EKONOMİK VE SİYASAL UYGULAMALAR
1930 ve 1940’lı yıllarda Kürt toplumunda feodal üretim ilişkileri egemendir. Toplumda dini reislerin çok önemli rol oynadığı, aşiretsel yapının devam ettiği, feodal ilişki ağını ve hukukunu elinde bulunduran feodal beyliğin hüküm sürdüğü bir dönemdir. Doğal ekonominin devam ettiği bu koşullarda, halkın geçim kaynağı temel olarak tarım ve hayvancılıktı. Değişim ve iş bölümünün çok sınırlı olduğu bu dönemde, elde edilen ürünler yine halk tarafından işlenmekte ve tüketilmekteydi. Ortaya çıkan artı-ürün ağırlıklı olarak feodal beylerce gasp edilmekteydi. Pazar ile olan alışveriş çok sınırlı ve daha çok parayla değil, mal mübadelesiyle yapılmaktaydı. Feodal beyler nüfusun yüzde beşlik gibi çok sınırlı bir kesimini oluşturmasına karşın, ekilebilir toprakların yüzde kırkını ellerinde bulunduruyorlardı. Ekilebilir toprakların önemli bir kesimi de yarıcılık ve kiracılıkla daha küçük parçalara bölünmüştü. Angaryacılık en yaygın biçimde kullanılıyor, topraklar feodal beyler tarafından köylüyle birlikte alınıp satılıyordu. Bu sömürü çarkının içinde birçok aşiret ve dini reis büyük topraklara sahip olarak feodalleşiyorlardı.
Tarımın yanısıra, hayvancılıkta önemli bir yer tutuyordu. Hayvancılık yerleşik köylüler ve göçebe aşiretler tarafından yapılmaktaydı. Çok ilkel koşullarda, modern besicilikten uzak yapılan hayvancılıktan fazla bir gelir elde edilmemekteydi. Zaman zaman başgösteren bulaşıcı hastalıklardan ve yem kıtlığından dolayı binlerce küçük ve büyük baş hayvan telef olmaktaydı. Hayvanların bakımı için tutulan çobanlar oldukça yaygın olmasına karşın, ücretle değil, karın tokluğuna çalıştırılıyor, yerleri ve konumları feodal hukuk kurallarınca belirleniyordu. Bölgede tarım ve hayvancılık ekonominin bel kemiğini oluşturuyordu
1950’li yıllara gelindiğinde, getirilen yeni ekonomik ve mali uygulamalar, ister istemez pazar için üretimi zorla- mıştı. Giderek devlet eliyle geliştirilmeye başlanan küçük çaplı sanayi yatırımları, alt yapı hizmetlerinin gelişmesine neden oluyordu; su, yol, elektirik vb. içpazarı genişletecek uygulamalar özellikle çok partili döneme geçilmesiyle daha hız kazandı. Çünkü gerek Batı’da, gerek Doğu’da egemen güçlerin çıkarları çakışıyordu. Bu çakışma hiç belirtmeye gerek yok ki, tüm emekçi yığınların insafsız sömürüsü yönündeydi. Gelişen kapitalist ilişkiler ortamında egemen güçler, banka kredilerinden mamul maddelerin dağıtımına kadar birçok alanda aracı rolünü yüklenmenin tadına çoktan varmışlardı. Hatta bu dönemde Ziraat Bankası’ndan dağıtılan kredilerin yarıdan fazlasını yine bunlar aldı. Ayrıca, bürokrasiye memur, işyerlerine işçi alımlarında feodal beyler söz sahibiydi. Feodallerin bürokrasi içinde etkin oluşu, küçük üreticiler ve esnaflar üzerinde de baskı ve denetim kurmasını getiriyordu. Doğrusu feodal beyler öylesine uyumlu hale gelmişti ki, Cumhuriyet Halk Partisi’nin yasallaştırdığı halde uygulamaya koyamadığı kısmi toprak reformunu, Demokrat Parti’nin gerçekleştirmesine ses çıkarmadılar. Zaten dağıtılan toprakların büyük çoğunluğu hazineye aitti ya da kullanıma açılması oldukça elverişsiz, değeri üzerinden yüksek fiyatlar ödenerek feodal beylerden satın alınan topraklardı. Böylece feodaller parasal olarak daha güçlü konuma getirildi.
Duruma tam anlamıyla egemen olan ve her hangi bir tehlike gelmiyeceğinden emin olan devlet, sürgüne gönderdiği, mecburi iskâna tabi tuttuğu feodal beylerin geri dönmelerine engel olmadı. Devlet, sürgünden geri dönenlerde dahil olmak üzere, genel olarak Kürt egemen güçlerinin ekonomik ve siyasal etkinliklerini tümüyle ortadan kaldırmamıştır. Batı’da olduğu gibi feodal beylerin etkinliğini kıracak yönelim içine girilmek istenmediğinden, hiçbir dönemde ciddi toprak ve tarım reformundan yana tavır almamıştır.
1940’lı yıllardan itibaren toplumsal yapıda ciddi değişmelerin ortaya çıkmadığını söyliyemeyiz. Kürt egemen güçleri içinde ayrışmalar, yeni biçimlere bürünmeler kendini gösterdi. Vergi, askerlik vb. daha birçok konularda devletin tasaruflarına karşı çıkmama temelinde sağlanan bir çeşit uzlaşmayla feodal beyler, CHP’nin yaygın yerel örgütlenmelerinden belediye başkanlıklarından, parlemento üyeliğine kadar birçok alanda daha çok yer almaya başladılar. En etkin, en geniş nüfuza sahip olanlar parlementoya alınmakla kalmıyor, bakanlık koltuklarına dahi oturuyorlardı.
Doğal ekonominin dağılma sürecine girişi, Kürt egemen güçlerinin kendi içinde ayrışmasını derinleştirdi. Tarıma makinanın girmesiyle birlikte büyük toprak ağalarının önemli bir kesimi toprak kapitalisti haline geldi. Ellili yılların ortalarına gelindiğinde modern tarım yapılan çok sayıda çiftlik ortaya çıktı. Yine birçok çiftçi makinali ve sulu tarıma geçerek zengin köylüler halina geldiler. Bu süreç 1960’lı yıllardan sonra daha bir ivme kazandı.
Gelişen kapitalist ilişkiler ortamında, ticaret burjuvazisi hem nicel hem de nitel olarak kendini göstermeye başladı. Bölgede üretilen malları Batı’ya, Batı’da sanayi burjuvazisinin mamul maddelerini ve ithal malları bölgenin pazarına aktarmada aracı rolünü yüklendiler. Avrupa ile direk ticari ilişki içinde bulunanlar bu dönemde henüz çok azdı. Ama banka kredileriyle desteklendiklerinden hızla büyüdüler. Elde ettikleri sermaye birikimiyle hisse senetleri, tahviller satın alarak veya ortaklıklar kurarak sermayeyi Batı’ya aktarmayı hem daha kârlı ve hem de güvenceli gördüler. İstanbul sanayi burjuvazisiyle bölgenin tüketicileri arasında aracı rolü oynayan bu kesim, her zaman feodallerle uyum içinde oldu.
Değirmencilikle, tuğlacılıkla ve ilkel tezgahlarla yapılan dokumacılıkla vb. uğraşan kesimlerin ise, dikkate değer bir sermaye birikimi sağladığını iddia edemeyiz. Daha çok kendi olanaklarıyla elde ettikleri sermaye ile ayakta kalmaya çalışan bu kesimin halka ciddi bir iş olanağı yarattığını da söyliyemeyiz. Genel olarak var olan sanayi devlete aittir ve onlar da küçük çaplıdır. Hammadde ve pazar ihtiyaçlarını karşılayacak birtakım yatırımlara gitmeleri zaten zorunluydu. İster istemez genel hizmetler sektöründe bir canlanmayı sağlıyan kara ve demir yolları ulaşım şebekesinin bölgede inşası bir de bu zorunluluktan kaynaklanıyordu.
70’li yılların başlarına gelindiğinde egemen üretim biçiminin kapitalizm olduğunu söyliyebiliriz. Ama yine de, Marmara, Ege ve Akdeniz bölgeleriyle kıyaslandığın- da çok geri ve cılızdır; tarımda makinalaşmanın yanısıra, sanayi alanında devlet ve özel yatırımcılığın oranına bakıldığında, bu kolayca anlaşılır. Doğu ve Güney Doğu’da bu yıllarda kentleşme oranı %20’lerde seyreder. Her şeyden önce Kürt nüfusunun ağırlıklı olduğu bölgelerde okum yazma bilmiyenlerin oranı bu yıllarda bile %70’lerin üzerindedir. Zaten Türkiye genelinde okuma yazma oranı %70’dir. Bu rakamlar bile gelişen kapitalist pazar ilişkilerinin boyutunu göstermeye yeter.
KÜRT HALKINI BİTMİŞ GÖSTERME VE AŞAĞILAMA
Yukarıdaki verilerin temel alınmasına kimsenin itiraz edeceğini sanmıyorum. Görüleceği üzere, 1970’li yıllarda kapitalist pazar ilişkilerinin egemen olmasına rağmen, Kürt toplumu henüz köylülükten çıkmış bir toplum değildir. Asimilasyonu siyasi, sosyal ve ekonomik temellerden bağımsız ele alarak değerlendirmenin hiç bir bilimsel yanı olamaz. Asimilasyon politikasını tek yönlü düşünme, yani toplumsal yapıda ortaya çıkmış bir kaç örnekten hareketle, toplumsal yapının tümünü görmemezlikten gelme, ancak Beşikçi’ye özgür bir yöntemdir. Bu bir anlamda ağaçları görüpte ormanı görmeme gibi bir şeydir. Gerçeklere arka dönüldüğünde gerçekler ortadan yok olmazlar. Ama yazar ne yapıp yapıp, mevcut durumu, kafasında yarattığı kalıpla uyumlu hale getirmenin çabası peşinde. Kalıp ise malum; ‘Meftun.’ Bay Beşikçi, kafasında oluşturduğu kalıba uyum sağlatmak için bakın ne tür çabalar içine giriyor. Bu çabalar aynı zamanda kafa kargaşalığını da ortaya koymakta; ‘Kürdistan'ın hayal edilmesi bile mezara gömülmüş, mezar taşlarla doldurulmuş, betonlanıp kapatılmış...’ * Benzetmede hata olmaz derler ama bu benzetmeden başka her şeye benziyor. Kürsüyü ve mikrofonu hayatın- da ilk defa yakalama fırsatını elde etmiş birinin avazı çıktığı kadar slogan atmasına benziyor. Ne kadar çok slogan atarsam o kadar çok kitleleri ajite eder ve harekete geçiririm yanılsaması var. Biraz duygu sömürüsüyle karışık mesajlar vermek istemiş ama becerememiş. İsmini koyamadığı bir çorba ortaya çıkarmış. Aslında apolojetik düşünce tarzının içinden çıkılmaz halini sergiliyor. Bu nedenle de, olmayan bir şey için çaba yürütüyor ve her ne hikmetse olmayan bir şeyi varmışçasına bir kez daha yokettiriyor. ‘Türkiye, Türkleştirme programının tamamlanmakta olduğunu düşünüyordu.’* Görüleceği üzere yoktan varetmenin müthiş bir çabasını yürütüyor. Burada çok sinsice bir doğrulama var. Hayal edenler bitirilmişse hayalleri de bitirilmiştir. Kürt halkının bitirilmesinin hedeflendiği ve bu doğrultuda çok yönlü adımların atıldığı söylenmiyor. Kürt halkının artık bitmiş olduğu iddia ediliyor. Yani bir anlamda Amerika’da Kızılderilerin, Latin Amerika’da Mayaların konumuna düşürüldüğü keskin bir dille ifade ediliyor. Neredeyse bir kültür varlığı olarak Kürtlerin koruma altına alınmasını önerecek. Daha yakınımızdan bir örnek vereceksek, Keldaniler’le Kürtler’i bir tutuyor. Durum bu derece içler acısı ise, bu çaba ve telaş niye? Şecere tut yeter. Beşikçi devlet adına bu yargıya varırken hangi somut delillerden yola çıktığını açıkça ortaya koymalı. Somut durum tespiti yapılırken, bu somut durumun hangi sosyal temellere dayandığını da açıklamak gerekir, üstelik istatistiki bilgilerle birlikte. Ayrıca Kürt halkını içleri taşlarla doldurulmuş ‘anıt’ mezarlarla birlikte anma, tehditin, korku salmanın bir başka biçimi. ‘Aman öcü var, susun, oturun oturduğunuz yerde’ demektir.
Bahsettiğim kafa kargaşalığı, burada, bilimsel verilere ulaşıp ulaşmamasından kaynaklanan kafa kargaşalığı değil, hareket ettiği sahanın kime ait olduğunun farkedileceğinden kaynaklanan korkunun verdiği kafa karga- şalığıdır. Çünkü resmi ideoloji gerçeğe sırtını dönerek ‘Bitti’ ya da ‘Mezara gömdüm’ diyor. Yazar da ‘Kürtler Türkleşti’ diye feryat ediyor. Metafizik düşünce doğrul- tusunda hareket etmenin bir yöntemi de budur.
Oysa Beşikçi, politik bir tartışma yaptığının çok iyi bilincinde. Ama bunu bilinen kaygılarından dolayı açıkça dile getiremiyor. Politik bir tartışma, daha doğrusu çıkarlarına hizmet etmeyeceğini düşündüğü politik tartışmalar sözkonusu olduğunda, sosyoylojinin gölgesine sığınmayı adeta prensip haline getirmiş. Ama bu kaçış insanı kurtarmaz. Yine politik, hatta bilimsel tartışmalarda salt olgulardan ya da tesbitlerden hareket edilmez. Açıkçası bir olguyu tespit etmekle sorunlar çözülmez. Resmi ideoloji Kürtleri yok sayıyorsa bunun karşısına ‘hayır, Kürtler vardır’ teziyle karşı çıkma, resmi ideolojinin hareket ettiği zemini bölüşme demektir. Sistemin yükseldiği ekonomik ve siyasal zemine karşı tavır içinde olunmadığı sürece sistemle bütünleşme kaçınılmazdır.
1970’li yıllara ait istatistikler temel alındığında Doğu ve Güney Doğu’nunu 1940 ve 1950’li yıllara nazaran çok ciddi değişimler geçirdiği görülecektir. Ekonomik ve sosyal yapıdaki değişimin toplumsal yapının katmanlarında ortaya çıkartığı mevzilenmeyi irdelemesi gerekirken, ‘Yok olma’ teranesini işleme ancak bay Bişikçi’ye özgü bir tavırdır. Çünkü sistemi değiştirmek için mücadele etme yerine, sisteme çeki düzen verme gayreti daha kolay bir yöntemdir, üstelik pek fazla risk taşımamaktadır. Bir toplumun %70’nin okuma yazma bilmediği koşullarda asimilasyonu önplana çıkarmada farklı amaçlar vardır.
Bugüne kadar gelmiş geçmiş tüm iktidarların en başarısız olduğu bir alan varsa, o da, izlenen asimilasyon politikasıdır. Kaldı ki, halkın yüzde yüzü de Türkçe eğitim-öğretimden geçmiş okur ve yazar olabilirdi, olabilir de. Göçmen bir gruptan bahsetmiyoruz, tarihi, kültürü, diliyle, tüm toplumsal değerleriyle yerleşik bir halktan bahsediyoruz. Ayrıca, asimilasyonun temel alınmaya başlandığı dönemin özelliklerini dikkate aldığımızda, bu politikanın başarısızlıkla sonuçlanacağını da görürüz.
Ortaçağ karanlığında yaşam sürdürmeyi, hangi dilde olursa olsun okuma yazma bilmeyen tek bir Kürdün kalmamasına yeğlemek açıkça Kürt düşmanlığıdır. Bu noktada, asimilasyon politikasından hareketle, ‘Bittik’i belirleyici faktör haline getirme yerine, toplumun dinamiklerini harekete geçirerek sisteme karşı yönelme temel alınmalıdır. Asimilasyon politikasını eleştirme başka bir şey, kapitalist üretim ilişkileri içinde şekillenen toplumsal yapı karşısında teslim olmayı önerme başka bir şeydir. Yani içinde bulunduğumuz koşullarda asimilasyon politikasıyla Kürt halkının yok edilemeyeceği ortadadır. Yazar, asimilasyon politikasını salt dile indirgemektedir. Asimilasyon salt dille sınırlandırılamaz. Yazarın, daha başından iflas etmiş bir politikayı başarı- lıymış gibi önplana çıkarmakla, bir dönemler Avrupa içlerine kadar etkisini hissettiren ‘Türkün gücü’nü göstermeye çalış- maktadır. Bu, korku üretme, açıkçası, korkutma, yıldırma politikasıdır.
Ekonomik ve sosyal yapıdaki her değişim, sınıf ve tabakalarda farklı sosyal eğilimlerin ortaya çıkmasına neden olur. Bu süreç içinde egemen güçlerin geliştireceği siyasal baskılara karşı sınıf ve tabakalar şu veya bu biçimde dirençlerini ifade edebilecek yol bulurlar. Bu noktada devrimci aydının görevi, bu eğilimleri sisteme karşı yöneltmenin, örgütlü hale getirmenin çabasını vermedir. Dürüst aydının görevi yakınma ya da sistemin arızalarını giderme olmamalıdır. Ama Beşikçi, ne yapıp yapıp hemen her koşulda sistemle uyum içinde kalmanın yollarını araştırmakta. Bu konuda o kadar içtenlikle hareket etmekte ki, Kürt halkını en kötüler içinde seçenek yapmaya zorlamakta. Hatta emperyalist güçlerin sunduğu en rezil seçenekleri alayıp pullayıp Kürt halkına sevdirmenin kavgasını vermekte. Sunduğu en iyi seçenek de, ‘Dışlanma.’ Yani ‘Benzemeyi bırakın, dışlanmayı kabul edin’ diyor. Amerika Birleşik Devletleri ve Büyük Britanya ırkcılığı ‘Has ırkçılıktır’ diyebiliyor. Kürtler kötüler içinde ‘iyi’ seçmeye niçin mecbur? Bunun sorgulanmasına bile tehammülü yok bay Beşikçi’nin.
Beşikçi etnik ya da kimlik sorunlarını ele alırken tam anlamıyla patalojik ruh halini yansıtmakta. O’na göre kimlik sorunu dünya varolduğundan bu yana vardır. Kimlik sorununu ırk’la bütünleştirmenin çabası içindedir. Etnik ya da kimlik sorununu kapitalizmin gelişme süreci içinde ortaya çıkan bir sorun olduğunu inkâr eder. İnkâr etmesindeki en önemli neden de, bu sürecin kapitalist sömürüyle olan ilişkisindendir. Dolayısıyla sömürüyü olumlama vardır. Sömürüyü ne kadar doğal gösterirse etnik sorunu da ırk’la bütünleştirme o kadar kolaydır. Yani sınıf savaşımını yok saymak için elinden gelen her gayreti göstermekte. Bir kaç kişinin pisikolojik konumundan hareketle bulup buluşturduğu verileri genelleştirmekte ve tüm bir topluma mal etmektedir. Bu yöntem aynı zamanda bir toplumu, halkı aşağılama yöntemidir. Bir halkı aşağılama; ‘küçük’, ‘bitmiş’, ‘tükenmiş’ görme özellikle de klasik sömürgecilik döneminde İngiliz burjuvazisinin yöntemidir. Egemenlik altına aldıkları halkları sürekli bir travma içinde görürler ve içinde bulundukları ‘travma’dan ancak kendilerinin kurtaracaklarını iddia ederler.
Yazarın sürekli tekrarladığı, hemen her yazısında öne sürdüğü ‘Kürt bitti’ ya da ‘Kürtler asimile oldu’ argümanlarını biraz daha açmak gerekmektedir. Asimilasyonu salt dile indirgemekte. Dolayısıyla ulusu dille tanımlamaktadır. Bu bir anlamda ulusu dinle tanımlamayla eşdeğerdir. Bu aynı zamanda, İttihat ve Terakki paradigmasını temel almaktır. Kemalizmde de aynı anlayış vardır. Dil varsa ulus vardır, dil yoksa ulus yoktur. Yani ulusu salt dille tanımlama anlayışı vardır. Olayı hiç bir zaman ezenler ve ezilenler açısından ele almaya yanaşmaz. Bu nedenle de İttihat ve Terakki’ci anlayışının katı bir savunucusudur. Bu anlayış ister istemez, insanı, kandaki ‘cevher-i asliye’yi sorgulamaya kadar götürür.
Böylesi sorgulamalar sonucudur ki, Beşikçi, Kürt halkını ‘uygar olmayan’ yaşam içinden kurtarmak için kendini bir yol gösterici, hatta vahiy olarak öne sürer. Comte’nin elit ‘öncülük’ anlayışıyla hareket eder. Bu nedenle her fırsat bulduğunda Kürt halkını aşağılar, hakaretler yağdırır. İşte Kürt halkını aşağılamasına bir örnek;
‘PKK hareketi ise, düşürülmüş toplum koşullarında, düşürülmüş insan ilişkileri içinde nüvelenmiş, gelişmiş, boy vermiş bir harekettir.’ *
Böylesi bir tanımlama karşısında insan şu soruyu sormadan edemiyor; izbe köşelerde, kokuşmuş labirent- lerde ne işin var? Açıkçası, ahlak bekçiliğine soyunmuş eli sopalı bir molla... Şefiyle tam bir bütünlük içinde. Daha doğrusu şefini taklitte ne kadar becerikli olduğunu gösteriyor. Bakın şefi de Kürt halkına aynı tür hakareti nasıl yapıyor;
“Kürt, kadın-erkek ilişkisinde ölmüştür. Kürt, bu ilişkide çirkinleşmiştir, alçaktır, rezildir, köledir, tutsaktır” (Dev.Dili ve Eylemi,s.153)
Kürt halkına karşı hakaretler yağdırmada birbirleriyle yarışan bu ikiliden yukarıda verdiğim alıntıların yeterli olacağını sanıyorum. Beşikiçi’nin ‘önder’ olarak kabul ettiği kişinin, halka olan kin ve nefreti bilinen bir şey. Beşikçi dışında hemen hemen herkes bunu kabul ediyor. Sosyolog, bilim adamı olduğunu iddia eden Beşikçi, hangi bilimsel araştırmalar ve incelemeler sonucu Kürt halkını ‘Düşürülmüş toplum’ olarak tanımlamaktadır? Bu nedenle aşağıdaki bir kaç sorumuza ikna edici yanıtlar verebilirse, Kürt halkı için yaptığı tanımlamaya da içerik kazandırmış olur:
-Kürt veya herhangi bir toplumda, bir takım olumsuzlukları temel alarak o halkın ‘Düşkün’ olduğu sonucuna varma, bilimsel bir tespit midir?
-Yine, sınıflı toplum özelliklerini dikkate aldığımızda, az veya çok herhangi bir olumsuzluğu içinde barındırmayan toplumsal ilişkiler yumağı var mıdır?
-Ayrıca, salt olumsuzluğu temel alan yaklaşım tarzının, toplumsal yaşamın nesnel sorunlarına ne tür çözümler getirebilir?
Toplumda birbirine zıt ve çatışan ögeler her zaman olacaktır. Toplumun değişim ve dönüşümünde olumsuz ögelerin belirleyici olduğunu ileri sürmek, eli kamçılı ahlak zapıtacılığına soyunmaktır. Bu da elitçi bir anlayıştır, yani şiddete dayalı toplum mühendisliğidir. Toplumların ilerleyişinde yazarın bahsettiği gibi ‘düşürülmüş insan ilişkileri’ belirleyici olsaydı, o çok övgüler dizdiği Batı Avrupa toplumları daha 1860’larda yok olmuştu. Ahlak zapıtası kesildiği için ‘zor’u hemen her koşulda belirleyici olarak görüyor. Gelişmelere metafizik pencereden baktığı halde, toplumsal gelişmeleri mistik açıdan yorumlamayı bile beceremiyor. En azından, dergâhlarda bile her eşikten içeri girenin ‘ermiş’ olarak dışarı çıkamayacağını bilmelidir.
Beşikçi’nin elinde gitar bilmem neyin önünde bir dans türü yaratma çabalarıyla bir halkın demokrasi ve özgürlük kavgasını biribirine karıştırdığını sanmıyorum. Tek bir amaç var, o da, Kürt halkını aşağılamadır. Sonuçta egemen güçlerin soysuzlaşmasını saklamanın bir yöntemi de budur; kabahati, üretim araçlarını ellerinde bulunduranlarda değil, mülksüzlerde arama. Yani Beşikçi’ye özgü bir ‘olgu’ tespiti!
BEŞİKÇİ’NİN İRADİ ZORLAMALARI
Sosyolog ‘Küçük bir karşılaştırma’ yapmış ama büyük bir hizmette bulunduğunun bilincinde değil. Farkında olmadan kaş yapayım derken göz çıkarmış. Acemi erler misali emir komuta zincirine dahil olmanın pisikolojisini henüz üzerinden atamamış. Özgürlüğünü gönüllü teslim etmenin yükümlülüklerini huşu içinde yerine getirmeye koyulmuş.
Yükümlülükleri:
Birincisi; ‘önder’, ‘ulu’, ‘ata’ yaratma.
İkincisi; yaratmak istediği ‘ulu’ya, ‘ata’ya karşı farklı düşünce ileri sürenleri yerme, karalama, işkence ve cinayet dahil her türlü şiddet kullanılarak ortadan kaldırma girişimlerine yolgöstericilik yapma.
Bu yönlü çabaların nereden taklit edilmeye kalkışıldığı bir sır değildir.
Şaşkınlığından da olsa, iyi ki ‘Küçük bir karşılaştırma’ yapmış. Çünkü başka türlü kendi kendini yalanlayamazdı. Ama yine de ‘eline sağlık’ deme içimden gelmiyor.
‘Abdullah Öcalan ve PKK bir madalyonun iki yüzü gibidir. PKK önderliği, Başkan Abdullah Öcalan, 20. yüzyılın son çeyreğine, Türkiye'nin ve Ortadoğu'nun tarihine, siyasal ve toplumsal gelişmelerine damgasını vuran en önemli siyaset adamlarından biridir. PKK'yi Kürdistan ulusal ve toplumsal kurtuluş mücadelesini, ona coğrafi olarak en yakın olan zaman olarak da çok uzak olmayan, Anadolu'daki Kuva-i Milliye Hareketi ile karşılaştırmak mümkündür. Bu karşılaştırma bize, PKK hareketi hakkında, gerilla mücadelesi hakkında çok önemli bazı ipuçları verecektir.’ *
Cizvit papazlarının hitap tarzından çok şeyhine kendini ispatlamak için ayinlerde karnına kılıç saplayan mürid- lerin hitap tarzına benziyor. Bu paragraf ‘Apo’ları çoğal- mak gerekir’ diye başlayan övgüsüyle birleştirildiğinde tam bir kutsama ortaya çıkar. Toplumların tarihsel gelişimlerini kahramalarla ifade etme anlayışıdır. Aşiret reisi olmazsa aşiret üyeleri yok olur, feodal bey olmazsa aç kalırız ya da ‘Ulu önder’ olmasaydı kurtuluş olmazdı düşüncesinin pekiştirilmesidir. Beşikçi beyninde yarattığı kült’leri tüm topluma mal ediyor ve giderek bunları tapılması gereken ‘Tanrı’lar haline getiriyor. Gelişmemiş, aydınlanmamış toplumlara özgü ‘kurtarıcı’ aramadır bu. Bu anlayış aynı zamanda en lumpen ilişkilerin esas alınmasıdır. Yani sınıfdışı kesimlere seslenme ve onları temel almadır. Yukarıda ortaya koyulan anlayış, aynı zamanda, Türkiye’de bilinen elitistlerin epistemolojisini Kürt toplumu arasında yaygınlaştırma çabasıdır.
Bu karşılaştırmadan gerçekten çok güzel ve herkesi ikna edebilecek kadar önemli ipuçları çıkacaktır. Bahsettiği ‘önder’in ancak ‘coğrafi olarak en yakın olan’ bir yerde ve ‘zaman olarak da çok uzak olmayan’ gelişme- lerle karşılaştırılmış olması gayet ‘akıllıca’ bir yoldur. İttihat ve Terakki entrikalarını çok iyi bilen biri olarak, böylesi karşılaştırmalar için, fazla uzaklara giderek yığınca zorlukla yüzyüze gelmesine gerek yoktu. Bu konuda hem tarihimiz, hem de yaşadığımız coğrafya oldukça zengindir.
Karşılaştırmaya yine utangaç bir biçimde Rum, Ermeni ve Asuriler’in mal ve mülklerine Müslüman eşraf tarafından elkonulduğunu belirterek başlıyor. Ama burada ‘Müslüman eşraf’ derken kimleri kasteddiğini açıkça belirtmekten çekiniyor. Tarihi bir olaydan bahsederken bu derece utangaç davranmasına akıl erdirmek mümkün değil. Yani Türk esnafını mı, Kürt esnafını mı veya Tük ve Kürt esnaflarını birlikte mi kastediyor o da belli değil. Ama belli ki, esas olarak, Kürt ve Türk esnaflarını birlikte ‘Müslüman eşraf’ olarak değerlendirmekte.
Çok önemli tarihsel bir dönemde olup bitenleri yuvar- lak cümlelerle geçiştirmeye çalışmasının esas nedenleri ise;
Yanlı tarih yazma girişimi, yani tarihi çarpıtma gayreti;
Gelecekte hiç bir sorumluluk altına girmemeye yönelik çaba içinde olması;
Kürtler’in tepkisinden çekinmesi;
Yanlı tarih yazma girişimi derken, kasteddiğim, İngiliz emperyalizminin birinci dünya savaşı döneminde Anadolu’ya biçim verme planlarını temel alması ve onaylamasıdır. Aslında İngilizler’in İstanbul’u kaybetmesi ve Anadolu’dan çekilmek zorunda kalmış olmalarına üzülmektedir. İngiliz, Fransız ve İtalyan egemenliği altında ‘medeni’ olunacağına öylesine inanmış ki, İngilizler’e, genel anlamıyla Batı emperyalizmine övgüler yağdırmakta, olabildiğince sevecen göstermeye gayret etmektedir. Sadece sevecen göstermekle kalmamakta, sinsi bir biçimde masum olduklarını söylemektedir. İngilizler’in, Fransızlar’ın, İtalyanlar’ın, Çarlık Rusyası’nın ‘göçmenleri yerleştirmek’ için veya birer ‘hayır kurumları’ olarak Anadolu’ya geldiklerini söylemektedir. İşgale uğrayan Anadolu değil, Londra, Paris ve Roma imiş! Açıkçası, Emperyalist güçlerin Anadolu’da kalıcı olamamalarına, dolayısıyla ‘zeki çocuk’ seçilip Londra’ da eğitim görememiş olmasına çok üzülmekte. ‘Zeki çocuk’ olarak iki parelel doğrunun uzayda nasıl kesiştiğini ispatlayacak bilim adamı olamadığına hayıflanmakta. Tüm bu yönlü görüş ve düşüncelerini açık seçik yazma yerine, bakın nasıl dolambaçlı yollara başvuruyor;
‘...Rumlar, Yunanlılar’la birlikte tekrar yurtlarına dönmekte (...) Ermeniler, (Burada Çarlık Ruyası ile birlikte demeyi uygun bulmuyor, çünkü Kürt halkının tepkisinden kaçınıyor. Düz mantığa ve akla seslenen kuru ajitasyon ancak bu şekilde yapılır.BN.) tekrar yerlerine, yurtlarına, evlerine-barklarına dönmenin (....) yolunu yordamını aramaktadırlar. İngiliz’in, Fransız’ın, İtalyan’ ın böyle bir amacı olmadığı besbellidir. (Yani İngilizler, Fransızlar ve İtalyanlar’ın toptancı olduğunu kastetmek- te. BN)’ *
Ermeni ve Rumlar’ın arkasına sığınarak emperyalizm hayranlığını gizlemeden başka bir şey değil bu cümleler. Birinci dünya savaşı döneminde Yunan devletinin İngiliz emperyalizmiyle işbirliğini sorgulama işine gelmiyor, çünkü sorgulamaya kalkıştığı anda İngiliz emperyalizminin karşısında yer almak zorunda olduğunun bilincinde. Bu işbirliği ya da ittifakın Yunan halkına ne tür olumlu getirileri olmuştur acaba? Buna yanıt veremez, çünkü verdiği anda üzerine inşa etmek istediği düşünceleri bizzat kendisi çürütmüş olur. Bu nedenle kaçamak yollara başvurmakta, kelime oyunlarının arkasına saklanmakta. Örneğin Teşkilat-ı Mahsusa için ‘mazlum halklar kategorisinde değerlendirilemez’ diye bir ucube üretmekte. Kimsenin Teşkilat-ı Mahsusa eşittir mazlum halktır diye bir değerlendirme yapmamıştır. İşgale uğrayan Anadolu’ yu mazlum ülkeler, Anadolu halkını mazlum halklar katagorisinde değerlendirmiştir.Bu, aynı zamanda ‘ordu eşittir halktır’ anlayışının dolaylı kabulüdür. Niçin böylesi yollara başvurduğu bellidir; başka türlü ‘ulu’ ya da ‘mit’ ler yaratılamaz. Nereden bakılırsa bakılsın, İngiliz emperyalizminin çok sinsi bir propagandası yapılmaktadır.
Beşikçi’ye sormak gerekiyor, emperyalist güçler Anadolu’ya niçin geldiler? İşgal etmek amacıyla mı, yoksa Ermeni ve Rumlar’ı yerleştirmek için mi geldiler? Yani birer hayır kurumları, daha doğrusu göçmen yerleştirme kurumları olarak mı geldiler?
Bu sinsiliğin altında bir başka neden daha var, o da, birinci ve ikinci dünya savaşlarını dünya pazarlarını bölüşüm, emperyalist paylaşım savaşı olarak görmeme vardır. O’na göre emperyalist paylaşım, komünistlerin uydurmasıdır!
Yazar, Kürtler, Ermeniler ve Rumlar için mangalda kül bırakmazken, ana meseleye değinmekten sürekli kaçınıyor. Var olan ulus-devlet çözümlemesinin karşısına ikinci bir ‘ulus-devlet’ çözümlemesiyle dikilmekte. Acaba aslı dururken, ikinci bir ulus-devlet çözümlemesi niçin sunuyor? Bu noktada kendi kendini çürütmüş oluyor. Nereden bakılsa çelişkiler yığını. İttihat ve Terakki geleneğinden hareketle, Kemalist çözüm önerisinden başka bir şey değildir. Başkalarının ulus-devlet çözümle- mesi Kürt, Ermeni, Rum ve Asuriler için kötü oluyor, ama kendi ulus-devlet çözümlemesi her nedense pek ‘hayırlı’ oluyor.
Beşikçi’nin ulus-devlet çözümlemesinden hareketle, Ermeni halkı için önerisinin ne olduğu, henüz anlaşılmış değil. İçi boş kelimelerle dama oynamaktan vazgeçip soruna açıklık getirmek zorundadır; örneğin Ermeniler, Kars ve Ardahan’dan Van’a kadar olan bölgeyi geri istiyorlar. Yani bugünkü Ermenistan Devleti’nin, sınırlarını, bu bölgeyi içine alacak biçimde genişletmesini onaylayıp onaylamadığını şimdiden belirtmelidir. Ayrıca, Ermeniler, ‘Müslüman eşraf’larca el konulmuş ‘...ev, konak, bağ, bahçe, zeytinlik, tarla, mandıra, atölye gibi mallarına...’ tekrar kavuşmak istiyorlar. Bu durum karşısında çözüm önerisi nedir acaba? Doğal olarak harkes bunu merak ediyor. Aynı durum, Asuriler için de sözkonusu. Bu konuda bugüne kadar çözüm ileri süren herhangi bir kitap veya makale kaleme aldığı görülmedi. Bu ve benzeri konulara içerik kazandırmadığı sürece taklitcilikten öte bir şey yapmış olamaz. Yine, el koydukları Ermeni ve Asurilerin mallarını tekrar geriye vermeleri için Müslüman Kürt eşrafına da bir çağrıda bulunmalıdır. Böylece inandırıcı olduğunu göstermiş olur. Postu İstanbul’a serip işkembe-i kûbradan atacağına, Diyarbakır’da oturmaya başlayıp bu konuda en azından bir ‘sivil girişime’ ön ayak olabilir. İleri sürdüğü görüş ve düşünceler doğrultusunda ciddi, dürüst olmanın bir ölçüsü de budur. Malum ‘tarihi’ tespitlerinden hareketle, Kürtler'le Ermeniler ve Rumlar arasında ne geçmişte ne de günümüzde herhangi bir ‘çelişki’ ve ‘düşmanlık’ olmadığı için, böylesi bir girişimin çok kısa zamanda başarıyla sonuçlanacağından emin olması gerekir. Bu kadar ‘kolay’ çözümlenecek sorunu bugüne kadar ertelemesini anlamak mümkün değil. Dahası var; Türklere, Asurilere, Araplara, Azerilere vb. halklara yönelik bulduğu çözümler nelerdir?
Bir önemli konu daha var, Rum sürgünleri. Yine o meşhur ‘tespit’lerinden hareketle, Rumların bağ-bahçe, mandra, atölye vb. mallarını tekrar elde etmeye yönelik somut öneriler, daha doğrusu çözümler ileri sürmek zorundadır. Rumlar, özellikle Ege Bölgesi başta olmak üzere Akdeniz ve Marmara Bölgelerinin batısına geri döndüklerinde nasıl bir statü sahibi olacaklar? Rumların büyük çoğunluğu, bu bölgelerin Yunanistana bağlanmasını ve giderek İstanbul’un en azından Batı yakasının devredilmesini istemektedirler. Tekrar ‘Konstantipolos’a kavuşmayı arzulamaktadırlar. Bu konuda bugüne kadar üstü kapalı mesajlar verme yerine daha açık olmalıdır.
Ayrıca, bu koşullarda, geriye kalan İç Anadolu Bölgesi ile sınırlanacak olan Tükiye Cumhuriyeti’nin devamı sağlanacak mı sağlanmayacak mı? Eğer sağlanacaksa, bu devlet sunni mezhebine dahil Türk halkının bir devlet mi yoksa alevi mezhebine dahil Türk halkının bir devlet mi olacak? Veya bu bölgenin de ikiye bölünüp mezhepsel temelde sunnilerden ve alevilerden iki ayrı cumhuriyet mi oluşturulacak? Daha açık bir ifadeyle söyliyecek olursam, İsmail Beşikçi, birinci dünya savaşı döneminde Anadolu için öngürülen Wınston Churcıll planını hayata nasıl geçirecek acaba? Bu anlamda meşhur ulus-devlet çözümlemesini bugünden bir zemine oturtmak zorunda. Bu sorunlar ‘devlet sorunu’ derse, o zaman sadece bir aldatmacı olduğunu kabul etmiş olur. Eğer aldatmacılık yapmıyorum diyorsa, devletçi elitçilerle kolkola Serbest Fırkacı rolü oynamaya son vermelidir.
Sonuç olarak, Kürtler’in varlığını ispatlama eyyamlığından ulus-devlet çözümlemesine ulaşılırsa, işte böylesi sorunlar ortaya çıkar. Ama bu sorunların hiç biri, bayımız için önemli değil; oluk gibi kan akıtarak tüm sorunları bir çırpıda çözümleyeceğini iddia ediyor.
Yazar tarihi gerçekleri örtbas etmek için akla gelmedik zorlamalarda bulunuyor. Kuva-i Milli’nin Osmanlı Devleti’nden kalma olanakları kullanarak hareket ettiğini, bu nedenle de herhangi bir sıkıntı içinde olmadığını söylerken, ‘Kürt önderi’ ilan ettiği kişinin de ‘yoktan varetme’ uğraşı içinde olduğunu, daha doğrusu yoktan nasıl varettiğini ispatlamak için binbir dereden su getirmekte. Tüm zorlamalarının altında yatan esas neden de, ‘önderim’ dediği kişiyi ve PKK’yı aklama uğraşıdır. Ama çabası boşuna; aklamaya çalıştığı önderi, her şeyini açığa vuruyor. Çoktan açığa çıkmış ilişkilerini saklama- nın artık anlamsız olduğunu düşünüyor. Yani Beşikçi’nin tüm dayanaklarını çürütmekte. Bu noktada ‘Kürt önderi’ olarak lanse etmeye çalıştığı ve her eyleminden övünç duyduğu kişinin itiraflarından sadece bir kaç örnek vererek, bu ‘Küçük karşılaştırma’yı mümkün olduğunca kısa tutmaya özen göstereceğim. Bu arada ‘Başkan Apo artık, Kürt halkının önderi durumundadır’* diyen Beçikçi’nin, “ister doğrudan ister dolaylı olsun düzenin yetiştirmediği bir ilişki (yani istihbarat örgütleriyle içiçe olunmadan. BN) kolay kolay halka mal olmaz” (Devrimin Dili ve Eylemi,s.121) diyen Öcalan’ınbelirlemesine nasıl sıkı sıkıya bağlı olduğu kendiliğinden açığa çıkacaktır.
Yazar, malum kişi için yukarıdaki cümleyi sarfederken, O kişinin “Ben önderim, bu da eşittir Kürdistan. Kürdistan da eşittir savaş derim.”**buyruğundan hareket ettiğini biliyoruz. Böylesine ‘önder’ düşkünü olması ise hiçte tesadüf değildir. Özellikle 1930’lardan itibaren hızla bürokratlaşan, farklı düşünceleri bir tarafa atıp, tüm toplumu tek bir ideoloji içinde eritmeyi amaçlayan elitist anlayıştan yola çıktığını söylemeliyim. Dikilecek heykellerin zemin taşlarını yerleştirmenin uğraşını veriyor. Aslında Beşikçi, hareket ettiği zemin üzerinden Kürtler’in ‘Kadro’sunu oluşturma gayreti içinde ve buradan hareketle Bayar’cılık oynamaya çalışıyor. Bilindiği gibi, ‘Büstleştirme’ hareketi Tek Şef’in ürünü olduğu kadar Bayar’cılığın da ürünüdür. Bu anlamda dile getireceğimiz gerçekler adeta madalyonun iki yüzü gibidir; madalyonun bir yüzünü Öcalan ve PKK, diğer yüzünü de İsmail Beşikçi oluşturmaktadır.
Beşikçi’nin, Kürtleri ‘yoktan vareden’ olarak tanımla dığı ve ‘Kürt önderi’ ilan ettiği Öcalan’ın, nasıl yetiş- tirildiğini ve kimler hizmet ettiğini görelim. Öcalan’ın kaleminden dökülen itiraflarla ‘Küçük bir karşılaştırma’ yapalım;
1-‘…Ordu ve Kuva-i Milliye birbirlerini tamamlamaktadır, birbirlerinden güç almaktadır.’*
Peki, Öcalan kimi tamamlıyormuş; geçmişin Kuva-i Milliye-ordu işbirliği, yerini, günümüzde, Öcalan-derin devlet ilişkisine bırakıyor;
“Halk adına işbirlikçi bir ilişkiye yöneliyorum (…) Bu adamlar öyle bildiğiniz gibi değil, sana bu kadar masraf yapacaklar, hiç peşini bırakırlar mı? Devletin kendi adamlarına dayanarak gurubumu inşaa ediyorum. Beni sağ bırakırlar mı?” (Devrimin Dili ve Eylemi, s. 122)
“Ben hem solculuk, hem kürtçülük ve hem de iyi bir sosyal yaşam düzenlemek istiyorum. Hem de bunlar birbirini beslesin, güçlendirsin istiyorum.” (age,s.121)
‘Kuva-i Milliye örgütlenmesinin temelinde Rum sürgünleri ve Ermeni soykırımı sonunda yağmalanan Rum mallarının, Ermeni mallarının elden çıkarılmaması dü-r tüsü vardır.’*
Öcalan’da ise ‘dürtü’ daha bir farklılaşıyor, zenginleşiyor; bir-iki değil, aynı anda devreye birçok dürtü birden giriyor. Öcalan’ı harekete geçiren dürtüler;
“Allahın serserisi, ne istiyorsun? Kadın dersen kadın, para dersen para! Apartman dersen apartman al; ye, içinde yat! Ben de bu noktada, tam bir paşa oğlu gibi davranıyorum. Daha fazla para! Kendinizi daha fazla çalıştırın! Çok ilginç, ayarlama çok önemli (!!) burjuvaziyi nasıl çalıştırıyorum” (!!) (age, s. 110)
2. ‘Kuva-i Milliye hareketi, Osmanlı Devleti'nden dikkate değer bir devlet bürokrasisi devralmıştır.(...) PKK'nin ise, kendi örgütünden başka dayanabileceği bir güç, destek alabileceği bir yapı yoktur.’*
Öcalan her koşulda da dayanacağı birilerini bulmuş; Kuva-i Milliye Osmanlı bürokrasisine dayanmış, Öcalan da sadece derin devlet olanaklarına değil, Türkiye Cumhuriyeti bürokrasisine, en önemlisi de MİT’e dayanmış;
“Apo’yu MİT Kürdistan’a göndermiş diye bir haber vardı. Bu aslında devletin içindeki odakların birbirini suçlamak için söyledikleri bir sözdür. Aslında gönderme değil de onların elindeki ilişkidir.” (age, s. 112)
3-Beşikçi Kuva-i Milliye'nin yol, posta, telgraf, telefon vb.her türlü sisteme sahip olduğunu uzun uzun anlattık- tan sonra, ‘PKK ise, kurulduğu günlerde, bu konularda kullanabileceği, seferber edebileceği hiçbir sisteme sahip değildir.’ * diyor ve Öcalan için adeta içler acısı bir tablo sergileme gayreti içine giriyor. Ama gerçekleri örtüleme çabaları boşuna. Partiyi MİT’e kurduranın, kara yolu, deniz yolu, posta, telefon vb. olanaklarını kullanmak için çareler aramaya ne ihtiyacı var? Öcalan ne kadar çok olanağa sahip olduğunu saklamıyor. Kullanılabilinecek tüm sistemler hazır halde gümüş tabakta Öcalan’a sunulmuş;
“Düşünün, devlete Kürt partisi kurduruyorum (…) biz devrimci Kürt partisini nasıl MİT’e dayandırarak kurduysak, Kürt devletini de (şimdi işte içinde olduğumuz bu Güneydeki devlet)Türk devletine dayandırarak kura- cağız.” (age, s. 117)
4-‘Osmanlı Devleti'nden Kuva-i Milliye'ye işleyen bir dış ilişkiler ağı, işleyen bir örgüt kaldı.(...) PKK ise, dış ilişkiler ağını zaman içerisinde geliştirdi. Bunun ne kadar olumsuz, yoksul koşullarda geliştirildiği yakından bilini- yor.’*
CIA, Almanya istihbaratından tut da İngiliz M16’ya kadar geliştirilen ‘dış ilişkiler’in yanısıra, Yunan, İran, Ermenistan ve en önemlisi de Saddam’ın istihbarat örgüt- leriyle Bekea’da görüşmelerde bulunan Öcalan, MİT’e parti kudurma ‘becerisi’ni uluslararası ilişkilerde de göstermiştir. Bu görüşmelerle ilgili foğtoğraflarının boy boy gazetelerde yer aldığını herkes biliyor. Ayrıca bu ilişkilerini, katıldığı televizyon konuşmalarında da inkâr etmemiştir. Beşikçi’nin bunlardan haberdar olmaması mümkün değil.
Yine gerçekleri çok iyi bildiği için, cımbızlamalarla PKK’yi dünyada ve Avrupa’da temize çıkarmaya çalışı- yor;
‘19. yüzyıl sonlarında, 20. yüzyıl başlarında, Kürtler'in dünyada, Avrupa'da çok kötü bir imajı vardı. Kürtler, Batı kamuoyu tarafından, "eşkiya", "haydut", "çapulcu", "durmadan adam öldüren", "durmadan yağma yapan", "biraz da insana benzeyen bir varlık" olarak değer- lendiriliyordu,...’*
Yine klasik, ezbere yapılmış, önyargılardan kaynak- lanan, ülkede olduğu gibi Avrupa’da da Apocular’ı imdada yetiştirmenin önhazırlığı niteliğinde bir değerlendirme daha. Yazar Avrupa’ya çıktığında, karşılaşacağı ilk sorunun ne olacağını çok iyi tahmin ettiğinden ‘temizle- me’ çabası içine giriyor ama beyhude. Apocular’ın işledikleri cinayetlerle, esrar-eroin kaçakçılığıyla, gasp ve soygunlarla, haraç vb. çapulculuklarla Kürt toplumunu nasıl lekelemeye çalıştıkları apaçık ortada. Bu konularda Avrupa basını ve yayınından derlenecek haberler ciltler doldurur. 19 ve 20. yüzyıllarda Avrupa bilim adamlarının araştırma ve incelemelerinden, bir çok yazarın Kürtler üzerine yazdığı yazılardan haberdar olmadığını söyleyemez. Tam tersi, bu gün Apoculuk denildiğinde Kürtler, vahşi, cinayetler işleyen, haydutluk ve çapulculuk yapan, haraç toplayan bir topluluk olarak tanımlanmaktadır. Bay Beşikçi’nin bu konuda Avrupa bilim adamlarının, yazarlarının, aydınlarının ve bir çok politikacının verdiği tepkileri, yaptıkları protestoları inkâra yeltenmesi acına- cak bir durumdur.
5- ‘İktidara dayanan, iktidardan güç olan bir hareket değil, iktidara karşı geliştirilen bir harekettir.’*
Her koşulda iktidara dayanarak geliştiğini, hem de oyun oynamadan, rol dayatmadan, iktidarın gönüllü bir neferi olduğunu Öcalan inkâr etmezken, acaba Beşikçi’ neyin çabasını yürütmekte?
“Abartmasız söylüyorum; rol dayatmadım, oyun oyna- madım.” (Devrimin Dili Ve Eylemi, s. 152)
‘Kontrolden çıktığımı anladıkları anda derhal öldürebilirler. Sonuna kadar bağlı olduğumu anı anına tekrarlamam lazım.’ (age,s.155)
Yazarın bahsettiği ‘ideolojik farklılığa’ gelince: Öcalan Derin devletle ilişki içinde Kürt halkının kanını dökmek için bakın nasıl bir ‘ideoloji’ üretmiş;
“Çok kan dökülecektir, ama bu temelde olduktan sonra bunun da zararı yoktur. Kan sadece bizi daha fazla yıkar, temizler. O kadar çok kirliyiz ki, ne kadar çok kan dökersek Kürdistan o kadar çok temizlenir, yaşamaya layık bir ülke haline gelir. Onun için ben, kanın dökülme- sinden çekinmiyorum.” (Abdullah Öcalan, 12 Eylül Faşizmi ve PKK Direnişi, s. 487)
“savaş bir tanrıdır” ve "Tanrıya ne kadar tapınırsan, savaşa da o kadar tapınacaksın.”**
Mahmut Esat Bozkurt’tan fazlasıyla esinlenmiş olduğu açıkça ortada; karşısında oturan Kürt topluluğuna hitap tarzı, hiçbir yoruma gerek bırakmıyor. Bir halka karşı duyulan kin ve nefret ancak bu biçimde dile getirilir;
“Yüzlerinize baktığım zaman, ’bunları değiştirmek, dönüştürmek en az düşmanı vurmak kadar emredici bir ilkedir’ diyorum”**
“Çıkış yapanlarınız da öyle fazla boy vermiyor. Şu ortaya çıktı ki, büyükleriniz, ana babalarınız sizi güçlü
yetiştirmemiş”**
“Bazıları bir eşek kadar bile hızlı yürüyemiyor.”
“Yine ne kadar ölümcül ve çürük olduğunuzu ortaya koyduk”**
Beşikçi ise, bunları, ‘Kürt toplumunun analizi ve ‘Kürt insanının çözümlemesi’ olarak kabul ediyor.
İslamcılık mı istiyorsunuz, o da var; efendisine rol dayatmayan, oyun oynamayan birinin, islamcılık yapması bir tarafa, kendini ‘Tanrı’ ilan etmesinde o kadar yadırganacak bir durum yok.
“O’nun (A.Öcalan kastediliyor.BN.) tanrısal bir güç olarak değerlendirilmesinin en başlıca sebebi de, onun anlaşılmasının zorluğundan kaynaklanmaktadır.” (Dev- rimin Dili ve Eylemi, s.12)
“Yeri-göğü, taşı-toprağı, canlı ve cansız tüm varlıkları yoktan var eden, vardan da yok edecek olan, ay ve güneşin şavkıyla tüm karanlıkları aydınlatan, iyi ile kötüyü ameline göre cezalandıran ya da mükafatlandıran en son dinimiz olan Müslümanlığı yeryüzüne yaymak için Hz. Muhammed’i (S.A.V.) yaratan ve (....) Kürdistan halkının önderliğini yapmasını emrettiği Abdullah Öcalan’ı başımıza önder eden Yüce Rabbimize şükürler ederiz. Yine Yüce Allahımızdan dileriz ki, zalimlere ve kafirlere karşı, ezilen mazlum halkların, hak sahibi insanların başından, hak arayan böyle önderler eksik etmesin.” (PKK, İslam Dinini İstismar Eden Emper- yalizmin Uşağı T.C’yi Tecrit ve Teşhir Edelim)
İsmail Beşikçi’de başında böylesi bir önderi olduğu için şükretmeye devam etsin. Devam etssin ki, sırat köprüsünden geçmeye hak kazansın, yoksa ateşler içinde yanmayı hakeder. Yerlerde sürünmeyi göze alarak yaptığı dualar, umarım ‘savaş tanrısı’ tarafından kabul edilir.
Ettiğin dualar seninle olsun İsmail Beşikçi.
BAKİ KARER
Aralık 1998-Ocak 1999
KAYNAKLAR
Dostları ilə paylaş: |