Yaklaşan Genel Seçimler Üzerine



Yüklə 2,07 Mb.
səhifə26/31
tarix07.01.2019
ölçüsü2,07 Mb.
#91581
1   ...   23   24   25   26   27   28   29   30   31

KÜRT HALKININ İNKÂRI

 

 



    ‘...Son 20 yıl, daha önceki binlerce yıla nazaran çok daha birikimli, çok daha dolu bir yaşamdır. Son 20 yıl bir bakımdan da, binlerce yıllık yaşamdan çok daha uzun bir yaşamdır. Özgürlük mücadelesi bu sancılı yıllarda gelişmiş, bu süreçte Kürtler siyasal bir özne olarak, yani siyasal istekleri ve iradeleri olan bir özne olarak tarih sahnesine çıkmışlardır.’*

    Burada ‘Çıkmıştır’ da kesin bir hüküm var, bir hipotez değil, adeta karar var, karar verme var. Kişinin iradesinin nelere ‘muktedir’ olduğunu gösterme var. Yani kişinin iradesiyle sosyal olayların, toplumsal gelişmelerin belirlenmesi ve yönlendirilmesinin sözkonusu olabileceği iddia ediliyor. Yazarın ‘Tanrı’ olarak inandığı kişinin, bir halkı, isterse tarih sahnesine çıkartmanın, isterse cehennemin dibine kadar yollayabilmenin irade gücü vurgulanıyor. Bu, hırıstiyanlığın cadı avcılığı yaptığı dönemde papazların gücünden çok, antik dönemin tanrı gücünü gösteriyor.

    Kürt halkının varlığını ve aynı zamanda iradesi olan özne olduğunu ispatlamak için; Dehak’tan başlayıp Perslerden, Kartacalardan geçip Kasr-ı Şirin’i vurgulayıp birinci dünya savaşında İngiliz emperyalizminin ayak oyunlarından günümüzün Kandil Dağı kuytularından, Şırnak ve Cizre’deki ceset kuyularına kadarki tarihi süreci işlemeye gerek yok sanıyorum. Böylesi bir yola başvurarak gayrı ciddi bir tezi kabullenmiş olurum.

    Kürt halkının varlığı bir gerçekse, aynı zamanda bir öznedir, ve de iradesi vardır. Ayrıca özne olmayı salt iradeye bağlama da başlı başına irdelenmesi, eleştirilmesi gereken bir konudur. ‘İradeye bağlama’ diyorum çünkü, yazara göre irade, eşittir silahlı eylemdir. Oysa toplumsal ilişkiler ağı içinde irade ya da irade gösterme çok geniş kapsamlıdır. Kabul etme kadar kabul etmemenin çeşitliliği yaşamın renkliliği kadar zengindir. Eğer bu gün Kürt halkı hâlâ bağında, bahçesinde, evinde Kürtçe konuşuyorsa, bu irade göstermenin bir biçimini ortaya koyar. Kaldı ki, bir halkın var olup olmayışı salt dille ölçülemez. Bir halk dilini konuşamayabilir veya tümden de unutabilir. Dilini konuşmuyor, konuşamıyor diye bir halkın varlığı inkâr edilemez. Bir halk yaşadığı coğrafyada dilini iletişim aracı olarak egemen kılamamışsa, bu, o halkın iradesinin olmadığını ya da irade göstermediğini ortaya koymaz. Bırakalım bir halkı, küçük bir topluluğun, çekirdek ailenin ve kişinin dahi şu veya bu düzeyde bir iradesi vardır. Kaldı ki, irade, düzeyle ilgili ve başlı başına belirleyici bir öge değildir. İradenin, gücün, insiyatifin ortaya koyuluş biçimi yere zamana ve koşullara göre değişir. Ama her koşulda da bir irade, güç vardır.

    Gelelim ‘siyasal özne’ olmaya. Yazar da çok iyi bilir ki, siyasal özne olmanın önkoşullarından biri de, siyasal örgütlenme ve önderlik sorunudur. Ama bunu görmemezlikten geliyor ve kendince, toplumüstü statik imgeler yaratıyor ya da yaratmaya çalışıyor. Daha sonra yarattığı imgelerden kavramlar üretiyor ve bunları ‘Tanrı’ nezdinde cisimleştiriyor. Sadece burada kalmıyor; cisimleştirdiklerini bir öge haline getirerek, bu ögeleri toplumsal yapıyı düzenleme görevi ile yükümlendiriyor.

    Toplumsal yapının özneleri inkâr edildiği zaman ister istemez ‘Tanrısal’ güçler ortaya çıkartılır. Toplumsal kesimlerin her birinin ideolojik ve politik duruşu farklı- dır. Bu farklılıklar içinden, emekçi yığınlar açısından olumsuz ideolojik ve politik duruşu temel alarak veya ön plana çıkartarak tüm toplumsal kesimleri ifade ediyormuş gibi göstermek, burjuvazinin çıkarlarına hizmet eder. Bu anlamda sorunların çözümü sınfsal temelden bağımsız ele alındığında, egemen güçlere hizmet kaçınılmazdır. Bu nedenledir ki, Kürdü Kürde kırdırma politikasının sonuçlarını, Kürt halkını ‘siyasal özne’ haline getirdiğini ileri sürecek kadar kendinden geçiyor. Ama sözkonusu Beşikçi olursa, makul görmek gerekir, çünkü sosyolojide pragmacılığın varacağı noktalardan biri de budur. Böylesine ‘derin’ tahliller, yoktan var eden ‘Ulu önder’ yaratmanın çabalarıdır.             

    ‘Siyasal özne’ olma sorunu üzerinde biraz daha durmakta yarar var. ‘Sizin aradıklarınız Haymana’da yaşarlar’ diyen köylünün mantığıyla hareket edilirse, Kürt halkının tarihini 20 yılla sınırlayan ucube bir anlayış ortaya çıkar. Feodal üretim ilişkileri içinde ömrünü karasaban sürmekle geçirmiş bir köylü için sahip olduğu tarlanın sınırından ötesini görememe gayet doğaldır. Ama Beşikçi için aynı şeyi düşünmek her halde safdillik olur. Burada ‘Dağlı Türkleri’, ‘Aslen Türk olup da Kürtlüğe mağlup olmuş’ anlayışını sinsice Kürt halkına içselleştirme uğraşı vardır. Son noktada resmi düşüncenin sınırları içinde hareket etmeyi meşru hale getirme çabasıdır. Kadı Muhammet, Seyit Rıza niçin idam edildiler? Mustafa Barzani keklik avı için 40 yıl dağlarda dolaşmadı herhalde? Yanlışları ve doğruları, dayandıkları sınıf temelleri ayrıca bir irdeleme konusu. Ortaya çıktıkları dönemde, bunların, ister genel, ister yerel düzeyde olsun bir iradeyi temsil etmediklerini kimse iddia edemez.

    Tehlikeli başka bir tuzak daha var bu anlayışta; silaha başvurulursa ‘siyasal özne’ haline gelinir, silaha başvu- rulmazsa ‘siyasal özne’ olmaktan çıkılır. Sormak gerekir; bir halkın varlığını silahla özdeştirme, Kürt dostluğu mudur, yoksa düşmanlığı mıdır? Kürt halkının tarih sahnesine çıkışını 1984’le başlatma metafizik düşünme tarzının çok ötesinde bir durumdur.

    Yazarın burada dile getirdiği düşünceyi bir başka açıdan, yani tek boyutluluk açsından da irdelemek gerekir. İktidarın tek boyutlu düşünce sistemini, aklınca, fark ettirmeden kabullenme ve kabullendirme çabası vardır. İktidarın ret ettiği, daha doğrusu, ‘Yoktur’ tezini olumlamayı her nedense bir görev olarak kabul ediyor. İktidarın uyguladığı siyasal baskının karşısında alternatif düşünce üretimi yerine, egemen devlet ideolojisini temel alan önermeleri tartışmasız kabul etme sözkonusu. Olumsuzluğu işlevsiz kılacak eleştirel düşünce ileri sürmenin ‘imkânsızlığı’nı ispat etmeye çalışıyor. Düşünce ile gerçek arasındaki bağlantıyı yok saymanın gayreti içinde. Bu nedenle, devletle ya da mevcut sistemle toplumu eşdeğerli görmektedir.

    Yani ne yapıp yapıp bir halkı ‘Meftun’ gösterme gayreti verilmektedir. Bir taraf bunu her türlü olanaklarını seferber ederek direk yaparken, diğer taraf da biraz daha geniş viraj alarak ve örtülü yapmakta. Sonuçta aynı noktada buluşulmaktadır. Bilimsel temellerden hareket ettiğini iddia eden birinin öznenesne, özne-irade ilişkilerini birbirine karıştıracağını sanmak biraz saflık olur. Özgücü, özgüce güveni yoketme politikası ve bu yönde yürütülen gayretler yeni değildir.

    Böylesi sinsi gayretler, sonuçta, yok saymanın, yok etmenin değişik versiyonlarıdır. Bu versiyonlardan biri- nin daha üzerinde durmak gerekiyor: Son 20 yılı binlerce yıllık geçmişin inkârı temelinde ele alma bir halkın varlık nedenini yok saymayla eşdeğerdir. Bu da sinsi bir yöntemdir. Bir halkı tarihi geçmişinden, geleneklerinden, göreneklerinden, bir bütün olarak kültüründen bağımsız ele almayı masum bir davranış ya da düşünce biçimi olarak kabul edemeyiz. Bir halkın tarihi birikimlerini yok sayma, halkın varlığını yok saymadır. Bu, İttihat ve Terakki düşüncesinden çok tek şeflik dönemine özgü düşünce biçimidir. Her nasıl oluyorsa, ‘yeni baştan ulus yaratma’ veya ‘sil baştan ulus yaratma’ çabaları da diye- biliriz. Yazar da şefine uyarak ‘Çocuklar biraz kendine geldiğinde’ ‘yeni bir ulus’un ortaya çıkacağından ümitli! ‘Eski ulusu’, var olan ulusu beceriksiz, iradesiz gördüğü için, alel acele 15, bilemedin 20 yılda yeni bir ‘ulus yaratma’ sevdasına düşmüş... Ne diyeyim, yaratmak istediği ‘yeni ulus’ hayırlı olsun!... Son 20 yıl ‘Önceki binlerce yıla nazaran’ daha birikimliymiş! Nice Ahmedê Xani’ler, Cizreviler, Cıxerhun’lar vb. çıkmışta haberimiz yokmuş...

    İsmail Beşikçi daha bir çok konuda düz mantığı ile hareket ederek olmadık hükümler veriyor. Yazısında, ‘1978 Fis köyü toplantısı, 1972-73 yıllarında başlayan, gittikçe yoğunlaşarak süren çeşitli ilişkilerin, çeşitli aşamaların sonunda gerçekleşmiştir’* demekte. İlişki ve aşamalar konusunda ise tek bir kelime yok. Çok genel ve içerikten yoksun düz mantıktan hareketle laf kalabalığı... Kürt sorunu veya malum örgütlenme konusunda hiç bir bilgisi olmayan birinin dahi masa başında kalemi eline aldığında karalayacağı kelimeler dizisinden başka bir şey değil. Hangi ilişkiler geliştirilmiş, geliştirilen ilişkilerin niteliği neymiş, hangi aşamalardan geçilmiş, her bir aşamanın özellikleri neymiş, bu ilişki ve aşamalarda ortaya çıkan gelişmeler ve bu gelişmelerin birbiriyle bağlantıları, arkasında yatan nedenlerin neler olduğu konusunda en ufak bir bilgi yok. Bunları kaleme alan kişi sosyolog, daha da öte bilim adamı olduğunu söylüyor.

    Bahsettiği ‘ilişki’ ve ‘aşamalardan’ sonra, PKK için, ‘Kürdistan’ın ve Türkiye’nin toplumsal yapısını tahlil etmiş, temel toplumsal ve siyasal çelişkileri ortaya koymuş, dost ve düşman güçlerin konumunu saptamış, çelişkileri çözecek güçleri harekete geçirmiştir.’* diyor. Daha doğrusu, bir dizi tespitlerde bulunuyor; ‘Tahlil etmiş’, ‘Çelişkileri ortaya koymuş’, ‘Harekete geçirmiş.’ Görüldüğü üzere her biri bir hüküm, yani kesinlik taşıyor. Sosyolojik tahlilde bulunmuyor ya da tez olarak ileri sürmüyor. ‘Tahlil edildiği kabul ediliyor’ ya da ‘Çözüm getirdiklerini iddia ediyorlar’ denmiyor. Kesin tespit yapıyor ve hüküm veriyor. Üstelik bahsettiği ‘keskinleşmiş’ tespit ve hükümler kendine ait değil, yani bir başkasının tespit ve hükümlerini olduğu gibi, hiç bir eleştiriye tabii tutmadan, irdelemeden kabul etme var. Tekrarlıyorum, yukarıda aktardığım paragafdaki tespitler yazara ait değil, bir başkasının, açıkçası, bahsettiği örgüt- lenmenin belirlemelerini, hükümlerini kendisine ait belirlemeler ya da hükümlermiş gibi ileri sürme sözkonusu. Buna bir anlamda hırsızlık denilir. Eğer illâda ‘benim hükümlerim’ diyorsa, o zaman böylesi sonuçlara hangi bilimsel araştırmalar sonucu vardığını da açıklamak zorundadır. Bu konularla ilgili bilimsel araştırmaları yoksa, bunlar ve benzeri sonuçları hangi politik kaygılarından dolayı kabullendiğini açıkca söylemelidir.

    Yazarın toplumsal gelişmelere ters düşen hükümlerini bir tarafa bırakarak, bahsettiği yapının ya da örgütlenmenin toplumsal yapıyı tahlil etmiş midir? Yoksa herkesi ‘yok edilmesi gereken güçler’ olarak mı görmüşlerdir? Egemen güçler arasındaki farklılıkları hiçe sayan, küçük burjuvaziyi yok sayan, aydınları bile hain ve ajan gören, işçi sınıfını ‘kendinden geçmiş’ olarak nitelendiren ve sonuç olarak tüm bir halk için ‘alçaklaşmış, hainleşmiş’ nitelendirmesinde bulunanlar için, nasıl olurda toplumsal yapıyı ‘tahlil etmişler’ belirlemesi yapılır? Her şeyden önce bunun izahı yapılmalıdır. Bu nedenle, yazar tarafından kesinleştirilmiş hükümlerin ne kadar havada sallandığını göstermek için zaman zaman 1970’li yılların toplumsal özelliklerine de vurgu yaparak, sınıflar ve siyasal eğilimlerine kısaca değinmekte yarar var. Yine toplumsal yapıyı tahlil ettiği söylenilen örgütlenmenin de, bu sınıf ve tabakalar hakkında verdiği, yazarın da paylaşmaktan çekinmediği hükümleri sergilemek gerekiyor. 

 

 

 



SINIFLAR VE SİYASAL EĞİLİMLERİ

 

    Pazarın dışarıya açılması, pazar için üretimin egemen duruma gelmesi ve tarımda makinalaşmanın yoğunluk kazanmasından ilk etapta olumsuz etkilenen topraksız ve az topraklı köylüler oldu. Kırdan şehre göç hızlandı. Topraktan kopuşu özümseyecek düzeyde sanayileşme sağlanamadığından, göç, daha çok Batının sanayileşmiş büyük şehirlerine yöneldi. Küçük çiftçi ailelerin önemli bir kesimi ise ağalardan, toprak ve ticaret burjuvalarından aldıkları kredilerin altında sürekli ezilir hale geldiler. Öyle ki, bazı yörelerde bu borçlar neredeyse nesilden nesile geçer oldu. Ağaların, aşiret reislerinin, ticaret burjuvazisinin vb. özellikle de devlet bankalarından aldığı krediler yatırımcılıkta değil, esas olarak tefecilikte kullanıldı. Bu gelişmelerin yanısıra, bir de hızla artan nüfus oranı gözönüne getirildiğinde, yoksullaşmanın ne kadar ciddi boyutlarda olduğu kendini gösterir. Bu kesim, demokrasi ve özgürlük taleplerinin hayata geçirilmesinde işçi sınıfına en yakın duran bir kesimdi. Fabrikalarda, büyük çiftliklerde ve genel hizmetler sektöründe yoğunlaşmış işçi sınıfı nicel olarak az olmasına karşın devrimci mücadelenin en dinamik gücü konumundaydı. Bir de henüz köylülükle ilişkilerini tümden koparmamış ve sürekli işçi olmayan mevsimlik işçilik yoğundu. Bunlar daha çok Batının metropol kentlerinde geçici iş bulma olanağına sahip olup sigorta ve diğer sosyal güvencelerden yoksun çalıştıkları bilinmekte.



    Gelişen kapitalizm koşullarında, kırda küçük mülk sahiplerinden şehirlerde esnaf ve zanaatkarlardan, devlet bürokrasisinde yer alanlardan aydınlara dek, geniş bir yelpazeyi kapsayan küçük burjuva kesimi var. Yapısı gereği çok karmaşık özelliklerinden dolayı kaygan, değişken bir yapıya sahip olduğunu biliyoruz.

    Geçmişin klasik elsanatçılığı ve zanaatçılık 70’li yıllara gelindiğinde hemen hemen ortadan kalkmış duruma gelmişti. Feodallerden ve ticaret burjuvalarından veya bunların aracılığıyla bankalardan alınan kredilerle giyim, gıda vb. yanısıra birçok meslek dallarında servis işi yapan işyerlerinin başında esnaflar gelir. Kıyasıya bir rekabet ortamında bunlar herhangi bir güvenceye sahip değillerdi. İstikrarsız ekonomik yapı içinde korku ve panik, esnafın günlük doğal yaşamının bir parçasıydı. Artan faizler karşısında aldıkları kredileri dahi ödeyemeyecek durumdaydılar. Yükselen enflasyonla birlikte kitlelerin alım gücü zayıfladığından, çoğu esnaf, çareyi “deftere yaz”da bulurken, bu yöntem daha fazla borçlanmalarına yolaçmıştır.

    Ayrıca, devlet idari birimlerinde yer alan memurlar, serbest meslek sahibi avukatlar, doktorlar, mühendisler vb. küçük burjuvazi içinde her geçen gün nicel olarak yoğunlaşan kesimlerdi. 1960’ların ortalarına kadar üniversitelerde okuma, hatta ortaokul ve liseyi bitirme daha çok feodal bey, aşiret ve dini reislerin çocuklarıyla sınırlı iken, sonraları işçi ve diğer emekçi kesimlerin çocukları da okuma fırsatı bulabildiler. Yaygınlaşan köy ve yatılı bölge okulları, enstitüler ve üniversiteler sayesinde oldukça yüksek sayıda öğrenci gençlik ve aydın oluştu. Geçmişte avukat, doktor vb. olanlar tekrar bölgelerine döndüklerinde aşiret ilişkileri içinde sıkışıp kalırken, 1960’ ların ortalarından itibaren önemli bir kesim, devrimci düşüncenin emekçi kitlelere götürülmesinde ve bu kitlelerin örgütlü hale getirilmesinde rol almaya başladılar. Zaten demokrasi mücadelenin başarıyla sonuçlanabilmesi için işçi sınıfının yedeğe almak zorunda olduğu güçlerden biri de, küçük burjuvazidir. Küçük burjuvazinin yoğunlaşması bir anlamda gelişen kapitalist ilişkilere paralel olarak feodalizmin çözülmesi ve geniş bir kitlesel yelpazenin feodal-aşiret ilişkilerinden bağımsızlaşması demektir. 

    Bu arada genel olarak küçük burjuvazi, özellikle de aydınlar üzerine bilinen “dehşetli” görüşleriyle kafa kargaşalığı yaratmayı amaç edinmiş Apocuların, soruna bakış tarzına değinmekten geçemeyeceğiz.

    Bunların devrimci sınıf mücadelesiyle, demokrasi kavgasıyla uzaktan yakından ilgileri olmadıkları gibi, demokrasi güçlerinin önüne nasıl engel oldukları da biliniyor. Bayların iddia ettiği gibi küçük-burjuvazi, “bitmiş” değildir. Tam tersine sosyal, sınıfsal bir gerçek olarak karşımızda durmaktadır. Milyonları bulan bu kesimin varlığı görmemezlik edilemez. Baylar böylesine kesin bir dille devrimci mücadelenin en büyük yedek güçlerinden birini inkâr ederlerken, herhâlde kendilerinin ‘ez gelmişkerem, ez gitmişkirem’ konumuna düşmüş olmalarıyla karıştırmaktadırlar. Çok geniş bir yelpazeyi kapsayan küçük burjuvazinin içinde şu veya bu oranda çıkarı feodal ve aşiret reisleriyle işbirliği yapmadan yana olanlar vardır. Ama bu bir avuç kesimi genelleştirme doğru bir anlayış değildir. Çok zor koşullar altında yaşam sürdüren birkaç dönüm toprak sahibi bir köylü ailesini veya bakkalcıyı “ajan”, “hain” diye nitelendirip, “ortadan kaldırılmaları gereken güçlerdir” fermanıyla haklarında ölüm kararları çıkarmak, ancak ve ancak provokatörlere özgü olan, işçi sınıfı düşmanlarının saflarını zenginleştiren, güçlendiren bir anlayıştır. Küçük mülk sahibi çifcilerden, esnaflardan, devlet bürokrasisinin özellikle alt düzeyinde görev yapan devlet memurlarından, doktor, avukat vb. serbest meslek sahiplerine dek çok geniş bir yelpazenin güçlü devrimci bir potansiyeli teşkil ettiği görmemezlikten gelinemez. Asimilasyon politikasına karşı durma adına, özellikle aydın düşmanlığı yapmalarına anlam vermek ise hiç mümkün değil. Kaldı ki, Batı’da durum Doğu’dan pek de farklı değildir. küçük burjuvazinin genelde egemen güçlerle sıkı ekonomik ilişkiler içinde olduğu bilinen bir gerçektir. Kapitalist ekonomik ilişkilerde farklı beklentiler içinde zaten olunamaz. Ama önemli olan bu iki güç arasında çelişkilerin varlığıdır. Çelişkilerin derinliğine ve kapsamına göre küçük burjuvazi tavrını zaman zaman işçi sınıfından yana koyabilmekte. Diğer etkenlerle birlikte böylesi bir anı akıllıca değerlendirme devrimcilerin görevidir. Sosyal sorunların çözümünün sihirli değneklerle yapılamayacağını Apocular da gayet iyi bilmektedir. Ama halka karşı düşmanca görevlerini yerine getirmekle sorumlular.

    Eğitim ve öğretimin bir toplumun aydınlaşmasında ne kadar önemli olduğunu söylemeye gerek yoktur. Eğitim-öğretim, gelişen toplumsal koşullarda zorunlu ve sürekliliği gerektiren bir sorundur. 21’ci yy. birkaç yıl kalmış günümüz koşullarında birçok ülkede en gelişmiş teknolojilerle bu sorun çözümlenmeye çalışılırken, ülkemizde içler acısı bir durumun yaşandığı tartışılamaz. Okuma-yazma bilmeyenlerin oldukça kabarık olduğu koşullarda, öğretime, genel olarak toplumun aydınlanma sorununa tek yönlü bakılmamalıdır. Demokratik ve özgür bir ortamın olmayışından hareketle, Kürtçe öğrenim olanağının olmadığını söyleyerek, sorunu geleceğe bırakma tehlikeli ve aynı zamanda çağdışı bir anlayıştır.

    Devletin kendi çıkarları doğrultusunda uyguladığı, daha doğrusu dayattığı bir program vardır. Bu asimilasyonu içermektedir; Kürt halkının tarihini, kültürünü vb. hiçe sayan, halkı kendine yabancılaşmasını temel alan, Türk dilini ve kültürünü egemen kılmayı amaçlayan bir eğitim-öğretim sistemidir. Dayatılan bu programla, bir halk gerçekliğinin inkârı temelinde ırkçı ve şöven ideoloji yaygınlaştırılmaya çalışılıyor. Zenginlik kaynaklarının sosyal dağıtımı örtbas ediliyor. Kürt halkına dayatılan yoksulluğu, sefaleti “Dağlık bölge” gibi masallarla gizleme amaçlanıyor. Aslında Doğu ve G.Doğu sözkonusu olduğunda altyapı ve her türlü sosyal hizmetlerin götürülmesi bilinçli olarak geciktirilmekte, hatta zaman zaman da engellenmektedir. Ama tüm bunlar, madalyonun bir yüzüdür. Diğer yüzü ise, devlet yönetiminin gösterdiği olağanüstü karşı çabalara rağmen, bölge halkının da demokrasi mücadelesinde “ben de varım” demesinin artık engellenemez konumda olmasıdır. Beklentileriyle orantılı başarı sağlayamadıkları bir gerçektir. Kürt halkında okuma-yazma oranı arttıkça ve aydınlaşma daha ileri boyutlar kazandıkça, aydınla geniş halk yığınları arasındaki fark azaldıkça, halkın her yönüyle içinde bulunduğu koşullara bakış açısı da değişmekte; sorgulamakta, sorunların çözümü yönünde düşünceler geliştirmekte ve dünya ile ilişki içine girmektedir. İşkenceyi, hapishaneyi, sorgusuz infazı ve her türlü baskıyı göze alarak demokrasi ve özgürlük kavgasına daha bir bilinçlice ve cesaretle atılmaktadır.

    Gerçekler bu kadar ortadayken, “Kürtçe eğitim ve öğretim yapılmıyor,” bahanesiyle okulları dinamitlemeyi, öğretmenleri öldürmeyi kendine prensip edinmiş Apocular, keçi çobanlarından oluşmuş bir toplum yaratmayı amaç edinmiş olduklarını saklamamaları gerekir. Kaldı ki, kürtçe eğitim ve öğretimin bugünkü Türkiye ve dünya gerçekliğinde geçerliliği de tartışma konusudur. İster Kürt, ister Türk, kim olursa olsun, hiç kimse dünyadan soyutlanmayı kabul edemez, nitekim de etmemektedirler. Ama bu, Kürt dilinin, edebiyatının ve kültürünün gelişip serpilmesi yönünde mücadele verilmeyeceği anlamına gelmez. Yani sorun, salt bir dil sorununa takılamaz. Bir avuç garip grupcuklar milyonlar adına hareket etme özgürlüğüne sahip değildir. K. Irak’taki uygulamalar da buna en açık örnek oluşturmaktadır. Açıkçası, Apocuların bu tutum ve davranışlarıyla kimlere hizmet ettikleri ortadadır. Bunlar uzay çağında Ortaçağ karanlığını özlediklerini “Aryen halk olma bilinciyle” dile getirmekten başka bir şey değildir. Bir devrimci örgütlenmenin amacı, karşı tarafın yönelimlerini çok yönlü, hemen her alanda kapsamlı bir mücadele gelişti- rerek boşa çıkarma olmalıdır. Ama Apocuların cesaret, emek, kültür, bilgi ve bilinç gerektiren böylesi uğraşlarla nasıl alay ettikleri bilinmekte.

    Bayların özlemini duydukları eğitim sisteminin üzerin- de uzun uzadıya durmaya gerek yok. Aşağıdaki satırlar her şeyi anlatmaya yeterlidir;

    “Biz her bireye kendine özgü ve bir halkın yüce çıkarlarının gerisinde seyreden ne kadar derdi, kıvancı, üzüntüsü, sevinci varsa, hepsini...feda edebileceğini dayattık”

    “Çocuklar biraz kendilerine gelip oyun oyamaya başladıklarında bu bilinç ve ruhla büyütülmeli” (Serx. Sayı. 51. s,12)

    Henüz ismini koyamadıkları insandan başka bir mahlukat beklentisi içinde olduklarını söylemekteler. Ortaya çıkartacaklarını iddia ettikleri bu ne idüğü belirsizlerle sınıfsız bir toplum yaratacaklarmış! İlk denemelerini Kandil’de kurdukları dergâhta yaptıklarını, bu nedenle insani bir varlık olmadıklarını ispat için her türlü vahşilikleri sergilediklerini biliyoruz. Eğitim sistemlerine uyum sağlamada zorluk çeken çocukları niçin katlettikleri de böylece açığa çıkmış oluyor. 

    Baylar aynı sekter bakış açılarını, Kürt egemen güçlerinin farklı siyasal eğilimler göstermesini kabul etmemekle ve kapitalist üretim ilişkilerinin yolaçtığı sosyo-ekonomik yapıyı inkâr etmeleriyle de göstermek- teler. Politik düzlemde egemen güçlerin tümünü aynı pota içinde değerlendiriyorlar. Ortaya çıktıkları ana kadar kavak yapraklarının bile sallanmadığını, ama kendileriyle birlikte mucizevi bir biçimde her şeyin duraganlıktan kurtulup hareketli hale geldiğini ve değişime uğramaya başladığını iddia eden Apoculardan başka bir anlayış zaten beklenemez. Papaz Kapon’dan daha beterler.

    Çok partili yaşama geçişle birlikte Kürt feodallerinin en baskıcı ve en kodamanları Demokrat Parti’de toplandı. Daha sonraları Adalet Partisi, Milli Selamet Partisi ve Milliyetçi Hareket Parti’sinde yer aldılar. Devrimci güçlerin gelişmesi karşısında ürken bazı feodaller, dini ve aşiret reisleri MSP ve MHP’ye açıktan destek verdiler. Bunlar özellikle her iki MC hükümetleri döneminde devlet olanaklarını da kullanarak hiçte küçümsenmeyecek desteğe sahip oldular. MHP gibi Türk milliyetçiliğini temel alan bir gücün, Kürt feodal, şeyh ve aşiret reislerince desteklenmesi, bu güçlerin sıkıştığında neler yapabilecekleri açısından önemli bir göstergedir. Ama yine de küçümsenmeyecek bir kesim Cumhuriyet Halk Partisi’ nde kalmaya devam etti.

    Her şeye rağmen CHP ve diğer burjuva partilerini aynı kefeye koyarak değerlendirmek yanlıştır. Politikada tekdüzelik kabul edilemez. 70’li yıllara gelindiğinde, küçük burjuvazinin, işçi ve köylü yığınların önemli bir kesiminin desteğini almayı başaran CHP, tabanını genişletti. Küçük burjuvazinin ve işçi sınıfının yaşam standartında göreceli bir iyileştirmeyi hedef alıcı bir politika izlemesi, bu destekte önemli rol oynadı. Ama kitlelerin, beklentilerini ne oranda karşılayıp karşılamadığı ayrıca tartışılması gereken bir sorundur.

    Kürt egemen güçlerinin böylesi siyasal örgütlenmeler içinde yer alması yöresel de olsa hiçbir taleplerinin olmaması anlamına gelmemektedir. Eskiden olduğu gibi, asalarını kaldırdıklarında halkı hizaya dizemediklerinin bilincinde olduklarından, emekçi yığınlar üzerinde sömü- rülerini devam ettirebilmek için ekonomik ve sosyal alanda ciddi değişimlerin gerekliliğini kabul eder hale gelmişlerdir. Nitekim su, yol, elektirik, okul vb. alt yapı hizmetleri ve fabrikalar için yatırım taleplerinde bulunmaya başlamışlardır. Onların daha çok oy avcılığına yönelik bu istemlerinin emekçi kitlelerin talepleriyle uyumluluk gösterdiği de bir gerçektir. Ayrıca Cumhuriyet öncesi klasik katı feodal beyliğini ve aşiret reisliğini devam ettirmek isteyenlerin oranının gün geçtikçe azaldı- ğını kabul etmek gerekir. Bir çoğu ya kapitalist toprak sahibi olmuş ya da şehirde ticaretle uğraşır hale gelmiştir. Gelişen kapitalist ilişkiler içinde yerlerini alma çabası yürütmektedirler. Bu nedenle ekonomik yatırımların ve altyapıda iyileşmelerin çıkarlarına hizmet ettiğini artık görmeye başlamışlardır.

    Kürt feodalleri ve burjuvalarının bilinen özelliklerine, konumlarını koruyabilmek için sundukları tüm hizmetlere karşın, zaman zaman kırbaçlanmaktan kutulamamışlardır. 27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980’de baskılara uğramaktan kendilerini alıkoyamadılar. “Vatanın ve milletin bütünlüğü” balyozu onları da dıştalamadı.

    PKK’nin demokrasi ve özgürlük sorunu olmadığı için, güçler ayrılığını hesaba katan bir politika yürütmesi de beklenemezdi. Bu nedenledir ki, MHP ile CHP’yi aynı kefeye koyarak değerlendirmiştir. Oysa devrimci politika egemen güçler arasındaki çelişkileri daha fazla derinleştirmeye ve bu çelişkilerden olabildiğince yararlanmayı amaç edinir. CHP’nin anti-faşist konumda bulunması egemen güçler cephesinde bir gediği ifade eder. Aktif bir biçimde karşı duruş sergileyip sergilememesi ayrı bir tartışma konusudur. Ama nereden bakılırsa bakılsın, 1970’li yıllarda kitlelerin demokratik mücadelesinin örgütlendirilmesi, faşist baskı ve terörün geriletilmesi açısından CHP’nin yadsınmayacak bir güç olarak kabul edilmesi zorunluydu. Böylesi bir yaklaşım, faşizmden yana tavır koymuş burjuvaziye karşı yönelimi dıştalamaz, tersine devrimci sınıf mücadelesinin manevra alanını genişletir.

    Apocuların genel, teorik anlamda milli burjuvazinin kapitalist üretim ilişkisi içindeki konumunu kavramaktan uzak oldukları bilinmekte. Çünkü, onlara göre milli burjuvazi Kafdağı’nın ötesinde, görünmeyen bir varlıktı. Oysa milli burjuvaziden kapitalizme karşı olması beklenemeyeceği gibi, bu sınıfın her hangi bir biçimde işbirlikciliğe yönelebileceğini de kabul etmek gerekir. İşbirlikciliğin kıstaslarının neler olduğu baylarca da bilinmemektedir. Diğer yandan içinde bulunduğumuz koşullarda, şu veya bu ülkenin sınırlarına hapsolmuş kapitalizmin düşünülmesinin olanaksız olduğu, dolayısıyla uluslararası ticari ve ekonomik ilişkilerden tecrit olmuş bir burjuvazinin olamayacağını kavramaktan uzaklar. Baylar bu kadar basit bir olguyu karmaşık hale getirmek için ellerinden gelen çabayı göstermekteler. Ulusal burjuvazinin kendi pazarını başkalarıyla bölüşmek istemediği bilinen bir gerçektir. Ama buna rağmen siyasal alanda aktif bir konumda olmayışı, ekonomik gücünün oldukça sınırlı oluşu, toplumsal yapının içinde bulunduğu koşullar vb. nedenler, pazarın bölüşümüne karşı yeterli tavır alışını zorlaştıran belli başlı etkenlerdir. Zaten bu kesim, sınıf çıkarları gereği uzun vadeli mücadelenin iniş ve çıkışlarına göre tavır alır. Yine de konumu gereği, nereden bakılırsa bakılsın, devrimci mücadelenin önemli ittifakçı güçlerinden biridir. Kaldı ki, milli burjuvaziyi sadece Doğu ile sınırlandırmaya kalkışma da bir o kadar akıl ermez bir tutumdur. Batı’da da milli burjuvaziden bahsetme mümkündür. Bunların özellikle İstanbul burjuvazisi olarak tanımlanan işbirlikçi burjuvaziye karşı ayakta kalabilmenin çabası içindedir.

    Apocu bayların sadece tanımlamaktan yoksun oldukları milli burjuvaziye karşı değil, akıldışı düşünmeyen, sorunlara salt arpacık deliğinden bakarak çözüm getirmeyen, istihbarat örgütlerinin kucağında oturmayı kabul etmeyen herkese, daha açıkçası, tüm devrimci güçlere karşı neden bu kadar saldırgan tavır içinde bulunduklarını, o dillerinden hiç düşürmedikleri meşhur “derin tahlil”lerine baktığımızda rahatça görebiliriz. Gerçekten devrimci bir mücadele yürütülmek isteniyorsa, tüm sınıf ve tabakaların üretim biçimindeki yerlerine, üretim araçlarına ne oranda sahip olup olmadıklarına, ülke zenginliğinin bölüşümünde ne oranda pay alıp almadıklarına, bunlara paralel olarak ekonomik ve siyasal alanda oynadıkları rollere vb.doğru çözümlemenin getirilmesi gerekir. Hem demokrasi ve özgürlük mücadelesinden yana olduğunu söyleyeceksin, hem de burjuvazinin içindeki farklı eğilimleri görmemezlikten geleceksin ve feodal egemen güçte olsa, sosyal demokratlarla birlikte olanlarla, faşist güçlerle çıkarı çakışanları aynı kefede değerlendireceksin…Yani egemen sınıf içindeki çelişkileri yadsıyarak, herkesi ‘...resmi ideolojinin Kürtler içindeki ajanları’ ilan edeceksin. Bu biçimde düşünce ve hareket tarzını ancak artniyetliler yapabilir.

    Sadece feodallerle, aşiret reisleriyle ve burjuvalarla yetinilmemekte, aynı anlayış ve söylem küçük burjuvazi için de geçerli kılınmakta. Bugün milyonlarla ifade edilen küçük üreticiyi, bakkalı, esnafı, aydını ve bürok- ratları, yani genelde küçük burjuvaziyi “ajan, hain,” ilan ederek işçi sınıfını geniş kitlelerin ittifakından yoksun bırakmaya yönelik çaba içinde olanlar, ipleri karanlık güçlerin elinde olan kuklalardır. Türkiye’de böylesi karanlık faaliyetler içinde bulunanlar kitleler nezdinde mahkum edilmediği sürece demokratik ve özgür gelecek kurulamaz.

    Ama kafa kargaşalığını sadece bu konularda yarat- makla kalmadıkları biliniyor. Teori diye yarım yamalak ortaya sergiledikleri incilerle, kapitalist üretim güçleri ve ilişkilerinin Kürt halkının varlığını tartışılır hale getirdi- ğini söylüyorlar. Adına mücadele yürüttüğünü iddia ettiği bir halkın varlığını tartışma, Apoculuğa ve onlara zoraki eklemlenmiş Beşikçi’ye özgü bir mantıktır. Kapitalist üretim ilişkilerinin gelişmesi, modern sınıfların ortaya çıkması ve bundan ötürü kapalı köy ekonomisinin hızla tasfiyeye doğru gitmesiyle birlikte, Kürt halkı da büyük değişimler geçirmiş modern tarih sahnesindeki yerini almıştır. Doğu bölgesinde kapitalist gelişme Ege ve Marmara bölgesi kadar yaygın olmadığı dorudur. Bu durum İç Anadolu ve Kara Deniz bölgeleri içinde geçerlidir. Kapitalist pazar ilişkilerinin gelişmesinde bölgeler arası dengesizlik sadece Türkiye’ye özgü bir özellikte değildir. Kapitalizmin egemen olduğu tüm ülkeler için bu geçerlidir. Doğu’da gelişmenin ağır seyretmesinde elbet- te diğer faktörler de rol oynamıştır. Ama tüm bunlar hemen her alanda ortaya çıkan değişimin inkâr edilmesini gerekli kılmaz. “1940’lı yıllardan sonra hiç bir şey gelişmedi” veya “halkımız bir kadavra haline getirildi ve bitirildi” benzeri ne idüğü belirsiz yorumlarla ortaya çıkan gelişme ve değişmeleri görmemezlikten gelmekle, aslında niteliklerini ve niyetlerini açığa vuruyorlar. Kürt halkının varlığını inkâr edenlerle aynı koltuğu paylaşmış olduklarını göstermiş oluyorlar. Kaldı ki, bugün burjuvazinin katmerleşmiş işbirlikçi kanadı bile Kürt varlığını inkâr ettiğini söylemiyor. Değişimi ve Kürt halkının varlığını kabul etmeyen birileri varsa, o da, Apocular ve Apocuların resmi sözcülüğüne oynayan Beşikçi’dir.

    Anlaşılması basit bu tür sorunlara değinirken, kapitalizmin feodalizme karşı ilerici, devrimci olduğunu söylemek istiyoruz. Toplumların gelişme tarihi ele alındı- ğında bu gayet anlaşılırdır. Ama Apocu baylar da her şey tersine işlemektedir. Apocular feodal üretim ilişkilerine karşı köleci, kapitalist üretim ilişkilerine karşı feodal üretim ilişkilerinin savunuculuğu yapmaktadırlar. “Feodalizmin ideolojik-politik biçimlenişten ekonomik biçimle nişe dönüşmesi (!)” ne oldukça hayıflanıyorlar;

     “Feodal sosyo-ekonomik yapının şekillenmesi yabancı karakterde olduğundan, yerleşik halkın diline, kültürüne ve eski dini özelliklerine karşıt olarak geliştiğinden bu durum, toplumun ulusal nitelikteki örgütlenişini ve özgürlükçü değerleri büyük oranda koruyan aşiretlerin sosyo-ekonomik örgütlenişini çözmüş, bu da örgütsüzlüğü doğurmuştur.”  (Örgütlenme Üzerine, s. 99)

    Görüleceği üzere, ne idüğü belirsiz örgütlenme adına aşiret örgütlenme biçimini feodal örgütlenme biçimine, dolayısıyla köleciliği feodal üretim biçimine göre ileri kabul etmiş oluyorlar. Apocu bayların iradi gücü, Kürt halkını aşiret örgütlenmeleri düzeyinde tutmaya yetmeyince, feodalizme boyun eğmek zorunda kalıyorlar ve bu sefer de kapitalizme karşı feodalizmin savunuculuğunu yapıyorlar;

     “Kürdistan’daki bu yetersiz sosyo-ekonomik ve ulusal örgütlenme, kapitalizme dayalı sosyo ekonomik örgütlenme karşısında dayanıksızlığını açıkca sergilemiştir.” (ÖÜ, s. 104)

    Amaçları, “dağlara çekilerek” yaşam sürdürme pahasına feodalizmin bayraktarlığını yapmadır. Kaldı ki, kapitalizm nasıl proletaryayı ortaya çıkararak sosyalizmin koşullarını yaratmışsa, ülkede gelişen kapitalizm de Kürt halkını modern sınıfsal mücadelenin içine çekmiştir. Demek ki son elli yıl, söylenildiği gibi “olağanüstü durgun” geçmemiş, tersine çok büyük alt-üst oluşlar yaşanmıştır; aşiretsel ve mezhepsel bölünmüşlüğün yerini politik oluşumlar almış, ırgatcılığın, angaryacılığın yerine ücretli işçilik gelmiş ve zanaatçılığın yerine modern işletmeler, fabrikalar yükselmiştir. Tüm bu gelişmeleri görmeyip, “kapitalizm ulusal yokoluşumuzu getiriyor” diyerek, küçük burjuva ruh haliyle heyecana kapılan baylar, “Kürt halkı feodal dönemde ulusal ögelerini daha iyi geliştiriyordu” benzeri saçmalıklara sarılarak feodallerin gönüllü kolluk kuvvetleri olduklarını ispatlıyorlar. Böylesi bir anlayışın gideceği başka bir yer yoktur. Kapitalist gelişmenin ortaya çıkardığı sosyo-ekonomik yapı karşısında şaşkınlığa düştüklerinden uzun, sabırlı ve örgütlü devrimci mücadelenin gerekliliğine inanmadıkları için çareyi makinaları, fabrikaları, okulları dinamitlemekte buluyorlar. Eylem ve anlayışlarıyla Kürt ve Türk emekçi yığınlarının üzerinde acımasız sömürünün örgüt- lendirilmesine nasıl katkıda bulunduklarını biliyoruz. Ama onlar, gelişmeleri hangi biçimde ele alırsa alsın, bahsedilen yıllar “durgun” geçmemiş; Kürt halkı ciddi değişimler geçirmiş, baskıya ve sömürüye karşı her geçen gün artan bir biçimde başkaldırının içine girmiştir. Bu çok yönlü değişimi ve savaşımı soyut tarzda kavrayıp bir halkın geçmişini ve geleceğini birkaç pat-putla özdeşleştirenlerin aslında kimlerle uyum içinde olduğu açıkça ortadadır.

    İsmail Beşikçi’nin öne sürdüğü ‘...toplumsal ve siyasal çelişkiler’ bu biçimde ortaya konulmuş, ‘...dost güçlerin ve düşman güçlerin konumunu’ yukarıda değindiğim tarzda saptamışlardır. Yazar, bu tarz toplumsal çelişkilerin çözümleniş biçimini, dost ve düşman güçlerin belirlenmesini, Kürt halkının çıkarları için doğru olduğunu savunuyor. Böylece, Kürdü Kürde kırdırmanın farklı bir versiyonunu savunmuş oluyor.

   Tüm bunlar yetmiyormuş gibi, sürekli Kürt halkını yine farklı bir biçimde aşağılama var; ‘1938’lerden sonra Apocular ortaya çıkana kadar geçen yıllar ‘Durgun’ yıllardı diyor. Neye göre durgundu, ya da durgunlukta hangi ölçüler geçerli hiç değinilmiyor. Ayrıca, toplumsal bir yapıyı durgunlukla, sabit olmakla tanımlama kadar saçma bir şey olamaz. Bu, eşyanın tabiatına aykırı bir söylemdir. Bu yıllar içinde yaşanan değişimi, dönüşümü, tüm bir yapının adeta alt-üst oluşu metafizik düşünceden hareketle redediliyor. Dolayısıyla toplumun varoluşu inkâr ediliyor. Ne yapıp yapıp ‘Meftun’ gösterme çabası sarfediliyor. Bu hükme varışının nedeni sorulduğunda da, hiç aldırış etmeden, ‘yenildiler’ o nedenle bahsedilen yıllar ‘durgun geçti’ veya ‘asimile edildiler’, ‘bitirildiler’ yanıtıyla yetinmekte. İsyanların ortaya çıktığı dönemin özelliklerini, nedenlerini ve hedeflerini ortaya koyma nedense işine gelmemekte. Bir toplumun yaşamsal değerlerini tetik çekmeye indirgemek olsa olsa ancak Beşikçi’ ye özgü sosyolojide görülür. Ekonomik yapıda, siyasette, kültürel değerlerde, dinsel yapıda vb. alanlarda yaşanan değişimleri yadsıma hiç bir gerçeği değiştirmez. Tüm bunların genel olarak toplumun ve bireylerin yaşamlarına olan etkilerini bir tarafa bırakıp, düz bir mantıktan hareketle, ‘durgundu’ ya da ‘değişim olmadı’ demek, tam anlamıyla bir bağnazlıktır. Karşıtlıkları, çelişkileri, toplumsal yapının geçirdiği değişim ve dönüşümleri görmemezlikten gelme, toplumsal yapıyı mekanik olarak algılamadır. Toplumsal yaşantıya yön veren birbiriyle ilişkili kavramları anlamsızlaştırarak veya kavramların içini boşaltarak istediği biçimde yorumlamaya çalışan Beşikçi, ne yapıp yapıp Kürt halkını ‘meftun’ gösterme gayretini inatla sürdürmekte. Hemen her fırsatta övgüler yağdırdığı ‘Tanrı’sıyla ancak bu biçimde bütünleşeceğine inanmakta. Bu noktalardan hareketle, 1920’li ve 1930’lu yıllarında ortaya çıkan isyanları ve özellikleri üzerinde durmada yarar görüyorum.

 

 



 

 


Yüklə 2,07 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   23   24   25   26   27   28   29   30   31




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin