Yaklaşan Genel Seçimler Üzerine


III-    PKK BİR PROVOKASYON HAREKETİDİR



Yüklə 2,07 Mb.
səhifə21/31
tarix07.01.2019
ölçüsü2,07 Mb.
#91581
1   ...   17   18   19   20   21   22   23   24   ...   31
III-    PKK BİR PROVOKASYON HAREKETİDİR

        

                      1- PROVOKASYONLARIN İDEOLOJİK KAMUFLAJI

                      2- PROVOKASYONLARA HAZIR BİR ÖRGÜTSEL

                          YAPI                                                    

                      3- APOCU TABANIN ÖZELLİKLERİ

                      4- ÖCALAN KÖLELİĞİ    

                      5- 1984 PROVOKASYONU VE AMAÇLARI

                      6- PKK-DERİN DEVLET İLİŞKİSİ

 

 

 

               PROVOKASYONLARIN İDEOLOJİK KAMUFLAJI

 

 

     “Eğer bir ülkede önderlik edecek sınıflar rollerini oynayamıyor, tersine büyük bir ihanet içinde bulunuyorlarsa ve hele bu ülke Kürdistan gibi uzun sömürgecilik yıllarının tahribatı içinde bulunuyorsa, sonuç kaçınılmaz olarak böyle olacaktır.” (17) 

    Abdullah Öcalan toplumsal koşulların gösterdiği birtakım çağdışı özellikleri dikkate alarak, bir avuç “kahramanın” ne tür zorluklar olursa olsun herşeyin üstesinden gelebileceği anlayışını yerleştirmekle işe başlamıştır. Tabanında düz mantığı veya bir başka deyişle, Aristo mantığını egemen kılmaya ve bu doğrultuda sorunlar üzerine düşünmeye yöneltmiştir. Toplumun tarihini, geçirdiği siyasi ve sosyal evreleri, içinde bulunulan ekonomik ve siyasi koşulları irdelemeye gerek duymamıştır. Varolan koşullarda sınıfların mevzilenmesi ve bu mevzilenmeden doğan ittifaklar politikasını vb.sorunları diyalektik bir bütünlük içinde ele alma ve sonuçlar çıkarma gibi bir sorunu hiçbir zaman olmamıştır. Karanlık odakların talimat ve düşünce yapısıyla hareket zorunluluğu bulunanların bu tür yaklaşımlar sergilemesi gayet doğaldır. Elbette karşı devrimci güçler ve onların ajanları yükümlülüklerini gereği gibi yerine getirebilmek için, açık kimliklerini kullanmayıp maskeli yüzleriyle hareket edeceklerdi. Bu nedenle yüzlerine ya bir sol ideoloji ya da islami kılıf geçireceklerdi. A.Öcalan’a sol içinde hareket edebileceği bir kılıf giydirilmiştir.

    A.Öcalan oyunlarını oynayacağı tabanının özelliklerini belirledikten sonra, bu tabanı kimlere karşı nasıl yönlendireceğinin yöntemlerini de çok netçe ortaya koymuştur. Ulaşılmak istenen hedefe göre biçimlendirilmiş bir güruh ve bu güruha uygun hedefler gayet açık sergilenmiştir. Yani, amaca göre kullanılacak araçlar da belirlenmiştir. Belirlenen hedef; emekçi yığınlar başta olmak üzere, istisnasız tüm sınıflara ve topluma karşı beslenecek düşmanlık ve imha politikasıdır. Kürdü, Kürt kimliğini yoketme amaçlanmıştır.

    Toplumdaki tüm sınıf ve tabakaları ekonomik, siyasi, sosyal, kültürel gelişmelerden bağımsız kaf dağının bilmem neresinde göstermeye kalkışmak, sadece safdillikle ya da yetersiz teorik düzeyle açıklanamaz. Belli ekonomik ve sosyal koşullar altında sınıf ve tabakaların mevzilenişleri vardır. Konumlarına aldırmaksızın, tümünü bir anda “ihanetçi” niteleyerek yokedilmeleri gereken düşmanlar olarak göstermek, gerçekte, bir toplumu tarihten silme anlayışının açık ifadesidir. Çok ilginçtir ki bu anlayış, işçi sınıfı adına öne sürülmüştür. A.Öcalan ve güruhu hem işçi sınıfı adına hareket ettiklerini iddia etmiş, hem de kinci bir yaklaşımla işçi sınıfını hain ve ihanetçi olarak suçlayabilmiştir. Bu anlayış bile başlıbaşına bu güruhun niteliklerinin kavranması için yeterlidir.

    İşçi sınıfı ve müttefiklerinin mücadelesi bir zaman dilimiyle sınırlandırılamaz. Şu tarihte örgütlenme başlatılır, şu tarihte mücadele geliştirilir ve şu tarihte sonuçlandırılır diye bir şablom yoktur. Örgütlenme ve mücadele bir süreç sorunudur. Bu süreçte başarılar sağlanabildiği gibi, yenilgiler de alınabilinir. Demokrasi ve özgürlükler sorununa “sabah erken kalkan darbe yapar” anlayışıyla yaklaşılamaz. Kaldı ki bir Kürt toplumu varsa, her toplumda olduğu gibi burada da çıkarı en geniş demokrasiden yana olan sınıf ve tabakalar, şu veya bu düzeyde rolünü oynayacaktır. Bu Apocuların iradesi dışında gelişen bir durumdur.

    Sorunu bir başka cepheden ele alacak olursak: Apocu baylar hem işçi sınıfını önderi olduğunu iddia ediyorlar, hem de işçi sınıfının kendisi için bir sınıf olmadığını ve hatta ihanetci olduğunu söylüyorlar. Yani kendi kendileriyle çok açık bir çelişkiye düşüyorlar. Bu tür çelişkilerin altında yatan esas neden ise, “acaba anlaşıldım mı?” korkusudur.

    Başvurulan taktik, tipik bir provokatör taktiğidir. Toplumda infial yaratma, özellikle sahip olduğu tabanda ümitsizliği yayma ve bunlara paralel olarak “eyvah gittik, yetişmezsek herşey bitecek” psikolojisini egemen kılma, Apocu hareket tarzının ilk basamağını oluşturuyor. Nitekim, bu politikalarını pekiştirmek için bir adım daha ileri gidiyorlar ve gerçeklerin günışığına çıkmasını engellemenin bir yolu olarak akıl almaz bir belirlemede daha bulunuyorlar;

     “Gazetenin(...)ancak sömürgeci kültürle haşır-neşir olmuş çok sınırlı bir kesime sesleneceği ve böylece kitleler içinde amaçlanan devrimci siyasal ajitasjonu yeterince yapamayacağı açıktır” (18)

    İnsan yukarıdaki paragafı okuduğunda, acaba Kürt halkı Ekvator ormanlarında yaşayıpta 80’li yıllarda keşfedilmiş bir halk gurubu mu diye sormadan edemiyor. Kürt halkında okuma ve yazma oranının düşük olduğu bir gerçek. Ama bu bir bütün olarak analfabet oldukları anlamına da gelmiyor. Bölgede günlük gazete satışları çok büyük boyutlarda olmamasına karşın, pek küçümsenecek oranda da değildir. Eğer daha yüksek trajlarda seyretmiyorsa, bunun en önemli nedenlerinden biri yaşanan ekonomik krizdir. Halkın her gün gazete alacak maddi gücü yoktur. Kaldı ki İç Anadolu’da gazete okuma oranının, bu bölgeden daha yüksek olduğu da söylenemez. Yani sorun, Türkiye genelinde yaşanan bir sorundur. Ayrıca Türkiye’deki Kürtler’in okuma-yazma, genel sosyal yaşam düzeyi ve aydınlanma oranı İran ve Irakta’ taki Kürtlerle karşılaştırılamayacak kadar yüksektir. Düşünen hiçbir beyin, gazetenin, Kürt halkının aydınlaması yönünüde herhangi bir rol oynayamayacağını iddia edemez. Bu başta işçi sınıfı olmak üzere, tüm toplumu hain ilan eden anlayışla bağlantılıdır. Yani mantık, “tüm sınıflar zaten haindir, dolayısıyla yokedilecek bir toplum için gazete de oldukça lükstür” biçiminde kuruluyor. Emekçi yığınların çıkarları için hareket etmeyi temel almış bir devrimci anlayış, hiçbir zaman toplumun aydınlanmasını bilinmeyen bir zamana erteleyemez. Gazetenin aydınlanma ve biliçlenmenin en önemli araçlarından biri olduğunu bilir. Ancak müritler tekkesi, daha doğrusu ümmet toplumu örgütlemeyi hedefleyenler veya günlük çıkarlar uğruna maymun iştahlı çete hareketi geliştirmeyi esas alanlar, böyle bir araca karşı tavır alırlar. Çünkü bu tür kesimlerin en büyük düşmanı, toplumun aydınlanmasıdır. Toplumda bilinç ve kültür düzeyinin yükselmesinin kendi intiharları anlamına geldiğinin çok iyi farkındadırlar.

    Apocuların düşünce ve eylem biçimlerine bakıldığında, gazetenin oynayacağı rolü yadsımaları hiçte garip değildir. Açık ki Apoculuk, bilinçle, düşünceyle hareket eden bir toplum değil, salt inançla hareket eden bir toplum arzuluyor. İnançla hareket edilen koşullarda, oyunlarını rahatlıkla tezgahlama olanaklarına kavuşacaklarını çok iyi biliyorlar. Kör ve bilinçsiz bırakılan bir topluluğu istenilen amaçlar doğrultusunda kullanma, hiç tartışmaya gerek yok ki, çok kolaydır. İrdeleme, sorgulama, açıkcası düşünme gücü elinden alınmıştır. Apocu tabanın durumu da tamı tamına budur.Toplumu tanımalarına fırsat verilmemiş, kahramanlık hikayeleriyle beyinleri yıkanmış, okuduğunu anlayacak güçten ve bilinçten yoksun serseri mayınlar haline getirilmişlerdir.

    İşçi sınıfının kendisi için bir sınıf olmasının, birkaç kişiyi bir araya getirip aralarında birtakım görev bölümü yapmayla eşdeğerli olmadını herkes bilir. Ciddi bir sorunu, böylesi bir derekeye çekmeye kalkışanları salt lumpenlikle veya sınıfdışı kalmışların oluşturduğu toplulukla nitelendirerek geçiştirmek mümkün değildir.

 

 

 

             PROVOKASYONLARA HAZIR BİR ÖRGÜTSEL YAPI

 

    Apocuların bu hareket tarzını daha başlarda temel almalarının iki önemli nedeni vardır;

    Birincisi; aydınlanmanın önününe set çekerek düşünmeyi ve bilinçlenmeyi engellemek

    İkincisi; etrafındakileri önce içinden çıktığı topluma, sonrada kişinin kendisine düşman etmek.

    Bu aşamalardan sonra geriye kör bırakılmış, halkına karşı kin ve nefretle doldurulmuş bir topluluğu karanlık amaçları için görev başına sürme kalıyor;

     “...Silahlı mücadele içinde belli ölçüde yoğrulan, örgütlerini ve halkı geliştirip birliğe götüren, başarılı faaliyetleriyle düşmanın sert baskı, pasifikasyon ve işkence ortamını yırtan, devrimci şiddeti geliştirerek halkı ajanlardan, işkencecilerden ayıklayan bir parti, tüm bunları ba- şarrmasını bilen bir parti artık mücadelenin daha ileri bir aşamasına geçecek ve gerillayı gündeme alacaktır.” (19)

     “Ajanlara ve işkencecilere yönelen silahlı propaganda, bu iki gücü etkisiz kıldığı oranda halk kitlelerini siyasal bilinçlenme ve örgütlenme içine çekecektir.” (20)

    Bu şekildedüşünmeden yoksun bırakılmış, feodal duyguları ve davranış biçimleri okşanmış bir bileşkeye, geri toplumsal yapıdan kaynaklanan dinsel etkileri de kullanarak yapay hedefler gösterme ve harekete geçirme artık zor değildir. Emekçi yığınların çıkarları adına temel alınan hedefler çok dikkat çekicidir. Yıllardır jandarma, polis, ağa baskısına uğramış, sürekli korku, ürkeklik ve en önemlisi de geleceği için kaygı duyan eğitimsiz ve bilinçsiz insanlar, gösterilen bu hedeflere yönelmekle amaçlarına çok rahatça ulaşabileceklerini sanmaktadırlar. Burada önemli olan, Öcalan ve ekibinin karanlık amaçlarını gerçekleştirirlerken tabanın içinde bulunduğu olumsuzluklar veya zayıflıklar üzerinde taktikler geliştirdiklerini açıktan dile getirmeleridir.

    Eğer eski çağlarda insan aklının çözüm getiremediği noktada üretilmeye başlanan hurafelerden bahsetmiyor da, şu anda varolan Kürt halkından bahsediyorsak, her halk gibi Kürt halkı da belli bir ekonomik ve sosyal yapı içinde yaşam sürdürmektedir. Bu toplumsal yapının değişimi iradi kararlarla sağlanamaz. Hele hele birkaç ajan ve provo- katörün ortadan kaldırılmasıyla toplumsal yapıda istenilen değişme hiç mi hiç sağlanamaz. Eğer demokrasi ve özgürlük sorunlarını halletme bu kadar basit, birkaç vuruş hamlesiyle çözümlenebilseydi, günümüz- de demokrasilerin egemen olmadığı ülkeler kalmazdı. Doğal olarak biz bugün, her türlü diktatörlüğe ve emperyalizme karşı mücadele yöntemlerini tartışmıyor olacaktık. Kim ki bir halkın özgürlük sorununu birkaç ajanın temizlenmesi olayına indirgiyorsa, o iflah olmaz bir hain, artniyetli ve bir provokatördür. Bu tutum öncü gücü hiçe sayıp, bir kaç “akıllının” yel değirmenlerine saldırmasıyla her şeyi halledeceğine inanan anlayışla eşdeğerdedir. Açıktır ki, böylesi anlayışların sahiplerinin, başta öncü güç olmak üzere tüm emekçi yığınlara karşı korkunç bir terör uygulamaya yönelmeleri kaçınılmazdır.          

    Kör bir terör, kör bir şiddet politikası Apoculuğun varlık nedenidir. Üstelik böylesi bir ihaneti mitler yaratarak yapmaya kalkıyorlar. Mev- cut toplumsal yapı, üretim güçleri ve ilişkileri ayakta kaldığı müddetçe, bahsedilen türden “ayıklama”larla yapılacak tek şey, provokasyondur. Çünkü ayıklananların yerine yenileri gelecek, bu tepkiye karşı belki de daha güçlü karşı refleksler oluşturulacaktır. Sonuçta emekçi yığınların üzerindeki sömürü ve baskının daha katmerli hale gelişine yardım edilmiş olunacaktır. Yani buyrulan yöntem, karşı devrimi örgütlendir- meden başka bir şey değildir.

    Hedefler bu şekilde belirlendikten sonra, ilkel, eğitimsiz, feodal özelliklerlerden arınmamış köylü tabanın en ufak bir sorgulama ihtiyacı duymadan, gösterilen her noktaya körce saldırmaktan çekinmeyeceği açıktır. En sinsi bir biçimde dini motiflerle donatılan taban, verilen her emri şeyhin, aşiret reisinin veya bir beyin verdiği emirler kabul edecek, doğal olarak kendini de bunları uygulamakla yükümlü bir mürit göre- cektir. Abdullah Öcalan’ın böylesi tekil hedefler göstermesi boşuna değildir. Hedefleri; cahil köylüğün feodal duyguları, pisikolojik yapısı, topluma dar bakış tarzı vb. tüm ayrıntıları dikkate alarak belirlemiştir. Bir kişinin çok basit bir biçimde imha edeceği hedefleri seçmiştir. Cahil bir köylü, hele hele biraz da dini duygularla yoğrulmuşsa, böylesi bir eylemden, daha doğrusu “ayıklama”dan sonra, kendisini tam bir “kahraman” ve “yenilmez” olarak görüyor. İnançlar ve kutsal davalar uğruna şartlandırılmış kafalar için yapılacak bir eylemin nedeni, niçini ve doğuracağı sonuçlar hiç önemli değildir. Mürit,“eceliyle ölüm olayını murdarlık, haram olarak değerlendirdiği…” için şeyhinin verdiği emirleri, sorgulanmadan yerine getirilmesi gereken emirler olarak görüyor. Tabanını bu şekilde cehaletin girdabında boğmak Apocu hareket tarzının ikinci basamağını oluşturuyor.

    Apocu hareket tarzının üçüncü basamağı; İşçi sınıfı başta olmak üzere tüm toplum üzerinde şiddet estirerek, emekçi yığınların demokratik hak ve özgürlükler mücadelesinin hedefini saptırmak olarak özetlenebilir.

    Abdullah Öcalan ve PKK tüm bunları ellerine verilmiş bir plan çerçevesinde pratikte adım adım hayata geçirmiştir. Emekçi yığınların çıkarlarına hizmet edecek araç ve olanaklardan yararlanmanın gerekmediğine inanan Apocu baylar, çok yönlü bir mücadele yürütmenin önüne nasıl ket vuracaklarını da açıkca dile getiriyorlar;

     “…‘daha çok okul, yol, daha çok eğitim olanağı, ana dilde eğitim’ gibi ekonomik-akademik amaçlar uğruna sömürgeci parlamentoculuk ve seçimcilik mücadelesi içine giren bir gücün, oluşturacağı örgütler de ancak “sömürgeci yasallık” içindeki dernekler olabilir. Ve bunlara da gerçek anlamda siyasal bir örgüt, bu örgütlerin mücadelesine de siyasal bir mücadele denilemez.” (21)

    Bir halkın çıkarları uğruna mücadele yürüttüğünü iddia eden hangi devrimci siyasal hareket, sorunların çözümüne böylesine önyargılı yaklaşabilir? İşçi sınıfı hareketleri, baskı ve sömürüye karşı mücadele sürecinde kesinlikle kendini tek bir alternatifle sınırlamaz. Amaca hizmet edecek birçok alternatifi aynı anda kullanma yolunu seçer. Hiç bir taktik ve strateji masa başının ürünü olmaz, tersine somut koşulların ürünü olarak ortaya çıkar. Öncü gücün rolü ve önemi zaten bu noktada gündemleşir. Öncü güç, içinde bulunduğu somut koşulları bilince çıkartarak, doğru strateji ve taktikleri bulup yerinde ve zamanında başarılı bir biçimde pratiğe geçirebilirse öncü güç olur.

    Daha iyi bir yaşam için demokrasi ve özgürlük kavgası verenler, sorunu bu biçimde kavrarlar. Siyasi ve sosyal gelişmeleri, çok ciddi bir eylem olan iktidar mücadelesini tekdüze ve bayağı ele almazlar. Sınıf savaşımında olabildiğince karmaşık olan sorunları salt bir alternatifle, hele hele salt bir şiddet politikası olarak sunmak provokatörlere özgü bir durumdur.

    Apocular halkı harekete geçirme adına, tüm halk düşmanlarıyla omuz omuza şiddet politikasının geliştirilmesi gerektiğini savunuyorlar. Egemen güçlerin halk üzerinde baskı ve sömürüsünü halkın harekete geçmesi için yeterli görmüyorlar. Yani, egemen güçlerin yığınları terörize etme politikasının bir parçası olduklarını söylüyorlar. Terör ve şiddet politikasıyla siyasal mücadele verildiği nerede görülmüştür? Siyasal mücadelelerde gazete, dernek, sendikalar ve parlamento dahil halkın çıkarlarına hizmet edecek her türlü olanaklar en akıllı biçimde kullanılmıştır. Yine yol, su, elektirik, mümkün olduğunca daha fazla iş sahası, daha fazla okul vb. için mücadele edilmiştir. İşsiz tek bir kişinin, okuma-yazma bilmeyen tek bireyin kalmaması için kavga yapma, kitleleri bu doğrultuda sevk etme devrimci demokratların başta gelen görevleri arasındadır. Bunlardan kaçınma, ezilen emekçi yığınlardan yana olmamadır. Düzenin tüm boşluklarını, yetersizliklerini,yolsuzluklarını, çirkefliklerini sergileyerek kitlelerin harekete geçmesini sağlama devrimcilerin hareket noktalarından birini oluşturur. Emekçi yığınlar adına hareket ettiğini söyleyen hiçbir güç, mücadele için böylesi olanakları, araçları kullanmayı reddetmez, edemezde. Burada da Apocu hareket tarzının dördüncü basamağı devreye giriyor.

    Dördüncü basamak; Emekçi yığınların özlemini duyduğu demokratik açılım ve insanca yaşam istemini terörle bastırmaktır. Bunun için Kürt halkını ortaçağ karanlığı içinde tutmayı amaçlayan ve toplumu terörize etmeye yönelik hedefler seçmişlerdir.

    Bugün gelinen noktada bile bazı çevreler, PKK ve Abdullah Öcalan’ı değerlendirirken, “terörist bir hareket olduğu için egemen güçlere dolaylı hizmet sunmaktadır” biçiminde ele almaktadır. Bu oldukça bayatsımış bir iddiadır. Eylemleriyle sonuçta bujuvaziye hizmet eden örgütlerle, ta başından itibaren belli bir plan ve proğram çerçevesinde bizzat egemen güçler tarafından kurulup yönlendirilen örgütlenme arasında önemli farklılıklar vardır. Terör örgütleri eylem ve faaliyetleriyle devrimci demokratik mücadeleye dolaylı darbeler vururlar. Abdullah Öcalan ise, solu, direkt silahlı temelde bitirmeyi amaçlamıştır. Bu anlamda, maceracı terör hareketiyle bir ajan hareket arasındaki fark çok açıktır. Abdullah Öcalan, Türkiye’de derin devlet tarafından hazırlanmış bir projeyi hayata geçirmek için kolları sıvayan gönüllü neferlerden biridir. Kaldı ki, tüm devrimci hareketleri silahlı temelde yoketmeyi hedefleyen projenin sol cepheden uygulayıcısı olduğunu çok daha sonraları kendisi de iftiharla söylemiş ve bu sözleri ifade tutanağına da geçmiştir;

     “….benim sağ-sol çatışması içerisinde klasik bir solcu olarak kabul edilmem veyahut ta klasik kürtçü olarak kabul edilmem doğru değildir.” (22)

    PKK ve Abdullah Öcalan’ın, böyle bir projenin ürünü olduğu hiç bir zaman unutulmamalıdır. Bugün mahkemede resmi kayıtlara geçen ni- yetlerini geçmişte de çeşitli vesilelerle sıkça dile getirmişti;

    “Tasfiyeci sol’un şefleri ve itirafcıların elebaşıları ne kadar estetik amaliyat geçirirse geçirsinler ve dünyanın öbür ucuna, Amerika’ya da gitseler ellerimizi yakalarından bırakmayacak, mutlaka çekip hak ettik- leri cezayı vereceğiz” (23)

    Abdullah Öcalan, kimlere karşı öfke duyduğunu hem benzer sözlerle, hem de pratiğiyle göstermiştir. Hızını alamayıp dünyanın öbür ucuna kadar kovalamak istediği güçler solculardı. 1984’lerde de patlatılacak silahların karşı devrimci hedeflere hizmet edeceğini açıktan ilan ediyordu. Onu bu kadar cesaretli kılan elbette derin devlet denilen odakların gücüydü. Derin devletten ve bunların uluslararası bağlantıla- rından güç alanlar, devrimcilere karşı böylesine pervasızca konuşur, işlemek istediği cinayetleri önceden açıkça ilan edebilirler. 

    1984 provokasyonu bu anlamda önemlidir. Halk adına sözümona bir mücadelenin başlangıcı olarak nitelendirdikleri bu eylemin özü ve biçimi çok iyi incelenmelidir. A.Öcalan ve PKK’ye bakışta birçoklarını yanılgıya düşüren bu eylemin asıl anlamı bilince çıkarılmalıdır. 1984’te yapılanlar, cuntanın bir dönem için üstlendiği görevlerin sol maskeyle sürdürülmesinden başka birşey değildir. 1984 provokasyonu; cuntacıların, baskı ve terörden çıkarı olan sermaye odaklarının, demokratik bir ortamın oluşması için mücadele veren güçlerin başında demoklesin kılıcı gibi sallanmalarını sürekli kılan bir provokasyondur. Diğer bir yönüyle, Türkiye’de devrimci demokratik mücadeleyi uluslarası planda terör hareketi olarak yansıtarak, demokratikleşmenin önünü tıkayan karanlık güçlere haklılık kazandırmayı amaçlayan bir provokasyondur. Abdullah Öcalan’ın gerek ayrılanlara, gerekse de ilerici demokrat tüm örgütlenmelere karşı Avrupa’da cinayetler işlemesi bu nedenledir. Hatta daha sonraları Palme cinayetine adının karışması bile başlı başına irdelenmesi gereken bir konudur. Özellikle Avrupa’da karanlık odakların kolluk kuvetleriyle açıktan ortaklaşa cinayetler işlemekten çekinmedikleri giderek günyüzüne çıkmıştır. Dikkat edersek, dönemin devrimci, demokrat hiç bir siyasal oluşumu hedef dışı bırakılmamıştır. Hem Türkiye’de, hem de Kuzey Irak’taki devrimci demokrat güçleri aynı anda yoketmekle yükümlü olduklarını çoğu kez gizlememişlerdir. Bunun için hem Türkiye’de derin devlet diye ifade edilen güçlerle, hem de Avrupa ve Ortadoğu’daki karanlık odaklarla hareket edilmiştir. Abdullah Öcalan, bahsedilen güçlerle ortak hareket etmekten övünç duyduğunu her fırsatta dile getirmiştir. Karanlık güçlerden aldığı destekle hedef aldığı kesimlerin listelerini dahi yayınlamaktan çekinmemiştir;

     “Ama tüm bunlardan uzaklaştığınız ve birer 12 Eylül solu olarak karşımıza çıktığınız gerçeği bugün her dürüst insan tarafından daha iyi görülmektedir. “Partizan” yönetici kliğinden, Hamburk “Dev-İşçi” böylesi bir konumda yaşadığınız gün gibi ortada değil mi?”(24)

     “Sosyal-şöven, revizyonist-reformist bu güçlerin, KUKM'nin çıkmazlarını derinleştirmeleri izah etmeye çalıştıklarımızla da sınırlı değildir. IKP, yanına aldığı KUK, Peşeng (PPKK), Sami Abdurahman gibi örgüt ve kişiler vasıtasıyla, TKP de TKPS, Peşeng (PPKK) örgütlerle kurduğu “Sol Birlik” bünyesinde, modern giysili “sosyalistlik, devrimci-demokratlık”yaftasının yapıştırıldığı, aşınan klasik işbirlikçilik yerine yeni işbirlikçi bir Kürt akımını KUKM'ne dayatmaktır” (25)

     “Cephenin diğer bir gücü olan TKEP, sekterlik ve darlığının sonucu olarak boyun eğmeciliğe saplandı ve kendini TKP'ye kiraladı. (26)

     “...KYB ve gerekse, KDP'nin yeniden örgütlenmesi olan 'Geçici Komite' tarafından, geçmişin dersleri yeterince özümsenmemiştir. Her ne kadar geçmişten ders çıkardıklarını söylemektelerse de, aynı tarihsel ve sosyal tahlil ve otonomiciliği ile meşhur olan aynı proğram ile yola çıkmış, eski biçimlerde, yani yine, fırsatlardan yararlanarak, iki sömürgeci devlet arasındaki çelişkilere dayanarak eylem geliştirmeye çalışmışlardır...” (27)

    Yok etmek istediği devrimci demokrat örgütlenmelerin listesi uzadıkça uzuyor. Ülkede işçi sınıfından köylüsüne, esnafından memuruna ve aydınlara kadar tüm bir toplumu terör altında ezmek isteyen bir hareketin ilk etapta yöneleceği kesimler elbette bunlar olacaktır. Ayrıca cinayetlerle şekillendirdiği tabanını, devrimci, demokrat örgütlenmelere yöneltmede zorluk da çekmeyecektir. Bu nedenledir ki, A.Öcalan karanlık amaçlarının önünde engel olarak gördüğü tüm devrimci örgütlenmelere karşı “Kürdistan halkının büyük kin ve öfkesini boşaltmasını bileceğiz.”(28)diyerek kükrüyordu. Bunları yaparken kendisini halk ve ülke yerine koyması ise yeni bir şey değildi.

 

 

 

                           APOCU TABANIN ÖZELLİKLERİ

  

    Yüzyılların aşiret kavgaları geleneği içinde yoğrulmuş cahil köylü tabanın biraz da dini duyguları okşandığında, bir anlık dolduruşa getirilerek istenilen her hedefe yöneltme kolaydır. Aşiret kavgalarının yirminci yüzyılın sonuna yaklaştığımız bu günlerde bile devam edişi, Kürt toplumunda adeta gelenek haline dönüşmüş, neredeyse kanıksanır olmuştur. Bu kavgalar, Kürt toplumunda karşılıklı olarak birbirine duyulan kin ve nefretin asıl kaynaklarından birini oluşturmaktadır. Hâlâ aşiretler arasında birbirine pusu kurarak intikamların alındığı, 20-30 yıllık kan davalarının hüküm sürdüğü, zaman zaman kan parası adı altında kızların evlenlendirildiği bir toplumsal yapı hüküm sürüyor. Buradan hareketle ortaya çıkartılan köylü örgütlenmesine gösterilen hedefler, Abdullah Öcalan ve destekçileri tarafından gayet bilinçlice seçilmiştir. Yani PKK ve Abdullah Öcalan, ilkel yapıdan çıkmış bir çok insanın kin ve nefretini iyiye ve güzele karşı akıttığı bir kanal durumundadır. 

    Öcalan ve ekibi, ölüm olaylarını, kırsal kökenli veya sınıf dışı kalmış unsurları harekete geçirmenin bir aracı olarak görüyor. Bu tür olaylar, 1984 provokasyonu öncesinde ve hemen sonrasında oldukça çarpıcı ve sıkça kullanılmıştır. Hitap tarzı aynı zamanda sınıf dışı kalmış unsurların veya kenar mahalle sokaklarında çapulculuk yapan çetelerin pisikolojik ve ruhsal durumlarına göre belirlenmiştir. Bu tarz özellikle seçilmiştir. Çünkü içinde yaşadığımız toplumsal koşullarda çapulcuların hiçbir sosyal güvencesi yoktur. Sahip oldukları tek güvence, yaptıkları her kriminal olay karşısında birbirine daha fazla kenetlenmedir. Yaşamlarını başka türlü sürdürme olanakları yoktur. Korku ve isyankârlığı aynı anda yaşarlar. Bir bakıma içgüdü haline gelmiş olan ama kaba, ilkel isyancılıkla örtülenmeye çalışılan aslında bu korkudur. Bu onların aynı zamanda en büyük zaafıdır. Bu zayıflık onları birbirlerine bağladığı kadar, hiç beklenmedik anlarda çok rahat birbirine de düşürür.Yani, isyankârlıkları korkularının verdiği istemdışı tepkiyle sınırlıdır. Toplum tarafından tamamen dıştalanmışlardır. Sistem ise rehabilitasyona alınmalarını gerekli görmemektedir. Tam bir boşluk içindedirler. Bu nedenle kaybolan her arkadaşlarının arkasından bir yandan intikam yeminleri ederler, bir yandan da ağıtlar yakarlar. Sürekli bir ikilem içindedirler. Abdullah Öcalan ve bağlı olduğu derin devlet, tabanın bu özelliklerine uygun şırıngalar vermeye özen göstermiştir. İşte ölüm olaylarının hangi temelde kullanıldığına açık bir örnek;

     “Onlar, halkın ve partinin dışında başka bir ölümü anlamsız buldular. (...) Böyle olacağız ve bundan başka çaremizin olmadığına her zamankinden daha fazla inanıyoruz(...)Çatışmadan, kendi eceliyle ölüm olayını murdarlık haram olarak değerlendirdiği, doğal ölüm olayını adeta küçümsediği yörenin bir evladı olarak (...)en çok verim sunacakları gencecik yaşlarında akıttıkları kanlarıyla direniş tarihimize ve beynimize nakşettiler.” (29)

    Dikkat edilirse kullanılan üslup rastgele seçilmiş bir üslup değildir. Hem cahil kalmış köylü tabana, hem de kırdan kente göç etmiş ama sınıf dışı özellikler gösteren kesime hitap etmektedir. Hemen her konuşma, dağıtılan bildiriler, basılan broşürler vs. dolduruşa getirmeyi amaçlayan dinsel motiflerle süslenmiştir. Halkı, devrimcileri, demokratları katletmenin cennet kapılarını açmakla eşdeğerli olacağına tabanı inandırıyorlar. Her geçen gün yoksullaşan, ekonomik baskılardan nefes alamaz hale gelen toplumsal kesimlerin dine bir kurtarıcı gibi daha sıkı sarılmaları beklenilen bir durumdur. Bu duruma gelişmemiş ülkelerde, işsizliğe geçici de olsa “çözüm” getirmenin bir aracı olarak bakılır. Apocular da egemen güçlerin yamakçıları olduğu için dini motifleri, hurafeleri vb. çağdışı her şeyi insanları düşünmeden yoksun kılma doğrultusunda kullanmaktadır. Demokrasi ve özgürlükler adına hareket ettiğini söyleyenlerin, yığınları köleleştirmenin çabasını verdiği nerede görülmüştür? İşte Apocuların ikiyüzlülüğünü sergileyen, egemen güçler hesabına çalışan figuranlar olduklarını gösteren açık kanıtlardan biri de, bu tür düşünce ve pratikleridir.

 

                                      ÖCALAN KÖLELİĞİ

 

    1984 provokasyonu, Kürt milliyetçiliğiyle karışık islami düşünce ve duygularla yoğrulmuş kır kökenli ve sınıf dışı kalmış kesimlerden bir milis hareketi örgütlendirilmesine yolaçmıştır.

    A.Öcalan, mahalle kabadayılarının ilkel yanlarına, feodal duygularına seslenirken, aba altından sopa göstermeyi de ihmal etmemiş, tabanına karşı oldukça tehtidkâr davranmıştır. Metropol kentlerin kenar mahallelerinde soygun ve hırsızlıkla geçimini sağlayan genç çete gruplarının anlayışını aynen Öcalan’da da görmek mümkün. Bu gruplarda kendi içlerinde gasp edilenleri bölüştürme ve birbirlerini mahallenin halkına karşı koruma anlayışı ve buna uygun davranış biçimleri vardır. Bu çete gruplarında hiç kimse tek başına hareket edemez, kollektif karar mekanizması zaten hayal bile edilemez. Nerede, ne zaman ne yapılacağı şefin ihtiyacına ve çıkarına göre belirlenir. Şefe bağlılık- ta kusur da affedilmez. PKK de kendi içinde aynı anlayış ve davranış biçimini geliştirmiştir. A.Öcalan tek ve dokunulmazdır. Diğerleri ise canı bile kendisine ait olmayan “mülkiyetsiz”lerdir;

     “...Burada bulunan topluluk içinde hiç kimsenin üzerinde istediği gi- bi tasarufta bulunabileceği kendine has ne bir canı vardır, ne de ken- dine özgü bir niyeti olabilir. ...hiç bir militan kendi varlığı üzerinde bir mülkiyet hakkına sahip değildir. Hiç bir militan 'bu can benim canımdır' diyebilecek durumda olamaz, olmamalıdır.

Böyle bir tutumda ısrar eden kişide mülkiyet duyguları gelişiyor demektir.” (30) 

     “Fakat Kürdistan gerçekliğine aynı yaklaşımla yöneldiğimizde, ya- şamın kutsallığı değerini yitirmektedir. Çünkü gelişmenin doğal seyrinden çıkarıldığı Kürdistan'da, işlerin toplumsal ve tarihsel diyalektik içinde izahı son derece güçleşmekte (sözle dile getirilen teorik litera türün! anlamı bu olsa gerek, BN.) ve yaşam fazla bir anlam ihtiva et- memektedir.” (31)

    Vurgulanan bu mantıkla ne tür yönelimler içine girileceğini kestirmek hiçte zor değildir. Her şeyden önce bir kişinin veya bir kurumun bir başka kişinin yaşamı üzerinde söz sahibi olmasına kölelik denilir. Bir kişinin yaşam hakkı üzerinde bir başka kişinin ipoteği kabul edilemez. Öcalan günümüz koşullarında Roma’nın köle beylerini aratmayacak bir tarzda konuşmaktadır. Kişiler üzerinde mülkiyet hakkının olduğunu iddia edebiliyor. “Öcalan köleliği” biçiminde de adlandıracağımız bu kölelik sistemi, tamemen mafyavari yöntemlerle sağlanmıştır. İnsanlar önce cinayet, esrar-eroin, insan kaçakçılığı vb. yollarla insanlıkdışı ilişkiler içine çekilmiştir. Böylece üzerlerinde her türlü baskıyı kurabilmenin koşulları yaratılmıştır. Bundan sonra da kölelikten başka çıkış yollarının olmadığı kendilerine anlatılmıştır. Bu duruma düşmüş kişinin canının, düşüncesinin ve hatta gidermek zorunda olduğu günlük temel ihtiyaçlarının bile Öcalan tarafından belirlenmesi artık işten bile değildir. İstediği gibi asar, keser ve kullanır.

 İstKöleliğe çağrı metninde seçilen üslup da rastgele seçilmemiştir. Batman, Siirt, Bingöl, Bitlis ve Muş bölgelerinin daha çok kırsal kesimlerindeki tarikat şeyhlerinin müritlerine sesleniş tarzıdır.Yaşam hakkına en edepsizce saldırı vardır. Yaşamın değeri ve gerekliliği hiçe sayılıyor. Bunun hiçe sayıldığı noktada her türlü vahşilik kolaylıkla sergilebilinir. Çünkü insanlık değerlerinin korunması ve geliştirilmesi yaşama verilen değerle orantılıdır.

    Bu tür köleci anlayışlar, toplumumuzda bir başkalarını daha çağrıştırmaktadır. Özellikle son yirmi yılda her sokak başında rastladığımız “vatan kurtaran aslanlar”dan sözediyorum. Bunlar, bir yandan kurdukları çete ve mafyalarla halkımızı sömürüp soğana çevirirken, bir yandan da “ülkem için ölürüm” nutuklarıyla tozu dumana katan “vatan kurtçukları”dır. Apocular bunlarla da benzerlik gösteriyor.

    Genel olarak gerçekçi tarzda seçilen hedeflere ulaşabilmek için yaşam gerekir. Sonuna kadar ayakta kalmanın, olabildiğince uzun yaşamanın kavgası verilir. Çünkü kazanma yaşamdan geçer. Temel hareket tarzı kesinlikle kayıp vememe üzerine inşa edilir. Ama hedefe ulaşma sürecinde ortaya çıkabilecek birtakım kayıplar olabilir. Bunlar savaşımın doğal ama bir o kadar da acı götürüleri olarak değerlendi- rilir. Olayı bu biçimde ele almayıp daha ilk adımda ölmeyi temel alma anlayışında kesinlikle bir artniyet vardır. Eğer komutan olduğunu iddia eden biri bunu yapıyorsa, yani askerlerine “yaşamanın değeri yoktur, ölmelisiniz” biçimde emir veriyorsa, o komutan bir katildir, bir haindir. Toplumun böylelerine ihtiyacı yoktur.

    Her amaca ulaşmayı kanla, ölümle eşdeğerli kılma anlayışı korkunç bir hastalıktır. Siyasal mücadele eşittir savaş değildir. Siyasal mücadelenin çok çeşitli biçimleri vardır. Savaş, siyasal mücadele biçimlerinden sadece biridir. Savaşın neden tek başına temel alınmak istendiği ise geçen yıllara bakıldığında çok daha iyi kavranılmaktadır.

    Sonuçta yapılmak istenen, “biz her şeyin doğrusunu yaparız”dan hareket etmek, kişiyi düşünce ve sorgulayıcılıktan tümüyle alıkoymaktır. Düşünen, bilinçle hareket etmek isteyen, en ufak eleştiride bulunmaya çalışanların kaderi ise daha başından belirlenmiştir; yokedilme, yani ölüm. Katil olma önkoşuluyla köleliği kabul edenleri bekleyen son da diğerlerinden farklı değil; tahmin edileceği gibi önce öldürmek, sonuçta da ölmek zorundalar. Nasıl olsa “cennetin anahtarı” PKK’de. Daha doğru bir değişle, yeri geldiğinde peygamber, yeri geldiğinde Tanrı olduğunu söyleyen Öcalan’da. “Huriler dünyasını” başka türlü elde etme olanağı yok. Böylesine düşünmeden yoksun kılınmış kişiler açısından geriye kalan tek şey; “cennetin anahtarı”nı ele geçirmek için mümkün olduğunca kan dökme, alacağı övgülerle çevresine caka satmaktır. Hele hele ne kadar çok kadın ve çocuk katlederse o kadar fazla “büyük kahraman” ünvanını sahip olma şansına kavuşur. Artık bu noktadan sonra önlerine kim gelirse gelsin saldırmayacakları hedef yoktur. Nereden bakılırsa bakılsın, insanlığa düşmanlığın en sinsi örneklerini görüyoruz;

    “Pınarcık gerçeğinde bir kez daha ortaya çıktığı gibi, Kürdistan'da ihanete yaşam tanınmayacak ve hainler de cezasız bırakılmıyacaktır” (32)

    Pınarcık ve daha birçok yerlerde halkın nasıl katliamdan geçirildiğini bilmeyen yok. Hatta onca dolduruşa karşın kadın ve çocuklara kurşun çekmekte tereddüt geçirenlerin dahi “çatışmada öldü” süsü verilerek öldürüldükleri biliniyor. Derin devletin direkt yapmaktan çekindiği “temizlik” konsepti, bizzat PKK tarafından hayata geçirilmiştir. Hatta çok saf duygularla saflarına katılanları bile özkişiliklerine yabancılaştır- mada çoğu kez başarı sağlanmıştır. İçinden çıktığı halkına ve tüm devrimci güçlere karşı her geçen gün artan ölçülerde saldırganlaştırmak için insanlara anne ve babalarını dahi öldürtmüşlerdir. Kişileri kendi ailelerine karşı kin ve intikam duyacak düzeyde vampirleştiren faşist taktikler uygulanmıştır. Bilindiği gibi aileye karşı tavır SS’lerin bir metodudur. SS’ler içinde bunu uygulatanların en meşhuru, insan kasabı olarak adlandırılan faşist Erichmann’dır. A.Öcalan’ın da militanlarına karşı uyguladığı yöntem, Erichmann’ın yöntemidir. İşte açık örneği;

    “PKK mensupları içinde anasını, babasını ve öz yakınlarını vuranların olduğu doğrudur.” (33)

    Böyle bir düşüncenin insanlara verilmesi ve bunun bir de açıktan övünç kaynağı olarak gösterilmesi tüyler üperticidir. Ama Öcalan böyle bir yöntemi bilerek seçmiştir. Feodalitenin ve aşiretçi yapının hüküm sürdüğü bölgelerde, barışla sonuçlanmayan kız kaçırma olaylarında, kızı kaçan aşiret, kendi içinde görevlendirme yaparak kaçan kızın öldürülmesi için erkek kardeşe görev verir. Erkek kardeş, aileden izin almaksızın bir başkasıyla birlikte olma cesareti gösteren kız kardeşini öldürmeyi gayet normal görür. Verilen görevi yerine getirmemeyi aşiret yasalarına ve değerlerine karşı ihanet olarak nitelendirir. Kendisi için bu görevi bir “onur” meselesi yapar. Öyle ki, yaşamı işleyeceği cinayet bağlıdır. Bu nedenle cinayeti gururla işler ve işledikten sonra da babasının ve aşiret reisinin elini öper. Artık tüm yükümlülüklerden sıyrılmış “özgür” bir kişidir. İşte PKK’de tabana işlenen mantık da, aşiret topluluğunda geçerli olan mantıktır. Bu mantıkla, bu düşünce sistematiğiyle yoğrulmayan bir yapıya, “daha fazla kan” akıttırılması başka türlü olanaklı değildir;

     “Daha çok kan akıtacağız ve bundan en küçük bir şekilde ‘yanlış yapıyoruz, yenilebiliriz’ diye korkakça bir tutuma girmeyeceğiz” (34)

    “Çok kan dökülmesi gerekiyor(...)milyonlarca insanın ölümü hiçbir şey değildir. Botan suyundan daha fazla kan akmalı, her dağda, her ağacın altında, her taş kovuğunda şehitler vermeliyiz”(35)

    İşte bu cümleler asıl amaçlarının ne olduğunu açıklıyor. Devrimciler hiç bir zaman savaş çığırtkanlığı, hele hele kan dökme çağrıları yapmazlar. Savaş, temel bir çözüm yöntemi olarak kesinlikle görülmez. Her türlü hak ve özgürlükleri mümkün olduğu kadar demokratik yöntemlerle elde etmenin çabasını yürütürler. Devrimciler için emekçi yığınların demokratik hak ve özgürlükler mücadelesinde insan faktörü her zaman önplandadır. Yani insanları korumanın, yaşatmanın kavgasını verirler. Barışın, demokrasinin ve özgürlüklerin savunucusudurlar. Savaş savunuculuğu, savaşla sorunları halletmeyi temel alma her zaman diktatörlüklerin işi olmuştur. Emperyalistlere özgü bir metotdur.

    Böylesine ürkütücü, dere misali kan akıtmak için can atanlar, günümüz koşullarında olsa olsa Hitler’in bir kopyesi olabilirler. İşte Abdullah Öcalan da bunlardan biridir. Parayla tutulmuş bir katilden farklı değildir. Aksini iddia edenler varsa, ortaya çıksın ve yukarıdaki söylemlerin savunulacak olan yanlarını ortaya koysun. İnsan hakları savunuculuğunun bile bir dönem rant kavgacılığına dönüştüğü Türkiye’de, PKK’ nin kime karşı, nasıl bir “mücadele örgütü”olduğuher yönüyle ortadadır. Oluk oluk dökmek istediği kanın işçinin, köylünün, daha doğrusu savunmasız insanların kanı olduğuna bakmak bile, A.Öcalan’ın ne olup olmadığını anlamak için yeterlidir.

    İşte kadro ve sempatizanlarını böylesine insanlık dışı metotlarla yetiştiren PKK, her hangi bir şeyin doğruluğunu, kanın fazla veya az dökülmesiyle orantılı görmektedir. Latin Amerikada, Afrika’da ve daha birçok yerlerde kontralar hiçte az kan dökmediler. Kaldı ki Öcalan da etrafında topladığı müritlerine, “bir kontra, bir hain gibi duruyorsunuz” derken aslında onlara içinde bulundukları trajik durumu anlatmak istiyor. Botan suyundan daha fazla kan dökmek isteyen, hatta militanlarına kendi ana ve babalarını öldürmeleri doğrultusunda fetva veren bir güruhun, devrimcilere geldiğinde nasıl fütursuz davranacağı ortadadır;

    “Bugün bazıları ’PKK kendisinden ayrılanı cezalandırıyor’ diye feryat ediyorlar. Bunlar çok iyi bilinmelidir ki, PKK yalnızca cezalandırmakla kalmayacak, bu tip yaşamlara en kahredici darbeleri vurarak soluk almasına izin vermeyecektir.” (36)

    Öcalan’ın duyduğu öfke içine düştüğü çıkmazdan kaynaklanıyordu. Bu kez sözkonusu olan kendi yaşamıydı. O kahrolası canını kurtarma uğruna milyonlarca insanın kanını akıtacağını açıktan ilan eden biri için, devrimcileri katletmek elbette sorun olmayacaktı. Ülkede kendisine bu olanakları sunanlar, Avrupa’da da benzer olanaklar yaratmaktan geri durmayacaklardı.

    İşte bütün bu aşamalardan sonra 1984 karşı devrimci eylemlerini başlatmanın ve günümüze kadar devam ettirmenin koşulları hazırlanmıştı. Bunun söylenildiği gibi devrimci çıkış eylemi değil, devrimci gelişmelerin önünü alma eylemi olduğu daha sonraki gelişmelerden ve sergiledikleri pratiklerinden anlaşılacaktı.

 

 

 

 

                      1984 PROVOKASYONU VE AMAÇLARI

 

    1984 yılı Öcalan’daki çıkmazın derinleştiği bir yıldır. PKK’de yaşanan tam bir karmaşaydı. İnsanlar artık sorunların tatminkar bir izahını bekliyorlardı. “Ajan, provokatör, hain, teslimiyetçi” gibi uyduruk gerekçeler kimseyi ikna etmiyordu. Yapı sorgulanmaya başlamıştı. Oysa Öcalan, dostlarına asıl hizmeti bu dönemde vermek için hazırlanmıştı. Oyunlar K.Irak üzerinde oynanacak, başından itibaren hedefleri arasında bulunan KDP şimdiden sonra yakın takibe alınacaktı. Ama PKK içindeki çalkantılar hiç mi hiç hesaba katılmamıştı. Bu nedenle Öcalan’ın daha büyük bir katalizatöre ihtiyacı vardı. İşte o adından sıkça bahsettiği “15 Ağustos atılımı” tam da böylesi bir dönemde devreye konuluyordu. Arkasından dayandığı karanlık güçlerin desteğiyle, PKK büyük ve örgütlü bir güçmüş gibi lanse ediliyordu. Oysa PKK’de örgüt adına bir şey yoktu. Sayıca çok az olan bir insan gücü vardı ve bunların yarıdan fazlası zaten bunalımdaydı. Yıllar sonra da olsa, o günkü koşullarda PKK’nin durumunun ne olduğunu A.Öcalan da itiraf etmek zorunda kalıyordu;

     “…Bir baktık örgüt elden gidiyor. Gerçekten de, örgüt daha 1982’ de elden gidecekti.” (37)

    Ama niyet farklı olursa, ortaya çıkacak sonuç fazla önemli değildi. Önemli olan günü ve anı kurtaracak bir girişimde bulunmaktı. “15 Ağustos direnişi” altında son bir hamleyle yeni bir provokasyon daha devreye konulmuştu. Kuşkusuz A.Öcalan bu işi kendi başına oturup planlamamıştı. Ona yol gösteren akıl hocaları vardı. Bununla hangi amaçlara varmak istemişlerdi? Herzaman olduğu gibi hedefler çok yönlüydü.

    Amaçlardan biri, ilk etapta PKK’deki iç hesaplaşmayı boğuntuya getirmekti.Nitekim bu provokasyonun ardından Öcalan, o aldatmacalı taktiğine bir kez daha başvuruyordu;

     “İşte yine yaşanan sığlıklar, biraz devrimci zorluklar var. Ben bunu temsil ediyorum. O ise, ‘hayır, tek bir kişi Hakkari’ye gitmemeli. Zaman uygun değil’diyor. Sonra gördük ki, bu tamamen TC’nin planı.” (38)

    A.Öcalan olayı “ülkeden kaçmak” biçiminde sunuyordu. Çünkü sorunu bu biçimiyle ele almak kolayına geliyordu. Bu arada bir grubu da eyleme geçirerek bu düşüncesini doğrulamak istiyordu. Soruna, mücadeleyi başlatmak isteyenlerle, mücadeleden kaçanlar arasındaki bir sorun görünümü veriyordu. Ama Öcalan’ın bu dönemde hayli zor günler geçirmiş olduğu belli. Hiçbir zaman bir söylediği diğerini tutmuyor. Yani bizler için herhangi bir şeyi ispata gerek kalmıyor. Çünkü bir yerde söylediğini, diğer bir yerde yine kendisi çürütüyor;

    “…Sonuçta bir baktık ki, adam savaşıyor bizimle, çok şey götür- müş. Yapının yarısı zaten hastalıklı hale gelmişti. Zaten diğer bir sözü de şuydu; ‘Bu kez ülkeye gidenlerin yüzde doksanının kafası karmakarışık, sen o kafayla onları savaştıramazsın’ diyordu. Ben daha sonra farkettim ki, bu sözü doğruymuş. Yapının yüzde doksanının kafasını karıştırmış; uyduruk, tali meselelerle onları oyalamış. Kafası hasta olan, karmaşık olan savaşır mı? Ve o yapıdan hayır gelmedi.” (39)

    Bu sözler Öcalan’ın “15 Ağustos atılımı”nı hangi koşullar altında gerçekleştirdiğinin kendisi tarafından izahıdır. Ortada örgüt yokken Öcalan birşeylere oynamıştı.Tıpkı 1979’larda yaptığı gibi. O yılları izah ederken, “Örgüt yoktu, ama ben alalacele çizdiğim bir gerilla yönet menliğiyle Siverek eylemini başlattım ve ardından hemen Ortadoğu’ya çıktım” diyordu. Burada yaptığı da aynıydı. Arkasını sağlama aldığı Suriye’de oturuyor ve “yüzde doksanı elden gitmiş” bir yapıyla “gerilla hareketi” başlatıyor. Neden? Çünkü insanların ölmesini istiyor. Yeni bir “şehitlerimiz ve direnişimiz” kampanyasıyla karanlık amaçlarını gizliyor. Bu kampanyanın gölgesinde şiddeti giderek Avrupa’ya yayıyor, PKK’den ayrılanlardan ve diğer devrimci örgütlerden onlarcasını öldürüyor. Bu arada karanlık güç odakları da Çetin Güngör olayında olduğu gibi kendisine gereken imkanları sunuyor. Bu cinayet, sonradan gelişen olaylar açısından da ilginçtir.

    İkinci amaç; cunta sonrasında halkın içinde bulunduğu durumla ilgiliydi. Cunta döneminde amansız bir baskı, işkence ve terör altında yaşatılan halk, olabildiğince yoksulluğun içine itilmişti. 24 Ocak kararları dipçik ve süngülerin gölgesinde hayata geçirilirken, işsizlik had safhaya ulaşmıştı. Tam bir çıkmaz içine itilen kitleler üzerinde geliştirilen çıplak baskıyla 24 Ocak kararlarının sonuçları toplanıncaya kadar gidilemezdi. İşte “15 Ağustos atılımı”bu patlamanın yönünü değiştirmede önemli bir rol oynamıştı. Bu eylem, halk üzerinde yeni bir terör kasırgası estirmenin bahanesi olmuştu. Doğu’da PKK’nin durumundan habersiz olan bir çok insan, çıkmazdan kurtulmanın yolunu genelikle PKK’ye kaymakta bulmuştu. Batı’da ise “düşmanlarla sarıldık” masalıyla kitleler avutulmaya çalışılmıştı. Bir anlamda PKK aracılığıyla yaygın işsizliğin doğuracağı sosyal sorunların üstü bir dönem için de olsa örtülenmişti. Bu politika özellikle 90’lı yılların başından itibaren başarıyla uygulanmıştı. Dikkat edilirse bu durum, A.Öcalan tarafından üstü kapalı da olsa MED-TV’de sıkça dile getirilmişti. Olağan konuş- malarından birinde sol örgütlere seslenen Öcalan, “İşte görüyorsunuz. Bu kadar işsiz, bu kadar aç insan var Türkiye’de. Bir silah sesiyle bunları saflarınıza çekmeniz hiçte zor değildir.” diyordu.

    Bu noktada 1983’ün ortalarında PKK’nin örgüt yapısını yansıtan tabloya değinmekte yarar var. PKK’nin Lolan’dan gönderdiği iki ekibin Hakkari ve Van yörelerinde yürüttükleri faaliyetler sonucu arkalarına takıp getirdikleri 25 kişinin “PKK’ye niçin katıldınız” sorusuna verdikleri yanıtlar düşündürücüdür. Bunlardan onbiri, PKK’ye katılma nedeni olarak, “çobanlık yapmaktan bıktım” diye yanıtlarken, beşi “evlenecektim,başlık parası bulamadım ve babamla kavga ettim”diye yanıtlıyor.Geri kalan dördü “evle kavga ettim, kaçtım, geldim”,üçü askerlik yapmak istemediğini, geri kalan iki kişi de örgütün ismini önceden duyduğunu ve sempatisi olduğunu söylüyor. Yapılan ankete göre bu kişilerden en yaşlısının yirmisinde olduğu, bunlardan sadece dokuzunun ilkokul diplomalı oldukları ortaya çıkıyor. Bu tablo karşısında irkilmemek elde değil. Daha sonra benzer bir anket bu kişileri bulup getiren ekiplerin sorumlularıyla yapılıyor. Onların söyledikleri de tam beklenen türdendir. Verilen cevaplar kısaca, “merkez, kimi bulursan al getir diye talimat verdi, ben de bunları getirdim” biçimindedir. Yazdıklarına, çalakalem verdikleri raporlara bakıldığında hallerinden oldukça memnun oldukları ortaya çıkıyor. İş başarmış veya bir zafer kazanmış komutanlara özgü bir hava seziliyor. Zaten PKK’de ekip veya grup sorumluluklarına getirilmiş kişilerin sosyal konumları, yeni gelen kişilerden pek farklı değildir.

    1996’ya gelindiğinde K.H (bir bölge sorumlusu) rastgele 125 silahlı PKK’lıya niçin geldiklerini, savaştıklarını soruyor. Bunlardan 79’u Türkiye’de yaşamanın olanaksız olduğunu, köyde ne olup olmayacaklarının belli olmadığını, “karnımızı bile doyuramıyoruz” diye uzayıp giden yanıtlar veriyor. 24 kişi İzmir, Adana, Mersin, İstanbul gibi büyük şehirlere iş aramak için gittiklerini ama Kürt oldukları için iş verilmediğinden yakınıyor ve çareyi ülkeden kaçmakta bulduklarını söylüyor. Yine bunlardan 15 kişi, yakın akrabalarının öldüğü veya içerde olduğu için PKK’ye katıldıklarını söylüyor. Yedi kişi de askerlikten kaçtıklarını belirtiyor.

    Yine çok ilginç olan bir başka durum ise; Kampta eğitim süreleri biten 20 kişiye sorulan, “şimdi ne yapmak istiyorsunuz?” sorusuna karşılık alınan yanıtlardır. İstisnasız hepsi ilk olarak, “eğer ülkeye gönderilirsem, önce köyüme uğramak istiyorum” diyor. 20 kişiden alınan bu yanıtın altında yatan esas istek aslında, “köylüme kendimi kanıtlamak istiyorum, silahlı otoriter bir güç haline geldiğimi göstermek isyorum” dur. Yani feodal duyguların farklı bir biçimde dile getirilmesi sözkonusudur. Sadece bu tablo bile PKK ve A.Öcalan’ın karanlık hedeflerini ortaya koymaya yeterlidir.

    1984 provokasyonundaki üçüncü amaca gelince; Bunun altında da K.Irak’la ilgili hesaplar yatmaktaydı. 

     “…ülke içinde yıllarca birine hizmette bulunmak istedim. Büyüklerimize, savaşçılarımıza, Barzaniden tutalım komünistlere ta dindarlara kadar hizmet etmek istedim. Sonra gördüm ki, hepsi sahtekârdır.” (40)

    Yukarıdaki sözlerinden A.Öcalan’ın yüreğinde hiç bir zaman bir özgürlük özlemi olmadığını anlıyoruz. İçinde duyduğu tek şey, uşaklık. Özgürlük tutkunlarına bu nedenle hep düşmanlık duyuyor. Büyük ideallerin sahiplerine saldırarak ruhundaki sahtekarlığı tatmine çalışıyor. İnsanlık tarihi boyunca haklar ve özgürlükler uğruna verilen kavgaların değeri tartışılamaz. Toplumsal gelişmelere yön vermede oynadıkları rol görmemezlikten gelinemez. İnsanoğlunun bugünkü gelişkin uygarlık düzeyine ulaşmasında bu iki temel tutkunun büyük rolü olmuştur. Bu gelişmelerin karşısında duranlar ise, hep geriyi, eskiyi temsil edenlerdir. Eskinin, köhne düzenin gönüllü savunucuları ve işbirlikçileridir. Yukarıda aktardığımız sözlerinin altında, onun ajanlaşmasında rol oynayan önemli etkenleri görmek mümkün.

     “….Biz oradan Ankara’ya dayanarak grup ortaya çıkarabilmiştik. İlkel milliyetçiliği de 1982’de dayanılarak bir adım atılabilirdi.”

     “Benim için “müthiş taktikçidir” diyorlardı. “o zaman onu kullandı, sonra başkasını kullandı…” (41)

    Barzani hareketini “ilkel milliyetçi” olarak değerlendiren Öcalan, Ankara’ya dayanarak kurduğu bir örgütle devrimcilik ve yurtseverlik yaptığını söylüyor. Öcalan’daki “dehanın” sırrı budur. Herkese nasip olmayacak kadar “şanslı” bir adam. Önce Ankara’ya dayanarak bir grup kurduğunu söylüyor, sonra da malum güç odaklarına yaslanarak geliştirdiği PKK’yi, “sahte” ilan ettiği güçlerin karşısına çıkarıyor. Kimin sahte olduğunu ise çıkış biçimi zaten ortaya koyuyor. Niçin, nasıl ve kimlere karşı ortaya çıkartıldığını gizlemek içinse durumunu “müthiş taktikçi”liğine bağlıyor. Doğrudur; ortada bir kullanma durumu vardır ama, Öcalan kullanan değil, kullanılandır. Kullanılış tarzı gerçekten müthiştir. Solu ve Kürdü bitirme çabasında hem kendisini gizleyerek provokasyonlarını sergiliyor, hem de sola ve Kürde karşı efendilerine kullanabilecekleri müthiş imkânlar sunuyor. Başlangıçta bunları sadece Türkiye içinde uygulayan Öcalan, 1980 sonrasında hedeflerin kapsamını genişletiyor. Çizilen stratejinin sonuç alabilmesi için kavganın özellikle K.Irak’a kaydırılması zorunludur. Çünkü bitirilmek istenen Kürdün yaşam kaynağı bu alandır. Güç odakları bu kez sadece dereyi değil, kaynağı kurutma iddiasındadır.

     “Aslında 1985’lere geldiğimizde, bizde silahlı savaşım çizgisine ısrarla gelememe, ısrarla onu hayata geçirmeme KDP’nin dayatmaları sonucu oluşan bir durumdu….İlkel milliyetçilik tamamen tasfiyeyi hedeflemişti… Bu durumdan dolayı biz Ağustos adımını geçte olsa başlatabildik.” (42)

   İşte gerçek niyetlerin A.Öcalan tarafından yapılan özeti. Sözümona silahlı mücadele çığırtkanlığıyla zor duruma düşürmek istediği kesimlerin kimler olduğu böylece anlaşılıyor. Sadece Türkiyedekileri değil, Irak Kürtlerini de hedefliyor. Bu araçla bir yerlere davetiye çıkarıyor. Nitekim o ana kadar Türkiye’nin Irak’a direkt bir askeri müdahalesi olmamıştı. Herşey siyasi platformlar içinde yapılmıştı. A.Öcalan 1984’ lerden itibaren bu alana yapılan dış müdahalelerin bir aracı olmuştur. Bu nedenle Öcalan’ın ARNG, ERNK gibi anlı şanlı ordu ve cephe faaliyetleri kimseyi yanıltmamalıdır. Ordulaşma ve cepheleşme adı altında yapılan tek şey provokasyonları daha kolay hayata geçirmekti. Tıpkı adı var, kendisi yok bir PKK gibi, ARNG, ERNK de sadece hedef şaşırtmak amacıyla ortaya atılan isimlerdi. Öcalan, yaklaştığı hazin sonu görmeye başladığı dönemde bu gerçeği de itiraf etmişti;

    “Bu halk savaşının sorumlusu kimdir? Kaç kişi sorumluluk duyuyor, bütün yönleriyle belli değildir. Adına bir ulusal önderlik deniliyor, ardından PKK, Artêşa Gel, ERNK, aslında daha çok adları var, ama içeriği nasıl doldurulmuştur belli değildir. Birinin canı çıkıyor, diğerinin umrunda değildir. Çok vahşi bir katliama tabi tutulan bazı köyler var, ama bazı ERNK’liler var ki, işin havasında cıvasında… Dedim ya ERNK’nin adı var kendisi yoktur. Öncü pratik içinde aynı şey söylenebilir.” (43)

 

 

 

 

 

                               PKK-DERİN DEVLET İLİŞKİSİ

 

    A.Öcalan’ın 90’lı yıllara gelmesi anlaşılacağı üzere hiçte öyle kolay olmuyordu. Güç odaklarının da yardımlarıyla birçok devrimciyi ortadan kaldırmakta başarılı olmuştu. Bu kendisi için hayli rahatlatıcı bir ortam da yaratmıştı. Ama bu kez karşısına daha derin bir uçurum çıkmıştı. Hizmet ettiği güç odakları arasındaki çatlaktan sözediyorum. A.Öcalan ile karısı Kesire Öcalan’ı da karşı karşıya getiren bu çatlak, başının hayli ağrımasına neden olmuştu. Çünkü geçmişte Pilot (Öcalan, kendisi gibi bu kişinin de Özel Savaş’a bağlı olduğunu kabul ediyor) ve Kesire (Öcalan, bu bayanın da MİT’e bağlı olduğunu söylüyor) vasıtasıyla yaratılan bir dengeden bahsediyordu. Belirttiğine göre güç odaklarının çeşitli kanatları arasında bu birlik yoluyla bir uzlaşma sağlanmıştı.

   1985’lerden sonra bu uzlaşmanın çatışmaya dönüştüğünü anlıyoruz.

    NEDEN?

    Sorunların kaynağı 12 Eylül cuntasına dayanıyordu. Gerek ülke içi, gerekse uluslararası kamuoyunun baskısı sivil siyasal iktidara geçişi zorunlu kılıyordu. Oysa Türkiye’de sermayenin bir kanadı sivil iktidara geçişi pekte istemiyordu. Bunlar, askerin iktidarda kalmasından yanaydılar. Askeri kanat ise, Cumhuriyeti kendi eseriymiş gibi algılayıp yorumladığı için iktidarda sürekli kalmayı hakkı olarak görüyordu. Bu hevesini her on yılda bir, ABD’nin desteğinde darbeler yoluyla hayata geçirmeye kalkışıyorduysa da, kendisini birtürlü kalıcı kılamıyordu. Ama 12 Eylül 1980 cuntası elde ettiği statüyü bu kez kolay kolay bırakmak istemiyordu. Cumhurbaşkanlığına gelen Kenan Evren yeni yasalarla yetkilerini arttırırken, varolan kısmi özgürlükleri de biraz daha kısıtlıyordu. Seçime girecek partileri ve parti adaylarını Milli Güvenlik Kurulu belirlemişti. “Parlamenter rejime” dönüşü, bilinen klasik partileri ve liderlerini yasaklılar listesine alarak, kendi onayından geçen yeni partilerle yapıyordu. Ama bunca tedbire rağmen seçim sonuçları askeri kanat için tam bir yenilgi olmuştu. Kenan Evren’in açıktan destek verdiği Sunalp’ın Milliyetçi Demokrat Partisi, seçim sonrasında tam bir hezimete uğramıştı. Yani evde yapılan hesaplar pazarda tutmamış, halk askerleri siyasette değil, kışlasında görmek istediğini açıktan göstermişti.

    İşte A.Öcalan rolünü tam da bu aşamada oynamaya başlıyordu. “15 Ağustos atılımı” adı altında devreye soktuğu provokasyonla demokra- tikleşmeden yana olmayan güçlerin imdadına tezelden yetişmişti;

     “…DYP-SHP sözde birbirlerine karşıydılar (…) İşte Demirel ile Mesut Yılmaz, ki bunlar devletin sivil maskesidir, benden yediği darbeden dolayı ders almışlar, ve tek örgüt içinde, hatta tek parti içinde birleştiler. Zorlama bir birlik yarattılar. Bu çok önemli aslında ve mücadelede çok şiddetli devam ediyor. Özal ayrışması bile çok önemli bir süreçti ve yine bizimle bağı vardı. (…)Yine bu İnönü’nün tükenişi, özel savaş yürütücülerinin gelişimi var. Ayrıca Cem Ersever en son bizimle amansız savaşanlardandı. Bu çıkışla çok yakınen ilişkisi vardır.” (44)  

    Bu sözler, egemen güçler arasındaki mücadelede, A.Öcalan ve PKK’nin yüklendiği rolü açığa çıkarması açısından önemlidir. Aynı sözler PKK’yle savaşımın neden 15 yıl gibi uzun bir süreye yayıldığının da izahıdır. Çünkü savaşım görünüşte PKK ile, özünde ise egemen güçlerin kendi içindeki iktidar kavgasıydı. Bu kavga aynı zamanda, ABD ile Avrupa’nın Türkiye üzerindeki çıkarlarının çatışmasıydı.

    Eğer ortada emekçi yığınların çıkarlarını dile getiren bir savaşımdan bahsediliyorsa, bu mücadeleyi yürüten bir parti veya örgütlenmenin izleyeceği politika, hiç belirtmeye gerek yok ki, Öcalan’ın yukarıdaki söyledikleriyle tam bir çelişki içinde olacaktır. Böylesi bir mücadele sürecinde emekçi yığınlardan yana hareket edenler, üretim güçleri karşısında sınıfların mevzilenişlerini sağlıklı bir biçimde ortaya koymakla yükümlüdür. İşçi sınıfının gücü, örgütlülük düzeyi, içinde bulunduğu koşullar, yakın ve uzak hedefleri ve bu hedeflere ulaşabilmek için izleyeceği ittifaklar politikasını, mücadele taktiklerini netçe belirlemek durumundadır. Yine ittifak yapacağı diğer sınıf ve tabakalarla dönemlere göre çelişen ve çelişmeyen yönlerini; çıkarların birleştiği ve birleşmesi mümkün olmayan noktalarını açıklığa kavuşturmak zorundadır. İktidarı elinde bulunduran burjuvazinin gücünü, uyguladığı politikaları, bu güçlerin kendi arasındaki çıkar çelişkilerini, bu çelişkilerin boyutlarını ve daha çok hangi noktalarda yoğunlaştığını vb. çelişki ve çatışmaları belirleyip bunlar arasındaki çelişkileri daha da derinleştirecek politika ve taktikleri saptaması gerekir. Emekçi yığınların öncülerinin en temel görevlerinden biri de, burjuvazinin halka karşı baskı ve sömürü ola- naklarını daraltacak, onların hareket esnekliklerini kısıtlayacak, hatta ellerinden alacak bir mücadele tarzıdır. Ezilen yığınların çıkarları doğrultusundaki savaşımın başarıyla sonuçlanmasını isteyenler, mümkün olan en geniş kitlelerin harekete geçmesi için çaba gösterirken, egemen güçlerin parçalanmasını sağlayacak ve bir araya gelmelerini önleyecek çabalar içine girerler. Ama A.Öcalan ipliği pazara çıkmış hırsız misali, egemen güçler arasında mümkün olan en kapsamlı birliği oluşturmanın çabası içinde olduğunu itiraf ediyor. Bütün bunlar devrimci demokratik mücadelenin basit bir terör hareketiyle karşı karşıya olmadığını gösteriyor. Karşısında duran sıradan bir terör örgütü değil, bir ajan örgütüdür. A.Öcalan’ın yukarıdaki söylemi de bunun böyle olduğunu doğruluyor. İzlenen strateji, basit bir terörist grubun veya örgütün izleyebileceği yol değildir.

    Bu ajan-provokatörün geliştirdiği taktikler elbette dönemin koşullarından bağımsız ele alınamaz. Daha doğru bir deyişle dönemin derin devlet politikasından bağımsız düşünülemez. Bu entrikacı politikanın kaynağı her şeyden önce 24 Ocak kararlarıdır. Bilindiği gibi bu kararlar en rahat biçimde uygulama olanağını 12 Eylül ile birlikte bulmuş ve daha sonra ANAP iktidarı tarafında sürdürülmüştür. Ama 24 Ocak kararlarının ekonomik, sosyal, siyasal vb. alanlarda yarattığı ters sonuçlar 90’lı yılların başına gelindiğinde daha açık bir biçimde görülmeye başlanmıştı. Ülkemiz hemen her alanda ciddi boyutlarda tıkanmanın içine sürüklenmişti. 90’ların başına gelindiğinde yatırımlarda durgunluk, işsizlikte artış, enflasyonda yükselme artmış, bütçe açığı büyümüş, dışalım ve dışsatım arasında denge kurulamamış, dışticaret açığı büyümeye başlamış, dış sermaye daha fazla egemen hale gelmiş, para politikasında istikrar sağlanamamıştı. Öyle ki, 84-85-86 yıllarında bir takım alanlarda sağlanan göreceli iyileşmeler dahi korunamaz hale gelmişti. Ülkenin ekonomik olanakları elit bir kesimin hizmetinde çarçur edilirken, geniş emekçi yığınlar uçuruma terk edilmişti. Geç doğmuş bir burjuvazinin saldırgan ve doymak bilmez iştahının tüm biçimleri bu dönem boyu sergilenmişti.

    Daha sonraları soğuk savaş sürecinin sona ermesi ve SSCB’nin yıkılmasıyla birlikte, Türkiye ciddi boyutlarda istikrarsızlığın içine sürüklenmişti. Bu durumun güçler dengesine olumsuz yansımaları olmuş, devlet örgütlenmesinde yeni arayışları getirmişti. Yine bölge politikasında yeni strateji ve taktiklere ihtiyaç duyulmaya başlanmıştı. Geçmişte sürdürülmesi basit olan dış politika, yeni dönemde oldukça karmaşık hale gelmişti. Türkiye’de egemen güçler arasında uzun yıllar pısırık kalmışlığın verdiği bir şaşkınlık vardı. İki sistemin yarattığı atmosferin sıcak kanatlarının kalktığını gördüklerinde adeta kendilerini ayazda hissettiler. Uzun süre bunu şaşkınlığını yaşadılar. “Artık önemimiz bitti, üvey evlat haline düştük” psikolojisi egemen olmaya başlamıştı. Bu ister istemez çarpıkta olsa kendi kanatlarıyla uçmanın, ayakları üzerinde durmanın arayışlarını da beraberinde getirmişti.

    Zaten 1988 ve 1989’a gelindiğinde ANAP iktidarı uygulamalarının olumsuz sonuçlarını gördüğünden daha bu yıllarda seçim yasasıyla oynamaya başlamıştı. Gerek sosyal demokrat kanada, gerekse de aynı tabanı bölüştüğü DYP’ye karşı üstünlük kuracak yönelimler içine girmişti. Gücünü uluslararası sermayeden ve yerli tekellerden alan ANAP, 90’lı yıllara girildiğinde, yoksullaşmanın getirdiği göçle metrepollerde yoğunlaşan kitlelerin desteğini Tük-İslam sentezi altında şekillendirdiği ideolojiyle toplamaya hız veriyordu. Tabii bu arada her zamanki gibi 12 Eylül’ün getirdiği Anayasa ve yasaların zırhına bürünmeyi ihmal etmiyordu. Yine bu dönemde kendine bağımlı kıldığı basın-yayının desteği de gözardı edilemez. Ama 90’lı yıllarda ANAP’ın yeni bir hamlede bulunabilmesi için önünde çok ciddi engeller vardı. Bunların başında sermaye sorunu geliyordu. Özal sermaye sıkıntısına çözüm bulmanın yolunu, hem iç pazarda, hem de uluslararası pazarda dolaşan karaparayı Türkiye’ye çekmekte görmüştü. Karaparayla ekonomi geliştirmeyi temel almış, bunun için mafyanın ileri gelenleriyle işbirliği yapmaktan çekinmemişti. Özal’a göre serbest pazar ekonomisinde başvurulmayacak hiç bir yöntem yoktu. Eşi benzeri görülmemiş serbest pazar ekonomisi uygulamalarına yeni bir “atılım” kazandırılmıştı. ANAP’ın koalisyonlar biçiminde de olsa iktidarda kalması için her şey mübah görülmüştü. Böylece derin devlet’in gücünü ve şiddetini en fazla gösterdiği bir dönem açılmıştı. İşte tam bu noktada A.Öcalan’ın, “özel savaş yürütücülerinin gelişimi var”demesi ve bu gelişimi kendisi ve PKK’yle ilişkilendirerek savunması boşuna değildir. Burada hem eğemen güçlerden hangi kanada hizmet ettiğini anlatıyor, hem de bu kanadın derin devlet içindeki uzantısının inatçı bir savaşçısı olduğunu vurguluyor. Oynadığı rolle hangi kanadın ve örgütlenmesinin başarısı için çalıştığına en ufak bir şüpheye yer bırakmayacak biçimde açıklık kazandırmış oluyor. Gerek tek başına iktidar olduğu, gerekse de cumhurbaşkanı olduğu dönemde Özal’ın en önemli hedeflerinden birisi, sosyal demokrat kanadı götürmekti. Öcalan’da, “özel savaş” olarak adlandırdığı güçlerle birlikte bu sürece vargücüyle katkıda bulunuyor. Böylesine kritik günler için yetiştirildiğini unutmamıştı. PKK’nin zavallı köylü tabanı ise bu gerçeği kavramaktan uzaktı. Onlar iyi bir iş yaptıklarını sanarak savaşırlarken, Öcalan bir yerlerle oynaşı- yordu.

    Ancak karşı devrimci, provakatif bir yapılanma, sosyal demokrat partilerle sağ partiler arasındaki farkı görmemezlikten gelir. Türkiye’de sosyal demokrasinin doğuş ve gelişme koşullarının irdelenmesi apayrı bir sorundur. Tutarsızlığı tartışılabilinir. Ama konumuz bu değil. Burada sadece sola değil, bir bütün olarak sosyal demokrasiye de karşı geliştirilen çok sinsi bir politika var. Sosyal demokrasinin gerek ekonomik, gerekse sosyal alanda getirdiği çözümlerle sağ partilerin getirdiği çözümler arasındaki farkı göremeyen bir A.Öcalan ve PKK’den bahsedemiyeceğimizi yukarıdaki sloganlaştırılmış strateji ortaya koy- maktadır. Kaldı ki, gayet bilinçli hareket ettiğini kendisi de gizlemiyor. Dünyanın neresinde olursa olsun emekçi yığınlardan yana olduğunu söyleyen hiç bir güç, burjuvazinin en talancı ve baskıcı kanadını, sosyal demokrasiye yeğlemez. Solun, genel olarak sosyal demokrasinin gerilemesi veya tükenmesi emekçi yığınlar açısından çok önemli mevzi kayıpları olarak görülür. Bu, işçi sınıfı ve emekçi yığınların demokratik hak ve özgürlükler mücadelesinde ittifak yapabileceği önemli güçlerden birini kaybetmesi anlamını taşır. Hele hele bunun bir de komplolar ve entrikalarla yapılması tam anlamıyla bir felakettir.

    Aslında yapılanların pekte öyle yeni şeyler olduğu söylenemez. 70’ li yılların ortalarında sol’a ve sosyal demokrasiye karşı geliştirilen provokasyonların bir tekrarı, bazı farklılıklarla bu yıllarda bir kez daha uygulanmıştır. Dönemin CHP iktidarını düşürmek için tekellerin uyguladığı ambargoların yanısıra, Maraş vb. katliamların geliştirildiği, Hilvan-Siverak olaylarının çıkartıldığı hâlâ hafızalardadır. Arkasından getirilen Milliyetçi Cephe iktidarlarıyla emekçi yığınlar üzerindeki baskı ve sömürü alabildiğine yoğunlaştırılmıştı. 1970’lerde Milliyetçi Cephe hükümetlerinin kuruluşunun ve 12 Eylül darbesinin arkasında kimler var- sa, 90’lı yıllarda sol güçlere ve sosyal demokratlara karşı oynanan oyunların arkasında da aynı güçler vardır. Her iki dönemin kapıkulu A. Öcalan bu durumu da gayet açıklıkla itiraf etmektedir;

     “Ankara’dayız. 1976-77-78’i eğer bunlara dayandırmazsak, sağlam çıkışı yapabilir miyiz? Bu biraz da, sanıyorum SHP’yi bitiriş planları- mıza benziyor, ki şimdi SHP’nin cenazesi kaldı. Bu İnönü’nün oğluna karşı yaptığımız siyasi bir darbeydi ve biz onu aslında CHP’ye karşı oynadık. Bunlar 1976-77’de CHP’lidir.Hem aydın, hem kemalisttir.” (45)

    70’li yılların ortalarından sonra oynanan oyunların çok daha geniş çaplısı 90’lı yılların başlarından itibaren oynanmıştır. O yıllarda Öcalan’ ın soldan Hilvan-Siverek olaylarını patlak verdirmesi, sağdan da Maraş vb. türünden katliamların düzenlenmesi, provokasyonların hangi saçayakları üzerine oturtulmak istendiği hakkında daha anlaşılır bilgiler veriyor. Özellikle de 92’den itibaren tüm bir sol’a, işçi sendikaları başta olmak üzere tüm demokratik kuruluşlara karşı baskıların nasıl yoğunlaştırıldığı biliniyor. Silah, esrar-eroin ticaretini, dolayısıyla kara parayı elinde bulunduranlar sermayelerine sermaye katarak yatırımcı burjuvaziyi bile tehdit eder hale gelmişti. Bu üçlüyü ellerinde bulunduranlar ülkemizin geleceğine hükmetmeye kalkışmışlardı. Ekonomi bu yıllarda kara para, çek-senet, yüksek faiz, repo ve bonolarla yönlendirilmiştir. Bu dönemde elit bir kesim bu ekonomik uygulamardan büyük kazançlar elde ederken en geniş yığınlar sefaletin ve açlığın pençesinde kıvranmıştır. Halka karşı estirilen acımasız terörü destekleyenler, göğüslerini kabarta kabarta cinayet işleyenler halk düşmanlarıdır. İşte Abdullah Öcalan ve suç örgütü PKK’de bunlardan biridir. A. Öcalan göbeğini ve ensesini en çok bu dönemde şişirmiştir. PKK milyonlarla ifade edilen dolarlar ve marklarla oynamaya başlamıştır. Bu gerçekler gözönünde bulundurulursa, sol’a ve sosyal demokratlara karşı Öcalan’ın aldığı tavrın önemi de kendiliğinden ortaya çıkar. Aynı yıllar ve sonrasında toplumun hangi yöntemlerle susturulduğu henüz unutulmuş değildir.

    Abdullah Öcalan’ın hangi ortamda ve nasıl büyütüldüğü, PKK’nin niçin ortaya çıkarıldığı, nasıl ve hangi amaçlar uğruna provokasyonlar geliştirdiği şimdi çok daha iyi anlaşılmış oluyor. Sosyal demokratlar da dahil tüm sol güçlere karşı yönelim Apocu provokasyonun saçayaklarından birini oluşturuyor. Her defasında dile getirdiği Turgut Özal ve “özel savaş” hayranlığı boşuna değilmiş!… Abdullah Öcalan’ın izlediği bu taktik sadece Türkiye ile sınırlı kalmamış, Avrupa’ya kadar uzatılmıştır. Avrupa’da da sol ve sosyal demokrat güçler hedeflenmiştir. Karanlık güçlerle uluslararası planda oynandığı zaman provokasyonlar doğal olarak bu alanlara da kaydırılacaktır. Abdullah Öcalan’ın Palme olayında takındığı tavır bu açıdan önemlidir.

    İşte bahsettiğimiz bütün bu çelişkiler A.Öcalan’ın karısı Kesire Öcalan’la karşı karşıya kalmasının da nedeni oluyor. Güç odaklarının farklı kesimlerine dayanan bu ikiliden her biri kendi çizgisini egemen kılmak istiyor. Hatta aralarındaki çatışma öylesine derinleşiyor ki Kesire, A.Öcalan’ı açığa çıkarmakla bile tehdit ediyor. Zaman zaman bunu yapmaktan kaçınmadığını Öcalan’ın anlatımlarından anlıyoruz;

    “Bu yıllarda kadın, saatini öyle hesaplıyor ve öyle geliyor ki; ya açığa çıkacaksın, ya halledileceksin, ya çözüleceksin, ya da yaşamak yoktur. Kaçıyorum olmuyor, arkadaşlar gibi vursam olmuyor…İşte tam da bu durumdayken, onu Ankara’ya yolladık. Sene 1979 olmuştu.

    Büyük ihtimalle Ankara’da çok kapsamlı bir değerlendirme yaptılar. Üç aylık bir süreçti. 1979’un başları oluyor. Çok dikkatli hareket etmemiz gerekiyor, ne olur ne olmaz. Adamların yüzde yüz kontrolü altındayım. Kontrolden çıktığımı anladıkları anda derhal öldürebilirler. Sonuna kadar bağlı olduğumu anı anına tekrarlamam lazım.” (46)

    Kesire’nin A.Öcalan’ı yine açığa çıkarmakla tehdit ettiği dönemin özelliklerine bakacak olursak, aslında 1978’ler ve sonrasıyla benzer özellikler taşıdığını görüyoruz. O dönemde de özel savaşın Ülkücüler ve PKK eliyle tezgahladığı provokasyonlar var. A.Öcalan Hilvan ve Siverek’teki provokasyonlarla halkı ve sol örgütlenmeleri kırıp geçirirken, 23 Aralık 1978’de yapılan Maraş ve daha birçok alanda geliştirilen katliamlarla ülkücüler de halkı kıyıma uğratıyordu. Bunları Çorum ve Sivas’taki kıyımlar tamamlıyordu. Türkiye adım adım provokasyon ların içine çekilerek kitleler pasifize ediliyor, kısmi demokratik ortam yokedilmek isteniyordu. Sıkıyönetimi Türkiye’nin her tarafına yaymanın, yönetimi adım adım cuntacılara bırakmanın hazırlıkları yapılıyordu.

    Dikkat edersek aynı olayları 1985’lerden sonra da yaşamaya başladık. Sözde bir gerilla savaşı kılıfı altında A.Öcalan Kürtler üzerinde terör estirirken, özel savaş ve Ülkücüler de aynı işlemi farklı bir cepheden tamamlıyordu. Öyle ki, bu dönemde aralarındaki gizli anlaşma çoğu olaylarda kendini açıktan ele veriyordu. Yeşil kod adlı Mahmut Yıldırım bu ilişkiler ağında sadece bir örnektir. Türkiye’de birçok olayın baş aktörü olarak gösterilen Mahmut Yıldırım’ın, PKK’liler tarafından Kuzey Irak’ta ve Lübnan’da korunduğunu herkes biliyor. Buradan ayrılmak zorunda kaldıktan sonra, uzun bir süre PKK adına Romanya, Çekoslavakya ve Polonya’da faaliyetler yürütmüş, PKK’nin bilinen ticari bağlantılarını kurmuş ve yönetmiştir. Aynı şahsın karanlık güçlerin ilişkilerinde adeta bir merkez rolü oynadığı da çoğu çevreler tarafından dile getiriliyor. Kaldı ki, ellibeşinci, ellialtıncı ve elliyedinci hükümet yetkilileri de, Yeşil’in devletin istihbarat örgütleriyle olan ilişkilerini inkâr edemiyor, PKK’yle bağlantılarını sorgulamaya başlıyorlardı. Hatta TBMM’nin soruşturma komisyonunun hazırladığı raporlarda bu durumu doğrulamıştı. A.Öcalan’ın gerilla savaşı kılıfı altında başlatığı provokasyonunun ardından Türkiye, yine karanlık odakların cirit attığı kapkaranlık bir döneme daha çekiliyordu. Baskı, terör, işkence, faili meçhul cinayetlerle birlikte, Kürt-Türk ve alevi-sunni çelişkisi elden geldiğince körükleniyordu. Kürt bölgelerini yeterince karıştıran Öcalan ve karanlık güç odakları, hedeflerini adım adım genişleterek Toroslar ve Karadeniz’le de oynamaya başlamışlardı. Hürriyet gazetesinin “PKK Toroslar’da ve PKK Karadeniz’de” başlığını attığı günün akşamı, MED-TV’nin de Karadeniz dosyası adı altında üç günlük bir programla, PKK’nin savaşı Karadeniz’e kaydırdığını duyurması kesinlikle bir rastlantı değildi.

    Geçmişte olduğu gibi bu dönemde de Kesire Öcalan ile Abdullah Öcalan’ın karşı karşıya gelmesi oldukça ilginçti. A.Öcalan’ın söyledik- lerinden aralarında ortaya çıkan çelişkilerin geçmişte dışa vurulmadan sessizce halledildiğini anlıyoruz. Ama bu sefer sessizlik bozuluyor ve çelişkiler ayrılıkla sonuçlanıyor. Çünkü sözkonusu çelişkiler bu kez sadece ülkeyle sınırlı değildi. Uluslararası gelişmeler ve değişimlerle birlikte çelişkiler de çoğalıp, derinleşmişti. Öyle ki, gerektiğinde yeni bir Kürt soykırımına başvurmak dahi gündeme gelmişti. Nitekim 93-95 yılları arasında Van-Hakkari ve Hakkari-Mardin şeridi boyunca kıyım planlarının zaman zaman tartışıldığı kamuoyuna da yansımıştır. Bölgeyi otlarına kadar yakmak isteyenler bu yönlü fikirlerini çekinmeden dile getirmiştir. Bu planların tamemen Öcalan’ın bilgisi dışında olduğunu kimse iddia edemez. Çünkü oluk oluk kanların akması gerektiğini söyleyenlerden biri de odur.

    Bu nedenle A.Öcalan sıradan bir terörist, PKK’de alelade bir terör örgütü değildir. Öcalan, Kürt halkını dünya haritasından silmeye hazırlanmış bir karşı devrimci, PKK ise bu hain niyetleri gerçekleştirmede kullanılan çete örgütüdür. Hazırlıkları yapılan kanlı planların önemi ve içeriği Kesire ile yaptığı tartışmalarda da görülüyor;

     “…Evet, ‘nesin sen, açığa çık!’diye sorarak ben onu açığa çıkaracağıma, o bana diyor:’sen nasıl birisisin, açığa çıkacaksın!’ Tabii, bütün bunları soğukkanlılığımı son derece yitirmeden götürmek istiyorum (…) Fakat senin için çok kötü olur (…) İnsanlığın karşısına bile çıkamazsın.’ Sanırım bu bir son konuşmaydı.” (47)

    Karşılıklı olarak birbirlerine yaptıkları tehditler, aralarındaki sorunla- rın çözümüne yetmiyor. Çünkü her iki tarafta, “önder benim, tek ilişki kanalı ben olmalıyım ve benim stratejim geçerlidir”diyor. Yani kavga, Kürt halkına karşı geliştirilen konseptler ve bu konseptleri hayata geçirme taktikleri üzerine başlıyor. İkisi de kendi çizgisini egemen kılmak istiyor. Birbirlerini ortaya çıkarmakla tehdit ediyorlar. Onca yıldır işlenen ağır suçlar var ortada. Sonuçta efendileri tarafından her ikisi üzerinde “pat” metodu uygulanıyor ve birbirlerini ele veriyorlar. Artık itirafların ardı arkası gelmiyor.

 


Yüklə 2,07 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   17   18   19   20   21   22   23   24   ...   31




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin