Yaklaşan Genel Seçimler Üzerine



Yüklə 2,07 Mb.
səhifə25/31
tarix07.01.2019
ölçüsü2,07 Mb.
#91581
1   ...   21   22   23   24   25   26   27   28   ...   31

İÇİNDEKİLER

 

İsmail Beşikçi’nin Kan Görme arzusu.....................2



 

Beşikçi Fenomeni Bir Burjuva Yutturmacasıdır........7

 

1960’lı Yıllar.....................................................11



Kürt Halkının İnkarı...........................................18

Sınıflar ve Siyasal eğilimleri................................25

 

Kürt İsyanları ve Özellikleri.................................40



 

12 Eylül Darbesi................................................47


Sivil Siyasal İktidara Geçiş ve

Apocu Provakasyonlar........................................57

 

Ekonomik ve Siyasal Uygulamalar........................72



 

Kürt Halkını Bitmiş Gösterme ve Aşağılama...........76

 

Beşikçi’nin İradi Zorlamaları.................................84



 

 

 



    İsmail Beşikçi’nin 27 Kasım 1998 yılında Serxwebun’ da yayımladığı kin ve nefret duygularını dile getiren yazısına karşı yanıt veren aşağıdaki makaleyi, Kasım 1998’de kaleme almıştım. Kısa olan bu makalede bir çok konuyu ele alıp irdeleme elbette olanaksızdı. Sadece duruşunun resmini çizmekle yetinmiştim. Makalemi, Beşikçi’nin ideolojik ve politik duruşunu biraz daha detaylandıran bu kitabıma önsöz yerine eklemeyi uygun gördüm. Kürdü Kürde kırdıran terörün yanında niçin ve nasıl yer aldığını tüm açıklığıyla ortaya koymak gerekir. İttihat ve Terakki’ci görüş ve düşünceleri en sinsi yöntemlerle savunarak, halklar arasında kin ve nefreti yaygınlaştırmaya çalışmanın kimlere hizmet ettiği açıkça ortadadır.

 

 



İSMAİL BEŞİKÇİ’NİN KAN GÖRME ARZUSU

 

 



    Uzun uzadıya bu bayın hayat hikayesini kaleme alacak değilim. Sadece 27 kasım 1998’de Serxwebun’da yayımlanan kin ve nefret dolu bir makalesine kısaca değinmekle yetineceğim.

    Bu bay kendini o kadar meşhur görüyor ki, ne yere, ne göğe sığası gelmiyor. Dağları, tepeleri ‘ben yarattım’ diyor. Bu nedenle arkasına almış korumalarını, abasını atmış omuzlarına, eline sıkıştırılmış bastonuyla sokakları, caddeleri vs. şakşakçılarına dağıtıyor. Ama her şeyin ‘güzelini’ ve ‘değerlisini’ de adına kaydettiriyor. Hem ‘Kral’ hem ‘Tapu Sicil Memuru’ ‘benimdir’ diyor. Tarafından keskinleştirilmiş bu ve benzeri ünvanların adamı olduğu artık herkesçe bilinmektedir. Daracık dünyasında kurduğu ve yaşadığı, aynı zamanda malum odaklarca koruma altında tutulan tek kişilik ‘ülkesi’ ne kadar süre daha yaşar bilemiyorum. Ama unutmasın ki, bayın kurduğu küçük hayali dünyanın dışında yaşanılan kocaman bir gerçek dünya vardır.

    Zaman zaman da küçücük ‘ülkesi’yle yetinmeyip ve kendine atfettiği ayrıcalıkları az bularak ona buna saldırmaya kalkışmakta. Bu cesareti gösterirken de malum dayıları tarafından dürtüklendiğini inkâr etmemekte. Bilinen odakların emir komutası altında tasnifler yapmanın ve bunu da gizlemenin kolay olmadığını söylemeye gerek yok.

    Bağlandığı karanlık güçler tarafindan çakar-almaz namluya sürülmüş mermi misali hedeflere yönelip duruyor. Kime, niçin, neden yöneldiğinin bilincinde. Bu nedenle de zaman zaman masum rolü oynamaya kalkışarak yüklendiği görevi örtülemeye çalışmakta. Evet, bunlar keskinleşmiş, keskinleştirilmiş tespitlerdir. Bu tespitlere karşı çıkacağını hiç sanmıyorum. Zaten tercihlerini baştan beri bu yönde kullanmıştır.

    Bay Beşikçi ‘ünlü oldum’ diyor. Ne zaman, nasıl ve neye göre ‘ünlü’ olduğunu ise belirtmiyor. Niçin ve neden ‘ünlü’ olduğuna bir türlü açıklık getiremiyor. Temcit pilavı gibi ikide bir öne sürdüğü ‘yattım’, ‘uzun yıllar yattım’ söylemiyle yetinmekte. Yattığı doğrudur da, kim adına ve niçin yattığı önemlidir. Yatışlarına her seferinde vurgu yapması aslında nasıl kullanıldığının kesinleşmiş bir başka ispatıdır. Bu noktada Aziz Nesin’in, sadece edebiyatta değil, siyasi alanda da ne kadar ileri görüşlü olduğunu bir kez daha anmadan geçemiyeceğim.

   Beşikçi’nin durduğu zemin görünenden daha da beterdir. Sosyolog ve bilim adamı oduğunu iddia eden Beşikçi’nin bugüne kadar, bırakın uluslararasında geçerli olan, Türkiye’de dahi geçerli olabilecek tek bir araştırma ve  incelemesi yoktur. Elbette Avrupa ülkelerinde olduğu gibi Türkiye’de de sosyolog olarak önplana çıkma, uluslararası alanda kabul görecek eserler ortaya çıkarma zordur. Bay bunun bilincindedir. O zaman geriye isminden bahsettirmenin, çok gerilerde olduğu halde önplanda olduğunu göstermenin bir yolu kalmakta; meydanlarda takla atarak cambazlıklarda bulunarak karanlık güçlerin elinde ince elekten geçirilmiş strateji ve taktiğin sözcülüğünü yapmak.

    Bu derece keskinleşmiş tespitlerde bulunurken, elbette bahsettiğim bayın, kendinden başka kimsenin, hiçbir bilim çevresinin iddia etmediği, doğrulamadığı ve doğrulayamayacağı‘araştırma ve incelemeri’nden hareket ettiğimi söylemeliyim.

    Bay İsmail, bahsettiğim güçlerin borazancılığını yaparken, hıncını, daha doğrusu, bilimsel verileri temel alarak hareket edememe beceriksizliğini ona buna saldırarak, gereksiz kin ve nefret duygularını etrafa saçarak örtbas etme çabası içinde. Tek telli olma o kadar kaygı uyandıracak bir durum değildir; önemli olan tek telden harikalar yaratma becerisidir. Tek teli çalmasını bilmeyen çok telliyi hiç çalamaz. Ama bay Beşikçi, bunca yıldır bırakın çoktelliye geçişi, tektelliyi bile çalmasını öğrenemedi. Ömrünü tek teli dangır-dungur ettirmekle geçiren Beşikçi, bunca uğraşına karşı bir nağme seslendiremedi. Tezeneyi hâlâ parmaklarının arasına bağlıyarak tutturuyorlar. Bu derece açığa çıkmış beceriksizliği örtülemenin olanağı yoktur.

    Ama kabul etmek gerekir ki, hocası çok sabırlı, arka vagona hapsedilmiş Beşikçi’nin çıkardığı gürültüden hiç rahatsız değil. Herkes gürültünün nereden geldiğini tespit etme gayreti içindeyken, hocası lokomotifi istediği yöne rahatça sürüyor.

    Bu arada asistan Beşikçi parmaklarını tek tel üzerinde gezdirirken, birden ‘Buldum’ diye ortalıkta takla atmaya başlıyor. Onlarca yıl sonra da olsa hocasından kopya yapmayı nihayet akıl erdirebilmiş!...

    Beşikçi ‘buluşunu!’ açıklıyor: ’Duyduk duymadık demeyin ey ahaliiii... Çetin Güngör, Resul Altınok ve de Baki Karer ‘MUHBİRDİİİİİR!..’ ‘Çetin Güngör ve Resul Altınok öldürüldüler, oh oldu, yakında Baki Karer’in ve daha nicelerinin de öldürüldüğünü size müjdeleyivereceğim...’ ‘Öldürün, öldürün, daha çok ceset ve kan görmek istiyorum’ diye bağırıp durmakta. ‘İki-üçbinler yetmez, onbinlerin kurşuna dizilmesini istiyorum’ diye sağa sola buyruklar gönderip duruyor. Sadece sokak çığırtkanlığıyla da yetinmemekte; devrimcilere karşı kahpece sıkılan kurşun haberleri geldikçe sevinçten dört köşe olmakta; çılgınlaşmakta, her geçen gün daha bir saldırganlaşmakta.Tüm enerjisini katledilenleri ve katledilmeleri için buyruk verilenlerin tasnifini yapmaya sarfettiğini bağırıp durmakta. Yıllar boyu tek telliyi dangur-dungur ettirmenin verdiği pisikolojik bozukluğun ulaştığı son aşama budur. Özgür, bağımsız düşünerek değerler yaratma becerisi olmayanların varacağı nokta budur. İşte bay Beşikçi böylesi noktaların simgesidir.

    Beşikçi’nin böylesine çılgınca sergilediği davranış biçimini biraz daha irdelemekte yarar var: Bilindiği gibi ırkçılık modern toplumlarda, yani sanayi toplumuna geçişle birlikte ortaya çıkmış ruhsal bir bozukluktur. Bu ruhsal bozukluğun altında yatan nedenleri araştırmak ve ortaya çıkarmak daha çok psikologların görevidir. Beşikçi çok soy-sop, köken sorunuyla ilgilenmesinden olacak ya da aidiyet ilişkileri içinden çıkamamanın getirdiği çözümsüzlükler sonucu bir çok ırkçı davranış biçimleri göstermeye başlamıştır. Bu davranış biçimlerinden biri de, nefret ve intikam duygularıdır. Nefret ve intikam duyguları da ‘temiz’, ‘saf kan’ ulus yaratma çabaları kadar tehlikelidir. Beşikçi ortaya çıkardığını iddia ettiği projelerine ve bu projeleri doğrultusunda dillendirdiği düşünce kalıplarına karşı aykırı davrananları, daha doğrusu farklı düşünce ileri sürenleri hemen, hiç zaman kaybetmeden ‘Hain’ olarak ilan etmekle kin ve nefretini fütursuzca açığa vurmakta. Ama biliyoruz ki, kin ve nefret duygularıyla hareket edenler, aykırı sesleri, yani farklı düşünce ileri sürenleri sadece ‘Hain’ ilan etmekle yetinmemektedir. ‘Hain’ ilan etme sadece birinci adımdır. Arkasından gelecek ikinci adım, malum ‘katledin’ buyruğudur. Çünkü en ‘doğru’ düşünce kendisine aittir ve bir başkasının doğru düşünce ileri sürmesi ‘olanaksız’dır. İşte bu nedenle Beşikçi, işe önce tasnifle başlamakta ve sonrasında beklenen buyruğunu vermekte;

    1-‘Şahadet şerbeti’ içirilenler;yani kafalarına kurşun sıkılarak ve sıktırılarak kahraman ilan edilenler.

    2-‘Hainler’ ya da ‘zındıklar’; aykırı, farklı düşünce ileri sürdükleri tespit edilmiş olanlar. Yani verilen mahkumiyet sonucu gaz odalarına gönderilenler ve gazlanmak için sırada bekleyenlerdir.

    3-‘Zındık’ ilan edilmek ya da ‘şahadet şerbeti’ içirilmek için sırada bekletilenler. Daha açık bir ifadeyle, kuyrukta bekledikleri için henüz hangi katagoriye alınacakları keskinleştirilmemiş olanlar. Vagondan henüz indirilenler de diyebiliriz bunlara.

    İşte böylesi tasnif ve tetkiklerinden sonra ‘keskinleşmiş’ sonuçlara ulaşan bay Beşikçi, tekmil vermek için gönül rahatlığıyla şefinin huzuruna çıkmaya hazır olduğunu ispatlamış oluyor. Huzurda eline bir tokmak veriliyor ve boynuna paslı bir teneke takılıyor övünç madalyası olarak.

    Beşikçi, eline tutuşturulan tokmağı boynuna taktığı paslanmış tenekeye vurmaya devam etsin, çıkan paslar sonuçta zehiri olacaktır.

KASIM 1998

BAKI KARER

 

 



 

 

 



 

 

 



BEŞİKÇİ FENOMENİ BİR BUJUVA YUTTURMACASDIR

 

 



    İsmail Beşikçi’nin yazılarını hemen her gün bir çok internet sayfasında okumak mümkün. Yaptığı röportajları ve her biri bir öncekinin tekrarı olan makalelerini kitap haline getirip yayınlama da cabası. Ama kimse, İsmail Beşikçi gerçekten doğruları mı dile getiriyor diyerek sorgulamıyor. Sosyolojik araştırmalar adına yayınladığı makalelerde ve kitaplarda neleri nasıl dillendirdiği tartışma konusu yapılmıyor. Dillendirdiği çoğu konular günlük yaşamın içinde kaybolup gitmekte. Zaman zaman bazı çevrelerce ve kişilerce eleştirilse de, bu eleştiriler her nedense hakettikleri yankıyı bulamamakta. Elbette bunun nedenleri olmalı. Bana kalırsa, bunun bir nedeni, Beşikçi’nin artık olağan, bilinen görüşlerini sürekli tekrarlamasının, etki alanına almaya çalıştığı kesimde yeterince bezginlik yaratmasından kaynaklanmakta. Bir diğer neden de, araştırma ve incelemeye dayanmayan, daha doğrusu bilimsel temellerden uzak görüşlerinin sınırlı bir çevreyi dahi etkilemekten uzak oluşu bilindiğinden, muhatap alındığında meşrulaşacağı kaygısı.

Bir de, sağlıklı tartışma ve eleştiri ortamının hakim duruma gelmesinin önünü kapatmaya çalışan bir çevre var. Bunlar, ‘Beşikçi ne söylerse doğru söyler’ diyen bir kesim. Bilinen bu çevre, Beşikçi’nin, “Kürt” ve “Kürdistan” demesini yeterli görmekte. İleri sürdüğü her görüşü, düşünceyi ‘ideoloğumuzdur’ diyerek yanlışlarıyla, doğrularıyla eleştirisiz kabul etmekteler. İttihat ve Terakki’nin ince elekten geçirilmiş düşüncelerinin topluma şırınga edilmesi onları hiç ilgilendirmiyor. Bunlar, aynı zamanda, görünürde, İttihat ve Terakki’ye karşı olduklarını iddia ederler. Bunun nasıl bir karşıtlık olduğu başlıbaşına irdelenmesi gereken bir konudur.

    Malum olduğu üzere Beşikçi, Kürt sorunu üzerine bolca makaleler kaleme almakta, daha sonra bu makaleleri kitaplaştırarak yayınlamakta. Böylece kitaplarının sayısı sanıyorum 25-30’u bulmuş. Ama hangi kitabı okunursa okunsun, bütün kitapları tek bir temayı işlemektedir. Aynı zamanda her kitabı neredeyse birbirine benzer cümlelerden oluşmakta. Beşikçi’nin yazıları, bir gazete ya da ajans hesabına çalışan işgüzar bir muhabirin oturduğu masa başından hiç görmediği, şahit olmadığı bir olay üzerine kaleme aldığı haber metninin dayanılmaz hafifliğidir.

 

***



    Eleştirilerde bulunurken, Beşikçi’nin bir sosyolog; burjuva dünya görüşünü özümsemiş ve içselleştirmiş bir burjuva sosyoloğu olduğunu her zaman gözönünde bulun duracağım. Ama bu arada, Beşikçi’nin farklı özelliklerine de değinmekten geçemeyeceğim. Burjuva ideologları burjuva ideolojisini savunurken apaçık kimliğiyle ortaya çıkmışlardır ve çıkmaktadırlar. Dile getirdikleri düşüncelerini örtüleme, birtakım kılıflar altında gizleme ihtiyacı görmemişlerdir, görmezler de. Beşikçi’nin farklılığı; utangaç, çekingen olması, yani düşüncelerini apaçık ortaya koyma cesaretini gösterememesidir. Burjuvazinin birtakım uygulamalarına karşı çıkıyormuş gibi davranıp, sonuçta burjuva sistemini meşru gösteren zikzaklı bir yol izler. Bu da son tahlilde bir İttihat ve Terakki kültürüdür, statükoyu meşru gören bir anlayıştır. Bu nedenledir ki, yaşamının hiçbir döneminde bilimsel dünya görüşünü temel almamış, yani diyalektik materyalist düşünceye her zaman yabancı kalmış biridir. Ben de eleştirilerde bulunurken durduğu bu zemini dikkate alacağım. Eleştirilerimde çok fazla kaynağa başvurmayı gerekli görmüyorum. Bazı kitaplarında ve sonradan kitaplaştırdığı birkaç makalesinde ileri sürdüğü düşüncelerden hareket edeceğim. Daha çokta tüm bir dünya görüşünü, dolayısıyla durduğu zemini çok iyi ifade eden 27 Kasım 1998’de Serxwebun’da kaleme aldığı makaleyi temel alacağım. Burjuva sosyoloğu da olsa etik ve moral değerlerinin nasıl ayaklar altına alındığını gösteren bir makale olduğu için temel alacağım. Yani bu makale, bilim adamı olduğunu iddia eden Beşikçi’nin, aynı zamanda etik, moral değerlerini de açığa çıkarmakta.

    Beşikçi için ‘Bilim adamı olduğunu iddia eden biri’ dediğimde, bazı çevrelerden ve kişilerden, ‘Hayır, O bir bilim adamıdır’ yönlü tepkiler alıyorum. Bu tepkileri önümüzdeki süreçte de alacağımı bilmekteyim. Ama bu yönlü karşı çıkışları hiçte ciddiye almadığımı ve almayacağımı bir kez daha belirtmeliyim. Nedeni benim için gayet basittir.

    İsmail Beşikçi ile kişisel hiç bir sorunum yoktur, ama onun benimle kişisel sorunları varsa orasını bilemem. Beşikçi ile hiç tanışmadım. O beni nereden tanıyor, bilemiyorum. Yazılarımı okuyup okumadığını, düşüncelerim hakkında bir bilgisi olup olmadığını da bilmiyorum. Ayrıca, çok iyi biliyorum ki, Resul Altınok ve Çetin Güngör’ün de bu kişiyle bir tanışıklığı yok. Ama bu zat, hem başsavcı, hem de gıyabta karar veren başyargıç rolüne kendini o kadar alıştırmış ki, karşısında duran herkes için kalem kırıyor. Arkadaşlarım Resul Altınok, Çetin Güngör ve hakkımda baş savcıların kaleme aldığı türden iddianame yazarken hangi kaynaklardan yararlandığı konusunda hiçbir bilgim yok. Çünkü ne iddianamesini hazırlarken, ne de yargı kararını açıklarken hangi delillere dayandığını açıklamamış. Kelle avcılığına çıkmış böylesi bir ‘savcının’ ve ‘başyargıç’ın iddia ve kararları beni hiç ilgilendirmiyor.

     Benim sorunum Beşikçi’nin savunduğu ideoloji ve durduğu politik zemindir. ‘Bilim adamı değildir’ diyorum ve bu çizginin, anlayışın savunucuyum. Kaldı ki, bu salt Beşikçi’yi ilgilendiren bir sorun değil. Her ne kadar bazı çevrelerce halen tartışılıyor olsa da, sosyoloji bir bilim dalı değildir ve bu noktadan hareketle, Beşikçi’ye bilim adamı denilemez. Sosyoloji burjuvazinin tüm kötülüklerini, gericiliklerini gizlemek için bilimsel sosyalimin karşısına çıkarılmış bir ideolojidir. Derebeyliklerle ittifak halinde iktidara gelmiş korkak burjuvazinin ideolojisidir.

    Ayrıca, bazılarının söylediği gibi ideolog olup olmadığı da tartışma konusudur. Bu güne kadar savunduğu metafizik sosyoloji alanında yorumlarıyla da olsa herhangi bir yenilik getirdiğine şahit olmadık. Temsil ettiği ideolojik alanda Kürtlerin reenkarnasyona uğrama tespiti ise, onun bir ideolog olduğunu göstermez. Ayrıca bu, yeni bir ‘buluş’ ya da ‘katkı’ değildir. Kürtleri için ‘Meftun’ tanımlaması ve bahsettiği ‘siyasal önder’in kaburgasından ‘Türeme Kürt halkı’ tespitleri de Beşikçi’ ye ait değildir. Kaldı ki bu alan, Beşikçi’yi değil, bildiğim kadarıyla teologları ilgilendiren bir alandır. Takipcisi olduğu Agust Comte çizgisine yeni bir aşama katettirdiğini, bir şeyler kattığını iddia edemez. Bu anlamda, Beşikçi, olsa olsa ideolojik alanda pozitivizmin basit bir propagandacısı, müridi olabilir. Siyasal alanda ise, İngiliz emperyalizminin ince elekten geçirilmiş politikalarının Türkiye’deki savunucusu durumundadır. Yani İttihat ve Terakki’nin İngiliz yanlısı mandacı kanadının son takipçilerindendir.

    Savunduğu metafizik görüşlerin yaygınlaşması için çaba yürüten Beşikçi’yi, ortaya çıktığı koşullardan bağımsız ele alamayız. 1960’larda ortaya çıkmasını tesadüflere bağlayamayız. Bu nedenle görüşlerinin eleştirisine geçmeden önce, ortaya çıktığı koşullara ve bu koşulların özelliklerine kısa da olsa değinmekte yarar var.

 

1960’LI YILLAR

 

    1960’lı yıllara gelindiğinde Türkiye’de egemen güçler arasındaki çıkar çelişkilerinin giderek derinleştiğini görüyoruz. Gelişen kapitalizme bağlı olarak küçük burjuvazi de çıkarlarını daha aktif dile getirmeye yöneldi. Sanayide ve tarım alanında işçi sınıfı geçmişe oranla daha fazla yoğunlaştı. Köylülükte ciddi ayrışmalar kendini gösterdi. Egemen güçler arasında ise, tek başına devlet yönetimine egemen olma savaşı kızışmaya başladı. İşte, 27 Mayıs 1960 darbesi, bu savaşımın sonucu olarak ortaya çıktı.



    Bu darbe, daha özgür koşullarda gelişmek isteyen sanayi burjuvazisi ile iktidarda etkisi zayıflayan bürok- rasinin ve küçük-burjuvazinin ticaret ve komprador burjuvaziye karşı geliştirdiği bir tepki hareketidir. Gelişen kapitalizm koşullarında bir kenara sıkışmaktan korkan ordu ise, hem siyasal alandaki gücünü eski konuma getirmek, hem de gelişmeye başlayan serbest pazar ilişkileri içinde istediği yeri alabilmek için sürece müdahale etmiştir. Bu nedenle Demokrat Parti döneminde kısmi de olsa saf dışı bırakılma çabalarına tepki duymuştur.

    Bu yıllarda bürokrasinin tutumu birçoklarınca ilginç bulunabilir. Bürokrasi daha çok devlet olanaklarını kulla- narak geliştirdiği burjuvazinin kendi insiyatifi dışında güçlenmesini kabul etmeye yanaşmamaktadır. Gelişmenin her aşamasında supap rolü oynamayı sürdürmek istemektedir. Burjuvazi de bürokrasinin sağladığı olanaklarla palazlandığı için bürokrasiye karşı tam bir tavır alamamakta, arayı açmamaya özen göstermektedir. Bu iki kesim arasında böylesi bir bağlılık hem uyumu hem de birbirlerine zıt olmayı getirmekte. Bu güçler birbir- leriyle çıkar çatışması içinde olmalarına rağmen, 27 Mayıs’ın birçok alanda getirdiği olumlu yeniliklerin; demokratik hak ve özgürlüklerde oldukça ileri sayılacak gelişmelerin yanında tavır almışlardır.

    Yeni yönetim, toprak reformu dahil bazı reformlara el atılmışsa da ciddi bir sonuca ulaşılamamıştır. Zaten gele- neksel dinci tüccar-eşraf ile arasını pek fazla açmamış, sürekli bir çatışma içine girmekten kaçınmıştır. Ordu, özellikle Demokrat Parti iktidarı döneminde azalan etkisine güç kazandırmış, Milli Güvenlik Kurulu aracılığıyla devlet yönetimindeki söz sahipliğini yeniden sağlama bağlamıştır. Buna rağmen, aradan fazla bir zaman geçmeden, Demokrat Parti’nin devamı niteliğinde olan Adalet Partisi’nin iktidara gelmesini önleyememiştir. Bu bir anlamda 27 Mayıs hareketinin daha çok kırsal kesim tarafından benimsenmediğini gösteriyordu. Dolayısıyla Cumhuriyet Halk Parti’sinin katı bürokratik kurallarına ve baskılarına karşı bir tepkiyi ifade ediyordu. Bu duruma yolaçan nedenlerin başında, Demokrat Parti’nin Anadolu’da yenileşme hareketine karşı tepki içinde olan İslamcı kesimi adeta yeniden canlandırmasının yanısıra, yol ve arazi vergilerini kaldırması, ürün taban fiyatlarını yüksek tutması ve önemli ölçüde jandarma dipçiğini azaltması geliyordu.

    1960’lı yıllar özel sanayi girişimciliğinin ağırlık kazandığı yıllar olmuştur. Türkiye’de burjuvazinin doğu- şu, gelişme koşulları ve ister istemez anlayışı Batı Avrupa’dan çok farklı olduğu için korkak ve ürkektir. Girişimci değil, pasiftir. Bu nedenle fazla riskli olmayan, büyük kârların her an nakite çevrilebileceği alanlara yönelmiştir. Konut yapımı ve arsa spekülatörlüğü bu yıllarda da ağırlıktadır. Az bir sermaye ile kolay, güvenilir yoldan kâr edilmektedir. Aynı yaklaşım kendini sanayide de göstermektedir. Basit ve kısa yoldan sanayicilik yapılmıştır. İthalatçılığın ve komisyonculuğun ağır bastığı montaj sanayicilik önplana çıkarılmıştır. Çünkü gelişmiş tekniğe ihtiyaç duymadan, yine fazla beyin gücü bulundurmadan az bir sermaye ile kısa zamanda zengin olma hedeflenmektedir. Çizilen çerçeve bu olunca, ne içte ne de dışta kıyasıya bir rekabet yürütme gereksinimi duyulmamıştır. Genellikle yabancı sermaye ortaklı bu sanayiler, doğal olarak makinadan teçhizata, teknik bilgiden mamul maddeye kadar her şeyi dışardan alıp yüksek fiyatlarla pazara sürmüşlerdir. Böylece kazanç yabancı sermaye ile bölüşülmüştür. Bu durum, aynı zamanda, ilerki yıllarda Türkiye’nin yetmiş sentlik dövize ihtiyacının da bir tablosudur. Belirli sahalarda geliştirilen montajcılıkla Türk burjuvazisi belli bir sermaye gücüne ulaşmışsa da, gelişmiş ülkelerdeki sanayi ve sermaye gücü ile karşılaştırılmayacak kadar cüce konumdadır. Resmiyette olmamasına karşın, Düyun-u Umumiye dayatmalarına bu dönemde de boyun eğilmiştir.

    Türkiye bu yıllarda yine de bir tarım ülkesidir. Tarım alanında yaşanılanlar, ne yazık ki sanayi alanında yaşanılanlardan daha acıdır. Tüm iddialara, daha doğrusu ısrarlı girişimlere karşın “Avrupa’nın tarım ambarı” olmanın çok uzağındadır. Yapay temelde ortaya çıkan metropollere karşın, toprak reformu yönünde ciddi hiçbir adım atılmamıştır. Büyük toprak ağalarının tarımda makinalaşmaya yönelmesi az topraklı ve topraksız köylüleri metropol kentlere göçe zorlamıştır. İşlenebilir toprağın önemli kesiminde ise küçük üreticilik hakimdir. Yani toprağın aşırı ölçüde bölünmüşlüğünden ötürü yeterli ürün alınamamaktadır, alınan ürünler de sanayileşmiş ülke standartlarının çok altındadır. 1960’lı yıllarda malzeme ve gübre kullanımında artış olmasına karşın, üretimde bir artıştan bahsedilemez.

    Tarımın içinde bulunduğu bu durum yoğunlaşan gizli işsizliğin kaynağı olurken, sayıları her geçen gün artan bir tefeci kesimin türemesine neden olmuştur. Büyük ölçüde pazar ilişkilerinin dışında tutulan, adil gelir dağılımından yoksun bırakılan köylüler, devlet desteğindeki tefeciler tarafından insafsızca sömürülmüştür. Osmanlı dönemindeki tefecilik yeniden hortlatılarak köylülüğün beli kırılmıştır. Kısaca sanayide yaşanan karmaşa fazlasıyla tarım alanında da yaşanmış,

    Sanayi ve tarımdaki bu oluşumlar toplumsal hareket- liliği birlikte getirmiş, devrimci demokratik mücadele toplumun çeşitli katmanlarını kucaklayıp büyümüştür. Sınıf bilinci gelişen işçi sınıfı sendikal örgütlenmesini güçlendirerek grevler ve protestolar yoluyla iktidar mücadelesinde yeni bir güç olduğunu göstermiştir. Geçmiş yıllara oranla köylülük, bu yıllardaki kadar mücadeleci bir konuma gelmemiştir. İşçi sınıfı artık kendisinin yanında yer alan güçlü bir müttefikle birlikteydi. Mücadeledeki bu yakınlaşma aydınları da etkilemiş, ağır baskı koşullarında içine düştükleri vurdumduymazlıktan sıyrılmalarını, kendilerinden beklenen sorumlulukla mücadeleye yaklaşımlarını sağlamıştır. Gençlik ise bu mücadelenin en hareketli ve korkusuz savaşçısı durumundadır. 68 başkaldırısı bunun en güzel örneğidir. Kısaca işçi sınıfı açısından bu yıllar, diğer emekçi kesimlerin desteğinde sesini güçlü biçimde duyurduğu yıllar olmuştur. Artık mücadelesinde yalnız değildir

    60’lı yıllardan bahsedilirken, bazıları Doğu’nun adeta uyuduğunu, Batı’nın da çok hareketli olduğunu iddia eder. Doğu’yu uyuyan bir bölge olarak gösterme resmi ideolojinin uydurmasıdır. Çünkü bir çok uygulamalarına haklılık kazandırmanın adeta zeminini teşkil eder. Ayrıca bu iddia rejimin inkâr politikasının çok sinsice örtülenmesini ifade eder. Sosyal yapının gelişmişlik düzleminde ele alırsak Doğu ile Batı arasında çok ciddi farklılıkların olduğu doğrudur. Batı’da çok öncelerden feodal sistem dağılmışken, Doğu bu yıllarda da feodal sistemin kıskacındadır. Ama siyasal hareketlilik anlamında kırklı’lı, ellili yıllarda Batı ne kadar uyuyorsa Doğu da o kadar uyuyor. 60’lı yıllarda Batı ne kadar hareketli ise Doğu da o kadar hareketlidir. Yani bu yıllarda en az Batı kadar Doğu da devrimci kavganın içinde aktif olarak yerini almıştır. Doğu’nun devrimci uyanışının bir başka özelliği daha vardır; egemen güçlerin şiddet politikasıyla yaygınlaştırmak istedikleri faşist ideoloji ve şövenizme panzehir oluşudur. Doğu’da düzene karşı çıkış, egemen güçlerin sarfettiği uyutma çabalarına karşı verilen en iyi cevaptı. Bu seferki birlikteliğin geçmişten farklı özelliği, devrimci temellerde yükselmiş olmasıydı. Bu değişimde Devrimci Doğu Kültür Ocakları’nın rolü çok büyüktür.

   Bu dönemde işçinin, köylünün, gençliğin, ezilen, sömürülen tüm emekçi yığınların demokratik hak ve özgürlükler için uyanışında ve mücadeleye atılmasında, Türkiye İşçi Partisi’nin öncülüğü ve Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu’nun rolü tartışılmaz bir gerçektir.

    Aynı yılların Avrupa’da da devrimci demokratik mücadelenin yeni boyutlar kazandığı, kitlelerin sola ve sosyalizme kaydığı yıllar olduğunu ve bunların Türkiye’ ye olan etkisini de gözardı etmemek gerekir.

    İşçi sınıfı ve emekçiler cephesinde bunlar yaşanırken, sermaye cephesi de boş durmamaktaydı. Kapitalizmin gelişmesi, egemen güçler arasında ayrışmayı derinleştirmişti. Sermayenin büyük bir kesimi küçük bir azınlığın elinde toplanmaya başlamıştı. 1960’yılların sonuna gelindiğinde artık tekelleşmeye yönelmiş bir burjuvaziden bahsedilebilinirdi. Bunlar sermaye ve iktidarını koruyabilmek için devrimci demokrat kesimlere karşı en sert tedbirlerin alınmasından yanaydı. 1960 Anayasasının getirdiği kısmi demokratik hak ve özgürlükleri fazla görmeye ve kısıtlamaya yönelik çabalarını arttırmaya başlamışlardı. Hatta burjuvazinin bir kanadı bu yıllarda sadece ordu ve polis güçlerini yeterli görmeyerek, yedek güç olarak MHP’yi örgütleyip aktif bir biçimde devreye koymuştu. Bu yapay, adeta zoraki yaratılan, kendine güveni olmayan bir burjuvazinin sıkıştığı noktada başvurabileceği çılgınlıkları göstermesi açısından önem- liydi. Yine, ordu içinden çıkmış bir subay tarafından böyle bir örgütlenmenin gerçekleştirilmesi de bir o kadar ilginçti.

    Görüleceği üzere bilimsel sosyalizmin en fazla tartışıldığı, sosyalist düşüncenin en fazla yaygınlık kazanmaya başladığı, yani işçi sınıfı mücadelesinin bilimsel temellerde yükseldiği bir dönemde İsmail Beşikçi ortaya çıkmakta ve metafizik düşüncenin yaygınlaşması için çaba yürütmektedir. Nasıl ki, Prens Sabahittin’i ve Ziya Gölkap’ı ortaya çıktıkları dönemden bağımsız ele alamıyorsak, Gölkap’ın ardıcılı olan İsmail Beşikçi’yi de 1960’ların sınıf mücadelesinden bağımsız ele alamayız. İdeolojik alanda pozitivizmle bütünleşmiş İsmail Beşikçi, siyasal alanda da İttihat ve Terakki’yi temsil eder.

    İsmail Beşikçi’nin 60’lı yıllardan itibaren verdiği uğra- şı özetleyecek olursak; Özne-nesne ilişkisinde insanı özne olarak görmeyen kaderci bir anlayıştan hareketle, toplumsal yapıdaki değişimleri, dönüşümleri yadsıma, felsefi ve ideolojik anlayışının bir gereğidir.

    Burjuva düzenini meşru gördüğü zaten bir sır değil. Reformist çıkışlarla mevcut burjuva sisteminin dayandığı temelleri sağlamlaştırma yönündeki çabalarını pozitif düşüncesinin bir gereği olarak ele almak gerekir. Toplumsal yapıdaki antagonizmalara arkasını dönen bir ütopistden başka bir şey değildir.

    Burjuva-milliyetçi bir yörüngede, daha doğrusu etnikeye dayalı ulus-devlet çözümlemeleri, ister istemez farklı kimlikleri, halkları inkârı içerdiğini görmeyecek kadar hiç kimse kör olamaz.

    Yukarıda değindiğim ulus-devlet çözümlemesinden hareketle, halklar arası savaş kışkırtıcılığı yaptığını görmemek mümkün değil. Özgürlük ve demokrasinin karşısına dil ve ırk argümanlarını yerleştirdiğine dair düşüncelere hemen her makalesinde rastlamak pek tesadüf olmasa gerek.

    Ayrıca, Emperyalist güçlere duyduğu hayranlık bir tarafa, emperyalizmin ‘meşru’, ‘iyiliksever’ olduğu yönünde propaganda ve ajitasyon yapmadığını kimse iddia edemez.

    Yurttaş özne olarak kabul edilmediği sürece, böylesi sonuçlara varma kaçınılmazdır. Çünkü özne olmayı salt kimlikle sınırlandırmaktadır. Aslında ulus-devlet anlayışı bir anlamda eski Yunan’da şehir-devlet anlayışıdır. Yani ‘erdemliler’den oluşmuş devlet anlayışı vardır. Aradaki fark, ‘erdemliler’e kimlik vermeden ibarettir. Bu nedenle önderine bolca övgüler dizer.

    Bunlar ve benzeri daha bir çok görüş ve düşüncelerine, bahsettiğim yazısından da örnekler vererek, eleştirilerde bulunacağım. Üzerine giydiği taklit marka gömleği çıkartıp olduğu gibi görünmesini sağlamaya çalışacağım.

 

 



 

 

 



Yüklə 2,07 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   21   22   23   24   25   26   27   28   ...   31




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin