bunların A.Öcalan’ın bilgisi dahilinde olduğu açıktır. Çünkü A.Çetiner üzerinde fırtınalar koparırken, diğer ikisini ve yandaşlarını itinayla himaye etmesi herşeyi anlamak için yeterlidir. Daha sonraları bu ilişkiler tabana kadar yaygınlaştırılıyor. Girdiği bu çarktan kurtulamayan birçok görevli kadro ve sempatizan, raporlarını barlarda ve lokantalarda yazmaya başlıyordu. Kimileri de tanısın veya tanımasın başkalarına yazdırır hale geliyordu. Bu kişilerden bir kısmı durumu kavramış olmalarına karşın ayrılmayı göze alamazken, bir kısmı da ranttan elde ettiği gelirleri kaybetmek istemediği için yoluna devam etmeyi tercih ediyordu. Bu raporlar, Kürt kitlesi ve Avrupa örgütleriyle kurulan “başarılı” ilişkilerle dolduruluyor, “lidere” ve PKK’ye bol bol övgülerle süsleniyordu. Ülkede bulunan sözümona silahlı gruplardan birçoğu ise, diğer bir grubun veya Öcalan’ın kendilerini ihbar edeceğinden korkarak ya teslim oluyordu ya da Avrupada bulunan akraba ve yakınlarını arayıp yardım istiyordu. Direniyor gözüken birçok grup da aslında korkudan ne yapacaklarını bilemeyen, yaşamanın yolunu silah çekmekte bulan çaresizlerdi.

    Aslında 1996’da Abdullah Öcalan için yolun sonu gözükmüştü. Kendisi de bunun çok iyi farkındaydı. İntihar eylemeleri son hamleydi. Bu yolla hem uluslararası karanlık güçlerin sonu gelmeyen isteklerini karşılıyormuş gibi görünmüş, hem de PKK’nin payına düşen rantın tümünü elinde toplamak istemişti. Artık Öcalan’ın tüm günü intihar saldırılarına yağdırdığı övgülerle geçiyordu. Hatta bir intihar saldırısını göklere çıkarmak için yaptığı konuşmalardan birinde, “her ölümün arkasından illa ki konuşmak zorunda mıyım?” diye yakınmaya da başla- mıştı.

    Ama son çare olarak düşünülen intihar saldırıları da artık kâr etmiyordu. Çünkü intihar saldırıları ya kişiler aileleriyle tehdit edilerek yaptırılıyordu ya da günlerce süren işkencelerden bunalarak ölümü kurtuluş yolu olarak gören insanlara zoraki yaptırılıyordu. Özellikle Van, Hakkari, Tunceli ve Elazığ yörelerinde birçok insan tehdit altındaki ailelerini kurtarmak için zorunlu intihar eylemlerine kalkışıyordu. Ama herşey bir yere kadardı. Ölü ticareti artık eskisi gibi işe yaramıyordu. Çıkar savaşımı ölünün de, dirinin de önüne geçmişti. Sinirleri tümüyle harap olan Öcalan, “şehitlerimiz” diye göklere çıkardıklarının ardından atıp tutmaya, çevresindekileri de alabildiğine yermeye başlamıştı;

    “Zekiye yoldaşın bir özgür kişilik olmaya çalıştığı, fakat bunu başaramadığı, sıkıldığı, buna öfke duyduğı ve adeta böyle sürüp gittiği, tam da bu süreçteyken böylesi bir eyleme kalkıştığı söylenebilir.” (81)

     “…Leyla gibi de olamazsınız. O bir trajik kahraman. Sizler ise rezil, bir komik olup çıkarsınız…Leyla yoldaş rezil olmamak için bunu yaptı.” (82)

     Öcalan’ın çıkmazı büyüktü. Boşa koysa dolmuyor, doluya koysa almıyordu. Kaygıları kendi canı içindi. Karanlık odaklarla, mafya ve çetelerle kurduğu ilişkilerin altında kalmıştı. Elindeki artıklarla bu kadar güce karşı durması zaten mümkün değildi. Her an güme gidebilirdi. Çıkar bir yol arıyordu. Bulamayınca da çevresindekilere daha fazla yükleniyordu;

    “Dehşete kapılıyorum. Yaşamda ne ifade ettiğiniz çok açık ortadadır. Hiçbir güzellik, hiçbir umut katma yok ve “yaşama hakkım var” diyorsunuz…yine sizlere bakıyorum, emekler üzerine nasıl ucuz kuruluyorsunuz ve “yaşıyorum, yaşamak hakkımdır diyorsunuz…Ama sizler en kritik sorunlar karşısında, bir kontra, bir hain gibi duruyorsunuz. Sigara tutuşunuzdan, oturuşunuza kadar sanki hiçbir sorununuz yokmuş gibi bir hava içindesiniz… Adı olan kendisi olmayan bir kişilikle karşı karşıyayız. Biçimsel insanlarsınız, hele savaş koşullarında ya bir bela ya da bir kontra gibisiniz… Bunlar da giderler diğer enayiler gibi bir savaş zavallısı olurlar. İşte bu savaş garibanlarını ne yapalım?” (83)

    Can telaşı adama neler yaptırmıyor? Öcalan’ın kapıldığını söylediği dehşet yaklaştığı sonla ilgiliydi. Duyduğunu söylediği öfke ve kızgınlık bir bakıma kendisineydi. Sonunu düşünmeden kontracılığa ve hainliğe soyunmuştu. Çevresindekileri de kendisine benzetmişti. Onların durumu daha zavallıcaydı. Girdiği yolun dönüşü yoktu. Artık istese de geri dönemezdi. Boğulmamak için tutunacağı bir dal arıyordu. Çevresindeyse bu daldan eser yoktu. Etrafı onu abartan, hatta putlaştıran insanlarla doluydu ama hepsi de bırakalım “kralı” kurtarmayı, anlamaktan bile çok uzaktı. Herkes koyunun kaval dinlemesi gibi boş gözlerle dinliyordu. Üstteki görevlilerin kafasını zenginleşme ve birlikte çalıştıkları istihbarat örgütleri içinde “karier” hırsı sarmıştı. Alttakilerse zaten dünyadan bihaberdiler. Ölülere kadar uzanan giden hakaretler bu nedenleydi. Onları savaş zavallısı birer enayi olarak görüyordu. Yaşayanlara da aynı yolun yolcuları olarak bakıyordu. Bunlara karşı kullandığı en “hafif” tanımlama; karaktersiz, ahlaksız, rezil, utanmaz, hırsız, çirkin, köleler, kontra vb. biçimindeydi. “Kürdün ruhu, düşüncesi bit- miştir” diyerek kendisi ve çevresindeki ruhsuzluğu ve düşüncesizliği Kürtlere maletmeye kalkıyordu.

    İşte, örgüt içinde yaşanan tükenmişlik kadar bölgede, uluslararası planda ve ülkede değişen siyasi koşullar, Öcalan’ı ve bağlı olduğu güçleri bir yol ayrımına getirmişti. Provokasyonların devam ettirilip ettirilmeyeceği konusunda bir karara varılması gerekiyordu. Nereden bakılırsa bakılsın halka yönelik şiddeti varolan biçimiyle sürdürmenin olanakları yoktu. Ama yıllardır estirilen kaos ve şiddeti birdenbire kesmenin getireceği şüphelerle de karşıkarşıya kalınmak istenmiyordu. Bu nedenle daha çok 1995’lerden itibaren bunun altyapısı hazırlanmaya başlanmıştı. Alelacele Öcalan’a karşı devreye sokulan ama bir türlü başarılı olunmayan, sözde suikastlar zinciri başlatılmasının bir nedeni de buydu. Çağın her türlü teknik olanaklarına, tecrübe ve insan potansiyeline sahip 600 yıllık bir devlet, bir kişiyi yoketmek isteyecekti ama bir türlü başaramayacaktı! Elbette buna kargalar bile gülerdi. Ama öylesine tozlu dumanlı bir hava estirilmişti ki, her şey tanınmaz hale getirilmişti. Akdeniz’de Amerikan filosundan fırlatıldığı iddia edilen bombalar bile her ne hikmetse Öcalanın konakladığı yere gelince isabet edemez olmuştu. Mizansenlerde abartma yapmaktan çekinilmiyordu. Çünkü bombalar akıllıydı ve sahibine zarar vermek istemiyordu. Yani, hedefe yüzde yüz vurabilmeleri için Sudan, Afganistan, Libya veya Irak olması gerekiyordu! Öcalan’sa, oturduğu eve isabet etmekte güçlük çeken bombaların MED-TV’de günlerce propagandasını yapmıştı. Evinin kapısı önünde patlayan bombalardan kurtulması su içme kadar basit olaylardan biri haline gelmişti. Aslında tüm bunlar ve benzeri gelişmeler; Öcalan yakalandı, yakalanıyor, suikast düzenlendi, düzenlenecek, Suriye’ye savaş açıldı, açılacak vb. türünden estirilen fırtınalar gelecek yeni dönemdeki planların parçasıydı. Öcalan’ın kimliğini mümkün olduğunca saklama, yeni bir göreve hazırlama ve 20 yıldır halk üzerinde estirilen terörden sorumlu olanların, ileride tasfiye edilecek olsalar da, derin devletle ilişkisini örtülemek içindi.

