KÜRT İSYANLARI VE ÖZELLİKLERİ
Osmanlı İmparatorluğu’nun hiçbir döneminde Kürt egemen güçlerinin halk üzerindeki ekonomik ve siyasal gücü kırılmamış, kırılma yönünde de ciddi bir adım atılmamıştır. İmparatorluğun Batı’da yükseldiği sosyal temellerle Doğu’da yükseldiği sosyal temeller arasında tam bir farklılık vardır. Bu farklılığı korumak için Batı’da sosyal yapıyı geliştirici yönde hareket ederken, Doğu’da varolan yapıyı olduğu gibi tutmaya, korumaya yönelmiştir. Yani, Doğu’da her feodal beyin hükmettiği alanda toprağın ve halkın tek hakim gücü olma konumuna dokunmamıştır. Kürtlerin bir nevi otonom hakları vardı. Bu otonom görüntüye dayanılarak derebeylik sistemi yüzyıllar boyu süregelmişti. Feodal beyler, aşiret reisleri ve şeyhler kurumlarıyla ayakta kalarak ekonomik çıkarlarını korumuşlardı.
Bahsettiğimiz bir nevi otonom yapı, Cumhuriyetin ilanı ile birlikte devlet örgütlenmesinin önündeki en büyük engellerden biri olarak görülmüştü. Misak-ı Milli sınırları belirlenmiş ve bu sınırlar içinde kapitalist üretimi egemen kılacak yönelimler içine girilmişti. Merkezi bir ekonomik yapı içinde Türk egemen güçleri de bu pazardan payını almayı ve siyasi otoriteye ortak olmayı istiyordu. Bu yönelimin ekonomik ve siyasal alandaki etkinliklerine darbe vuracağını gören Kürt egemen güçleri, 1920’li ve1930’lu yıllarda bir dizi isyanlar geliştirdiler. Halkın sınırlı da olsa bu isyanlara destek vermesi, Cumhuriyetle birlikte içinde bulundukları yoksulluktan bir an evvel kurtulacaklarına inanmanın yanılgısının da hiç olmadığını söyleyemeyiz. İsyanlar, aynı zamanda Kürt halkının kimliğini kabul ettirme gibi haklı nedenlerin de rol oynamış olmasına karşın, üzerine şiddetle gidilerek bastırıldılar. Günümüzde yaşananlar da dikkate alınırsa, geçmiş dönemde ‘İsyan’ diye öne sürülen bazı olaylar gerçekten isyan mı yoksa bilinçli kışkırtmalar mı, tartışma götürür. Örneğin Simko, Şeh Sait vb. Ama sonuç olarak bulunan çözüm geyet basitti; “inkâr edelim, kendi halleriyle başbaşa bırakalım, ama alacağımızı da alalım” Çizilen politika en yalın bu biçimde ifade edilebilinir. Başka türlü “tek millet” sağlanamazdı.
Kürtler’in Cumhuriyet yönetimine varlıklarını kabul ettiremeyiş nedenlerine gelince;
Emperyalist güçlerin Anadolu’yu işgal hareketine karşı yürütülen kurtuluş savaşı sırasında her türlü olanağını seferber ederek direnen Kürt halkı, insan ve ekonomik güç açısından büyük kayıplara uğramıştı. Zaten oldukça geri bir ekonomik yapı egemendi. Zenaatcılığa, hayvancılığa ve kendine yetecek kadar tahıl üretimine dayanan gelir kaynakları, bu savaşla birlikte daha da tahrip olmuştu. Daha imparatorluk döneminde sultana asker gönderemez duruma gelmiş, uzun süreli savaşlardan ve bunun yanısıra aşiretler arası çatışmalardan güçsüzleşmiş, her an aç kalmayla karşı karşıya kalmış olan halk, adeta son hamlesini işgalci güçlere karşı yapmıştı. Bu koşullarda halkın, Misak-ı Milli’nin belirlenmesinde ve Cumhuriyetin kuruluşunda oynadığı rolü, ülkenin yeni- den inşası dönemimde de devam ettirme isteğini yöneti- me kabullendirecek düzeyde topyekün bir direniş geliştirmesi oldukça zordu. Arıca karşılarında demokratik hakların kullanılmasını hazmedemeyen, inkârla sorunların üstesinden geleceğine inanmış modern bir güç vardı.
Değişimin bilincinde değillerdi. Oysa gelişmekte olan burjuvazisi imparatorluktan devraldığı mirasla modern devet örgütlenmesini gerçekleştirmiş, ordusunu yetkin- leştirmiş, uluslararası planda tanınmış, hatta birçok uygu- lamalarıyla ekonomik alanda güçlenmeye başla mıştı.
Bir diğer önemli neden de, Kürtler Osmanlı İmparatorluğu döneminde genel bir otonomi çatısı altında örgüt- lenmemiş, böl ve yönet politikasına uygunluk içinde her aşiret reisi ve feodal beye pratikte adeta bir otonomi verilmiştir. Merkezi otoriteye başkaldırmama koşuluyla bölgelerinde her türlü serbesti hakkına sahiptiler. Bu nedenle de aşiret ve mezhep çelişkileri rahatça kullanılarak, halk, zaman zaman birbiriyle çatıştırılmıştır. Özellikle aşiretler arası çatışma ve çelişkilerden dolayı ciddi bir birlik kurulamamış, birlik için fazla bir çaba da gösterilmemiştir. Her aşiret reisi, feodal bey söz sahibi olduğu bölgenin çıkarıyla yetinmeyi yeğlemiştir. Böylesi çelişkilerin yoğunca yaşandığı koşullarda, farklı zamanlarda farklı aşiretlerin geliştirdiği isyanların halkın genel taleplerini içermesi ve sonuç alması pek olanaklı değildi. Zaten aşiret reisleri ve feodal beyler ağırlıklı olarak halkın çıkarları için değil, sarsılan ekonomik ve siyasal çıkarlarını yeniden inşası için isyan çıkarmışlardır.
Kürt halkının kendi içinde bölünmüşlüğünün yanısıra, ayaklanmalara önderlik edenler de, Osmanlı merkezi örgütlenmesiyle Türkiye Cumhuriyeti’nin kapitalist dev- let örgütlenmesi arasındaki farkı görmememişlerdir. Yeni devlet, modern temellerde yükselmiş bir örgütlenmeydi. Cumhuriyet burjuvazisinin Kürt halkından istediği sadece boyun eğiş ve sükûnet değil, pazarı kapitalist temellerde genişletme, ekonomik sömürüye ve siyasal etkinliğe ortak olmaydı. Gelişmekte olan burjuvazinin kapitalist iştahı sözkonusuydu. Kürt feodal güçleri böylesi bir farklılığı görmediler. Sıkıştırıldıklarını farkına varan aşiretler, sahip oldukları topraklarla sınırlı ‘otonomi’ lerini korumak için ayaklanmaya kalkıştı. Geçmiş dönemlerden kalan klasik alışkanlıklarıyla tavizler kopartacaklarını sandılar. Bu durum, ister istemez ayaklanmayı yerel kıldı, geniş kitlelerin desteğinden yoksun bıraktı. Bu durum merkezi yönetim açısından bir avantajdı ve dolayısıyla bastırmada fazla bir zorluk çekilmedi.
Aynı dönemde iç koşullar olduğu kadar dış koşullar da Kürtler açısından içaçıcı değildir. Lozan anlaşmasından sonra Kürtler, Iran, Türkiye Cumhuriyeti, Irak’ı işgal etmiş İngiltere ve Suriye’yi işgal etmiş Fransa arasında parçalanmış oluyordu. Yeniden belirlenmiş sınırların ortaya çıkardığı koşulları yeterince değerlendirememiştir. Batı Avrupa ise, ortaya çıkan yeni konjektörün bozulmasından yana değildir. İngiliz’ler ve Fransız’lar kendi çıkarları gündemleştiği koşullarda, merkezi yönetimlerden daha çok tavizler koparabilmek için kendiliğinden gelişen isyanlara destek sunmuşlar, tam bir provakatörlük yapmışlardır. Hatta zaman zaman bu emperyalist güçler, isyanların gelişmediği koşullarda amaçlarını gerçekleştirmek için halk içinde kışkırtıcı roller de oynamışlar, isyanlar çıkarmışlardır. Bu durum Kürt halkı için daha bir felaket olmuştur.
SSCB ise, emperyalizme vurduğu darbeyi ve genelde ezilen ve sömürge uluslar açısından oynadığı rolü dikkate alarak, Ankara’da Kemalist yönetimi desteklemiştir. Hem böylece, Sovyetler Birliği’nin güney sınırlarının güvence altına alınması da sağlanmış olunuyordu.
Parçalanmışlık, dönemin iç ve dış siyasal koşullarını yeterince bilince çıkartamamanın yanısıra, halkın demokratik ve ekonomik taleplerini dile getirmekten uzak olan bu direnişlerin, çok sert biçimde bastırılmasının bir nedeni de, burjuvazinin farklı kanatlarının ya da eğilimlerinin iktidar kavgasıdır. İsyanlar bahane edilerek Cumhuriyetin demokrasi ile bütünleşmesi engellenerek demokratikleşme sürecinin önüne geçilmiştir. Kemalist kanadın direnişine rağmen, Damat Ferit Paşa geleneğini devam ettirmek isteyen Okyar hükümetinin oluşumunda, ve daha sonraları Celal Bayar’ın başbakanlığa gelmesinde bu isyanların kullanılmadığını söyliyemeyiz.
Cumhuriyetin ilanından ikinci dünya savaşına kadarki dönemde, İsyanlar bastırılmış, isyanlara katılanların önemli bir kesimi imha edilmiş, her an başkaldırabilecek olanlar ise, sürgüne gönderilmiş, geriye kalanlar da tam bir baskı altına alınmıştır. Sonsuz diyebileceğimiz yetkilerle donatılmış genel valilik sistemi getirilerek, jandarma ve polis gücüyle halkın üzerinden kılıç eksik edilme- miştir. Bu arada getirilen Takrir-i Sükun yasası, çıkartıldığı ilk dönemde irticai odaklara ve emperyalist işbirlikçilere karşı olduğu söylenilmişse de, giderek, Kürt kimliğinin tümden inkârını hedeflemiştir. Sonraları kapsamı daha da genişletilerek, işçi ve köylülüğün devrimci demokratik mücadelesini bastırmaya yönelik uygulanmaya başlanmıştır.
Yani ikinci dünya savaşına kadarki dönemi, yükselmekte olan burjuvazinin, ülke genelinde ekonomik ve siyasal otoritesini kurduğu yıllar olarak da değerlendirebiliriz. Öte yandan demokratik açılımlardan korkan ceberrut bir devletin yetkinleştiği bir dönem de diyebiliriz.
İsyanların bastırılmasından sonraki, yani 1984 Eruh ve Şemdinli silahlı baskınlarına kadarki dönemi, İsmail Beşikçi, Apocu mantıktan hareketle, kavak yellerinin bile esmediği bir dönem olarak nitelendirmekte, hatta Kürt halkının, bir anlamda üzeri betonla örtülenmiş mezara koyulduğunu iddia etmekte. Yani, ‘Hayali Kürdistan burada gömülüdür’ düşüncesini kabul etmektedir. Kabul etmekten sakınca duymadığı bu belirlemenin hemen devamında, Apocuların 1984’te Kürt halkını yoktan varettiği iddiasını, daha doğrusu taptığı ‘Tanrı’nın yoktan varettiğini ileri sürmekte. Egemen güçlerin niyet olarak ileri sürdüğü düşünceyi kabullenmekle yetinmeyen bay Beşikçi, ‘gerçeğe’ dönüştürmekte. Aynen şöyle demekte;
‘Kürdistan’ın hayal edilmesi bile mezara gömülmüş, mezar taşlarla doldurulmuş, betonlaşıp kapatılmış...’ *
Hayalin mezara gömülmesi veya mezarların taşlarla doldurulması, Kürt isyanlarının söylenildiği gibi pek de kanlı bastılmadığını ima etmesi ayrı bir tartışma konusu. Adeta bir seromoni tanımlarcasına sorun dile getirilmeye çalışılmakta. Hayalin mezara gömülüp, mezarın da cetsetlerle değil de taşlarla doldurulması yine de insana ‘Çok şükür kurtulmuşuz’ dedirtecekken, birden bire Kürt halkının yokedildiğini vurguluyor. Üfürükçü hocalar misali cinler ve periler arasında mekik dokuyor. Bunlardan birinin yanında tercih yapamamanın sancılarını yaşıyor. Salt üfürükçülükle işin içinden çıkamayacağını anlayınca, sihirbazlığını kullanmaya başlıyor. Mezara gömdüğü ya da gömdürdüğüne inandığı Kürt halkının, bu sefer de inandığı ‘Tanrı’ tarafından yeniden nasıl yaratıldığına dair inciler dökmeye başlıyor;
’....15 Ağustos 1984’de Eruh ve Şemdinli baskınlarıyla başlayan gerilla mücadelesi, Türk devlet yönetiminde, Türk siyasal sisteminde şok yarattı...’*
Bu kadarla kalmıyor, bakın ‘gerilla mücadelesi’ neler yaratmış;
‘...gerilla mücadelesi Türkiye’deki siyasal kültürü, siyasal değerleri yakından etkiledi, giderek Türk devlet ve hükümet yönetiminin, Türk toplumunun çözülmesini getirdi’ ve ‘...Kürt toplumunun çeşitli kesimlerinde önemli kurumlaşmalar meydana geldi.’ *
Gördünüz mü, Beşikçi’nin şefi nelere muktedirmiş? Tersyüz edilmek istenen gerçekler acaba böyle mi? Bu noktada, esas hedefi Kürt halkı olan terörün ortaya çıkış koşullarını ve sonuçlarını irdelemekte yarar var.
12 EYLÜL DARBESİ
Türkiye tarihinin en kanlı darbelerinden biri olan 12 Eylül 1980, egemen güçlerin yüz karası olarak tarihe geçmiştir. Tekelci egemen güçlerin en kodaman kesimine dayanan cuntanın, önündeki engelleri aşmada fazla zorlanmayacağı açıktı. Cunta, iktidarı gasp eder etmez ilk iş olarak meclisi dağıttı, anayasayı rafa kaldırdı, sendikaları, dernekleri, partileri vb. tüm demokratik kurum ve kuruluşları kapattı. Sorgusuz sualsiz kitlesel tutuklamarıyla, işkenceleriyle ve katliamlarıyla Pinoce faşizmini geride bıraktı. Her şey beş kişilik Milli Güvenlik Kurulu’nda merkezileştirildi. Daha sonra 1982’ de yapılan anayasa referandumu ile demokrasi ve insan haklarıyla bağdaşmayan devlet örgütlenmesinin siyasal belgesi meşrulaştırıldı. En ufak bir muhalefetin bile çizmeler altında ezildiği, susan bir Türkiye yaratmayı amaçladılar.
12 Eylül darbesiyle birlikte işçi sınıfı mücadelesinin yenildiğini iddia eden bazı kesimler var. Bu tür değerlendirmeler, eğer yanılgının bir ürünü değilse, koşulları oldukça abartmaktan kaynaklanmaktadır. Çünkü devrimci demokrat güçler ne iktidarı ele geçirmişlerdi, ne de iktidara alternatif olma gibi bir konumları vardı.12 Eylül öncesinde devrimci demokratik mücadelenin hayli geliştiği, küçümsenmiyecek mevziler kazandığı doğrudur. Ama örgütlü bir mücadeleyle iktidara yürüme gibi bir durumu yoktu. Elde edilen demokratik kazanımların korunmaya ve geliştirilmeye çılışıldığı koşullarda, 12 Eylül’e yakalanmayla ifade edilecek bir durum sözkonusudur. 12 Eylül cuntasının gelişiyle devrimci mücadelenin ağır darbeler almasının birçok nedenleri vardır:
Bu nedenlerden biri, emekçi yığınların muhalafeti karşısında, aralarındaki çelişkilere rağmen egemen güçlerin birlik sağlıyabilmeleridir. Bu noktada özellikle de CHP’nin tavrı önemli rol oynamıştır. CHP faşist tırmanışa seyirci kalmış, küçük burjuva kesimlerin pasif kalmalarını sağlamıştır. Takınılan bu tavır, halka yönelik baskı ve şiddet politikasından, daha doğrusu, diktatörlükten yana olan tekelci sermaye kesiminin işini kolaylaştırmıştır.
Sol cephede egemen olan dağınıklık ve kargaşa, halk güçlerinin sürekliliği sağlıyacak örgütlü mücadeleden yoksun oluşunu getirmiştir. Örgütlü dayanışmanın ve birliğin önüne dayatılan dar grup anlayışı ve bireysel çıkarcılık, devrimcilerin yükselen kitlesel muhalefetin gerisinde kalmasına neden olmuştur. Yerden ot biter gibi ortaya çıkan gruplardan bazıları ise, geliştirdikleri terör ile faşist cuntanın gelmesine hizmet etmiştir. Geliştirilen bireysel terör eylemleri, egemen güçlerin halkı terörize etmesine yaramış, onların yedek gücü konumuna gelmişlerdir. Zaten bu tür çıkışların başka bir amaca hizmet etmesi de beklenemezdi.
Ayrıca, sendikal örgütlenmede bölünmüşlüğün önüne geçilememesi de 12 Eylül darbesini cesaretlendiren etkenlerin başında gelir. Türk-İş’in sarı sendikacılıkta ısrarlı davranması, DİSK’in de bütünleyici olmaktan uzak kalması, içinde birçok fraksiyonun birbirleriyle didişmeleri, işçi sınıfı hareketinin sonuçta zayıf kalmasına yol açmıştır. 12 Eylül’den önce dalgalar halinde yayılan grevlere, direnişlere rağmen, içte barındırılan böylesi zaaflar sonucu, cuntacılara karşı yeterli direniş sergilenememiştir.
Cunta iktidara gelmenin koşullarını adım adım hazırlarken ve geldikten sonra da karşısında ciddi bir muhalefet görmediği için, ABD ve NATO ile yaptığı bir dizi yeni anlaşmalarla Türkiye’yi yeni bazı yükümlülükler altına koymaktan çekinmemiştir. ABD ve NATO’nun saldırgan amaçlarına uygun olarak Türkiye’nin ileri karakol olmadaki görev alanları genişletilmiştir.
Ülkemizin dış politikası bu zemin üzerinde geliştirilirken, içte de 24 Ocak kararlarının uygulanmasına hız verildi. Bu kararlar “ekonomik önlemler paketi” değil, ekonomik felaketler paketiydi. Alınan kararlarla her türlü fiyat denetimi kaldırıldı, paranın değeri dalgalanmaya bırakıldı, günlük kur uygulamasına geçildi, yabancı sermayenin gelişini cazip kılacak bir dizi tedbirler alındı. Böylece döviz gelirlerinin artırılacağından, enflasyonun düşürüleceğinden, gelir dağılımında dengenin sağlanacağından ve nihayet işsizliğin azaltılacağından dem vuruldu. Bütün bunlar serbest piyasa ekonomisi vaadleriyle süslendirildi.
Oysa sürekli ve derin bir yapısal bunalım içinde bulunan ekonominin, süngü ucuyla, tepeden inmeci tarzda düzlüğe çıkamayacağı belliydi. Başlangıçta zorlamalarla bazı alanlarda konjöktürel iyileşmeler görüldüyse de, bunun yanılgıdan başka bir şey olmadığı kısa sürede anlaşılacaktı; enflasyonun tırmanışı engellenemedi. Paranın değeri giderek düştü. Reel gelirler ve ücretler enflasyon canavarına yedirildi. Günlük kur ve serbest faiz uygulaması holding bankalarının gücüne güç katarken, devlet sektöründen çekilen subvansiyonlar, holdinglerin emrine sunuldu. Üretimde iç pazar ihtiyacı neredeyse unutulurken, dış pazar ihtiyacı temel alındı. Üretim ve yatırımlarda beklenilen artış sağlanamadı. Enerji açığı büyüdü. Devlet sektörü sanayi, bankacılık ve ticaret alanlarındaki en kodaman kesimin hizmetine sunuldu. Özelleştirme adı altında tarım, dış pazar ihtiyacına göre şekillendirilerek bir avuç yerli ve yabancı tekellerin yağmasına terk edildi. Ürün taban fiyatlarının düşük tutulması bir yana, zamanında yapılmayan ödemelerle küçük üreticilerin kazançları enflasyona yedirildi. Orta ve küçük üreticiler yoksullukla karşı karşıya bırakılırken, küçük ve orta boy işletmelerde iflaslar doruğa ulaştı. Tekelleşmede o kadar ileriye gidildi ki, banka ve sanayi alanında dahi bir kaç holding iflas ettirildi. Süngü ve dipçik zoru da kullanılarak sanayi ve bankacılık birkaç holdingte toplandı. Ordu, OYAK aracılığıyla tekelci güçlerle içiçe geçti. Böylece devlet yönetiminde zaten söz sahibi olan Ordu, ekonomik ve mali alanda da yetkinleştirilmiş oldu. Bunlara paralel olarak MİT, polis, ve atmışlı yıllardan itibaren varlığını hissettiren, 12 Eylül’le birlikte perde arkasında kalmaktan çıkartılan kontgerilla, artık kamuflaja gerek duyulmadan devletin üst düzeyinde yeniden örgütlendirildi. Bu durum anayasa ile adeta kurumaştırıldı.
Atatürkcülük adına yapılan bu türden köklü değişiklikler, cumhuriyet ve laiklik ilkelerinin yerine faşist diktatörlüğün ilkelerini koyarken, uygar ülkeler topluluğunun bir üyesi olma şiarı yerini, Amerikan mandacılığına bırakmıştı. Ortadoğu’da Suudi Arabistan, Ürdün, Basra Körfezi vb. ülkelerde her türlü gericiliğin ABD desteğinde yaşam bulduğu biliniyor. Ümmetçilik, islamcılık vb. çağdışı yönetimlerle yönetilen bu ülkelerin ayakta kalmasına hayranlık duyan cunta, ABD’nin bir dediğini iki etmemeye özen gösteriyordu. Atatürk’ün kurduğu CHP, Türk Dil Kurumu, Türk Tarih Kurumu gibi örgütlenmeler yine Atatürkcülük adına kapatılıyor, yazı ve söylevleri dahi yasaklanarak, Osmanlılık, tarikatcılık, islamcılık ön plana çıkarılıyordu. Abdülhamit dönemini aratacak cinsten bir itaatçılık, hafiyecilik kolgeziyordu. Öyle ki, sokakta gezme bile bir kurala bağlanmıştı; insanlar, “Türklüğün yüceliği ve doğruluğu” üzerine duyduğu her marşta ve her ezan sesinde sokak ortasında taştan heykel gibi durmak, gördükleri her subaya, her askere ve polise selam vererek hazır duruşa geçmek zorundaydılar. Cumhuriyet ile birlikte gelişmeye başlayan vatandaşlık kavramının yerini, ümmetçilik kavramı almıştı. Mezhep farklılıklarına bakılmaksızın cami yada mescit açılmayan köy neredeyse bırakılmadı. Yol, su, elektirik ve sağlık hizmetleri için kolunu dahi kıpırdatmayanlar arasında cami inşatı yarışı görülmedik boyut aldı. Cami inşatı, inşaat sektörünün neredeyse en büyük bölümünü oluşturmaya başladı. Alevi köylerine inadına görkemli camiler dikildi ve halk namaza zorlandı. Her mahalleye, köye ve her mezraya kuran kursları açıldı. Demeçler, Kurandan ayetlerle süslenerek verilmeye başlandı. Kısaca; yüzyılın son çeyreğinde en kapsamlı ve en örgütlü islamcı akım, bizzat Ordu, devlet eliyle geliştirildi. Tam anlamıyla zaten uygulanmayan laiklikten adım adım uzaklaşılarak, adeta şeriatçı devletin temel direkleri yükseltilmeye başlandı. Toplumu, ulusu kurtarma adına iktidara el koyanlar, toplumu, ulusu çağdışına itiklemek için en gerici yöntemleri egemen kılmanın savaşımını verdiler.
Başından beri belirttiğimiz bu çağdışı islamcı-faşist uygulamalarla cuntacılar, devlete kulluk ve kölelikte kusur etmeyen putlaştırılmış bir toplum yaratmak istediler. Üzerine ölü toprağı serpilmiş bir Tükiye’den yana çıkmayan, konuşmaktan ve düşünmekten yana direnmekte ısrar edenler ise, ya katledilerek ya da ağır hapis cezalarıyla her türlü baskı ve tehditlerle susturulmak istendi. Bu yöntem, susmak istemeyen sıradan vatandaştan bilim adamlarına, aydınlara kadar herkese uygulandı. Kurulan Yüksek Öğretim Kurumu, yüksek okul ve üniversitelerin başında demoklesin kılıcı oldu. Daha doğrusu, hemen her alanda Amerika Birleşik Devletleri’nin stratajik çıkarları için ne gerekiyorsa o yapıldı.
Her alanda estirilen korkunç terör ve baskıya rağmen, gerek içten, gerekse de uluslararası kamuoyundan gelen baskılar sonucu, 6 Kasım 1983’de genel seçimlere gidildi. Cuntacıların çizdiği sınırlar çerçevesinde MDP (Milliyetçi Demokrat Parti), ANAP (Ana Vatan Partisi), HP (Halkçı Parti) kuruldu. Kuruculardan milletvekili adaylarına kadar herkes generallerin onayı ile belirlendi. Bu partilerden hiçbiri de gerçek bir demokrasiyi hedeflemeyi amaç edinmedi. Çizilen çerçevede oluşturdukları proğramlarını, yine cuntanın insiyatifi altında uygulamakla yetinmeyi temel aldılar.
Eski MESS başkanı, 24 Ocak kararlarının baş mimarı Turgut Özal’ın kurduğu Ana Vatan Partisi, seçimlerden galip çıkan parti oldu. ANAP, ABD’nin de onay ve desteğini alan bir partiydi. Cuntacıların açıktan desteklediği, daha doğrusu, generallerin partisi MDP, yenilgiye uğradı. Bu seçimler de HP bile 30% oranında oy alabildi. Her şeye rağmen seçim sonuçları, emekçi yığınların cuntacılara karşı tepkisini göstermesi açısından çok önemliydi.
Yapılan genel seçimler sonucu bir meclis oluşturulmuştu ama, Milli Güvenlik Kurulu üyelerini de kapsayacak biçimde kurulmuş “Cumhurbaşkanlığı Konseyi” meclisten çıkacak her kararı onaylama yada veto etme yetkisine sahipti. Garnizon komutanlarına, valilere ve polise her türlü hareket serbestisi tanınmıştı. Askerlerden ve tarikat üyelerinden oluşturulan Devlet Güvenlik Mahkemeleri, sıkıyönetim mahkemelerinin yerine geçirilmişti. Heberleşmeden dolaşım özgürlüğüne kadar tüm kişisel ve toplumsal özgürlükler bunların denetimi altına alınmıştı. Basın-yayın, grev, toplu sözleşme vb.alanlarda özgürlüklerden bahsetmek seçimlerden sonra da olanaklı değildi.
Özal, ağırlıklı olarak Fredmancı ekonomik tedbirleri uygulamaya devam etti. ABD ve Avrupa ülkelerinde yapısal krizlerin yaşandığı dönemde Özalvari şok metodlarla Türkiye’nin krizden çıkması düşünülemezdi. Tükiye’ye “çağ atlatma” iddiasında olan Özal önderli- ğindeki ANAP, ortaya çıkardığı kara tablo ile çağdışılığı egemen kılmıştır. Öyle ki, 1987’ye gelindiğinde Özal bile yarattığı canavardan korkmuş, kaçışın arayışları içine girmiştir. Çağ atlama demogojisi, özünde kapkaçcılıkla holdingleşmeden başka bir şey değildi. Uygulanan ekonomik modelin sonuçlarına bir göz atıldığında, Türkiye’nin nerelere getirildiği biraz daha yakından görülecektir.
Özal iktidarı döneminde işsizlik dört kat daha artmış- tır. İş ve İşçi Bulma Kurumu kayıtlarına göre, ülke genelinde işsiz sayısı 86 yılı itibarıyla bir milyonun biraz üzerinde gösterilmektedir. Ama buna kargalar bile güler. Çünkü, gerçek işsiz sayısı 7-8 milyonun üzerindedir. Elbette bu sayıya, çalışıyor görünüp de çalıştığı işten geçimini yeterince sağlıyamayanlar dahil değildir. Kürt halkı üzerinde piyonlarla uygulanan korkunç baskı ve terör sonucu Batı’ya göç edenlerin sayısı bu dönemde neredeyse iki milyonu geçmektedir. Kaldı ki, Özal’ın istatistiklerle ne kadar oynadığını tartışmaya gerek bile yoktur. 50-60’lı yıllarda halledilmiş olan tüberküloz vb.salgın hastalıklar, düzensiz göçler ve artan işsizlik sonucu sağlıksız yaşam koşullarında yeniden başgöster- miş ve her geçen gün yaygınlaşmıştır.
Yine bu dönemde 40 kat arttırılan kiralar sonucu oturdukları dairelerini terkederek, bir gecekonduya bile taşınamayacak kadar yoksullaşan halk, İstanbul, Ankara, İzmir gibi büyük metrepol kentlerde tenekeden barakalar içinde yaşamaya itilmiştir. Öğretmen ve diğer birçok meslek gurubundan çoğu memurlar da kiralarını ödeyemez duruma düşürülmüş, ayakkabı boyacılığı, simit satıcılığı vb.ek işlerle geçinmek zorunda bırakılmışlardır. Ücretlilerin ve maaşlıların eline geçen para, 70’li yılların ortalarında alınan parayla aynı orandadır. Ya 62 kat artan kayıtlı fahişeliğe, üç kat artan intihar ve akıl hastalıklarına ne demeli? Ekonomik alanda yaratılan bu yoksullaşma, ahlaksal çöküşü de beraberinde getirmiştir. Bu öylesine bir çöküş ki, Brezilya ve Meksika başta olmak üzere Latin Amerika’nın birçok ülkelerinde olduğu gibi, çocuklar bile ekmek parasına satılmaya başlanmış, fahişeliğe zorlanmışlardır.
Özal iktidarı döneminde holdingler alabildiğince palazlanmıştır. Toplam nüfusun 10% oluşturan bir avuç zengin takımı, gayri safi milli gelirin yüzde 40,7’sini alırken, nüfusun 20% oluşturan en alt kesim yüzde 3,5 gibi gülünç bir pay almaktadır. Bu azgın bir sömürünün vardığı boyutları gösteriyor. Gayri safi milli gelirin bu derece adaletsiz dağıtımında Türkiye, dünyada sondan ikinci gelerek, rekor kırmaktadır. Bu tablo, 15 Ağustos 1984 provakasyonuna neden gerek görüldüğünü ortaya koyar.
Yine aynı yıllarda, Türkiye’yi, Avrupa’nın ‘tarım ambarı’ yapma iddiasının geçerliliğini hȃlȃ koruduğunu söylüyorlardı. Hemen her dönemde olduğu gibi Özal’da, küçük ve orta üreticilere, genel olarak köylülüğe refah, aydınlık dolu bir gelecek vereceğini söylüyor, ama bunun ancak 24 Ocak kararlarının uygulanmasıyla mümkün olacağının altını çiziyordu. Ama madalyonun öbür yüzü, yani uygulama bambaşkaydı. Tarımın milli gelirden aldığı pay, 1979’ da yüzde 24,33 iken, bu 1986’da yüzde 18,09’a inmişti. Ürün alımlarının desteklenmemesi, tarım girdilerine subvansiyon ayrılmaması veya girdilerin çok pahallı tutulması, tarımda verimliliği alabildiğine düşür- düğü gibi topraktan kopuşu da hızlandırdı. Bu durum en çok büyük toprak sahiplerinin işine yaradı. Şaşkın ve çaresiz küçük toprak sahibi köylüler, topraklarını hiç pahasına satarak büyük şehirlere göç etmek zorunda kaldılar. Ayrıca, tarım yapılan topraklardan dönüm başına elde edilen ürünün de azaldığını unutmamak gerekir. Dolayısıyla Türkiye “tahıl ambarı” olma yerine, dışarıdan tahıl ithal eder hale getirilmiştir.
Tarımda gelirler düşerken, sanayi alanında da herhangi bir atılım yapılamamıştı. 1980’den önce imalat sanayinin genel yatırımlar içindeki payı yüzde 30 iken, 1986’da bu oran yüzde 18,2’ye kadar düşebilmiştir. Zaten Türkiye sanayisinin içinde bulunduğu durum, özellikle dışa bağımlılık oranı dikkate alındığında, 24 Ocak kararları doğrultusunda uygulanan ekonomik politikayla sanayide büyüme sağlanamazdı. Oysa alınacak birçok tedbir bir yana, sadece hayali ihracatcı kesimlere sağlanan mali olanaklar tam kapasite ile çalışmayan veya kapanmış olan fabrikalara sunulmuş olsaydı, sanayi küçümsenmeyecek bir ivme kazanabilinirdi. Ama bunlar yapılmadı, tekrar başlanılan noktaya gelindi; bütçe açığı büyüdükçe büyüdü, dış borçlar 40 milyar dolara yaklaştı, enflasyon körüklendi, fiyatlar yükseldi. Sıkı para politikası adı altında, “kağıt parçası” politikası yaygınlaştırıldı. Rantçıların milli gelirden aldığı pay oranı yüzde 64’ü aştı. Öyle ki, rantçılık yatırımcılığın önüne geçirildi. Özellikle inşaat, arsa spekülasyonculuğu ve turizm alanlarında vurgunculuk akıl almaz boyutlara ulaştırıldı. Sanayi yatırımcılığı adeta riskli hale getirildi. Tüm bunlara ek olarak askeri harcamalara ayrılan yüksek meblağlarla ekonomi daha bir çıkmazın içine sürüklendi.
İşte 24 Ocak kararlarıyla sözümona serbest pazar politikasına geçişin yolaçtığı sonuç; zaten istikrarsız olan yapıdan daha yetkin bir istikrarsızlık üretmekten başka bir şey olmamıştır.
Ama tüm bunlar, sınırlı da olsa sivil bir hükümete geçişin emekçi yığınlar açısından anlamını hiçe sayma- mızı gerektirmez.
Dostları ilə paylaş: |