Öcalan’ın çıkmazı ortaya çıkış biçimiyle başlamış, Ortadoğu’ya uzanmasıyla derinleşmişti. Karanlık odaklara olan zaafı kaderini de belirlemişti. Öyle ki, güç odaklarından çektiği kadar hiç kimseden “çek-memişti.” Her istihbarat örgütü kendi ülkesinin çıkarlarını dayatmıştı. Çıkar savaşımı içinde boğulan Öcalan, cücelikten bir türlü kurtulamamıştı. Herkesi şu veya bu biçimde memnun etmek istemişse de kimselere yaranamamıştı. Örneğin; İran ve Saddam intihar eylemlerinin daha çok askeri hedeflere yönlendirilmesini isterken, Yunanistan sanayi tesislerin, turistik bölgelerin ve ormanların hedef alınmasını istemişti. Avrupa’nın birkaç ülkesi de lojistik desteklerini, tamemen büyük kentlerde intihar saldılarının yapılması şartına bağlıyordu. Militanların ve hazırlanmış bombaların Almanya ve Hollanda üzerinden İstanbula sevkedilmesinin birçoklarında yarattığı şaşkınlık hâlâ hafızalardadır. Suriye ise sürekli kargaşadan yanaydı. Silahlı eylemlerin aralıksız, hedef gözetilmeksizin rastgele yapılmasını dayatıyordu. Öcalan bu kadar karmaşık ilişkiler içinde kaybolmuş, insiyatif ve taktik geliştiremez hale gelmişti.
Öcalan’ın giderek etkisizleşmesinde uluslararası ve Türkiye’de orta- ya çıkan yeni konjektörün de payı vardı. 90’lı yıllar 70’li ve 80’li yıllara göre önemli farklılıklar içermekteydi. Globalleşen dünyada provokasyon geliştirme koşulları epeyce daralmıştı. Dünya genelindeki bu değişiklik ister istemez Türkiye’yi de etkilemişti. Genelde siyasal harita yeniden biçimleniyordu. Bu gelişmenin sisteme yansıması A.Öcalan’ı da sınırlandırmıştı. Dikilen yeni köşetaşları PKK vb. provokativ yapılanmaları dıştalıyordu.
Nereden bakılırsa bakılsın, Abdullah Öcalan için yolun sonu gözük- müştü. Ömrünü uzatma alternatiflerinin tükendiğinin bilincindeydi. Yapacağı fazla bir şey yoktu. Soğuk savaş dönemine özgü konsept üretenler ve bunların pratik uygulayacıları için torbaların ağzı çoktan büzülmüştü. Aynı süreç, Öcalan için de işlemeye başlamıştı. Hiram Abbas, Abdullah Çatlı ve daha birçok örnekte görüldüğü gibi çanlar bu kez, Öcalan için çalmaktaydı.
Uzun bir “kovalamaca”nın ardından A.Öcalan nihayet İmralı’ya getirilmişti. Şimdi sıra mahkemesindeydi. Uçakta söylediği sözlerle birçoklarını hayal kırıklığına uğratan Öcalan, acaba mahkemede neler söyleyecekti? “İlaçların” ve “ilk şokun” etkisinden artık kurtulmuş olmalıydı. Birçok çevre ve özellikle de hayranları nefeslerini tutmuş Öcalan’ dan kahramanlık bekliyorlardı. Öyle ya, geçmişte cezaevlerinde dillere destan direniş örnekleri vardı. Öcalan, içerde olupta ölmeyenler hak- kında çok kolayca “hain” damgasını vuruyordu. Bunu özellikle de kendisine karşı direnenler için yapıyordu. Dışarı sağ çıkma fırsatını yakalamış olanlar, eğer Öcalan’la hareket etmek istemiyorlarsa, yakalayıp kurşuna dizdiriyordu. 15-20 yıl içerde onurunu koruyarak kalmış olmalarının hiçbir değeri yoktu. Tek suçları, kendisini uzaklarda bir yerde peygamber veya tanrı ilan etmiş haini kabul etmemeleriydi. Katledilmeleri için bu neden yetiyordu. A.Öcalan’ın dünyasında, ya tanrılığını kabul etmeyen “hainler” ya da tanrılığını kabul etmiş “kahramanlar” vardı. Her iki gruba dahil olan insanların yerlerini ortama göre kolaylıkla değiştirebiliyordu. Herkes hakkında kolayca atıp tutuyor, çok çabuk yargılıyordu. Hakaretlerinin ardı arkası yoktu. Bu nedenle Öcalan’dan direniş bekleyenler fazla haksız da sayılmazlardı. Çünkü söylemlerine bakıldığında Öcalan’ın bu direnci fazlasıyla göstermesi gerekiyordu. Tecrübeli stratejistlerce hazırlanmış senaryolar, çömezleri epeyce umutlandırmıştı.
İmralı’ya postu sermesiyle birlikte ülke çapında egemen kılınmak istenen atmosfer de, Öcalan’ın nasıl bir hain olduğunun göstergesiydi. Oynanan senaryonun kitleler tarafından anlaşılmaması için yoğun ça- balar harcanmıştı. Bunu mahkeme süresince Öcalan’a gösterilen yak- laşımlardan da anlamak mümkündü. Her nedense birdenbire Türkiye’ nin “demokratik bir ülke” olduğu, A.Öcalan gibi bir “terörist”in yakalanmasından sonra akıllara gelmişti. Aydınlar, yazarlar, gazeteciler, sivil toplum örgütlerinde çalışanlar, düşüncelerinden ötürü olur olmaz içeriye tıkılırken, “demokratik” bir ülkede yaşadığımız kimselerin aklından geçmemişti. Faili meçhul cinayetler, toplu katliamlar, işkence ve baskılar insanlarımızı canından bezdirecek bir hâl aldığında da yine kimse “Türkiye’nin demokratik bir ülke” olduğunu düşünmemişti. İnsanlarımız mahkeme kapılarında hak ve hukuk ararken demokratik olmak ve öyle davranmak kimselerin umrunda olmamıştı. Bu ilgisizlikten dolayıdır ki, ülkesinde adaleti bulamayan insanlarımız, Avrupa insan hakları mah- kemesine gidiyordu. Türkiye’nin burada defalarca mahkum olduğu, çok ağır tazminatlar ödemekle karşı karşıya bırakıldığı bilinmektedir. Ama bütün bunlara rağmen, Avrupa’ya “demokratik” bir ülkede yaşadığımızı gösterme gibi bir çaba içine bugüne kadar kimsecikler girmemişti.
Şimdiyse tam tersi bir durumla karşılaşıyoruz. A.Öcalan’ın yakalanmasıyla birlikte her şeye inat, “demokratik bir ülke” görünümü verilmek isteniyor. Bunun için başlatılan bir yarış almış başını gidiyor. Oyun içinde oyunlar oynanarak tüm dünyaya demokrasi ispatlanmak isteniyor. Kuşkusuz demokratik bir ülkede yaşamak herkesin arzusu ve hakkıdır. Bundan ancak sevinç duyulur. Türkiye’de yıllardan beri bunun kavgası verilmişti ve veriliyor. Askeri darbeler bunun için göğüslenmişti. Bunun için büyük acılar çekilmiş, insanlarımız ölmüş, öldürülmüştü. Cezaevlerinde ömürler bu yüzden tüketilmişti.
Öyleyse akıllara şu soru geliyor; “demokratik ülke” söyleminde gerçekten samimiyet var mıdır? Eğer sanık sandelyesinde oturan A. Öcalan değil de gerçek bir Kürt liderleri olsaydı, bahsedilen demokratik yaklaşımı yine görebilecek miydi? Şimdilik kaydıyla veya bugünkü koşullarda bu sorulara olumlu yanıt vermek oldukça zordur. Türkiye’de işkencenin olduğunu sağır sultan bile duyduğuna göre, demokrasi söyleminin ne kadar yapmacık olduğunu ve sahtelik içerdiğini kimse yadsıyamaz. Yargısız infazlar hâlâ devam ediyor. Hâlâ düşüncelerinden ötürü insanlar içeri tıkılıyor. İşkenceye uğrayanlar değil, ama işkenceciler korunmak isteniyor. Savunmasız halk karakollara düştüğünde, anasından emdiği süt burnundan getiriliyor. “Karakola düştüm ama işkenceye uğramadım” diyen kaç kişi çıkar? Fazla uzağa gitmemize gerek yok, tek başına 1980 darbesi döneminin Diyarbakır’ını düşünmek bile tüylerimizin ürpermesine yetiyor. 1980 sonrası ve 90’ ların başından buyana sergilenen vahşilikleri gözönüne getirmek bile yeterlidir. Hem sadece tutuklulara değil, tutukluların ailelerine; kar- deşlerine, bacılarına kadar uzanan akılalmadık bir işkence ve baskı zincirinin olduğunu yaşayanlar yazıyor ve anlatıyor. Bütün bunlara rağmen ne işkenceciler, ne de sorumluları hakkında en küçük bir işlem yapılmamıştır. Bunlar hala görevlerini “gurur” içinde rahatlıkla sürdürüyor.
Peki bugüne kadarki olaylar karşısında parmaklarını dahi kıpırdatmayanlar, şimdilerde neden demokrasi havarisi kesilmeye başladılar? Gerek Uluslararası Af Örgütü, gerekse Avrupa konuyla ilgili olarak sesini ilk kez yükseltmiyor. Bunlar eskiden de işkenceden ötürü Türkiye’ yi sıkça kınıyor, insan hakları ve demokrasinin geliştirilmesini istiyordu. Ama taleplere herzamanki gibi kulaklar tıkanıyor, inkâr yoluna gidiliyordu. O halde A.Öcalan’la birlikte değişen neydi? Gösterilen bu çifte yaklaşımın ardında hangi gerçekler yatıyor?
Burada yine karşımıza çıkan Öcalan’ın gerçek kimliğidir. Başlangıçta bu zat aracılığıyla yapılmak istenenler, tutukluluk sonrasında da değişik biçimlerde sürdürülmektedir. Önü tıkanmak istenen demokratik mücadeledir. A.Öcalan ve PKK, sivil toplum örgütleri üzerindeki baskıların önemli bir aracı olarak kullanılmıştır, kullanılıyor. Halkımızın insanca yaşama hakkı ve arzusu yeniden bilinmeyen bir sürece itiliyor.
Ama herşeye rağmen o yine de kandırılmış insanların gözünde bir kahramandı. Belki militanları gibi “dağlara taşınma fırsatı” bulamamıştı ama, İmralı’ya post serme yoluyla da olsa nihayet “geniş halk yığınlarının içine girme imkânı”nı yakalamıştı. Önceleri bu olanaksızlıktan defalarca yakınıp durduğunu kimsecikler unutmamıştı. Sıra göstereceği kahramanlığa gelmişti. İnsanlar bunu görevin de ötesinde bir mec- buriyet, bir mutlaklık olarak görmüş, öyle algılamışlardı. Öcalan’dan beklenen buydu.
Daha mahkemenin başladığı ilk gün çömezleri küçük dillerini yutar hale geldiler. Söze herhangi biçimde işkence ve baskı görmediğini belirtmekle başlayan Öcalan, müdahil durumunda olan ailelerden özür diliyor, “Demokratik Cumhuriyetin” hizmetinde olacağına dair yeminler ediyor, 50 yaşına geldiği halde bir eş ve bir çocuk sahibi olamadığından yakınıyordu. Acaba bu sözleriyle neyi anlatmak istiyordu? O güne kadar bırakalım çocuk sahibi olmayı, normal bir aşk ilişkisine dahi kar- şı çıkmış, bunun için sayfalar dolusu nakaratlar dökmüş, binbir türlü hakaretler savurmuştu. Üstüne üstlük kendisini eşsiz bir örnek olarak sıkça önplana çıkarmıştı. “Erkekliği öldürmekle”, “kadınının karnını deşmekle” övünen Öcalan’ın, olmayan bir eş ve yine olmayan bir çocuk için kendisini acındırmaya kalkması da neyin nesiydi? Acaba bu sözlerle efendileri için ne kadar büyük fedakarlıklara katlandığını mı anlatmak istiyordu? Doğruydu: Eğer adına hizmette fedakarlık denilirse, Öcalan bunu fazlasıyla yapmıştı. Kürt sorununu bitirmek için yola çıkarken, kendisine sunulan kadını bile çeşitli nedenlerle kaybetmişti. İşte Öcalan’ın anlatmak istediği buydu. Efendilerine sunduğu hizmetlerin önemini ve kapsamını hatırlatarak bir yerlere göndermeler yapıyordu. Yani “darda olduğunuz dönemde imdadınıza ben yetiştim, şimdi de darda olan başımı, sizler kurtarın” diyordu. “Bir hiç” ve ”beş para etmezin teki” olduğunu, kullanıldığını anlatıp duruyordu. Hizmetlerinin karşılığında sadece kullanılan ve papucu dama atılan bir kişi muamelesi gösterilmesine içerlediğini her defasında belirtiyordu. Yalvarıyor, yakarıyor, bulunduğu alanda debelenip duruyordu.
Tüm olup bitenleri unutturmak istercesine yeni bir koroyla ama aynı orkestrayla sahneye çıkılmıştı. Orkestranın davulcusu Öcalan ise herkesten daha heyecanlıydı;
“Son noktayı koyalım. Son noktayı koyacak imkanlar var elimizde. Bunları ben kullanmak istiyorum. Bunda anlaşılmayacak ne var? Bir hiç olabilirim, beş para etmezin teki olabilirim. Ama şu adamlar senin için öldük diyorlar. Hayır benim için ölmediler”
“Yakalandığım günden, barış için yaşayacağım sözünü verdiğim günden bugüne kadar kaba bir baskı, söz, hakaret ve işkence görmediğimi belirtmek istiyorum…Cumhuriyet ekseninde barış ve kardeşlik için devletin hizmetinde çalışma isteğimi ve kararlılığımı, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin bu konuda gösterdiği yaklaşımı, saygın yaklaşımın bir gereği olarak ben de bu düzeydeki bir kararlılığımı ben de saygı ve şükranla belirtmek istiyorum.” (90)
“Alışmış kudurmuştan beterdir” diye boşuna söylememişler. Neredeyse yerlere kapanarak af diliyordu. Tarihin ve halkın kendisini af edip etmemesi umrunda değil. “Son noktayı birlikte koyalım” diyor. Oysa o sadece bir figurandır. Figuranlarınsa son noktayı koyduğu görülmüş değildir. Can havliyle her şeyi içiçe karıştırdığı belli. Rolünü iyi ezberlemişe benzemiyordu. Öcalan’ın bahsettiği son nokta, Cumhuriyet’in ilanıyla birlikte, 75 yıl önce koyulmuştu. Sorun son noktayı koyup koymama değildi. Sorun bambaşka bir zeminde ele alınmıştı. Öcalan, halen kendisini Bekaa’da zannediyordu. Bir dönem övmekle bitiremediği, “şehitler” diye göklere çıkardıklarına mahkeme salonunda bile hakaret yağdırmaya devam ediyordu. Ölenlerin enayice öldüğünü, çapulcu olduklarını, herhangi bir sorumluluğunun bulunmadığını tekrarlayıp duruyordu. Devletin cici bir cocuğu olduğunu, herzamanki hizmetlerini sürdürmekte kararlı olduğunu belirtiyordu.
Nitekim tıpış tıpış gidip İmralı’ya postunu attığı andan itibaren, yıllarca örtündüğü maskeleri çıkartmaktan başka çaresi de kalmamıştı.
“Kimse sorunların şiddetle çözüleceğine inanmıyor. Bunun, açık ve tarihten en büyük dersi çıkarmış görünen ve büyük zor gücüne rağmen, bu gücün etkisini ancak, yaratıcı çağdaş bir demokrasiye yönlendirmede kullanan ve açıkça doksan ortalarından beri MGK konseptleri ile yürütülen, içinden geçmekte olduğumuz tarihi aşamayla da, kanıtlanmaktadır. Ordu darbe yapmıyor. Ordu en demokratik görünen, partilerden bile daha duyarlı, demokrasinin ölçütlerini hatırlatıyor. Günümüzde ordu ve demokrasi ilişkisi irdelenirken, herkes şahsı için alabildiğine demokrasi isterken, ordunun gerçekten demokratik normların takipciliğini üstlenmesi, süphesiz ülkenin güvenliğiyle bağlantılıdır, ama, sorumlu olduğu bu güvenliğin bile, ne kadar yakından demokrasi ile bağlantılı olduğunun görülmesinin de yüksek ve saygı duyulması gereken bir anlayış gereğidir. Bu açıdan da, aşamanın tarihi, demok- ratik nitelikte olduğunu anlıyoruz. Bu, zorunlu olarak anlaşılmasaydı, darbe yapmanın önünde duracak bir güç olmadığını da biliyoruz. Ordu bugün demokratik aşamanın karşısında bir tehdit değil, tersine sağlıklı aşama yapmasının ve işlemesinin teminat gücü konumundadır.” (91)
Yukarıdaki satırlar Milli güvenlik Kurulu’nun basın bildirisinden alınmamıştır. Abdullah Öcalan’ın Kürt Sorununda Demokratik Çözüm Bildirgesi’nin 96. ve 97. sayfalarından alınmıştır. Şimdi tüm PKK’liler ve kokuyu uzaktan alan leş kargaları bu satırların içeriği karşısında hizaya gelip selam durmalıdır. Bu “yüksek buluş” ve “tahlillere” duydukları minnettarlığı mazeret göstermeksizin dile getirmelidirler. Hiç zaman geçirmeden sinek avladıkları o dağlarda, birkaç kuruş uğruna pintice beklediklerini anlatmalıdırlar. Öcalan’ın kendilerine sunduğu tek yol, teslim olup, pişmanlık belirtmeleridir. Zaten geldikleri noktada başka çareleri de yoktur. Er veya geç yuvalarına döneceklerdir. Artık şeflerinin de belirttiği gibi, uzaktan kontrol dönemi sona ermiş, bizzat yerinden kontrol dönemi başlamıştır. Son günlerde “çıkış koşullarımızın faaliyet biçimlerine geri dönmemiz gerekir” gibi ne idüğü belirsiz söylemler sadece ve sadece biraz daha ”şirra-virra” etmeden öte bir şey değildir.
A.Öcalan, İmralı’dan yazdıklarının hiçbirini ilaçların etkisiyle kaleme almamıştır. Söylediklerinin ve yazdıklarının sonuna kadar arkasında durduğunu her fırsatta tekrarlıyor. PKK’liler, K.Irak dağlarından ovaya inerek pintiliklerini bırakırken kafalarını biraz olsun çalıştırmalıdırlar. Tüm bu olanlardan sonra, eğer kafalarında hâlâ biraz akıl kalmışsa, sivil toplum, demokrasi ve özgürlükler üzerine düşünmeleri yararları- na olacaktır. Hiç değilse, Türkiyede 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 darbelerinin demokratik olup olmadığını anlamaya çalışmalıdırlar. Mahir Çayanların, Deniz Gezmişlerin, yığınlarca bilim adamının, yazarın, gazetecinin, gençlerin, masum halkın ve zindanlardaki devrimcilerin hayatlarını bu darbeler sırasında kaybetmiş olduklarını unutmamalıdırlar. Şefleri gibi yerlere kadar kapanarak selam durmaları gerekmez. Türkiye’de 1971 ve 1980 darbelerinin anti demokratik olduğunu herkes biliyor, söylüyor ve yazıyor. Hatta darbeleri yapanların yargılanması için yoğun tartışmalar yürütülüyor, çabalar veriliyor. Bu koşullarda darbeleri demokratik olarak nitelemek büyük bir ayıptır. Dünyanın hiçbir köşesinde, bırakın sosyalistleri, demokratlar ve liberaller bile ordudan demokrasi beklentisi içinde değildir. Eğer ülkelerin orduları demokrasi getirebilseydi,bugün dünyamızda demokrasi kavgasından bahsetmek oldukça lüks olurdu. Çünkü her şey, birkaç gün içinde bir kılıç darbesiyle halledilirdi. Dünyanın hiçbir yerinde ordular herhangi bir şekilde demokrasinin getirilmesinde belirleyici rol oynamamıştır. Buna Türk Silahlı Kuvvetleri de dahildir. A.Öcalan, gerçek niteliğini ispat için başka ne yapacaktı? Yapabileceği her şeyi yapmıştı. Darbelere açıktan dizdiği övgülerse geçmişteki maskeli haliyle hiç mi hiç çelişmiyor.
Her yönüyle açığa çıkmanın verdiği rahatlıkla öylesine sınır tanımaz hale geliyor ki, övgülerinin ölçüsünü alabildiğince abarttığının farkına bile varmıyor. Ülkemizde Cumhuriyetin kurulmasında ve laikliğin temel alınmasında orduyu belirleyici güç olarak görüyor. Evet, Türkiye’de bugünkü rejimin kuruluşunun birtakım özellikler taşıdığı bir gerçektir. Ama farklılıkların da Öcalan’ın algıladığı biçimde olmadığı tartışma- sızdır.
Mustafa Kemal, ordudan subayların ağırlıkta olduğu öncü kadroyla Ulusal Kurtululuş Mücadelesi vermiştir, ama ordu kılıcıyla cumhuriyet inşa etmemiştir. Çünkü bunun olanaksız olduğunun bilincindeydi. Za- fer sonrasında sivil toplum örgütlenmelerine gidilmiş, meclis oluşturul- muş, tartışılır yanları olsa da modern hukuk ve laiklik temelinde devlet örgütlenmesine gidilmiştir. Yani Cumhuriyet ve laiklik, çağdışı gericili- ğe ve saltanata karşı yürütülen bir mücadelenin eseridir. Bu rejim şu veya bu oranda toplumun dinamiklerinde yankısını bulmuştur. Atatürk, dönemin en güçlü kişisi olmasına karşın, devletin hukuk kurallarının dışına çıkmamıştır. Yasamanın getirdiği yasalara saygı duymuştur. Avupa ülkeleri örnek alınarak, Cumhuriyetin ilanıyla birlikte ordunun görevi ülke savunmasıyla sınırlandırılmıştır. Kısaca, kuvvetler ayrılığı temel alınmıştır. Bugün bile PKK gibi karanlık güçlerce desteklenen irticacı güçler tüm çabalarına rağmen, ülkemizde egemen duruma gelemiyorlarsa, bunun nedeni, toplumumuzun ağırlıklı olarak en geniş demokrasi için yürüttüğü kavganın belirleyici olmasıdır.
Her demokrasi mücadelesi kitlelerin desteğinde yükselmiştir. Orduların, ülkelerinin güvenliğini başarıyla yürütmesine elbette saygı duyulur. Ama Türkiye’de 1971 ve 1980 darbelerinin ülkenin güvenliğini sağlamakla ve demokrasiyi genişletmekle uzaktan yakından ilgisinin olmadığı tüm çıplaklığıyla görülmüştür. Tersine sermayeyi korumak ve kollamak amacıyla yapılmışlardır. NATO ve ADB’nin dikte ettği darbe- lerdir. Bu tür darbelere övgüler yağdıranlar, devrimciler ve emekçi yı- ğınlar değil, çıkarı baskı ve şiddetten yana olan sermaye kesimleridir. Öcalan’da bu kesimlerin kapıkullarından biridir. Demokratik normların takipçiliğini yapanlar da, bu normları geliştirip güçlendirenler de emek- çi yığınlar ve onların demokratik kuruluşlarıdır. Eğer bugün ülkemizde demokratik atılımlar gerçekleşiyorsa, egemen güçlerin keyfi böyle iste- di diye değil, kitlelerin yürüttüğü mücadelenin ve değişen dünya kon- juktörünün dayatmaları sonucudur.
Bu arada A.Öcalan yıllar öncesinden varlığından bahsettiği Genç Kemalistler’in kurucusu ve lideri olduğunu da mahkemede gururla açıklıyordu. Böyle bir örgütün varlığından sadece kendisinin haberdar olduğunu söylüyordu. Demek ki Genç Kemalistler, zor durumlarda kaldığında, birtakım güç odaklarınca kendine destek için kurulmuş örgütlerden biriydi. Oysa bir dönemler her önüne geleni Kemalistlikle suçluyor, Genç Kemalistler Birliği’nin üyeleri olarak lanse ediyor ve bunların ortadan kaldırılmalarının gerekliliği üzerinde duruyordu. Bu nedenle Türkiye’de akla gelen tüm devrimci demokratik örgütlenmeleri suçluyordu. Hatta K.Irak’ta YEKİTİ ve KDP’ nin bile Kemalist olduklarını id- dia ediyordu. PKK’den ayrılan herkesin de bu örgütün bir üyesi oldu- ğunu söylüyordu;
“Semir (Çetin Güngör), sizin belli belirsiz kestirebildiğiniz ‘Türklüğün birlik ve bütünlüğünü’ ve ‘Misak-i milli’sini korumanın gereğini, kendine has bir uslupla ortaya koyan ve bunda niyet ve girişim düzeyinde de kalsa İdris-i Bitlisi’yi, Ziya Gökalp’ı ve yakın tarihteki, ya da hala mevcut birçok Kemal’i geride bırakan biriydi.
“…PKK, aynı biçimde Semir (Çetin Güngör) Süleyman (Baki Karer) Davut (Mehmet Resul Altınok) tasfiyeci provokatör çetesinin ‘Genç Kemalistler Birliği’ ile olan somut ilişkilerinde en az iki yılı aşkın bir sü- redir tüm halkımıza, devrimci demokratik kamuoyuna açıklamış du- rumdadır.” (92)
Öcalan sadece ayrılanları ve sol örgütlenmeleri suçlamakla kalmı- yordu, Tunceli halkının da Kemalist ve ihanetçi olduğunu söylüyordu. Genç Kemalistler Birliği’nin varlığını bu yöreye bağlıyordu. Ortadan kaldırılmaları gerektiğini sıkça vurguluyor, hatta ilgili planlar geliştir- meye dahi cüret ediyordu. Savaşa karşı olmayı, Türkiye’de demokrasi ve insan haklarının genişletilmesinin sadece tek bir noktaya bağlanarak gerçekleşemeyeceği düşüncesinde olanları hainlikle suçluyordu. Mahkemeler sırasında yaptığı açıklamalarda ise gerçek hainin kendisi olduğunu ortaya koyuyordu. Böylece Çetin Güngör, M.Resul ve Bana karşı saldırgan tutumunun altında yatan gerçekler kamuoyu tarafından daha anlaşılır hale gelmiştir.
Yeri gelmişken, Öcalan’ın bir zamanlar ağzından hiç düşürmediği Genç Kemalistler örgütünün görev ve hedeflerine de değinmek gere- kir. Aynı zamanda yurtdışında A.Öcalan’ın korumasını üstlenen bu ör- gütün, örgüt içinde aykırı sesleri bastırmakla yükümlü bir örgüt oldu- ğu açıktır. Genç Kemalistler diye bahsedilen örgütün, PKK içinde “Mü- dahale Grubu” olarak anılan ekipten oluştuğu artık kesinleşmiş du- rumdadır. Bu gurubun yurtdışı örgütlenmesinin başında, Öcalan tara- fından atanan HALİL ATAÇ bulunuyor. Bu şahıs, 80’li yılların başında birdenbire ortadan kaybolmuştu. Bu süre içinde Ürdün’de büyük ihti- malle içinde Pilot’un da yer aldığı (Necati Kaya) bir ekip tarafından bir- buçuk yılı aşkın süre boyunca hem siyasi hem de askeri eğitime tabi tutulduğu söyleniyor. Hatta bu kişinin ajan olduğu 1980’nin başlarında bizzat Klerides tarafından da PKK’ye iletilmişti. Halil Ataç, A.Öcalan tarafından büyük bir gizlilik içinde o dönemde Klarides’le görüşmek için Kıbrıs’a gönderilmişti. Geri dönüşünde Beyrut’a uğruyor ve Beyrut’ tan direkt Amman’a geçiyor. Ürdün’den Suriye’ye gizli geçiş yaparken de yakalanıp Öcalan’ın bulunduğu eve getiriliyor. Daha sonra örgütten atıldığı söylenen Halil Ataç, her nedense 82’de yaşanan yoğun ayrılmaların arkasından yeniden ortaya çıkıyor. A.Öcalan, bu kişiyi merkeze getirmekle kalmıyor, bir de kendisini koruyan ekibin sorumluluğuna atıyor. Ayrıca daha önceleri bahsettiğim “Müdahale Grubu”nun sorum- luluğunu da Halil Ataç’a veriyor. Hatta “şehit” diye göklere çıkardıkları Agit’in (Masum Korkmaz) ölümünün de bu gelişmeyle ilgisi vardır. Yıllar sonra bu durumu öğrenen Mahsum, Halil Ataç’ın yönetimi altında çalışmayacağını bildirerek, sorunu irdelemeye kalkıştığı için bizzat A.Öcalan ve Halil Ataç tarafından yerinin bildirilmesi üzerine öldürtül-müştür.
Halka karşı bu derece entrikalar, kin ve intikam içinde olan A.Öcalan’ın, mahkemesi sırasında, Kürt halkının geçmişi ve geleceği üzerine olan değerlendirmeleri de beklenen türdendi. Savunmalarında hangi nedenlerden kaynaklanmış olursa olsun, geçmişte ortaya çıkmış isyanlara katılan herkesi hainlikle suçluyor ve İdris-i Bitlisi’yle birlikte hareket etmemiş olduklarından dolayı eleştiriler yöneltiyordu. İsyanların siyasi ve sosyal temellerini irdeleme gereğini hiç duymamıştı. Herzamanki alışkanlığıyla, birazda aldığı eğitim gereği tam bir asker bakışıyla değerlendiriyordu. Bu konu da o kadar ileri gidiyor ki, Kürtleri medeni olmamakla suçluyor. İsyanların nedenini Kürtlerin uygarlığa “alışık” olmamalarına bağlıyordu. Oynadığı oyun gereği hep maskeyle dolaşmak zorunda kalan Öcalan, adeta yılların içinde biriktirmiş oldu- ğu hasreti gideriyor, konuşuyor, çoşuyor, zaman zamanda kendi ken- dini alkışlıyordu;
“Atatürk milliyetçiliğine, kültür milliyetçiliğine inanıyorum. Atatürk milliyetçiliği, Hititlere kadar gider. Ben demokratik cumhuriyet çatısı al- tında toplanmak gerektiğine inanıyorum.” (93)
Bu çoşku karşısında müdahil avukatlar dahi şaşkınlık geçiriyor ve nazik davranmaya başlıyorlardı. Oyunun perde arkasını geçte olsa kavramışlardı. Hatta Öcalan’a Türk milliyetçiliğiyle ilgili bir de kitap hediye ediyorlardı. Türk milliyetçiliği üzerine tezler hazırlayıp, araştırmalar yapanların adeta kulaklarını çınlatıyordu. A.Öcalan tam bir turancı kesilmişti. Bugünkü sınırlarla yetinmeyi kıyasıya eleştiriyordu. Atatürk’ ün “yurtta sulh, cihanda sulh” ilkesinin geçersiz sayılmasını isteyecek kadar emperyalist hedeflerin sahibi olduğunu anlatıyordu. Alpaslan Türkeş bu günleri görmeyi mutlaka isterdi. Türkiye’nin sınırlarını başka halkların zararına genişletmesini, yani turancı görüşlerinin bir özetini de yapıyordu;
“Vatana ihaneti asla ağzıma bile almam. Olsa olsa onun Misak-ı Milli gereklerini çağdaş ölçüler içerisinde yerine getirilmesi yani büyü- tülmesidir (…) Misak-ı Milli’nin dışında kalan parçalarındaki Kürt-Türkmen topluluklarına en azından yaşadıkları devlet içinde soykırıma uğramadan demokratik kimlikleriyle yaşamalarına Türkiye Cumhuri- yeti’nin yardımı hem ahlaki hem siyasi bir görevdir, diyorum. Bu başka devletlerin iç işlerine karışma değildir.” (94)
Savaş tanrısı olduğunu iddia etmesi hiçte boş değilmiş! Böylece varlığından yalnızca kendisinin haberdar olduğu Genç Kemalistler örgütünün proğram hedeflerini de açıklıyordu. Ama uzun yıllar kapalı kalmanın ve verdiği hizmetlerin yoğunluğundan olacak, dünyadaki gelişmelere daha Bekaa gözlüğünden bakıyordu. Yeni dönemin gerekli kıldığı politikaya adapte olamamanın acemiliklerini sergiliyordu. Çünkü globelleşen dünya koşullarında sınırların genişletilmesi, geçerliliğini çoktan yitirmişti. Anlaşılan Kafkaslar’ da ve Balkanlar’da ortaya çıkan gelişmelerin farkında değildi. Artık Avrupa ülkelerinde bile sınırlar kaldırılmaya çalışılıyor. Her halkın kendi kimliğiyle özgürce hareket etmesi temel alınıyor. Kaldı ki, Öcalan’ın ileri sürdüğü sınırları genişletme düşüncesini savunan Türk milliyetçileri de bugün marjinal düzeydedir. MHP de yaşanan ayrışmanın bir nedeni de budur.
Şimdi bu noktada, geride kalan PKK güruhu ve Öcalan’ı savunan çömezler ne yapacaklar? Öncelikle önderlerinin izinde olduklarını daha açık göstermeliler. Şefleri gibi, yüzlerindeki maskeyi çıkartarak kim olduklarını; bilerek veya bilmeyerek halka ihanet ettiklerini açıklamalılar. Öcalan’ın kartını açıktan oynadığı koşullarda, çömezlerin ergenlik çağındaki gençlerin utangaçlığına benzer bir rol oynamaları çok gülünç oluyor. İmralı’dan tesbit edilen “yeni tezleri” bulunmaz hint kumaşı gibi piyasaya sürme alışkanlığından da artık vazgeçmeliler. Halkı güdülen sürü yerine koymaya kimsenin hakkı yok. Bu halk, hangi dolapların çevrildiğini, tahmin ettiklerinden daha fazla anlıyor. Eğer sesini çıkarmıyorsa, anlamadığı veya onayladığı için değil, başına gelenlerden ve geleceklerden korktuğu içindir. Bunun böyle olduğunu egemen çevreler dahil herkes biliyor. Öcalan da bunu çok iyi bildiği için, geliştirdiği onca katliama karşın oturtulduğu yumuşak döşekten halka akıl vermeye kalkıyor;
“Bu çerçevede, doğuda ki halkımıza, Kürt halkına düşen; kendi için- deki yoğun demokratik toplum olma ihtiyacıyla bunu devletle yeniden demokratik birlik içinde birlikte yürümektir.(…) Tarih tecrübemiz ve gerçeklik başka yolun olmadığını, olsa da acı ve kaybın derinleştirdiği çıkmaz olduğunu ortaya koyuyor.(…) Demokrasimizi birlikte kurmalı, geliştirmeliyiz. Cumhuriyetin kuruluş ve korunmasında emeği geçen tüm şehitleri, şehitlerimiz bilmek, kurucusunu minnettarlık ve saygıyla anmak, bayrağını gururla selamlamak bunun için esastır.”(95)
Kurulmuş saat gibi ötüp duruyor. Öylesine utanmaz ki, sanki geç- mişte Atatürk ile ilgili sarfettiği sözler kendisine değil de başkalarına aitti. Sanki geçmişiyle çelişen başkalarıydı. Öylesine rahat konuşuyor- du. Halbuki daha bir kaç yıl öncesindeki çoşkulu günlerinden birinde söyledikleri, hâlâ o çok “ünlü” eserlerinden bir çoğunun sayfalarında duruyor;
“Mustafa Kemal diktatörlüğünün, daha ilk yıllarında ve özellikle 1925’lerden sonra, Almanya’daki Hitler faşizminin, İtalya’daki Musolini faşizminin, İspanya’daki Franko faşizminin vb. birçok ülkedeki faşizmin bir prototipi olduğu söylenebilir.” (96)
Bu ve benzeri türden “derin teorik araştırmalar” adına yapılan saçmalıkların tümünü buraya almaya gerek yok. Bu tür söylemlerle kimi çevrelerin milliyetçi duygu ve düşünceleri kırbaçlanarak oyuna getirildiği ve süreç içinde yok edildikleri biliniyor. Ayrıca bu söylemlerin hangi dönemde geliştirildiği de önemlidir. Bunlar, 12 Eylül’le birlikte, Kemalizmi savunmanın bile suç sayıldığı, buna karşın çağdışı düşüncelerin alabildiğince özgür kılındığı bir dönemde yapılıyordu. Kaldı ki, böylesi belirlemelerle taban bulmaya kalkışmanın yolaçtığı tehlikeli sonuçlar ortadadır. İslamcı fanatizmi temel alan Hızbullah, İBDA-C ve yerden ot biter misali türeyen diğer tarikatlar durup dururken gelişmemiştir. Hele hele Türkiye’de hiçbir sol hareket Atatürk’ü Hitler’le, Musolini ve benzerleriyle kıyaslama gibi bir densizliğin içine düşmemiştir. Bu tür düşünceler, emperyalist hevesler besleyen egemen güçlerin bir kanadı ve daha çokta Osmanlı İmparatorluğu hayalleriyle yanıp tutuşan islamcı-Türkçü güçlere aittir. Gerçi, Öcalan’ın turancı düşüncelerin bayraktarlığını yapması dikkate alınırsa, bu “derin teorik” belirlemelerinin nedeni de kendiliğinden anlaşılır.
Atatürk’ü Hitler ve Mussolini’ye kadar uzatan Öcalan, üstüne üstlük devletin kendisine “saygın” yaklaşımından sözediyor. Bugün Türkiye’ de bırakalım böylesine hakaret dolu laflar etmeyi, küçük bir eleştirel yaklaşım bile çoğu kez suç sayılıyor. Peki, bu kadar akıl dışı değerlendirmelerde bulunan Öcalan’a “saygın”ca yaklaşmakta ne oluyor? Yukarıdaki söylemler arasında görülen uçurum ve devletin yaklaşımı, Öcalan’ın kim olduğu hakkında yeterli bilgiyi veriyor.
A.Öcalan gibi 50 yıllık ömrünün 30 yılını egemen güçlere hizmette geçiren ve üstelik kendini değiştirme şansı olmayan birinin devlete bakış tarzı da, elbette klasik bakış tarzından öte olmayacaktı. Geçmişte devlet, hizmet götüren bir kurum olarak görülmüyordu. Ama bugün devlete bakış tarzında önemli aşamalar katedilmiştir. Çağımızda devletten ziyade demokratik sivil toplum insiyatifi ön plana geçmiştir. Globalleşen pazar ilişkileri içinde devlet giderek küçülmekte, demokrasi, özgürlükler ve toplumun asgari sosyal yaşam standardını daha da geliştirme çabasını sürdüren demokratik örgütlenmeler önplana çıkmaktadır. Devlete; topluma hizmet götürmekle yükümlü bir aracı gözüyle bakılmaktadır. Burjuva devlet örgütlenmesinin günümüzde aldığı biçim ve sermayenin oynadığı rol ayrı bir tartışma konusudur. Ama bugün demokrasi ve özgürlüklerin geliştiği ülkelerde devlet, genel koordinatör ve halka hizmette bir servis rolü oynamaya yönelmiş durumdadır. Bu işin bir yönü. Diğer bir yönden ele alacak olursak: demokrasi ve öz- gürlükler için mücadele edenler, hiç bir zaman “devlet için çalışacak- larını” söyleyemezler. Çünkü devlet, kapitalist üretim ilişkileri içinde hangi biçimi alırsa alsın, yine de bir üst yapı kurumudur. Eğer bugün Avrupa’da egemen güçler, demokrasi ve özgürlüklerin gelişiminin önünde engel olamıyorlarsa, bu, kitlelerin hak alma uğruna yürüttüğü amansız bir mücadelenin sonucudur. Burjuvazinin klasik devlet anlayışından uzaklaşmak zorunda kalışı, yürütülen bu mücadeleyle orantılıdır. Yani devletin küçülme olayı sadece globalleşen serbest pazar ilişkileriyle ve bu ilişkilerde burjuvazinin oynadığı rolle açıklanamaz. Devlete hizmet çağrısı, demokratik hak ve özgürlüklerin kısıtlanmasıyla eş anlamlıdır. Devlete kulluk, özgür kişiliği bastırır. Herşeyden önemlisi de yaratıcı ve üretken olmanın önünü tıkar. A.Öcalan bilinen yükümlülüklerinden dolayı halkı devlete hizmet etmeye, yani birer uysal kalabalık olmaya çağrıyor. Devletten uzakta kaldığı dönemde kendisine kulluk yapılmasını istiyordu. Devletine kavuştuğu zaman da devlete kulluk yapılmasını öneriyor. Böylece özgürce gelişmenin yollarını kapatmak istiyor. Türkiye’de halkın önemli bir bölümü zaten sözde yurttaştır. Egemen güçler halk üzerinde istediği gibi oynuyor. Vergiyi verenler de onlar, cefayı çekenlerde. Büyük çoğunluk çalışıyor, sefasını bir avuç azınlık sürüyor. Kimsenin aklına verdiği vergilerin hesabını sormak bile gelmiyor. Devlete kulluk toplumumuzda neredeyse bir gelenek halini almış. Bütün bu olumsuzluklara rağmen hemen her alanda hızlı bir değişime yönelme durumu da yaşanıyor. A. Öcalan ise İmralı’dan tek şeflik döneminin hayaliyle halen “biz ayrılamayız” şarkısını söylüyor;
“Biz Türk milletiyle birlikteyiz, ayrılamayız. Benim de mensubu ol- duğum bu insanlar ayrılıp bir dağ parçasında tek başına yaşam imkâ- nına sahip değiller. Ne isyan, ne kavga, demokratik kültür temelinde bu iş halledilmeli.” (97)
Kanlı provokasyonlarına bir takım hayali gerekçeler bulmaya çalışarak, halka kendini kabul ettireceğini sanıyor. Çok öncelerden bestelenmiş ninnileri söyleyip duruyor. Sanki Kürt halkı isyan etmek istemiş, savaş yapmak istemiş gibi. Sanki daha önce ayrılmak isteyen varmış gibi. Maskenin altındaki korkunç yüz işte kendini böyle gösteriyor. Efendileri gibi yine Kürt halkını suçlu ilan ediyor. Kürt halkı nerede ve ne zaman dağ başında yaşam için kavga ettiğini söylemişti ki? Birkaç çapulcusuyla birlikte emperyalist güçlere hizmet uğruna dağ başında bile yaşamaya hazır olduğunu söyleyen Öcalan’dı;
“…Kürtler, eski meşhur geleneklerinin uygulayarak dağlara çekilir, ilkel bir tarzda da olsa dağlarda varlıklarını koruyabilirler.” (98)
Ama A.Öcalan boşa konuşmuyor. Yine provokasyona soyunuyor. Kendisini Kürt halkının her şeyine karar veren ilk ve tek “lideri” gibi lanse ediyor. Türkiye’deki demokratik açılımların önünü yine kendisini ve PKK’yi ileri sürerek tıkamak istiyor. Ülkemizde emekçi yığınların yıllardan buyana gündeminde olan demokratik hak ve özgürlükler talebini Öcalan’ın “dahiane tespiti” ve talebiymişçesine ileri sürüyor. Kısaca oynanılan oyunların ardı arkası gelmiyor. Türkiye’de isyan denilecek bir olay zaten yoktu. Öcalan ve güç odaklarının sahneye koyduğu bir oyun vardı. Kanı ve savaşı yüceltenler bunlardı. Eğer hatırlanılırsa, İmralı’da kendini güvenceye alana kadar silah çekmedikleri, kan dökmedikleri için önüne gelen herkesi hainlikle suçlamıştı. Hatta kan akıtmayanları düşman ilan ederek, yığınla devrimci ve demokratı katlettirmişti. Ne yazık ki, onbeş yıl boyunca sürdürülen ve binlerce insanın hayatına malolan bu korkunç oyunun hâlâ bitmediğini görüyoruz. “Bu halkla oynadığınız yeter” diyen her ses susturulmak, ya da sindirilmek isteniyor.
Velhasılı A.Öcalan yine çoşmuş. Durdurana aşkolsun! “Demokratik kültür temelinde” diye pek anlaşılmayan bir şeyler geveleyip duruyor. Ne kastettiği pek açık değil. Demokrasi kültüründen mi, yoksa kültürlerin özgürce geliştirilme olanağından mı bahsediyor belli değil. Ama anladığımız kadarıyla, Türkiye’de her kültürün gelişip güçlenme olanağına kavuşmasının gerekliliğinden sözediyor. Türkiye’de kültür sorunu hayatın her alanında yaşanıyor. Her gün yüzlerce tarihi eser ortadan yok oluyor, çalınıp, çırpılıyor. Ayrıca Van, Hakkari, Ağrı, Urfa ve Erzurum yörelerinde tarihi eser kaçakçılığını organize ederek trilyonlar vuranlardan birisi de Abdullah Öcalan’dı. Roma dönemine ait heykeller ve diğer birçok değerli eski eserler yurtdışındaki Apocuların oturma odalarının camlı dolaplarını süslüyor.
Yine, tiyatro, bale, sinema vb. daha bir çok alanlarda yığınla sorunlarla karşılaşılıyor. Hatta Türk dili araştırmalarına bile fırsat verilmiyor. Hele müzik alanında yaşanılan dejenerasyon başlıbaşına bir sorun. Beş yüzyıllık, altı yüzyıllık türkülerimizin üzerinde ticari amaçlı hırsızlıklar yapılmasına Kültür Bakanlığı seyirci kaldığı gibi, müziğimizi dejenere edici üretimlere de parasal yardım veriyor. Sanatla, sanatçılıkla ilgisi olmayanların hemen her yerde kırıttığı, önplanda tutulduğu bir dönemi yaşıyoruz.
En büyük kültür ve edebiyat değerimiz olan Nazım Hikmet’i daha yakınlara kadar okuyamadığımızı, şiir kitaplarını evlerinde bulunduranların yıllarla ifade edilen hapis istemiyle yargılandığı bilinen bir gerçek. Atilla İlhan, Yaşar Kemal, Can Yücel gibi sayamayacağımız kadar şairin, yazarın, bilim adamlarının kitapları henüz okul kütüphanelerinde değil. Yazı yazanlar bir dönemler Bakırköy’e gönderiliyordu. Hapishanelere tıkılmış, işkenceler görmüş, sürgün edilmiş yazar, gazeteci ve bilim adamlarının içler acısı durumlara düşürüldükleri herkesçe biliniyor.
Ülkemizde kültür sorununa iğne batırıldı mı bir değil, bin ah işitilir. Üstelik yıllık bağlanan bütçelerden kültüre ayrılan pay, kahredici düzeydedir. A.Öcalan bunları biliyor olsa gerek. Ülkemizde kültür alanına yapılan baskılardan sadece Kürdün gawendi değil, Türkün zeybeği, Lazın dikhoranı da zarar görmektedir. Şüphesiz, hiçbir azınlık, milliyet farkı gözetmeksizin tüm kültür değerleri korunmalı ve geliştirilmelidir. Kültürümüz üzerindeki baskıların kalkması için kavga sürekli kılınmalıdır. Sessiz kalınması gerçekleri inkâr etme, yok sayma anla- mına gelir.
Acaba Öcalan ve takımı, Kürt kültürü için bugüne kadar hangi çaba- ları vermiştir? Bununla ilgili tek bir örnek bile verebilirler mi? 20 yıllık süre içinde kültür adına herhangi bir şekilde üretimde bulunduklarına şahit olmadık. Bu süre içinde hikaye, masal, roman, şiir, tiyatro, dil, tarih, resim, heykeltraş vb. dallarda ortaya çıkartıkları tek eser yoktur. Bırakın üretimde bulunmayı, varolanları tanıtmak ve yaygınlaşmalarını sağlamak için en ufak bir çaba da göstermemişlerdir. Televizyonlarında Kürt kültürünü tanıtma şurda kalsın, ellerinden geldiğince dejenere etmeye çalışıyorlar. Yayınlarında sürekli kan ve şiddet işleniyor, bütün bunlar ölümlerine haince neden oldukları insanlar için yaktıkları uyduruk ağıtlar ve marşlarla süsleniyor. Kürtçe diye konuşulan da, “gelmişkirem, gitmişkirem”dir. İnsan, ekranda sergiledikleri böylesi ilkellikleri gördükçe, kültürün gelişmesi için çaba gösterenleri hainlikle suçlamış olmalarına ve çoğu kez de imhaya kalkışmalarına pek şaşır- mıyor. Kültür adına sergiledikleri tam bir vahşilik, barbarlıktır.
Ama esrar-eroin ve insan ticareti yapmakta pek becerikli olduklarını söyleyebiliriz. Becerilerini “oluk, oluk kan akıtma” yönünde kullanmada tamamen ustadırlar. Kültürün geliştirilip yaygınlaştırılmasının dağ başında çetecilik yapmakla, önüne gelene bomba atmakla, insanların kendini atomlarına kadar parçalamasıyla, kıblagâhlarla ve mağbetlerle bir ilgisi yoktur. Her türlü insanlık dışı davranış ve eylemlerini, bir halkın kültürünü geliştirme çabaları gibi yansıtmaları, tek kelimeyle korkunçtur. Belki dünyada eşi ve benzeri de yoktur. “Asarım, keserim, yıkarım, patlatırım”la kültür geliştirilemeyeceği gibi, geriye de gider.
Şimdilerde kültür sorununu birincil öge olarak öne sürmesinin tek nedeniyse, zamanından önce “Bir Nisan” şakasının ortaya çıkardığı olumsuz havayı biraz yumuşatmak içindir. A.Öcalan ve güruhu, Türkiye’de çok olumlu gelişmelere imza attıklarını çoğu kez iddia ediyorlar. Türkiye’ye Kürtlerin varlığını kabul ettirdiklerini, artık herkesin Kürtleri tanıdığını ya da en azından bildiğini söylüyorlar. Kürtlere ait dil ve kültürü de bu süre içinde geliştirerek “halka malettik” diyorlar. Türkiye’de Kürtlerin artık “ben Kürdüm” sözünü çok rahatlıkla kullanmalarını 15 yıllık silahlı savaşımlarına bağlıyorlar. İşte hem gelin, hem de güvey olmak buna derler. Türkiyedeki Kürtler kendilerini ne zaman inkâr etmişlerdi ki? Kürt olduklarını ezelden beri söylüyorlardı. Kürt oyunları zaten oynanıyordu. Kürtçe kitaplar, dergiler, gazeteler, kasetler çıkıyordu. Halk, evinde, pazarda, hatta mahkemeler ve karakolarda dilini konuşuyordu. Yani şimdi olanlar, geçmişte de vardı. Tersine, 15 yıllık provokasyon hareketiyle bitirmek istediği halkın ta kendisiydi. Kürdü yerinden yurdundan etme, kendisine yabancılaştırma politikası en iyi Öcalan ve PKK eliyle uygulanmıştır.
Geçmişte kültürel faaliyetlerin önünde hiç engel yoktu diyemeyiz. Engeller vardı. Ama bu engellere karşı demokratik mücadele yöntemleriyle karşı duranlar da vardı. Bu oldukça da başarılı bir mücadeleydi. Dil ve kültür sorununun önündeki bir takım engellerin kaldırılması yönünde yürütülen faaliyetlerin uzun süreli bir çabayı gerektirdiği de bilinen bir gerçektir. Daha sonraki süreçte Kopenhag kararlarının altına Türkiye’nin de imza atması ise, hiç gözardı edilmeyecek bir gelişmeydi. Hiç kimse bu kararların altına öyle körce, getireceği yükümlülükleri bilmeden imza atıldığını söyleyemez.
A.Öcalan ve PKK, Kürtlerin demokratik ve kültürel haklarına karşı duran güçlerin başında gelmektedir. Kültürel hakların kazanılması için kimse gerilla savaşı safsatasıyla ortaya çıkmamıştır. Zamanında “devletin bir solcusu, devletin bir Kürtçüsü” olarak yetiştirildiğini söyleyen Öcalan’ın, kültürel haklar elde etmek için izlenecek mücadele yönteminin neler olduğunu bilmeyecek kadar cahil biri olduğunu sanmıyorum. Terörle, hele hele halka yönelik katliamlarla, istihbarat örgütlerinin kucağına oturmakla hiçbir yere varılamayacağını, en küçük bir hakkın bile alınamayacağını herkes bilir. Kültürel haklar uğruna dünyada 15 yıl kan döküldüğü, hem de uğruna savaşıldığı iddia edilen halkın yokedilmeye çalışıldığı görülmemiştir. Elbette sorun bu değildi. Ne dil, ne de kültür hakkı sorunuydu. Anlaşılması gereken her şey Öcalan’ın kimliğinde gizliydi;
“Demokratik cumhuriyete dedim ki, bu temelde hizmet etmek isterim. Bana göre bu değerli bir erdemdir, fazilettir. Öyle yapmak gerekiyor. Bütün PKK’lılara benim yapacağım çağrı da bu olacaktır. Amacınızı aşan çatışmaları sürdüremezsiniz, eylem yapamazsınız. Bunun ne ideolojik izahı vardır, ne de politik izahı vardır ve gerçek terör, anlamsız terör bu demektir. Bu terörü durduracaksınız. Bu terörü durdurmak gerekir. Özellikle dış politikada Türkiye’yi şu veya bu yöne çekmek isteyen, şu veya bu konuda ister uzlaşmak, ister çelişmek, çatışmak isteyen bütün güç odakları tarafından kullanılacaktır.(99)
Pes doğrusu! Türkiye Cumhuriyeti bir anda demokratik cumhuriyet oldu çıktı! Ne acılar, ne de baskılar var. Her şey güllük gülistanlıkmış da haberimiz yok! Öylesine şaşkın bir duruma düşmüş ki, artık her cümlesinde, her davranışında kendini ele vermekten alıkoyamıyor. Öncelikle demokratik bir cumhuriyette kültürlerin özgürce gelişmediğinden veya farklı kültürler üzerinde baskıdan bahsetmek tam bir saçmalıktır. Oratada demokratik cumhuriyet olsaydı zaten sorun kalmazdı. İnsanlar yıllardan beridir bunun özlemini duyuyor, çabasını veriyor. Kuşkusuz bu günler fazla uzak değildir. Gelişmeler artık başka bir alternatifin kalmadığı noktaya gelmiştir. Ülkemizde parası ve bürokraside dayısı olan herkesin kendi hukukunu egemen kıldığı bir bilinmeyen değildir. Demokrasinin ve hukuk kurallarının egemen olmadığını hukukçular ve üniversite çevreleri açıktan dile getiriyor. Türkiye’nin daha fazla demokratikleşmesi gerektiğini söyleyenler arasında cumhurbaşkanı ve başbakan da var. Sadece siyasetçiler ve hukukçular değil, sıradan vatandaşlar bu tartışmalara katılıyor. Toplum ciddi bir değişim istiyor. Halk eskiden olduğu gibi olup bitenleri pek öyle gözü kapalı dinlemiyor. Her şeyden önemlisi, A.Öcalan ve PKK’yi hakettiği yere oturtmak isteyen toplumsal bir muhalefet var. Artık konuşan, özgürce düşünen ve tartışan bir Türkiye’ye doğru yol alınacağının işaretlerini az da olsa görmeye başladık. Bunlar iyi gelişmelerdir.
ÖCALAN BİT PAZARINDA
Mücadele süreci içinde halkın çıkarları doğrultusunda kavga verenlerin yakalanmayacaklarına dair bir kayıt yoktur. Yürütülen bir mücadele varsa, kayıplar ve yakalanmalar olacaktır. Devrimci mücadelenin insanır ideolojinin insanıdır. İlkeli, sabırlı ve inatçıdır. Kendini uzun süreli mücadelenin tüm iniş ve çıkışlarına göre hazırlamıştır. Çok gerilere gitmeye gerek yok; dünyanın saygı duyduğu Nelson Mandela bu nun en son örneğidir. Yıllarca üzerinde sürdürülen ağır baskılara rağmen, çizgisinden taviz vermemiş, direnişini sürdürmüştür. İki kelimelik bir cümleyi tüm kamuoyu önünde dile getirmiş olsaydı, belki de ömrünü hapishanelerde geçirmeyecekti. Ama kendini ve halkını mahkum edecek o bir cümleyi ağzına almamıştı. Bedeli yıllar boyu süren ağır bir hapis de olsa, o bunu yapmamıştı. Sonuçta sadece halkının değil, dünya halklarının kalbine taht kurarak içerden zaferle çıkmasını bilmişti.
Şimdilerde A.Öcalan’ı Nelson Mandela gibi büyük bir isimle karşılaştırmak isteyenler var. Böylesi karşılaştırmalar, oy avcılığı peşinde koşan bazı burjuva parti temsilcilerinden geldiği zaman belki insan sadece gülüp geçer. Ama Kürtlerin gravatlı, “kellifelli” çevrelerinden geldiği zaman üzerinde durup, düşünmek gerekiyor. Tutumları ister istemez merak konusudur. Akıllara hemen tavırlarının altında yatan çıkarlar geliyor. Çünkü A. Öcalan’ın tavrı açık ve nettir. Öcalan Kürt halkına olan düşmanlığını her durum ve koşulda kanıtlamıştır. Bu nedenle sağa sola kıvırtmaya hiç gerek yok. Çocuklarını kaybetmiş asker analarının, Öcalan’ın gösterdiği tavrı bilince çıkartmada çektikleri güçlüğü anlamak mümkündü. Olayı çözemediklerinden çoğu kez acıma duygusuyla yaklaşmış, “Allah belasını versin” demekle yetinmişlerdi.
Oysa çoğu kesimler abartılmış bir isimden küçük de olsa bir direnç beklemişlerdi. Ama A.Öcalan herkesi “hayal kırıklığı”na uğratmıştı. Hatta birçok gazetenin tanınmış köşe yazarları “zavallının teki, insan değil, en ufak gururu yok” demekten kendilerini alamamışlardı. İlk duruşmanın ertesi günü, uluslararası basın ve yayın organlarının tanım- lamaları da aynı doğrultudaydı;
La Birbe Belgigue:
“Öcalan’ın pişmanlığı PKK’nın sesini soluğunu kesti.”
La Repubblica:
“Öcalan, PKK’nın sırlarını itiraf ediyor.”
Telegraf:
“Yaşamak için yalvarıyor”
The Times:
“Öcalan, ölümsüz bir gerilla lideri değil, yaşamı için pazarlık eden zavallı bir insan görünümündeydi.”
Le figero:
“Öcalan, yargıçlar önünde çaresiz ve zavallıydı.”
Liberastion:
“Öcalan’ın olağan dışı itirafları.”
La Stampa:
“Beni idam etmeyin, Türkiye’ye hizmet edeceğim.”
Corriedella Sera:
“Öcalan; Beni öldürmeyin”
La Soir:
“Öcalan kellesini kurtarmak istiyor.”
Hal böyle olunca bazı Kürt çevrelerinin hâlâ gerçeği kabullenmemekte direnmeleri, A.Öcalan’ı bir kahraman gibi lanse etmek istemeleri aykırı bir tutumdur. Kuşkusuz bunun nedenlerini bilmek herkesin hakkıdır. Öncelikle de en çok adına olur olmaz konuştukları Kürt halkının hakkıdır.
Bilindiği gibi, 1996 yılında yeniden “şehit ticareti”ne yatırım yapan Öcalan, bu kez mezarları “kıblegahlar, kutsal mağbetler” haline getirmişti. PKK’lileri güç almak amacıyla buraları ziyaret etmeye, secdeye kapanıp, af dilemeye davet ediyordu;
“Biliyorsunuz, Kıblegahlar, kutsal mağbetler ve onların içinde kutsal tanrı veya tanrıçalar vardır. Onların ardılları, onların mensupları uygun günlerde gidip bu mabetlere kapanırlar, secde ederler, yalvarır-yakarırlar,”af et” bizi diye. Böyle yoldaşlar öyle yoldaşlardır. Bir mabete gider gibi huzurlarında eğileceksiniz, secdeye kapanacaksınız, af dileyeceksiniz ve güç alıp kendinizi temiz kılacaksınız.” (100)
A.Öcalan daha sonra bunun bir benzerini mahkemede yapıyordu. Mezarların başında değil ama, duruşma heyetinin karşısında secdeye kapanıyor, Türklüğün, cumhuriyetin ve “şehit anneleri”nin karşısında eğiliyor, af diliyordu. Bu arada cumhurbaşkanı ve başbakana hürmetlerini bildirerek hükümetin pratiğine övgüler dizmeyi de ihmal etmiyordu. Bir anlamda, Suriye’den kurtarılışına duyduğu minneti dile getiriyordu. Hatta sınırların Kuzey Irak’a doğru genişletilmesinin gerekliliğinden dem vuruyordu. “Yakalandığımda da Türk bayrağına karşı saygımı öperek gösterdim” diyordu. Kamuoyuna “şirin ve sevecen” bir görünüm vermek için elinden gelen herşeyi yapıyordu. Bütün bunlara rağmen ”havasından” birşey kaybetmediği görünümünü de vermek istiyordu. Zaman zaman ABD ve uşaklarının arenasında dövüşen Gladyo olduğunu hatırlatmayı da ihmal etmiyordu. Bu nedenle olsa gerek, “önemli” biriymiş gibi davranıyor, herkesi bir yerlerle bütünleşmeye çağırıyordu.
Oysa önceleri hapishanelere düşen herkes için “ölmeyi” şart koşmuş, karanlık güçlerin planlarını başarıyla uygulama pahasına militanlarına intihar saldırıları önermişti;
“Kendinizi atom kadar patlatacak noktaya getireceksiniz. Ufak bir patlatıcıyı bile elinde patlatıp sonunuzu getirirken, değil bunu kendinde patlatmak bütün düşmanca yönelimlerin üzerine patlatabilecek bir düzenlenmiş, müthiş kendi içinde örgütlenmiş, iradeye, ifadeye kavuşmuş, tarza, tempoya ve muazzam bir stratejik güç kadar, taktikleşmiş güncel savaşımı başarıyla kendisinde yürüten bir taktik kişiliğe ulaşmış kişilikten, militandan bahsediyoruz.” (101)
Demokrasi ve özgürlük uğruna kavga verenler onurludurlar. Haksızlıklar ve baskılar karşısında düşüncelerini inatla savunurlar. Düşüncenin, idealin, yani bir amacın insanlarıdır. Amaçları çıkışlarını belirler, çıkış biçimleri de amaçlarına ulaşmak içindir. Barış ve demokrasi tutkusu onların en büyük silahıdır. Ama Öcalan için bunları kim söyleyebilir? Yukarıdaki sözler Öcalan’ın sözleridir, bir başkasının değil. PKK’de ölümün evliyalığı getirdiğini sıkça tekrarlamış, sıra kendine geldiğindeyse “şaka ettim” diyebilmiştir. Kaldı ki, kimse kendisinden parçalanmasını da istememiştir. Ama açık söylemek gerekirse, etrafında kümelenen kandırılmış insanlar, yerlere kapanmasını da hiç beklememişti. En azından düşüncelerini koruyacağına ve şimdiye kadar söylediklerini savunacağına inanmışlardı. Ama onurunu koruma kavgası onurlu insanlara özgüdür. A.Öcalan’ın ise böyle bir sorunu hiç bir zaman olmamıştır. Koruyacağı onuru dün de yoktu, bugün de yok. O, emperyalistlerle, yani halk düşmanlarıyla kolkola olmanın gereklerini yerine getirmişti. 15-16 yaşındaki çocukların karakollarda işkence gördükleri ve işkencecilerin yargılanması için mahkeme salonlarında koşuşturdukları bir dönemde Öcalan’ın, polisin saygılı davranışından sözetmesi onun nasıl yaman bir hain olduğunu gösteriyor.
Acaba onun bu tutumunu gördükten sonra, kendini elinde bombayla parçalayacak ve masum insanların kanını dökecek uşaklar, yani, “anormal duygu ve iradenin” sahibi şirra-virralar çıkacak mı? Hiç sanmıyorum.
Tekke düşmüş, kel görünmüştür.
Gladyo örgütlenmesinin sonu gözükmüştür.
Ekim 1999
KAYNAKLAR
(1) Serwebûn, Kasım 1996, s.13
(2) Abdullan Öclan’ın uçakta yaptığı ilk konuşmadan.