    Özellikle 1989’dan buyana Öcalan’ın korumasını yüklenen ekibin yeni takviyelerle güçlendirildiği biliniyor. Koruma ekibinin kimler tarafından oluşturulduğu Avrupa ve Kenya seyahatlerinden sonra artık saklanamaz hale gelmiştir. En çok üzerinde durulan 1985 ilkbaharı ve 1996 sonbaharında düzenlenmek istenen sözümona suikastlar üzerine Öcalan olmadık bir biçimde fırtınalar kopartmıştı. Oysa her koşulda her yönüyle emniyette olduğunu biliyordu. İstihbarat örgütleri arasındaki çekişmelerden ötürü bir nebze kaygı içinde olduğunu çoğu kereler gizlemiyordu ama dayandığı yerin belirleyici güç olduğunu da çok iyi biliyordu. Yedekte tuttuğu ve Genç Kemalistler diye adlandırdığı örgüt vasıtasıyla PKK içinde, bilinen farklı istihbarat güçleri arasında yeniden bir denge kurduğundan da bahsediyordu. Örneğin Abdurahman Kayıkçı, Alaatin Kanat siyasal polisin birer elemanıydılar. Daha sonraki süreçte gelişmelerin seyrine göre safdışı bırakılan bu kişilerin yerini ise Öcalan’ın korumasını yüklenen Hamza ve Nazım takma isimli iki kişi almıştı. Belçika temsilciliği altında örgütlenmiş, Avrupa’da görev yapan birimin de ya direk Öcalan ya da Öcalan ve Pilot’un ortak üzerinde karar verdiği kişi tarafında yönlendirildiği kimse için bir sır değildi. Bu kişi, çoğu zaman PKK içinde “Müdahale ekibi” olarak da adlandırılan ekibin başında yer alıyordu. Bunların nasıl çalıştıklarına, ne tür etkinlikler gösterdiklerine kimse kafa yormak istemiyor. Şaşırtma ve her şeyi tanınmaz hale getirme Öcalan ekibinin genel bir taktiğidir.

    Böylesi gelişmeler eğer dikkate alınırsa, suikastler hikâyesinin ge- nelde geliştirilen entrikaların birer parçası olduğu kendiliğinden açığa çıkar. Bütün mesele, Öcalan’ın Ankara’ya gelmesinin zamanlamasıy- dı. Bu işlemin kiminle, ne zaman ve nasıl yapılacağıydı. Güç odakları arasında yapılan kavgalar bunun üzerineydi. ANAP’la Yalçın Küçük arasında yaşandığı söylenen telefon trafiği yutturmacaları hep bu mizansenin birer parçalarıdır. Yalçın Küçük, Öcalan’ın Türkiye’ye ne zaman ve nasıl geleceğinden belki de haberdardı. Bombalama girişimlerinin birer senaryodan ibaret olduğunu da biliyordu.

    1995 ve 1996 yıllarında büyük bir tantanayla ortaya atılan suikast söylentilerinin 1980’lerdeki provokasyonlarla tıpatıp benzerlik taşıdığından kimsenin şüphesi yoktur. Hele hele 1995’te yapıldığı iddia edilen suikast tamemen bir uydurmacadır. Ne patlayan bir bomba, ne de bu tür bir girişim vardır. Öcalan çok rahatça elini kolunu sallaya sallaya, güvenlik içinde ortalıkta dolaşıyordu. Kaldığı evlerde herkesçe biliniyordu. 1996’da patlayan bomba ise, tamemen Öcalan’ın bilgisi dahilindedir. Bombanın herkesçe bilinen ve sürekli kaldığı evin önünde değil de, yakınındaki bir evin bile oldukça uzağında patlatılması, yukarıda bahsettiğim senaryoların zorunlu kıldığı oyunlardan başka bir şey değildir. Nitekim Suriye yönetimi, Öcalan’ın bu kadar açık oynamasını içine sindiremediği için PKK’ ye karşı çok sert tedbirler almaya başlamıştı. Ankara-Şam Büyük Elçiliği ile Yalçın Küçük ve Öcalan arasında işleyen trafik pekte öyle gizli saklısı olan bir trafik değildi. Yalçın Küçük’ün birdenbire devreye girmesinin ilginçliği ise başlıbaşına tartışılması gereken bir konudur. Ayrıca Öcalan’ın MED-TV’ de ne zaman kiminle ve nasıl bir konuşma yapacağı da çok öncelerden onlarca kişi tarafından biliniyordu. Bunları çömezleriyle birlikte bir muamma haline dönüştürme çabaları Öcalan ve ekibinin bir taktiğidir. Yani sonuçta Öcalan dayandığı güç odaklarının emriyle bugün oturduğu yere getirilmiştir. Kaldı ki, İmralı’ya gönüllü geldiğini kendisi de ifade etmektedir. Bu konuyla ilgili tartışmaları halen Öcalan’ı temize çıkartma yönünde yürütenlerin iyi niyetinin sorgulanması daha sağlıklı olur.

 

 

 

                                    ÖCALAN VE IRKÇILIK

 

    İçte egemen güçlere, dışta emperyalistlere sürtüklük yapmayı meslek edinmiş A.Öcalan’ın, birçok çevrenin belkide farkına varmadığı bir yönünü daha irdelemede yarar var.

    Bu kişiliği bir başka perspektiften daha ele aldığımızda, ırkçı özellik- lere sahip olduğunu görüyoruz. A.Öcalan aldığı eğitim gereği bunu söylemlerinde çok sinsice dile getirmiştir. PKK tabanının özelliklerini çok iyi bildiğinden, Neo Darvinci ve Nietzsche’nin düşüncelerini rahatça işlemiştir. Çömezler de bu düşünceleri felsefe adına övünç kaynağı yapmışlardır. Çömezlerin konumu öküzün trene bakışı misalidir. Irkçı düşünceler dediğim için belki bir çokları şaşıracaklar. Bilinen teranelerle cevaplandırmaya çalışacaklardır. Ama unutulmaması gereken bir doğru da, millityetçilikle ırkçılık arasında farklılığın olduğudur. Hele hele ezilen ulus milliyetçiliğiyle Öcalan’ın görüşleri kesinlikle birbirine karıştırılmamalıdır. Eğer Öcalan bir Kürt milliyetçisi olsaydı, durum elbette çok farklı olurdu. Dolayısıyla söylemleri ve dünya görüşü de bu çerçeveyle sınırlı kalırdı.

    Neo Darvinciler, genlerin dış koşullardan etkileşiminin olanaklı olmadığını iddia ederler. Bunlara göre çevrenin değişim üzerinde etkisi olmadığından, toplumsal yaşam düzleminde ayıklanmayı her koşulda birinci planda tutarlar. Genler eğer baştan “sağlam” bir biçimde oluşmuşsa, bu genlere sahip olanların da yaşamda başarılı olacaklarına kesin gözüyle bakarlar. Bu düşünceyi savunanlara göre, sağlam genlere sahip olanlar yaşam kavgasında başarılı olurlar, olamayanlar da ölümü haketmiştir. Onlar için siyasi, sosyal, kültürel vb. alanlarda ortaya çıkan gelişmeler hiç önemli değildir. Bireylere aşırı oranda yük yükleyerek birbirlerine karşı kıyasıya bir yarış içine girmelerini isterler. Yarışmadan başarılı çıkanlar “temiz” ve “saf” kişilerdir. Dolayısıyla yarışmayı kazananlar lüks yaşama da “hak” kazanmış olurlar. Aynı zamanda bu noktada onlar için savaş yüzdeyüz gereklidir. Çünkü savaş, “gereksizleri” saf dışı bırakmanın bir aracı olarak görülür ve kutsanır. Yani, değişimin yolunu elenmede görürler. A.Öcalan her ne kadar “okuduğumu anlayan biri değilim” diyorsa da, aslında hangi ideolojiyi savunduğunu çok iyi biliyor. İşte değişimi toplumsal koşullardan soyutlayan çok ilginç bir Neo Darvinci görüşü;  

    “…Bu insanları başka türlü demokratlaştırmak mümkün değil… Onun birçok insani hakları var. Veya bir çok kendinin olması gereken şeyler var. O kadar aşırı düzeyde onlardan yoksun bırakıyorum ki, isyan ediyor. “Ben neredeyim?” diyor. Orada işte, o benlik demokrasi gereği ortaya çıkıyor. Tam sanat dediğim olay bu işte. İnanılmaz bir ustalık kazanmışım bu konuda

    Bağlıyorum, bağlıyorum, bağlıyorum; ”ya” diyor, “biz hiç miyiz?” bi- zim bir şeyimiz olmayacak mı?” O noktadan sonra diyorum: “olsun” Ama önce bağlamak gerekiyor. O önce onları güçlendirmek gerekiyor. Ondan sonra zaten, bireysellikleri doğsun. Yani ben bu kadar ustayım. Siz beni tanımadan bu soruları soruyorsunuz.” (84)

    Bu düşüncelerin öyle sıradan, rastgele düşünceler olmadığını herkes bilir. Belli ki Hippollite Taine, Frang Norris ve benzeri yazarları okumuş. Salt irade, güç ve kuvvet gibi olguları ön plana çıkartarak insanları değerlendirmeye kalkışıyor. Aşağı ırk, üstün ırk veya beyaz ırk, siyah ırk teorilerini Kürt toplumuna, hatta tek tek kişilere uyguluyor. Geldiği soyu annesinin kökenine dayandırdığından Kürtleri aşağı ırk veya aşağı toplum görüyor. Belirlenen kıstaslara uyum sağlayanları üstün kişiler olarak görürken, başarılı olmayanların ayıklanması gerektiğini savunuyor. Bunların diğerleriyle aynı yaşam düzeyine çıkarılmalarını evrimin ve gelişmenin önünde bir engel görüyor. İşte ırkçı düşünce budur.

    A.Öcalan, kendini en akıllı ve en üstün insan olarak görürken, geride kalanları iç güdülerini deneyebileceği kitlesel bir laboratuvar olarak görüyor. Yani PKK tabanının kötü ve aşağı cins olduğunu düşünüyor. Tabanı, saldırgan ve içgüdülerine hakim olamayan yaratıklar gördüğü için zararlı buluyor. Bunların şiddete yöneltilerek yok edilmeleri gerekliliğini vurguluyor. İnsanlar arasında başlattığını iddia ettiği “yarışanın” koşullarını, uyguladığı korkunç baskı ve şiddet yoluyla her geçen gün zorlaştırmaktan yanadır. Göğüslenecek ipin sürekli yukarı kaldırılmasını savunarak gen üstünlüğü denemesinde bulunuyor. PKK tabanını bir laboratuvar olarak kullanarak “üstün”, “elit” bir kesim yaratmaya koyuluyor. Kulandığı bu metodun “ustalık” olduğunu “aşağı” kesime de kabul ettiriyor. Bunun taban tarafından kabullenilmesini il- ginç bulanlar, tabanın “elenme” aşamasına kadar daha birçok deneye tabi tutulduğunu gözönünde bulundurmalıdır.

    Milliyetçi düşünceler kadar ırkçı düşünceler de genellikle orta sınıflar tarafından, daha çokta orta sınıfların lumpen kesimleri tarafından benimsenmektedir. Egemen güçler, çoğu zaman işçi sınıfı ve diğer emekçi kesimlerin düzene ve iktidara karşı duyduğu tepkiyi farklı kanallara yöneltmek için, ya savaş çığırtkanlığı yaparlar ya da direkt savaşa başvururlar. Hitler’in ikinci dünya savaşını başlatması bunun tipik bir örneğidir. Öcalan’ın savaş çığırtkanlığı yapması da aynı şeydir. Irkçı düşüncelerden hareket ederek kendini Dolikisefaller görüyor, tabanı,daha doğrusu Kürt toplumunu ise Brakisefaller sınıfına koyuyor. Tabanının sınıfdışı lumpenlerden oluştuğunu gayet iyi biliyor. Sonuçta “geri zekalılar”, “uşaklar” için önerdiği tek şey, ayıklamadır. Kısaca sorunun hallini savaşta buluyor.

    “Şunu çok iyi bilmeliyiz ki, Kürdistan halkı hastadır. Bu hastalığın ilacı da, peşmerge ve devrimcilerin akıtılan berrak kanıdır” (85)

    “Gerek uzak geçmiş ve gerekse yakın geçmiş bu anlamda güçlü bir izaha kavuşturulmadan, önümüzdeki dönemde oluk oluk akacak kan- ların izahı yeterince yapılamaz” (86)

    İşte Kürt halkına hasta diyen, onu hakir, aşağı gören bir düşünceyle birlikte işlenen savaş kışkırtıcılığı. Akıtacağı kanın, işleyeceği cinayetlerin sayısını bile daha başından belirlemiş. Kana doymayan bir vampir, ırkçı bir Öcalan’la karşı karşıya olduğumuz bilinmelidir. Bilimsel düşünen, halkın çıkarları için kavga verdiğini iddia eden birinin halkı aşağıladığı görülmüş müdür? Hele hele oluk gibi kan akıtmayı kim savunabilir? Kan üzerine pazarlık yapılabilinir mi? Akıtılacak kanların izahı elbette yapılamaz. Hiç kimse demokrasi ve özgürlükler mücadelesini kan akıtmayla eşitleyemez. Bunu yapanlar her zaman provokatörler ve ırkçılar olmuştur. Söylemlerine ve pratiğine bakıldığında A.Öcalan da sadece bir provokatör değil, aynı zamanda bilinçli bir ırkçıdır. 

    “Ama yeteneksizleri düşman vurmuş, gözlerini saptırmış. Bütün ça- balarıma rağmen hala sınırlı kalıyorsa, suçlusu ben değilim”(87)

    Savaşı “genetik üstünlüğü” bulunmayanların ayıklanması için bir araç gördüğünü dile getiriyor. Oluk oluk kan akıtmanın hesaplarının niçin önceden yapıldığı şimdi çok daha iyi anlaşılıyor. Genetik üstünlüğün korunması için “alttakilerin” ve “beceriksizlerin” ortadan kalkmasının gerekliliğini savunan tez, başka türlü hayata geçiririlemezdi. Bu anlayış, “aşağı” kesimin giyim kuşamından tutun, oturuşlarına dek yaşam ve hareket tarzlarının katı bir disiplin içinde tutulmasını şart koşar. Onların düşünmeyle, sosyal yaşamla, kültürle vb. sorunlarla, yani kafalarının “çalışmayacağı” işlerle uğraşmaları kesinlikle yasaklanır. Hitler’in Yahudi halkına veya Amerikan beyazlarının siyahlara olan bakış tarzını Öcalan’da PKK tabanına uygulamıştır. Dördüncü kongrede partileşme üzerine aldığı kararlar bunun en açık örneğini oluşturuyor;

    “1- Parti içi yaşama yansıyan sınıf dışı üsluplerin her türlü mahalli, mesleki üsluplerin, köylü, küçük-burjuva üslup ve hitap tarzının aşılması bu konuda parti üslup ve hitabın ortama ve kadrolara hakim kılınması.

    3-Grup ilişkisi, özel ilişki, özel yazışma, adam seçme, ayrım yapma gibi anlayışlar görüldüğü yerde üzerine gidilmelidir…

    4-Boş sohbet durumu yapan parti dışı ve anlayış ve yaklaşımları ortadan kaldırmak için eleştiri-özeleştiri silahını dömüştürmenin yenilenmenin güçlenmenin silahı haline getirmek.” (88)

    Öcalan’a ait bu düşünceler Francis Galton’un teorilerinin özelde PKK tabanında, genelde de Kürt halkı üzerinde uygulanmasından başka bir şey değildir. Taban, yönetilmesi gereken sürüler olarak kabul ediliyor. Halka karşı sergilediği yaklaşım ise tek kelimeyle korkunçtur. Meşhur eserleri Kürt halkını aşağılamakla, saldırganlıkla ve duyduğu nefretle doludur. Halkın insiyatif alması veya yönetime gelmesi felaketle eşdeğerli görülüyor. Akıl, zeka ve insiyatifin elit kesime özgü bir durum olduğu savunuluyor. Taban, yani halk geri zekalı, dolayısıyla yönetilmeye daha doğuştan mahkum olmuş bir topluluk olarak görülüyor. Akrabalık bağlarıyla birbirine bağlı elit bir azınlığın, akıllı çevreyi temsil ettiğini düşünen A.Öcalan, buradan hareketle PKK’nin yönetimine tümüyle kardeşlerini ve karısını egemen kılmış, “elit” bir yönetim oluşturmaya çalışmıştır. Kendisini genel başkanlığa, karısı Kesire Öcalan’ı genel başkan yardımcılığına, kardeşi Osman Öcalan’ı genel komutanlığa, bir diğer kardeşi Mehmet Öcalan’ı ekonomi ve maliye sorumluluğuna atamıştır. Kendince “üstün genlerin” temsil ettiği bir azınlıkla hükmetmeye çalışmıştır. “Anam da Türktür” demesinin sırrı da buradadır.

    İşte, bazılarınca ne yere, ne göğe sığmadığı iddia edilen veya sığdırılamayan Abdullah Öcalan budur.

 

 

 

 

          DOĞAN ÇOCUĞUNUZUN ADINI ABDULLAH KOYMAYIN

 

    Niçin bu başlığı attığımı birçokları merak edebilir. Seyit Rıza’nın Rayber’le ilgili olarak söylediği sözün A.Öcalan’la ne ilişkisi var diyenler çıkabilir. Öcalan’ın konumu ve yerine getirdiği görevlerle Rayberin konumu arasındaki farklılığın çok büyük olduğunu düşünenler de olabilir. Yani, Öcalan’ı Rayber’e benzetmek bir anlamda Öcalan’ın işlediği suçları hafife almak gibi değerlendirilebilir. Çünkü Öcalan bir ajan-provokatördür; uluslararası istihbarat örgütleriyle ilişkiler geliştirmiş bir ajandır. Rayber ise basit bir ihbarcı veya muhbirdir. Öcalan Kürt halkını yoketmeye yemin etmiş, emperyalizmin ülkemiz içindeki işbirlikçilerinin güvenilir bir elamanı, Rayber ise küçük bir bölgede bir isyan hareketinin bastırılmasında kullanılan geçici bir muhbirdir. Tabii aradaki bu farklılıkları vurgularken, dönemler arası farklılıkları da dikkate almak gerekir. Dolayısıyla, 1930’larda yürütülen politikayla 1980-1999’ lar arası globalleşen dünyada yürütülen politika farklı olacaktı. Öcalan’ ın ortaya çıkış biçimi ve oynadığı rolün, Dersim isyanının patlak veriş nedeni ve özellikleriyle hiç bir benzerliği yoktur. 1930’larda basit bir muhbirle işler “yoluna” koyulurken, 70-80’li ve 90’lı yıllarda paravana bir örgüte ihtiyaç duyulmuştur. Ama hemen hemen her dönemde değişmeyen bir kural vardır; hainin küçüğü büyüğü olmaz. Hain, rütbe anlamında hangi düzeyde görev yapmış olursa olsun, sonuçta bir haindir. Rayber köylü bir muhbir, Öcalan ise bilinçli bir ajandır, ama her ikisi de sonuçta birer haindirler. İşte bu noktadan hareketle, Seyit Rıza’nın Rayber için söylediği söz, Öcalan için fazlasıyla geçerlidir.

 

 

    

 

   
Yüklə 2,07 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   19   20   21   22   23   24   25   26   ...   31




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin