Yaklaşan Genel Seçimler Üzerine


IV-     ABDULLAH ÖCALAN KİMDİR?



Yüklə 2,07 Mb.
səhifə22/31
tarix07.01.2019
ölçüsü2,07 Mb.
#91581
1   ...   18   19   20   21   22   23   24   25   ...   31
       IV-     ABDULLAH ÖCALAN KİMDİR?

 

                      1- KİMLİĞİ VE KİŞİLİĞİ

                      2- KURULAN TUZAK DEVREDE

                      3- ÖCALAN’IN CAN SİMİDİ

                      4- YAKLAŞIMLARDAKİ FARKLILIK

                      5- İTİRAFLARIN NEDENİ

                      6- ÖCALAN’DAKİ KÜRT DÜŞMANLIĞI

                      7- ÖCALAN VE IRKÇILIK

                      8- DOĞAN ÇOCUĞUNUZUN ADINI

                          ABDULLAH KOYMAYIN

 

 

 

                                     KİMLİĞİ VE KİŞİLİĞİ

 

    Bu, üzerinde çok önemle durulması gereken bir konudur. Özellikle son 15 yıllık eylemiyle Türkiye’nin gündemine oturan bu zatın, ne olup olmadığı iyi bilinmelidir. A.Öcalan gerçekte kimdir? Bu duruma nasıl geldi? Kimin ve neyin kavgasını verdi? Kuşkusuz bu soruların cevapları ülkemizin ve demokrasinin geleceğini ilgilendiriyor. Bunlar açığa çıkarılıp sorgulanmadıkça, A.Öcalan anlaşılmadıkça Türkiye’deki gelişmeler hiç bir zaman istenilen düzeyde olmayacaktır. PKK ve benzeri entrikalar açığa çıkartılıp mahkum edilmedikçe Türkiye’de gerçek anlamda bir demokrasinin geliştirilemeyeceği bilinmelidir. ABD ve AET pöçüğüne takılarak demokrasi havarisi kesilen o “meşhurlar” da daha çok debelenmekten başka birşey yapamayacaktır.       

    Abdullah Öcalan, 1984 olaylarının nedenlerini ve uzun yıllar boyunca hangi amaçlar için hazırlandığını, PKK’nin 19. kuruluş yılında MED-TV’de yaptığı konuşmasında açıkça ortaya koymuştur. Çok ilginçtir ki, bu konuşmaları dinleyen kesimlerden herhangi bir ses çıkmamıştı. Sorulduğunda ise “öyle biri olduğu zaten biliniyordu” diyerek kestirip atmaya çalışmışlardı. Çünkü birçokları özellikle maddi çıkarlarının her an alt-üst olacağının korkusuna kapılmıştı. Bir anda herşeyin tersyüz olacağı sendrumuna kapılan bu çevrelerin elleri ve ayakları birbirine dolanmaya, etekleri tutuşmaya başlamıştı. Ekmek elden, su gölden yan gelip yaşayan, ama arada bir de önderlik, diplomatlık taslayan bu çevrelerin kimler olduğu biliniyor. Oynadığı rolün yavaş yavaş sona doğru yaklaştığını farkeden Öcalan’sa gerçekleri daha fazla saklamayı gereksiz görmüştü. İşte herkesin kanını donduran açıklaması;

    “Sayın Mumcu’nun yazmak istediği bizimle ilgili bir kitap vardı ve kitabın da ismi; Apo Üzerine’ydi. Sanırım bu kitap çıktı. Fakat doğru çıkmadı. Yarım yamalak çıktı… O kitapla ilgili epey son on yılda yoğun faaliyetleri vardı. Bana göre O’nun ölümüyle, bu kitap arasında bir ilişki kurulabilir. Kitapta kanımca şunu dile getirmek istiyordu; ‘Apo’yu bizim devletimizin yaklaşımları ortaya çıkardı, besletti, büyüttü.’ Şimdi bunun şöyle doğrudan ilişkisi vardır: devlet, üç yıl beni Ankara’da kendi özel yöntemleriyle besledi. Artık bu bir yetenek midir, bir yaşam yolu mudur, ne derseniz deyin. Devlet ne dediyse ben evet dedim. Böyle olacaksın dedi, ben öyle olacağım dedim.

    Formül şu; bunu rahatlıkla çekeriz. Ben de şunu söyledim; istediğiniz kadar beni çekebilirsiniz. Hem de hiç ihtiyaçduymadan, belki çok çabalayıp, geliştireceği projeleri bizzat istediği gibi kurabileceğini, benim hazır olduğumu, belki de istediğinden daha fazla hazır olduğumu gösterdim. Uğur Mumcu’nun dile getirmek istediği olay bu.” (48)

    Hakkını vermek gerekir. A.Öcalan gayet içten konuşuyor. Beyinleri tamemen dumura uğratılmışların dışında herkes burada anlatılmak istenenleri anlamıştır. Bu konuşma da dahil Devrimin Dili ve Eylemi adlı kitabında bir araya toplanan konuşmaların her biri, sona doğru yaklaşım sürecinin belirli evrelerini ifade ediyor.

    Uğur Mumcu’nun, PKK ve Abdullah Öcalan üzerine yaptığı araştır- malar, Haki Karer’in katledilmesiyle başlamış, 1984 provokasyonuyla da biraz daha ivme kazanmıştır. Uğur Mumcu, Abdullah Öcalan’ın 84 şehir baskınlarıyla birden bire, beklenmedik boyutlarda önplana çıkarılışının arkasında yatan tehlikeleri ilk kavrayanlardan biriydi. Komployu açığa çıkarmak isteyenlerin başına getirilen felaketleri gözönüne getirmek bile, Uğur Mumcu’ya yapılan komplonun arkasında yatan güçleri kavramak açısından yeterlidir. Abdullah Öcalan da, Uğur Mumcu’nun kendisiyle ilintili olarak öldürüldüğünü söylüyor. O halde neden? Açık ki Mumcu, Öcalan’ın sırf dış bağlantılarını açığa çıkarmak istediği için değil, asıl önemli olan iç bağlantılarına el attığı için ortadan kaldırılmıştır. İçten destek olmaksızın yalnız başına dış bağlantıların sonuçsuz kalacağını çok iyi biliyordu.

    Burada da karşımıza derin devlet denilen olay çıkıyor. Şimdiye ka- darki gelişmelerden öncelikle Abdullah Öcalan, M.Ali Ağca, Necati Kaya (Pilot), Mahmut Yıldırım, Abdullah Çatlı, Kesire Öcalan ve sivril- miş birkaç kişinin daha birbirlerinden bağımsız olmadıklarını anlıyoruz. Bunlar, derin devlet tarafından aynı dönemde ama birbirlerinden ba- ğımsız olarak belli amaçlar için yetiştirilmiş kişilerdir. Kiminin görevi sağdan, kiminin görevi soldan pratik faaliyetler içinde bulunmaktır. Devlette çeteciliğin, vurgunculuğun ayyuka çıktığı süreçlerde ise bu kişiler, zaman zaman bir araya getirilerek ortak hareket ettirilmişlerdir; bazen “sol”dan sağa, bazen de sağdan “sol”a kaydırmalar yapılarak sonuçta uyum içinde çalışmaları sağlanmıştır.

    Özellikle Uğur Mumcu, Musa Anter, Çetin Güngör ve Yıldırım Merkit olaylarında bu işbirliği çok açık bir biçimde kendini göstermektedir. Yine, daha sonra bu birliğe dahil edilen fanatik islamcı grupların da katılımıyla Batman, Diyarbakır, Yüksekova ve Mardin’de işlenen seri cinayetler bu işbirliğinin açık kanıtları olmuştur. Elbette aynı işbirliğinin bir de ekonomik boyutu vardır. Esrar, eroinden elde edilen gelirlerin bölüşümü bunun bir yönünü oluşturmaktadır. Belli bir dönemden itibaren, daha çokta 90’ların başlarıyla birlikte elde edilmeye başlanan gelirlerin büyüklüğü, milyarlarca dolarla ifade edilmektedir. Bu kadar büyük pazarı ve kârı kimselere farkettirmeden yönetmek başlı başına bir sorundu. Bu anlamda provokasyonların büyük bir titizlikle ve tam bir profesyonellik içinde yürütülmesi gerekiyordu. Bunun için yukarıda bahsedilen bileşime başvurma gereği duyulmuştur. Bu bileşimde zaman zaman görülen zaaflar, yani bazı dönemlerde ortaya çıkan çatışmalar ise, kâr bölüşümünde ortaya çıkan anlaşmazlıklardan kaynaklanmaktadır.

    Dikkati çeken bir başka nokta; Abdullah Öcalan’ın ajanlaştırılma- sıyla Pilot’un ajanlaştırılması arasında olan benzerliktir. Yine bunların ajanlaştırılması süreciyle, sağ cephede görevlendirilenlerin ajanlaştırılma süreci aşağı yukarı aynı döneme denk düşmektedir. Uygulanmak istenen geniş çaplı bir konseptin pratik hayata geçirilmesinde görev alan figuranlar bu dönemde yetiştiriliyor.

    Pilot’un, Lisede okurken, askerlik dersi veren askerlik şubesine ait bir subay tarafından ajanlaştırıldığı söyleniyor. Aynı biçimde , Ankara’ da 68-70’ler arasında Tapu Kadastro Meslek Lisesi’inde okurken askerlik şubesinden bu okula ders vermek için gelen bir subay da A. Öcalan üzerinde önemli etkiler yapıyor;

    “Tapu-kadastroda benim asker öğretmenlerim vardı. Harp okuluna gidiyorlar. Beni el üstünde tutarlardı. Bilmiyorum, o öğretmen de özellikle mi öyle yaptı? Yoksa çok mu seviyordu? Geliyordu böyle, ‘çocuklar aldım Abdullah’ın kompozisyonunu, gittim Harp okulunun profesörlerine okuttum, hepsi hayret etti’ diyordu…Yani ona kalsaydı ben bir melek gibiydim, dahiydim. Bu kadar değer veriyordu adam. Askerdi. Belki de bende tehlike gördü, böyle kazanmak istedi.” (49) 

     “Aslında başlangıçta asker olma özlemim vardı. İlgim vardı. Belki de yaşamamın önünü kestiği için içine girip anlamaya çalıştım …

    Daha sonra asker olmadığım için hüngür hüngür ağladım…

    Türk ordusuna gidemezdim, her şey yasak. Bekçiye bakıyorum o fazla bir güç değil; asıl güç ordu. Ordunun içinde de özel ordu.

    Şu anda inadım var.” (50)

    Belli ki, ajanlaştırılmak istenen insanlar rastgele seçilmiyor. Kişinin yaşadığı bölge, aile özellikleri, çevresi, çevresiyle olan ilişkileri ve her şeyden önemlisi de özlemleri büyük önem taşıyor. Öcalan ise hem yetişme tarzı ve aile özellikleriyle, hem de çevre ilişkileri ve özlemleriyle bu kalıba tamamen uyuyor. Her ne kadar bunları, çocukluk ve gençlik dönemlerine özgü masum özlemlermiş gibi gösteriyorsa da, aslında içinde bulunduğu gerçek durumun izahını yapıyor. Özellikle derin devletin özel ordusuna duyduğu özlem ve hayranlık dikkat çekicidir. Üstüne üstlük bunu güçlü olmanın önemli bir aracı olarak görüyor. Devletin resmi örgütlenmiş ordusunu ciddiye bile almıyor. Vargücüyle derin devletin ordusu, yani “ordu içinde özel ordu” için can atıyor. Gözlerden kaçmaması gereken püf noktası budur.

    A.Öcalan elbette bugünkü konumuna “ha” diyerek birdenbire gelmiyor. Uzun ve ince bir yolda sabırla ilerlemek zorunda kalıyor. Öncelikle özel bir eğitimden geçiriliyor. Komünizmle Mücadele Derneği, Türk Ocakları ve Ülkü Ocakları derneklerinde kitle faaliyetleri yoluyla tecrübe kazandırılıyor;

     “Ankara’da Tapu Kadastro Meslek Lisesi’ndeyken, sanırım son sınıfında Maltepe Camisi’ne gitmekten geri durmuyordum… Komu- nizmle Mücadele Derneği’nde verilen konferansları dinliyordum. Hatta ülkü ocaklarına gittiğimi de söyleyebilirim…İşte Hulisi Turgut muydu, onun Barzani ile ilgili röportajını da can kulağıyla dinliyor,okuyordum…Düşünsel olarak din kitaplarına ilgi duyuyordum. Necip Fazıl Kısa- kürek’i büyük bir ilgiyle izlemeye çalışıyordum. Bir-iki konferansına katıldım, olağanüstü buldum. Hatta çoşturdu beni. Yine Türk ocağında verilen iki konferansa katıldım… Komünizmle Mücadele Derneği’nin bir sorumlusu vardı. Refik Korkut’tu galiba. Teorisyendi. Ve hatta burada Demirel’ in geldiği bir toplantıya da katılmıştım.” (51)

    Okuldan mezun olur olmaz Öcalan kadastro memuru olarak Diyarbakır’a atanıyor. Bu arada “sosyalistleşiyor” ama, rüşvet alıp cebe indirmeyi de ihmal etmiyor. Ayrıca belli aralıklarla İstanbul’da da aynı görevi sürdürüyor. Aslında görevi; halk içindeki eğilimleri gözlemleyerek rapor etmektir. Yine bu süre içinde provokasyon geliştirme imkânlarının nerelerde ve hangi alanlarda bulunduğunu tayin ediyor;

    “Devlet memuru olarak orada sosyalist gerçeklik, devlet gerçekliğini daha iyi karşılaştırma imkanı vardı…biraz böyle cebine para girmiş, yeterince gözlem imkanı edinmiş, böyle bir otel yaşantısı. Ağalar ilk yaklaşımı gösteriyor. Yanına eskiden varamadığımız o büyük dema- gog yığını küçük-burjuvalarla hergün karşılaşıyorsunuz. Bunlar göz-   lem gücünü de arttırıyor.” (52)  

    A.Öcalan’ın Diyarbakır’da gözlemleme ve rapor etme faaliyeti bir yıl sürüyor. Hangi alan üzerinde oynayacağı bu süreçte belirleniyor. Bu- nun için öğrenci gençlikle ilişki kurması gerekiyor. Çünkü o dönem- de sol siyaset yankısını en çok yüksek öğrenim gençliği içinde bulu- yor. Ayrıca Kürt hareketlerinin yoğunlaştığı alanlar da büyük şehirler- dir.

     “…O zamanlar bir Sur Palas oteli vardı, o benim karargahımdı. Licelilerin oteliydi, duyduğum kadarıyla Behçet Cantürk’lerin…Yani Kürtlükle ilgili izlenimlerin bol olduğu bir otel. Üniversiteye gidiş tut- kum, kesin bir üst bürokrat olmaktan ziyade Türkiye’nin siyasi hava- sına biraz daha gerçekçi katılmaktı.” (53)

    A.Öcalan önceleri kaydını İstanbul Hukuk Fakültesi’ne yapıyor ama okula hiç gitmiyor. Kısa bir süre daha Tapu katastro memuru olarak incelemelerine devam ediyor. Sonuçta Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne kaydını yaptırıyor. (ki kaydının istihbarat kontenjanından yapıldığı da bazılarınca dile getiriliyor.) Bu arada “Kürtçü” yanı bir hayli gelişiyor. Yürüteceği siyasetin ilk derslerini Ülkü Ocakları, Türk Ocakları ve Komünizmle Mücadele Derneği’nden öğrenen A.Öcalan, birdenbire “Kürtçü bir komünist” oluveriyor;

     “…Ben üyeliğimi DDKO’ya yaptım…ilk üstlendiğim bir seminer var- dı…Oldukça da tehlikeli buldular beni…Kürt devleti lafını kullandığım için, orada bulunan herkesin dili uçukladı… Benden ısrarla ne istediğimi soruyorlardı…o zamanki DDKO’yu eleştiriyordum.” (54)

    “Bu dönemin diğer önemli bir anısı da, Teknik Üniversi’te de yapılan bir Dev-Genç toplantısıydı…

     “Kürt meselesinin ilk defa çok cesur bir biçimde orada tartışmaya açıldığını gördüm. Mahir’in kemalizm ve Kürt meselesi üzerine yaptığı konuşma çok cesurcaydı…” (55)

    Bu sözlerin altında üzerinde durulması gereken çok önemli iki gerçek var:

    Birincisi; DDKO’nun durumu.

    İkincisi; Türkiye sol’unun geldiği aşama.

    Bilindiği gibi DDKO Kürt gençlerinin Kürtlerin kültürel haklarıyla ilgili faaliyet yürüttükleri bir dernektir. Bunların ayrılma, silahlı savaşım yürütme vb. sorunu yoktur. Hedefleri; Kürt dili ve kültürünün serbest kullanımı ve geliştirilmesi, Kürt kimliğinin tanınması, halk üzerindeki baskı ve sömürüye karşı mücadele edilmesidir. Bu anlamda önemli bir kuruluştur. Öcalan’ın böyle bir kurumun bünyesinde “Kürt devleti”nden bahsetmesi elbette dudakların uçuklamasına neden olacaktı. Çünkü bu, amaçları tamamen farklı olan bir derneğe karşı geliştirilen açık bir provokasyondan başka bir şey değildir. Nitekim verdiği seminerden sonra gelişen olaylara değinen Öcalan, “Sonrasında DDKO’nun son bir kongresi düzenendi. O, bitiş kongresidir.”(56)diyerek, perde arka- sında oynadığı rolden övünçle bahsediyor.

    Aynı dönemde Öcalan, bir de Türkiye Sol’unun geldiği aşamadan sözediyor. Gerçekten bu yıllarda sol, diğer birçok teorik tartışmalarla birlikte Kürt sorununun da farkına varıyor. Genelde bu konuya yaklaşım, geçmişten daha farklı bir perspektiften alınıyor ve ağırlıkla gerçekçidir. Yani sorun önemli oranda sadece Kürtleri ilgilendiren bir konu olmaktan çıkıp, bir bütün olarak Türkiye solunun gündemine oturmaya başlamıştır. Demokrasi isteminin bir parçası haline gelmiştir. İşte bu aşamada Öcalan’ın önemli ikinci rolü açığa çıkıyor; “kürtçü” gömleği yalnız başına yetersiz kalıyor. Giydirilen bu gömleğin başka bir aksesuarla tamamlanması gerekiyor. Bu nedenle “kürtçü”nün yanına bir de “komünist” eklemesi yapılarak giysi tamamlanıyor. “Komünist kürtçü” sıfatıyla A.Öcalan hem Kürtler, hem de sol içindeki yerini alarak provokasyonlarını her iki cepheden sürdürme olanağına kavuşmuş oluyor.  

    Bundan sonra kaydını bilinen yöntemle Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne yaptırarak Ankara’ya taşınıyor. Bu yıllarda solda geliştirilecek provokasyonlar için sıkı bir eğitimden geçiriliyor. Boykotlara ve mitinglere katılarak ufak tefek denemeler yoluyla hem kendisini tanıtıyor, hem de pratiğini biraz daha zenginleştiriyor. Bu arada kısa bir süre için Mamak Cezaevi’ne misafir ediliyor. Burada kaldığı aylar Öcalan için önemli bir dönüm noktası oluyor. Önceleri seminerler, boykotlar ve mitinglerde yeterince boy göstermesine, bir de cezaevi pratiği eklenmiş oluyor. Böylece kendisini sola ve Kürtlere yeteri kadar ispatlıyor.

    Artık geçerli diplomayı almaya hak kazanmıştır. Doğumun zamanı gelip çatmıştır.

 

 

 

                               KURULAN TUZAK DEVREDE

 

    Özellikle 1986’dan sonra A.Öcalan’ın, ajanlığı ve izlediği provokasyon çizgisiyle ilgili zaman zaman yapmaya başladığı açıklamalar son derece önemlidir. Açıklamalarında sürekli olarak dikkatleri birşeylerin üzerine çektiği görülüyor. Ortaya çıktığı dönemleri anlatırken, MİT ve Özel Savaş’ın kendisine olan ilginç yaklaşımlarından bahsediyor. O dönemlerde MİT’in Kesire Öcalan, özel savaşın da Pilot (Necati Kaya) vasıtasıyla kendisini denetim altında tuttuğunu açıklıyor. PKK Nedir Ne Değildir adlı kitabımda bunlar üzerinde durmuştum. A.Öcalan’ın bugünlere ulaşmasında çok önemli roller oynayan bu iki şahısla Öcalan’ın durumuna biraz daha değinme gereğini duyuyorum. Ortaya çıktığı günlerdeki durumuna değinirken şunları söylüyor;

     “…Ama öte yandan düzen devreye girmiş. Sonradan çok açıkça anlaşılacağı üzere, düzenin en etkili kişilikleri devreye girmiş ve beni ‘ölümlerden ölüm beğen’ hükmü içerisinde bitirmek istiyorlar. Ve hiç bir güç imkanım yok. Düzenin adamları bile ‘bu köylü parçasını’ diyorlar‘ bu zavallı, herşeyden yoksun tipi öldürmek bizim zararımızadır’ ve devam ediyorlar ‘bunu öyle hazırlayalım ki, tarihimizin en büyük bir işbirlikçisi haline getirelim’ Belki de planları biraz da buydu.” (57)

    Dikkat edersek Öcalan’ın anlattığı dönem 1974-75 dönemidir. Yani ortada ne PKK diye bir örgüt, ne de A.Öcalan’ın şimdiki gibi “ünlü”adı sanı var. Ama buna rağmen birtakım hazırlıklardan bahsediyor. Hatta “daha zararlı olacağı” gerekçesiyle devletin kendisini öldürtmediğini söylüyor. Şimdi o günkü, 70’li yıllardaki ortama baktığımızda toplumsal tepkiye rağmen Denizler idama gönderilmiştir. Mahirler kurşunlanmıştır. Hergün onlarca devrimci katlediliyordu. İnsanların öldürülmediği gün neredeyse yoktu. Bu anlamda Öcalan’ın “daha zararlı olacağım gerekçesiyle beni öldürmediler” biçiminde formüle ettiği iddiası gülünçtür. Ama “beni tarihin en büyük işbirlikçisi yapmak istediler” sözleri doğrudur. Teori ve pratiğine baktığımızda A.Öcalan Kürtler adına ama Kürtler’e karşı hazırlanan korkunç bir tuzaktır. Neden? Öcalan’dan dinleyelim;

    “Şimdi dönemin bu bayan (Kesire Öcalan,Bn.) ilişkisine dikkat edilirse kilit öneme sahiptir. Muhtemelen devlet 74-75’te bizi adamakıllı sarrmaya geldi. Diğer örgütlerin içinden geliyordu. Dev-Yol kontrolü doaylı bir devlet kontrolüydü. Diğer gruplar da aşağı yukarı aynı özellikteydi. Kürtlüğü KDP çekmek istiyordu, o da dolaylı devlet kontrolüydü. Zaten o zaman çok açıktı. KDP tümüyle MİT’in yedeğine alınmıştı.” (58)

    Öcalan’ın bayan olarak bahsettiği sıradan herhangi bir bayan değil, daha sonraları ısrarla evleneceği karısı Kesire Öcalan’dır. Kilit olarak gördüğü bu ilişki, bu anlamda önemlidir. Daha sonra bilindiği üzere, Necati Kaya’nın (Pilot) da katılımıyla bu ilişki, biraz daha karmaşık hale getirilecek ve aynı zamanda daha  da güçlendirilecektir. Bahsettiği bu ilişkiler, güç odaklarının işbirliğini temsil etmesi bakımından oldukça önemlidir. Burada dikkat çekici diğer bir nokta da, Dev-Yol başta olmak üzere diğer sol gurupları da, devletle bağlantılı kılmaya özen göstermesidir. Bu tür iddialara yanıt verme, esas olarak adı geçen örgütlenmelere düşer. Ama burada önemli olan Öcalan’ın durumudur. Kendi ajanlığını örtüleyebilmek için başka örgütlenmeleri kullanmaya kalkışmasındaki ilginçliktir. Bunlar hemen hemen her ajan ve provokatörün başvurduğu yöntemlerdir. Peki, üzerinde sıkça durma gereğini duyduğu Kesire ve Pilot neyi temsil ediyor? A.Öcalan’dan aktaralım;

     “Acaba bayanın cephesi temel olarak hangi oyunla bizi karşılamak istedi? Önemlidir ve irdelenmesi gerekir. Hem sosyal, hem siyasal giriş bölümüdür. Pilot ise askeri giriş bölümüdür.”(59)

     “Özel savaş dairesinin dışındaki ordu kesimini Ecevit biraz işletiyor. Dolayısıyla Pilot (Necati Kaya, BN.) Özel savaşa bağlıydı. Fatma’nın (Kesire Öcalan, BN.) ailesi ise CHP’ye bağlıdır.” (60)

    A.Öcalan, karısı Kesire Öcalan’ın MİT’e, dostu Pilot’un ise özel savaşa bağlı olarak çalıştıklarını söylüyor. O halde Kürt halkının önderiyim diyen bu zat, eğer bu kadar saf ve temizse, önceden ajan olduklarını bildiği kişilerin yanında ne arıyor? Hele hele bu kişilerden biriyle niçin evlilik kuruyor? Besbelli ki, ortaklaşa götürecekleri bir proje üze- rinde bir araya getirilmişler. Dünyada bugüne kadar devrim yapmak için ajanlarla birlikte hareket ettiğini veya örgüt kurduğunu söyleyen biri daha yoktur. Ama Öcalan söylüyor. Üstelik bunların durumlarını daha başlangıçta bildiğini kabul ediyor. Bunlarla birlikte örgüt kurmuş olmasından kıvanç duyduğunu saklamıyor. Karısı Kesire ve arkadaşı Pilot’la birlikte neyin ürünü olduklarına da açıklık kazandırıyor;

    “Dikkat edilirse biz klasik Kemalist kanatla, 1960’lardan sonra özellikle ABD’ye dayanılarak geliştirilen özel savaş kanadı arasında bir denge durumunu yakalamışız. İkisi de aslında bizi kontrol etmeye çalışıyor ve kesin bağlamak istiyorlar.” (61)

    Her nedense o günlerde iki kanat arasında bir denge kurma ihtiyacı duyuluyor ve A.Öcalan bir denge unsuru olarak bileşimin başına getiriliyor. Bütün bu izahlardan devletin içindeki farklı eğilimleri biraraya toplama çabasını görüyoruz. Peki bu eğilimler neye karşı biraraya gelme ihtiyacı duyuyorlar? Öcalan’ın anlatımlarından bu üçlünün devrimci, demokratik güçlere karşı hazırlandığı sonucu çıkıyor. Kendi durumunu gizlemek için de Türkiye’deki bütün örgütleri ve KDP’yi devletle ilişkiliymiş gibi gösteriyor. Burada asıl ilginç olan KDP için söyledikleridir. Çünkü KDP Türkiye örgütü değildir, Irak’lı bir örgüttür. Ama Öcalan Türkiye’deki örgütlere değinirken KDP’ye de sıkça yer verme gereğini duyuyor. Buradan da Öcalan’ın sadece sola ve Türkiye’deki Kürt örgütlerine karşı değil, K.Irak’a ve KDP’ye karşı birşeylere hazırlandığı sonucu çıkıyor. Neden? Çünkü Barzani hareketi yenilmiştir, ama KDP bitmemiştir. Yeniden örgütlenme çabaları vardır. İşte bu, bilinen güç odakları açısından istenmeyen bir durumdur. Çünkü KDP, Türkiye’yi de sürekli olarak etkileyen bir güçtür. Bu çevreler genelde Kürt kimliğinin canlı tutulmasından KDP’yi sorumlu tutuyor. KDP’nin varlığı aslında bölgedeki tüm Kürtleri etkiliyor, sürekli bir hareketliliğe yol açıyor.

    Ayrıca bu yıllarda Türkiye solunun Kürt sorununa yaklaşımları geç- mişe oranla daha olumludur. Örgütlenmeleri daha geniş bir alanı etkiliyor. A.Öcalan’ın genelde Türkiye solu ve KDP üzerinde durması, bir de bu nedenledir. Mevcut düzeni korumayla yükümlü güçler, iç muhalefete karşı durumlarını koruyabilmek, dıştan gelebilecek tehlikelere karşı tedbirler almak için Öcalan’ı hazırlıyor. Dönemin koşulları dikkate alınarak hazırlanmış konsept, Öcalan’ın da varlık koşulu oluyor. Öcalan stratejisini başından itibaren bu güçleri bitirme üzerine oturtmuştur. Taktikleri hep bu hedeflere göre şekillenmiştir. Haki Karer’in vurulması, Hilvan-Siverek olayları, Maraş katliamı, çeşitli bahanelerle sol güçlere karşı başlatılan savaşım, bu konseptin uygulamada başa- rılı olması için yapılan provokasyonlardı.

    “Ankara’daki gruplaşmamız, 1976 ve ardından 1977’de Kürdistan’a serpilmişti. 1977.1.Ocak toplantısında, denilebilinir ki, en kapsamlı tar- tışma ve bazı görevlere daha da netlik getirildi. Bilindiği gibi 1977 yılı mücadele tarihimizde çok önemli bir karar yılıdır. Bu yılda benim baharla birlikte iki ay süresince Ağrı, Kars, Dersim, Elazığ, Diyarbakır, Urfa ve Antep’i kapsayan bir Kürdistan turum vardı ki, ben bu turun ardından artık var olan tehlikelere ‘ölüm de olsa fazla anlam ifade etmez’ diyordum. O zaman gerçekten düşman da izliyordu ve Haki Karer katliamı o biçimde kendini dayatmıştı.” (62)

    Burada bir çok açıdan doğruyu çizen bir özet vardır. Gerçektende 1977 yılı, PKK tarihinde önemli bir karar yılıdır. Burada üzerinde daha çok durmak istediğimiz husus; A.Öcalan’ın Kürt düşmanı politikasını hangi provokasyonlarla hayata geçirdiğidir. Bu anlamda Haki Karer cinayeti çok önemli bir halkadır. Bu provokasyon, daha doğmadan ölüme mahkum olmuş bir gurubu canlandırmada olağanüstü bir rol oynamıştır. Haki’nin ölümü, daha önce gruptan ayrılmak niyetinde olan insanları biraraya getirirken, bir bütün olarak sola ve KDP’ye karşı savaşın da başlangıcı oluyor.

    A.Öcalan bu katliamdan bahsederken bir dizi açıklamada bulunuyor. Olayın sorumluları olarak işe Beşparçacılardan başlıyor, Tekoşin, KUK, KDP ve UDG’ye kadar gidiyor. Ardından bir yığın masal anlatarak bu güçlerin hepsini MİT’e ve CİA’ya kadar uzatıyor. Anlatımında ilginç olan yan aslında bunlar değil. Çünkü Öcalan bu mizansenleri o kadar uzun ve sık anlatıyor ki, artık kimse bunların yabancısı değil. Burada asıl ilginç olan yan, bu dönemde kendi durumuna dair yaptığı izahlardır;

    “…1976, 1977 ve 1978 döneminde onları, devleti çalıştırıyorum ve hareket yürüyor.”

    “Ve tam bir sağcılık tarzı var.”

    “Ankarada’yız.1976,-77-78’i eğer bunlara dayandırmazsak, sağlam çıkışı yapabilir miyiz?” (63)

    Yukarıdaki sözler, bu cinayetin neden ve nasıl işlendiğine dair ipuçları vermekle kalmıyor, arkasında A.Öcalan’ın da içinde bulunduğu hangi güç odağının durduğuna açıklık kazandırıyor. Gerçektende bu cinayet karanlık güçlerce Kürt halkına ve sola karşı gerçekleştirilen bir komplodur. Dikkat edilirse Haki Karer’in katledildiği tarih, Mayıs 1977’ dir. A.Öcalan ise aynı tarihte devletle çalıştığını itiraf ediyor. Yani cinayet sırasında karanlık güçlerle çalışan sıraladığı örgütler ya da kişiler değil, Öcalan’ın ta kendisidir. Bu komplo, A.Öcalan’ın bilgisi dahiinde ve ilişkide bulunduğunu söylediği yerlerle işbirliği halinde gerçekleşiyor. Kaldı ki cinayet öncesinde A. Öcalan’ın Pilot’la birlikte Ağrı’ya gelmesi de, cinayetin çok önceden planlandığını gösteriyor. Necati Kaya Ağrı’da daha gençlik yıllarında tanınıyor ve istihbaratla olan bağları biliniyor. Buna rağmen A.Öcalan, Pilot ile birlikte Ağrı’ya geliyor. Yani burada bilerek yapılan bir manevra vardır. Gerek Haki Karer cinayeti öncesinde, gerekse cinayet sırasında ve sonrasında gelişen olaylarda kuşkuların yöneltileceği ajan, aktif bir biçimde devreye sokulmuş oluyor. Dikkatlerin esas hedefe ulaşmasını engelleyen bir taktiğin figuranı böylece yaratılıyor. Herkes olayların arkasında esas bu adamın olduğuna inandırılırken, PKK’yi yeşertecek tohumlar da atılıyor;

    “Evet bütün düzen içi yaşam olanakları Pilot ve bayan ikilisi tarafından sağlanmasına rağmen, Ankara bana diken gibi batıyordu. İstediğiniz kadar para var. ‘Solculuk da yapabilirsin’ deniliyor, ‘Kürtçülükte yapabilirsin.’ Karşında son derece etkileyici bir kadın. Ve görünüşte hepsi Kürtçüydü. Para ve kadın hertürlü yaşam vardı. Bu konuda yenik düşmemek mümkün müdür?” (64)

    A.Öcalan’a çıkış koşullarında sunulanlar oldukça ilginç değil mi? Para, kadın ve iyi bir sosyal yaşam karşılığında kendisinden “solculuk” ve “Kürtçülük” yapılması isteniyor. Solculuk ve hele hele Kürtçülükten öcü gibi korkulduğu bir ortamda, bu nedenlerden ötürü insanların alabildiğine baskı altında tutulduğu bir dönemde, Öcalan’dan bunları yapması bekleniyor. Yani güç odakları kendi elleriyle bir solcu ve Kürt- çü yaratmanın uğraşını veriyor. Açık ki, solcuları ve Kürtçüleri kırmak için böyle bir örgütlenmeye gerek duyuyorlar. Bu nedenle duruma ve yörelere göre sol örgütlenmeleri ve halkı birbirine düşürecek taktikler geliştiriyorlar. Örneğin Antep’teki devrimci potansiyel Haki Karer cinayeti bahane edilerek bitirilmek istenmiştir. Şahısların yanısıra bir çok örgüt hedef seçilmiş ve devrimciler bir kör döğüşü içinde karşılıklı olarak birbirlerini kırmışlardır. Benzer bir olay Tunceli’de de uygulamaya konulmuştur. Yetmişli yıllarda Tunceli faşistlerin uzağından dahi geçemediği bir bölgeydi. Devrimci demokrat potansiyel oldukça yüksekti. Türkiye solu içinde yer alan her fraksiyon, bu küçük bölgede şu veya bu ölçüde kendisini ifade etme imkanı buluyordu. Bu nedenle Haki Karer olayıyla benzerlikler gösteren bir olay da burada uygulamaya konulmuştu. Aydın Gül adlı bir devrimci tıpkı Haki Karer gibi konuşma bahanesiyle getirildiği yerde öldürülmüştü. Bu olayla başlayan örgütler arası kavgalar bir türlü bitmek bilmemiş ve karşılıklı devrimci vurma günü birlik eylemlerden biri haline gelmişti.

    Aşiretçiliğin güçlü olduğu alanlarda ise daha farklı bir yöntem izleni- yordu. Aşiretlerden birine yaslanılarak diğerinden adam vuruluyor, aşiretler arası kavgalara bir de örgütler arası kavgalar ekleniyordu. Çünkü her örgütün dayandığı bir aşiret vardı. Böylece örgütler de aşiretler gibi dar kavgalar içine çekilerek bitirilmek isteniyordu. Hilvan-Siverek olayları özellikle PKK açısından bunun örnekleriyle doluydu. Varolan aşiretler arası düşmanlıkları kızıştırmada ve yeni çatışmalar yaratmada PKK’nin oynadığı rol bilinmektedir.

    1974-80 yılları arasında yöresel çelişkilere dayandırılan yığınca provokasyon vardır. Ne yazık ki, bunlar çoğu kez hedefini bulmuştu. Neden böyle olmuştu? Çünkü mevcut örgütlenmeler oldukça genç ve tecrübesizdi. Gençliği provakate etmekse gayet kolaydı. Yani kimsenin olayları derinliğine inceleme ve irdeleme gücü yoktu. İnsanların görünüşe göre hareket etmesi, iyi ve kötüyü birbirine karıştırmıştı. Ajan ve provokatörler kendilerini olaylardan rahatça sıyırırken, devrimciler karşılıklı birbirini vurmuştu. Öyle ki, Maraş, Çorum vb. katliamları gibi çok açık provokasyonlar bile devrimcilerin biraraya gelmesine yetmemişti. Birbirlerini “ajan”, “provokatör”, “oportünist” olarak nitelendirip, bir kör döğüşü içine sürüklenme bu dönemin en belirleyici özelliğiydi. Örgüt içi hesaplaşmaya dayanarak ayrılanları öldürme ya da ayrı fikirler yüzünden karşılıklı birbirlerinden adam vurma örgütlerin bir çoğunda görüldüğü için, gerçek ajanlar ve provokatörler rahatlıkla at oynatmasını bilmişti. Bu nedenle herkesin bu dönemi doğru olarak ortaya koyması son derece önemlidir. Çünkü bir provokasyon çizgisinin yalnız başına sonuca ulaşması mümkün değildir. Her şeye rağmen, PKK içinde yeralan yüzlerce devrimci ve dürüst insanın varlığı kuşku götürmez. Bu nedenle A.Öcalan’ın çizgisini besleyen ve güçlendiren diğer bazı dış kaynakların olduğu açıktır. İşte bu kaynakların neler olduğu da herkesin kendi hareketini çok yönlü olarak tam değerlendirip, süreci doğru koymasıyla açığa çıkacaktır.

    Daha sonraki süreçlerde ise tersi bir durum yaşanmış, PKK etrafında sunni kümelenmeler sağlanmıştır. PKK birçok örgüt, kişi ve kurum tarafından “mücadeleci bir gerilla örgütü” olarak nitelendirilmiş ve alkışlanmıştır. Oysa dönemin koşulları bilince çıkartılabilseydi, aslında aynı sürecin, PKK içinde büyük çapta ayrışmaların yaşandığı, örgüt olarak çöküşe gittiği bir süreç olduğu görülecekti. Çoğu kesimler durumunu bildikleri halde, A.Öcalan’ın beslendiği bir kaynak olmaktan kendilerini kurtaramamışlardır. Böylesi bir dönemde, A.Öcalan ve PKK’ye yaklaşmanın getireceği sonuçların beklenilen türden olacağı açıktı. Sürecin doğru konulabilmesi için sadece A.Öcalan ve PKK’ nin sorgulanması yeterli değildir. Süreç, bunların dışındaki oluşumların da kendilerini açık yüreklilikle sorgulamasını gerektiriyor.

 

 

 

 

                            

 

                                   ÖCALAN’IN CAN SİMİDİ                     

 

    1980’li yıllar PKK’de yeni bir dönemin habercisiydi. Yurtdışına sağ salim ulaşma şansını elde etmiş olanlar, üzerlerinde geliştirilmiş türlü entrikaların açığa çıkartılması için tam bir sorgulamanın ve hesaplaşmanın içine girmişlerdi. Sorunlar daha sağlam bir kafayla değerlendirilmeye, yaşanılan olaylar daha ojektif bir tarzda ele alınmaya başlanmıştı.

    Neydi bu sorunlar?

    1-A.Öcalan’ın 1979’da kimseye haber vermeden gerçekleştirdiği Ortadoğu turu kafaları kurcalıyordu. Öcalan gerilla savaşını başlatmak niyetiyle Siverek eylemine gerek duyduğunu söylüyordu. Öyleyse böylesine büyük iddialarla yüklü bir eylem planının ardından Suriye’ye kaçma gereğini neden duymuştu?

    2-Aynı yıllarda gerçekleşen Tunceli-Elazığ tutuklanmalarıyla örgüt çok büyük yaralar almış, önemli birimler çökertilmişti. Örgütün olmadığı bir ortamda Siverek’te neden savaşa soyunmuştu?

    3-Haki Karer’in katledilmesiyle başlayan Antep olaylarının tartışılmaya açılmak istenmesi, neden engellenmek istenmişti? Geçmişe yönelik eleştiri ve özeleştiriler niçin yüzeysel olaylar ve yaratılan günah keçileriyle geçiştirilmişti?

    4-Yığınla öncü kadro ve sempatizanın yakalanmasında oynadığı rolü, neden sürekli tesadüflerle izah etmeye kalkışmıştı? Bunların hesabını vermeye neden yanaşmamıştı? A.Öcalan, ileri düzeydeki kadro ve sempatizanların isimlerinin yazılı olduğu bir mektubu niçin yazma gereğini duymuştu? Başka bazı belgelerle birlikte bu mektubun Mazlum Doğan ve Yıldırım Merkit’in bulunduğu arabada çıkması bir tesadüf müydü?

    5- Cunta koşullarında, neden cezaevlerindeki tutukluları imhaya yönelik bir tavır izleniyor, belgeler niçin çarpıtılarak yayınlanıyor, tutukluların örgütteki konumları niçin ismen yayınlanarak insanlar deşifre ediliyordu. 

    Bunlar ve benzeri türden sorular kafaları karıştırıp duruyordu. Aslın- da PKK’de tam bir iç kaynaşma başlamıştı. Başlangıçta Pilot’un, daha sonraları ise Kesire’nin oynadığı rollerin tartışılmasıyla sınırlı kalınmıyor, kuşkular artık A.Öcalan’a doğru uzanmaya başlıyordu. Mehmet Resul Altınok’un içine düşürüldüğü durum ve 1.Kongre sırasında yaşanan olaylar, bu kuşkuların biraz daha gerçeğe dönüşmesine yardımcı etkenler olmuştu.  

    Sorunların tartışılması amacıyla yapılacağı söylenen kongreye Mehmet Resul Altınok neden alınmamıştı? Katılanlara neden tartışma imkanı verilmemişti? Kongre binasının Suriye askerlerinin ve Öcalan’ın nereden getirdiği belli olmayan gangasterleri ve tecavüzcüleri tarafından sarılması, kongrenin niteliği hakkında yeterli bilgiyi zaten vermişti. A.Öcalan’ın kimler tarafından korunup, kollandığı anlaşılmıştı. PKK içinde yaşanan kavga farklı düşüncelerin ortaya çıkardığı sıradan bir kavga değildi, olamazdı da. PKK’de devrimle karşı devrim çatışıyordu. Bu nedenle arkasındaki güç odakları, Öcalan’a gereken desteği sunmak için kolları çoktan sıvamışlardı. Ardıardına yeni provokasyonlar devreye konuluyordu. Bunlardan bir tanesi, Mehmet Karasungur’un öldürülmesiydi. A.Öcalan her zaman olduğu gibi, olayı, tam bir duygu sömürüsüne çevirmişti. İkinci provokasyon cezaevleriyle ilgiliydi. Sadece buradaki oyunlar bile tüylerin diken diken olmasına yeter cinstendi. Öncelikle Kürtler’in tarihinde önemli bir rol oynayan Tunceli, ihanetin merkezi gibi lanse ediliyordu. Bunu yıllar boyu Şahin Dönmez’in şahsında yapan Öcalan, Şahin’in artık kullanamayacağını anladığı zaman, çirkin iddialarını yeni isimlerle süslemek istemişti. Yıldırım Merkit bunun için seçilmişti. Yıldırım rastgele seçilmiş bir isim değildi. Öncelikle işkencenin en yoğun olduğu dönemde direnişiyle önplana çıkanlardan biriydi. Mazlum, Kemal ve Hayri’yle birlikte cezaevindeki olaylara ve çevrilen dolaplara yakından tanık olmuştu. Yaşananların ardındaki gerçekleri biliyordu. Olayları bir başka açıdan sorgulamaya başlamıştı. Bu nedenle PKK ile ilişkilerini sınırlandırmıştı. Ayrıca, PKK’nin Avrupa merkezinde yeralan kızkardeşi tavrını ayrılanlardan yana koymuştu. İşte bütün bu nedenler, Yıldırım Merkit’i hedef durumuna getirmişti. Yıldırım’ın PKK’den bu dönemde ayrılması işlerine hiç gelmemişti. Bunu engellemek amacıyla devreye soktukları provokasyon ürkütücüydü. Babası Ali Merkit hain bir tuzakla katlediliyor ve Yıldırım’ın PKK’yle çalışmak istememesi buna neden gösteriliyordu. Olay sonrasında da ailesi sürekli çifte baskı ve terör altında tutuluyordu. Bir yandan PKK ve destekçileri tarafından evleri yakılıp,yağmalanıyor, öte yandan PKK’ye yardım ediyorlar gerekçesiyle aile fertlerini polis tutukluyor, işkenceye uğratıyordu. Polis “PKK’li” oldukları gerekçesiyle baskı yaparken, PKK’liler de aynı baskıyı “devletçi” oldukları gerekçesiyle yapıyordu. Her iki kesimin geliştirdiği bu baskı ve şiddet politikası, aralarında kurdukları koordinasyonun düzenliliğini açığa vuruyordu. Yani uygulama danışıklı ve bilinçli bir politikanın sonucuydu. Daha sonra benzer uygulamalar yaygınlaştırılıyor ve tüm bölgelerde hayata geçiriliyordu.

    Bütün bunlar A.Öcalan’ı meşrulaştırma, sivriltme taktikleriydi. Yeni nefes yolları açma çabalarıydı. Bu sayede bir yandan “direniş” ve “teslimiyet”, öte yandan “şehitlerimiz” yaygarası altında o çok ünlü 1984 oyununu sahneye koymuştu. Sonuçta sadece PKK tabanını değil, diğer örgütleri de önemli oranda susturmayı başarmıştı.

 

 

 

                             YAKLAŞIMLARDAKİ FARKLILIK

 

    PKK içinde daha çok 1980’lerden sonra başlayan çelişkilerin derin- leşmesi, A.Öcalan ile Kesire Öcalan arasındaki taktiksel savaşımın günyüzüne çıkmasını sağlayan nedenlerden biri olmuştur. Her ikisi arasında çıkan sorunların asıl kaynağı, dayandıkları farklı odakların geliştirdikleri değişik taktiklerdi. Bunu, sorunların çözümüne gösterilen yaklaşımlardan da anlıyoruz. İnsanları “ajan, hain, işbirlikçi” türünden uyduruk gerekçelerle tezelden katleden A.Öcalan, Kesire sorununa tamamen tersi bir yaklaşım sergiliyor. Yazdıklarına bakılırsa, araların- da önemli tartışmalar da yaşanıyor. Eskiden farklı olarak bu kez, Kesire Öcalan, çevresindekilere A. Öcalan’ın kimliğiyle ilgili bazı ipuçları veriyor;

    “….İşte şöför arkadaşlarımızdan biri de Ferhan’dı. Çocuğu çok çeşitli biçimlerde etkilemiş. Ferhat telaşlı telaşlı, terli terli gelip şunları söyledi: ‘Başkanım, bu kadın senin hakkında çok kötü düşünüyor, çok tehlikeli.’ 3.Kongreye gideceğimiz günlerdi. Böyle yutkunup duruyordu. Çok tehlikeli diyordu.” (65)

    Kesire Öcalan tarafından yapılan açıklamaların, PKK içindeki insan- lar üzerinde nasıl bir şok etkisi yaptığını tahmin etmek güç değildir. Bu şok karşısında gösterilen tepkiler de bu nedenle birbirinden farklıydı. Az bir kesim A.Öcalan’a karşı mücadele ederken, bazıları bu gücü kendisinde bulamayarak intihar yolunu seçmişti. Geriye kalanlar ise sık sık tökezleseler de işi oluruna bırakarak bulundukları yerden yürümeyi tercih etmişti.

    A.Öcalan bu dönemde, PKK’nin bir provokasyon örgütü olduğunu kitlelere anlatmak isteyenlerin imhasını yine hızlandırmıştı. Ama Kesire’ye tam tersi bir yaklaşım göstermiş, uzlaşmanın yollarını arayıp durmuştu. Daha fazla konuşmasını engellemek için öncelikle tecrit etmiş, sonra da göstermelik bir sorguyla sözde bir mahkeme kurarak tehditin dozunu biraz daha arttırmıştı;

     “….‘Öyle bir ceza verelim ki, sorgulamasında, mahkemesinde yüzde yüz idam’ deniyordu.” (66)

     İnsanlar bu kararın uygulanacağından öylesine emin ki, bir de biçimi üzerine çılgınca öneriler ileriye sürüyorlar;

     “…ceza için de ‘dört at getirmeliyiz, iki kolunu ve iki bacağını birer ata bağlayıp parçalamalıyız.’ Çocuk bu kadar öfkeliydi.”(67)

    İrkilmemek elde değil. Bu durum A.Öcalan’ın toplumda kimleri örgütlediğine dair fikir vermesi açısından iyi bir örnek değil midir? PKK’nin kimleri ne uğruna biraraya getirdiği daha iyi anlaşılıyor. İnsanlıktan biraz nasibini almış olanlar, böylesine korkunç düşünceler taşıyamazlar. Ama PKK’lilerin böyle düşünmesinin doğal olduğunu anlatılan ve yaşanan olaylardan anlıyoruz. Bu tür vahşi idamların yabancısı değiller.İnsanların diri diri gömüldüğünden ve yakıldığından bahsediliyor. Mehmet Resul Altınok işkenceyle katlediliyor. Lamia Baksi olayında olduğu gibi bayanlar aylarca korkunç baskı altında tutuluyor, fiziksel işkenceler yapılarak öldürülüyor. Bu ve benzeri vahşiliklere katılmaya ve tanık olmaya alışık oldukları için, Kesire Öcalan hakkında da benzeri öneriler yapıyorlar.

    A.Öcalan insanları öyle bir pislik deryasına itiyor ki, onları oracıkta boğuyor. Bizzat verdiği kararları çoğu kez başkasına aitmiş gibi gösteriyor. İşine gelmediği noktada rahatlıkla “bu olayın sorumlusu ben değildim” diyebiliyor. Yeri ve zamanı geldiğinde bunu başkalarına karşı kullanıyor. Başından atmak istediği şahısları, kararlarının yolaçtığı çirkef sonuçların sorumlusu olarak gösterip yargılıyor. Yani her şeye tam bir ajan-provokatör taktiğiyle yaklaşıyor. Bunun en açık örneği, MED-TV’de Mahmut Baksi ile yaptığı konuşmada görülmüştü. Daha önceleri İsveç’te işlediği Enver Ata cinayetinde Lamia Baksi’yi kullanan Öcalan, bu kez bir başkasını Lamia’ya karşı kullanıyor. Mahmut Baksi’ye ise, Lamia’nın bir “ajan” tarafından öldürüldüğünü ve bu kişinin de sonradan kendisinin verdiği bir emirle cezalandırıldığını söylüyordu. Oysa Lamia Baksi’nin Öcalan’ın talimatıyla öldürüldüğünü bilmeyen yoktur. Peki Öcalan bu masalı daha ne kadar anlatacaktı? Konuşmasına bakılırsa, masal hâlâ tutuyordu. Mahmut Baksi inanmış gibi görünmeye gayret ediyordu. Bunun bir kandırmaca olduğunu anlamaksa zor değildi. Ama bizim üzerinde durmak istediğimiz olayın bu yanı değil. Önemle vurgulak istediğimiz, Öcalan’ın karşı devrimci çizgisini hayata geçirirken başvurduğu yöntemler ve değişik yaklaşımlardır.  

    Kesire olayına yaklaşımı da malum tutum ve davranışlarına verilecek en açık örnektir. A.Öcalan’ın başkalarına karşı ne kadar katliamcı davrandığını görenler, Kesire’nin daha da kötü bir tarzda cezalandırılacağına inanıyorlar. Ama Öcalan’ın bütün bunları sadece Kesire’yi belli bir noktada tutabilmek için korkutmak amacıyla yaptığı çok geçmeden açığa çıkıyor;

    “Hayır, idam öyle vahşice olmaz. Tam tersine yine bir cepheci gibi tutalım, hatta Avrupa yolunu açalım dedik. Atina’ya gitti. Atina’da da bu uğursuz şeylere devam etti.” (68)

     “…’Derhal idam edelim’ diyorlardı. Yani partiye, yoldaşlara hakim olan anlayışlar bunlardı. Ama benim anlayışımda bu yok. Sonuna kadar ıslah etme niyetim olmakla birlikte, kaçarsa kaçsın. Yani kaçırtma gibi bir yaklaşım sözkonusudur.” (69)

    Kuşkusuz A.Öcalan bu yaklaşımı insancıl duygulara dayanarak göstermiyor. Belli ki, tıpkı Pilot (Necati Kaya) olayında olduğu gibi, Kesire’ye dokunması da yasaktı. Kendisini bundan alıkoyanlar vardı. Kimdi bunlar? Elbette Pilot, Kesire ve A.Öcalan’ın arkasında duran güç odaklarıydı. Bu nedenle bırakalım herhangi bir biçimde cezalandırmayı, Kesire’nin uzun süre tutuklu kalmasını bile sağlayamıyor. Yani Öcalan tam bir ölüm-kalım savaşı veriyor. Çünkü Kesire’yi güvenceye aldığı oranda kendi yaşamını da garantilemiş olacaktı. İşte “kaçırtma gibi bir yaklaşım sözkonusudur” derken bunu anlatıyor.

    Ama A.Öcalan her şeye bir kılıf uydurmasıyla da ün yapmıştır. Kılıfın uyup uymaması fazla önemli değil. Önemli olan o anı kurtarmaktır. Kesire’ye gösterdiği yaklaşıma da bir kılıf buluyor. Önce “neden?” diye soruyor ve hemen ardından cevabını veriyor;

    “Bu kimdir? Nereden geldi? Hemen toprağa girse, belki birçok mesele anlaşılmaz olurdu, değil mi? Mesela 1988 provokasyonunu anlayamazdık. Belki de daha sonraki bütün provokasyonlar bu biçimiyle açığa çıkarılamazdı. (…) Şener, çok açıkça bunun en gözü kara devam ettiricisidir.” (70)

    Böylece ağzındaki baklayı çıkarıyor. Şimdi A.Öcalan’ın Kesire’yi nasıl nitelendirdiğine dikkat edelim. Kesire için “ajandır” diyor. Komplocu, provokatör ve her yıkıcı olayın başı olduğunu söylüyor. Ama bunlara rağmen onu “islah” ederek cepheci tutmaya çalışıyor. Bunu başaramayınca da kaçırttıyor. “Kesire Öcalan’ın devamı” olarak nitelendirdiği Mehmet Şener’i ise, bir komployla katletmekte hiç bir sakınca bulmuyor. A.Öcalan, o daracık penceresinden bakarak dünyanın Apoculardan oluştuğunu zannediyor. Böylece herkesi ikna ettiğini düşünüyor. Aslında Kesire’ye olan yaklaşımı, geçmişte Pilot’a gösterdiği yaklaşımın aynısıdır. Nasıl ki, geçmişi değerlendirirken “devleti uyarmamak için Pilot’u vurdurmadım” diyorsa, burada da aynı şeyi farklı tarzda söylüyor. “Hemen toprağa girse belki birçok mesele anlaşılmaz olurdu, değil mi?” diyerek bunu birde etrafındakilere onaylatmak istiyor. Açık ki, gelmiş geçmiş en büyük Kürt düşmanlarından biri olan Öcalan, devrimcileri katlederken, kendisiyle birlikte olanları korumak zorunda kalmıştı.

                   

 

                                       İTİRAFLARIN NEDENİ

 

    1984 provokasyonu A.Öcalan’ın adeta son dakikada ipten geri dönmesinin nedeni olmuştu. Bir dönemi daha karanlık odakların yardımlarıyla geçiştirmişti. Ama buna rağmen tersine tepen bazı yeni olaylar da vardı. Bu olaylar sonucundadır ki A.Öcalan, 1987’lerden itibaren kimliğiyle ilgili bazı açıklamalar yapmak zorunda kalmıştı. Örgüt içinde kendisine karşı zaman zaman yükselen sert tepki ve ajanlığıyla ilgili tartışmaları şu veya bu şekilde atlatmakta zorlanmamıştı. Ama dev let içindeki güçler dengesinin çok hızlı değişkenliğe uğraması karşısında tam bir paniğe kapılmıştı. Özellikle 92’den itibaren görevinin her an sona erdirileceği düşüncesinden hareketle kendisinde bir ölüm fobisi gelişmeye başlamıştı.

    Belirli aralıklarla ilgili tüm sırları açığa vurabileceğini ima etmesi, bir anlamda karşı refleksler geliştirme isteminden kaynaklanıyordu. Çünkü, gerek Öcalan’la ilişki içinde, gerekse de insiyatifi dışında yeni güçler sahneye sürülmeye başlamıştı. Hatırlanırsa, ajanlığı ve göreviyle ilgili konuşmalar yaptığı dönemler, etrafındakilere güveninin sıfıra indiği, kaldığı odanın içinde sabahlara kadar nöbetler tuttuğu dönemlerdi. Hatta kendisindeki ölüm fobisi öylesine ilerlemişti ki, zehirlenme kuşkusuyla yemeklerini bile kendisi pişirir olmuştu. Zaman zamansa tedbirlerin yetersizliğinden yakınarak Cemil Esad’ın gösterdiği garnizona sığınma gereğini duymuştu.

    1987-1990 arası dönem, Öcalan’ın kimliğinin ve karşı devrimci pro- vokasyonların örgüt içinde yeniden en fazla tartışılmaya başlandığı dönemdi. Öcalan birçok konuşmasında Hasan Bindal ve Dilaver Yıldırım konusunda hem tabanını, hem de kamuoyunu yanıltıcı epeyce açıklamalarda bulunmuştur. Ama okuyan herkeste bilir ki, açıklamaları tereddütlülük ve çelişkilerle doludur. Bu iki olayı adeta muammaya büründürmenin özel çabası görülüyor.

    Neden?

    Çünkü 1987 ve 1990’lar arası PKK’nin yeni çalkantılarla dolu olduğu yıllardı. Bunun için derin devletin de yardımlarıyla yeni bir temizleme hareketine girişiyordu. Terör yoluyla insanları PKK’de kalmaya mecbur ederken, yapıyı, yeni gelenlerle takviye etmek istiyordu. Güvenilmez olarak kabul edilenlerin bir kısmı, ya imha edilme riski çok yüksek yerlere gönderilerek yokedilmiş ya da daha sınırdan içeri adım attıklarında telsiz ve telefonlarla en yakın karakollara ihbar edilmek süretiyle imha ettirilmişti. Ayrıca çeşitli bahanelerle kamplarda kurşuna dizilenler de vardı.

    1990’dan sonra Öcalan aldığı yeni bir kararla hiç bir birimi uzun süre bir yerde bulundurmamayı, herkesin yerini ve görevini mümkün olan en kısa zamanda değiştirmeyi bir kural haline getiriyordu. Bu amaçla bütün birimlerde yer alanların yetki ve görevlerini, konuşlandıkları alanları içeren bir liste hazırlatmıştı. Geliştireceği provokasyonların zamanlamasına ve niteliğine göre ya bu ekiplere yer değiştirtiyor ya da ekip sorumlularının görev yerlerini ve yetkilerini değiştiriyordu. Sürekli ve sistematik biçimde örgüt içinde yarattığı bu tür kargaşalarla, bir yapı örgütlenmesinin önüne geçiyordu. Daha sonra da birimlerde, genel olarak örgütte kurumlaşma yaratılamıyor bahaneleriyle kadro ve sempatizanları suçluyor ve bu bahaneyle gelecekte kendisine yönelme eğilimi taşıyanları imha ediyordu. Çünkü kurumlaşmış bir örgütsel yapıda veya örgütsel kuralların işlerlik kazandığı bir yapıda, er veya geç sorgulanacağını çok iyi biliyordu.

    İşte bu koşullarda, uygulanan şiddet politikası ve derin devletin temsil ettiği tüm çıkar guruplarının militan silah, para ve akla gelebilecek her türlü yardımlarıyla 1992’lere geliniyordu.

    1992, gerek Türkiye içinde, gerekse Ortadoğu’da Abdullah Öcalan için provokasyon geliştirme olanaklarının muazzam arttığı bir bir dönemdi. Bu noktadan itibaren Öcalan, sadece “ordu içinde özel bir ordu”yahayranlık duymakla kalmamış, hayranlığını Ortadoğu’nun karanlık güçlerine kadar uzatmıştı. Öyle ki, Amerika ve CIA’yla direkt fingirdeşmenin işaretlerini vermişti. Çünkü bu yıllarda pastadan büyük pay alabilme “uluslararasılaşma”dan geçiyordu. Avrupa ülkelerinin istihbarat örgütleriyle ilişkileri zaten vardı. Önemli olan Amerika, yani CIA ile kuracağı direkt ilişkiydi. Genelde ve bölgede siyasal gelişmeleri belirleyen Avrupa’dan çok Amerika’ydı. 1992’nin ortalarında Amerika’nın Lübnan Konsolosluğunda çalışan görevlilerle Bekaa’da yaptığını söylediği görüşmenin ürününü almakta gecikmemişti. Bu görüşmeden itibaren Öcalan, hem içte tam egemen hale gelmiş, hem de K. Irak’ta geliştirilecek provokasyonlar için yeni konsept hazırlanmıştı. CİA’nın desteği alındıktan sonra oluşturulan bu konseptin, PKK Belçika temsilciliği, Yeşil (Mahmut Yıldırım), Behçet Cantürk, bazı “Kürt diplomatları”nın ve Bucaklar’ın katkılarıyla oluştuğu söyleniyordu. Bu ittifakın geçmişe oranla giderek daha aktif bir biçimde Hizbullahcılar ve diğer radikal islamcı gruplarla genişletildiği de dile getirilen bir başka olaydır. Ama Öcalan’ın böylesine geniş çaplı bir cepheleşme içine girmesi, bir anlamda Çatlı örneğinde görüldüğü gibi biraz çizmeyi aştığının da bir göstergesiydi. Daha sonraları islamcı kesim PKK’nin kucağından alınıp İrana devredilmiştir. Çünkü bu kesim, her ne kadar Öcalan’ın kucağında filizlendirilmiş ve örgütlendirilmişse de, İranla ilişki içine girdikten sonra palazlanmış ve Öcalan’la çelişkiye düşmüştü. Gelirlerin paylaşımından doğan çelişki daha sonraları Pastar’ın araya girmesiyle düzeltilmiştir. Almanya ise bu birliği elinden geldiğince desteklemiş, kalıcı hale gelmesi için çaba göstermiştir.

    1993’e gelindiğinde Türkiye’de hemen her eğilimin devlet politikasına egemen olma istemini şiddetle dayatmaya başlamıştı. Özal’ın “bir koyup beş alacağım” stratejisinin ordu tarafında kabul görmeyişinden sonra, yine Özal tarafından belirlenen yeni bir stratejinin uygulanmasına geçilmişti. Bu strateji; PKK bahanesiyle K.Irak’ta Kürt gruplarını hem birbirine düşürme, hem de zayıflayan Irak yönetimi üzerinde etkili olmaya çalışma ve bu alanda belirleyici güç haline gelme biçiminde özetlenebilir. Bir bakıma doğan boşluktan bölgedeki Kürt hareketinin azami oranda yararlanmasının önüne geçilmişti. Elbette bu direkt YEKİTİ’ye, ya da KDP’ye vurularak yapılamazdı. Bu durum hem içte, hem de uluslararası kamuoyunda tepkilere yolaçabilirdi. Hepsinden önemlisi de, ABD’nin göstereceği tepkiydi. ABD’nin kendisine danışılmadan Irak’ta bir düzenlemeye gidilmesini kabul etmesi düşünülemezdi. Bu durumda kullanılacak en iyi paravan güç PKK’ydi. Nitekim PKK en aktif biçimde devreye sokularak KDP’ye saldırtıldı ve hatta Saddam rejimiyle yoğun ilişki içine sokuldu. PKK’nin Körfez savaşıyla birlikte Türkiye-Irak sınır boylarında Saddam adına sınır muhafızlığı yapması boşuna değildi. Sınır muhafızlığı karşılığında da bir takım noktalarda gümrük vergisi altında talan yapmasına, parasal olarak zenginleşmesine izin verilmişti. Yine Öcalan’la kurtcukların ve islamcı kesimin en çok kaynaşmaya başlaması ve ticari alış verişlerin yoğunlaşması bu döneme denk gelir. Hatta zaman zaman PKK’nin lojistik destek sıkıntıları bu kapılardan giderilmiştir. Fabrika numaraları silinmiş silahların, el bombalarının, mayınların PKK’lilerin elinde dolaşmaya başlaması tesadüflerle açıklanamaz.

    1991-93 yılları, bahsettiğimiz güç odaklarının yardımıyla A.Öcalan’ ın hayatının baharını yaşadığı yıllar olarakta değerlendirilebilinir. Özellikle Körfez savaşı ertesinde Irak’ın tecrit durumu gündemleştiğinde Özal,Türkiye’yi Musul-Kerkük serüvenine hazırlamak istiyordu. Bu durum PKK’ye de yeni bazı sorumluluklar yüklemişti. A.Öcalan kendisini neredeyse yapılacak pazarlıkların bir tarafı olarak görmeye başlamıştı. Palazlanmasına ses çıkartılmamasını ve oluşturulan konsepte olan katkılarını öne sürerek aklınca bunu başaracağına inanmıştı. Konuyla ilgili demeçleri bunun örnekleriyle doluydu;

     “O yıl ayrıca Körfez Krizi başladı. Bu da Güney’de olanakların açılması anlamına geliyordu. Çelişkileri hareketlendirmek istedik. Hatta bu çelişkiden Ekim devrimi kadar anlamlı sonuçlar çıkarabiliriz, dedik. Bu perspektif doğrultusunda siyasi sonuçlarını hesapladık. En önemlisi bu hudut boylarında gerillayı derinleştirdik.”(70)

    “Serhıldan” denilen olayları Ekim Devrimi ile kıyaslama utanmazlığını göstermekten çekinmeyen A.Öcalan’ın, hudut boylarında neler yaptığı açıktır. Irak Kürtleri’nin önünü tıkamak için kollarını sıvamıştı. PKK ve Öcalan’a bu yıllarda her zamankinden daha fazla ihtiyaç duyan güç odaklarıysa, onların büyümesine adeta gözyummuştu. Halk üzerinde öylesine ağır bir baskı uygulanmıştı ki, bu yolla kitlelerin PKK’ye kayması sağlanmıştı. “PKK güçleri” artık binlerle ifade ediliyordu. Karapara ve rant bölüşümünde Öcalan’a da gereken hisse verilmekteydi. Kuzey Irak güç deneme bölgesi haline getirilmişti. Burada oluşturulmak istenen yapıda herkes her ne pahasına olursa olsun etkili olma yarışına girmişti. PKK de, güç odaklarının desteğinde üzerine düşen yükümlülükleri en aktif biçimde uygulamaya koyulmuştu.

    Peki PKK’nin KDP’ye saldırtılmasının nedeni neydi? Çünkü KDP bölgede uzun geçmişi olan köklü bir harekettir. Halkın büyük çoğunluğunun desteğine sahiptir. Elinde tuttuğu bölge stratejik konumu olan oldukça önemli bir bölgedir. Ayrıca, gerek Avrupa, gerekse Amerika YEKİTİ’ den çok KDP’yi muhatap alan bir politika izlemektedir. ABD Ortadoğu’ da istediği düzenlemelerde bulunurken, Rusya alternatifini tümüyle gözardı edememektedir. Rusya’nın da muhatap aldığı daha çok KDP’ dir. Yani ABD, Avrupa ve Rusya, Irak’ta öngörülen çözümlemelerde KDP’yi temel alan bir politikada anlaşabilmekteler. YEKİTİ, bu güçler arasında geliştirilen geçici taktikler doğrultusunda öne sürülen bir güç durumuna getirilmiştir. Bu noktada ABD’nin K.Irak’ta geliştirmek istediği çözüm, Türkiye’nin devlet çıkarlarıyla çelişmemek zorundaydı. ABD’nin bölgede özgürce hareket etmesini engellemenin bir yolu da, KDP’nin mümkün olduğunca Türkiye’nin çıkarlarına ters düşecek bir çözümlemeyi kabul etmemesinden geçmekteydi. KDP PKK’nin piyon olarak öne sürüldüğünü bildiği halde böyle politika geliştir- meyi zorunluluk olarak görmüştü. Bu anlamda Türkiye KDP ile olan ilişkilerinde giderek ABD’den daha üstün duruma gelmiştir. Bu durum ister istemez ABD’nin bölgede Türkiye’nin isteği dışında bir çözüme gitmesini engellemektedir. KDP’de hareket ettiği alanın jeo-politik özelliklerini ve daha birçok alternatifleri dikkate alarak Türkiye ile çelişkiye düşmemeye özen göstermektedir. Elbette KDP böylesi bir politik yönelim içerisine girerken, geçmiş dönemlerin tecrübe birikimlerini kullanmaktadır. ADB’nin bir dönemi atlatmak için dayatmak istediği bir nevi ara çözümlemelere yatmamaktadır.

    İşte bu noktada PKK’nin arkasına aldığı büyük destekle KDP’yi arkadan vurma planları üzerinde durmak gerekir. Birçokları PKK’nin hergün peşmerge katletmesine seyirci kalıyor, hatta onaylıyordu. PKK’nın K.Irakta CIA’nın bir Kürt devleti kurma çabalarına uygun bir biçimde hareket ettiğini iddia ederek buna alkış tutanlar vardı. Bu çevreleri tek tek belirtmeye gerek yok. Diplomat giysili bu katmerleşmişler herkesce bilinmekte. Amerike ve Avrupa işbirlikçiliği ruhlarına işlemiştir. Oysa Abdullah Öcalan, ABD emperyalizminin bölge üzerindeki global çıkarlarına hizmet doğrultusunda hareket ederken, aynı zamanda K.Irak konusunda tamamen Türkiyedeki derin devletin maceracı turancı kanadının çıkarları doğrultusunda hareket etmiştir. Bu politikasıyla her iki kesimi de 1992’den bu yana dengeleme durumu vardır. Aslında Saddam rejimiyle sıkı ilişkiler geliştirilmesinin altında bu politika yatar. Abdullah öcalan Türkiye ile Saddam rejimi arsında bir köprü oluşturmuştur. Kürt hareketinin bu bölgede ezilmesi, en azından sürekli denetim altında bulundurulması için bulunmaz bir aracı olmuştur. Sürekli bir baskı faktörü olarak kullanılmıştır. Yani, çok öncelerden geliştirilmiş proje, teknik ve maddi kayıplara yol açılmadan Öcalan aracılığıyla uygulamaya koyulmuştur. Abdullah Öcalan da bunu inkâr etmemektedir. Kürt halkına karşı jenosit geliştirmiş Saddam rejimine övgüler yağdırması boşuna değildir;

    “Biz bir Arap ülkesinin dostluğunu  başka bir ülkeye değiştirmeyeceğiz. Biz Suriye'nin Kürt sorununa karşı iyi tutumunu takdir ediyoruz ve inanıyoruz ki Irak da bu sorunun çözümünde yeni adımlar atacaktır.” (71)

     “Hiç şüphe yok ki Bağdat, Kürt sorunuyla en fazla ilgilenen bir Arap başkentidir. Bazıları Kürt sorununun sadece Güney Kürdistan sorunu olduğunu iddia ediyor ve sadece Irak'ı ve kuzeyini ilgilendiriyormuş gibi göstermek istiyorlar. Bizim düşüncemize göre Batı ve Türkiye sorunu bu şekilde saptırmaya çalışıyor ve gerçeği görmek istemiyor. Bağdat ile ilişkilere önem veriyoruz...” (72)

     “Ama biz Arapların Kürtlerden dolayı duydukları kaygıları ve şüpheleri yok etmeye çalışacağız.” (73)

     “Biz bir arap ülkesinin dostluğunu başka bir ülkeye değiştirmeyeceğiz. Biz Suriye'nin Kürt sorununa karşı iyi tutumunu takdir ediyoruz ve inanıyoruz ki Irak da bu sorunun çözümünde yeni adımlar atacaktır” (74)

    İnsan bu demeci okuduğunda, K.Irak’ta yaşayanların Kürt halkı değil de, Teriki aşiretinin bir bölümü olduğunu sanıyor. Yine bölgede kullanılan kimyasal silahları da kimyasal silahlar değil, toprakların daha bereketli hale getirilmesi için yapılan bir gübreleme veya bitkilerdeki hastalıkları giderici bir ilaçlama olarak düşünesi geliyor. Tüm dünyanın bildiği jenosit uygulamalarını Abdullah Öcalan elbette durup dururken örtüleme gayreti içine girmiyor. Saddam rejiminin propagandasını yapmanın bir bedeli olduğunu çok iyi biliyor. Ama görevinin bir gereği olarak projesini uygulamak zorunda. Görevi; kendini var eden gücü hem dünya kamuoyunun tepkilerinden koruyarak güç kaybetmesinin önüne geçmek, hem de Kürt hareketini Saddam gericiliğiyle ittifak içinde bas- tırmaktır. Bu nedenle Bağdat ile ilişkilere önem veriyor ve kaygılarını gidermenin her türlü çabasını gösteriyor. Böyle“Kürt lideri”nin darası, her önüne gelenin karşısında eğilen nice çömezlerin başına…

    Artık Öcalan sadece bir ordu içinde “özel ordu” değil, birden çok ülkenin orduları içinde “özel ordu” olmayı bir şeref payesi olarak görüyor. Bir çok ülke diyoruz çünkü Öcalan, Suudi kırallığının saray bekçiliğine alınabilmek için de o her zamanki taklalarını atmanın sabırsızlığı içindeydi. “Biz bir Arap ülkesinin dostluğunu başka bir ülkeye değiştirmeyeceğiz” derken, Kürt düşmanlığından da öte, uygar dünyanın karşısında çağdışı yönetimiyle ayakta kalmanın çabası içinde bulunan Suudi Krallığı dahil tüm Arap gericiliğinin piyonluğuna soyunmaktaydı. Kaldı ki Suudi krallığı, Kürt sorunu diye bir sorun tanımıyor bile. Saddam rejiminin Kürt halkı üzerinde geliştirdiği tüm vahşetlerin arkasında yer alanların başında geliyor. Bu krallık, Filistin halkının kurtuluşu önündeki en büyük engellerden de biridir. Ortadoğu’daki her radikal çözümün karşısında duruyor. FKÖ’nün karşısına çıkardığı güçler çağdışı islamcı çevrelerdir. Filistin’de bağımsız, layik, cumhuriyetçi bir çözümü kesinlikle istemiyor. İsrail işgaline karşı aldığı tavır sadece görüntüden ibarettir. Siyasal yönelimleri İsrail’i destekler yöndedir. İşte Öcalan’ın başka ülkelere değişmeyeceğini söylediği dostluk böylesi bir ülkenin “dostluğu”dur. Sonuç olarak Öcalan’ın FKÖ’ye karşı söylemleri ve bölgede geliştirdiği provokasyonları da dikkate alındığında, tüm radikal başkaldırı hareketlerine karşı, Suudi ve diğer Arap gerici güçleriyle tam ittifak içinde olduğu görülmektedir. Başta Arap gericiliği olmak üzere, içindeki azınlıklara ve farklı kültürlere karşı acımasız davranan tüm ülkelere gönderdiği övgüler gözlerden kaçmıyor.

    Birçok Arap ülkesindeki gerici rejimler Kürt halkı nezdinde meşru, demokratik rejimler olarak tanıtılmak isteniyor. Bu, bölgede emperyalizmin çıkarlarının korunması çabalarından başka bir şey değildir. Öcalan ve güruhu bir de bu anlamda emperyalizmin çıkarlarının savunuculuğunu yapıyor.   

    Soruna bir diğer açıdan bakacak olursak; başta Suriye olmak üzere, Arap ülkelerinin Kürt sorununu demokratik biçimde çözümleme gibi bir niyetleri var mı? Her defasında övgüler yağdırılan Suriye, Kürt sorunu diye bir sorunu kabul ediyor mu? Her şeyden önce, Kürdün varlığını kabul ediyor mu? Bu sorulara verilecek cevaplar kesinlikle hayırdır. Bırakalım varlığını tanımayı, Kürtleri insan yerine bile koymuyor. Vatandaşlık hakları yoktur. Bir kilo şeker alabilmek için Kürtlerin ellerinde kartlarla bakkalların önünde günboyu beklediği biliniyor. Sorgusuz sualsiz karakol bodrumlarında infaz edilenlerin sayısı az değildir. Aileler korkularından cenazelerine bile sahip çıkamıyorlar. Kürtler üzerindeki baskıları yoğunlaştırdıkça Arap ülkelerinden eleştiri yerine daha fazla destek almakta.

    Öcalan, sonuçta baklayı ağzından kaçırıyor. Eline sıkıştırılmış projenin saçayaklarını yerli yerine yerleştirmenin gayretlerini yürüten bir piyon olduğunu artık yalanlayamaz duruma düşüyor. Bölgedeki siyasal gelişmeler ve örgüt içi yapısında meydana gelen “sürprizler” karşısında kendini daha fazla gizlemeyez duruma düştüğünü kabul ediyor:

     “Yani Güneyde kurulan yönetim sırtımıza bir hançer gibi saplanmaya çalışılıyor. Güneyde direnmeye ve savaşmaya karar verdik. Böyle bir yönetim aynı şekilde Arap dünyasının kuzeyi, Batı İran ve bölgedeki halklar için de tehdit teşkil etmektedir. Biz bu tehlikeyi durdurabildik.” (75)

    PKK, K.Irak’a gidip yerleşmeye başladığında bazı çevreler her dört parçada bulunan Kürtler’in birbirleriyle sıkı bağlar geliştirmeye başladığına inanmışlardı. Öcalan ve PKK’nin katkısıyla sorunların daha kısa yoldan çözülebileceği gibi iyimser bir havaya kapılmışlardı. KDP’ nin ve YEKİTİ’nin verdiği sınırlı desteği de örnek göstererek bu yönlü iddialarını güçlendirmeye çalışıyorlardı.Ama süreç, beklentilerin tersine işlemişti. A.Öcalan eline verilmiş kartı istenilen yönde oynamak zorundaydı. Oyunların iç yüzü yavaş yavaş açığa çıkıyordu. Bu tür çevreler, PKK ve Abdullah Öcalan’nın karanlık amaçlarını, başlangıçta, ya yeterince kavramamışlardı ya da döneme uygun olduğuna inandıkları bir politika gereği bunu yapıyorlardı. Öyle ki, 2000’e Doğru dergisi dahi Öcalan’nın içte geliştirdiği katliamları destekler hale gelmişti. Yüzlerce kişinin çeşitli biçimlerde yok edilişlerinin nedenlerini sorgulamayı akıllarına bile getirmiyorlardı. Bu tutumlarının nedenlerini bugün hâlâ açıklamış değillerse de, en azından Öcalan’ın ajan-provokatör biri olduğunu sonuçta kabullenmek zorunda kalmışlardır. 

    Öcalan “Arap dünyasının kuzeyi” derken kastettiği, Saddam rejiminin ayakta kalmasını sağlamadır. Bu konuda Saddam rejiminden daha ileri giderek, K.Irak’a otonomi dahi verilmesine karşı çıkıyor. 90’lı yılların başından itibaren Saddam’dan aldığı her türlü destek karşılığında Kürt halkını arkadan hançerlemeyi görevi sayıyor. Irak’ta Kürt halkının ulusal ve demokratik haklarının kazanılması demek, gerici Arap rejimlerinde demokratik istemlerin gelişmesine yeni boyutlar kazandırılması demektir. Ortadoğu’da geliştirilmiş ulus-devlet örgütlenmesi modelinin kültürel çeşitliliği, bir diğer deyişle bölgenin mozaiksel yapısını örtüle- yen bir model olup olmadığı ayrı bir tartışma konusudur. Ama Irak’ta ortaya çıkacak demokratik bir çözümleme, gerici Arap rejimlerini sarsacaktır. Bölgenin etnik ve kültürel çeşitliliğinden gelen sorunlarını demokratik bir biçimde çözüme kavuşturma da önemli bir ivme olacaktır. Bu nedenle Abdullah Öcalan’ın bütün gayreti, Irak’ta devrimci güçler açısından ortaya çıkan olumlu ortamı ortadan kaldırmaktır. Eline sıkıştırılmış plan ve projeyi istenilen doğrultuda sonuçlandırmak istiyor. Amacı; Kürt halkını iki ateş arasında bırakmaktır.

    A.Öcalan “K.Irakta savaşmaya karar verdik” derken, Irak’ta Saddam, İran’da molla, Suudi Arabistan’da kraliyet rejimlerinin çıkarlarını koruyacağını ima ediyor. Dolayısıyla bu, Emperyalizmin çıkarlarına ters düşen her oluşumun karşısında olacağının da beyanıydı. Hatta bu konuda o kadar ileri gidiyordu ki, Irak rejiminin zayıflığından dolayı ortaya çıkan boşluğu doldurmak için Türkiye’nin Musul ve Kerkük’ü zaman geçirmeden işgal etmesi gerektiğini her defasında vurguluyordu. Türkiye’nin K.Irak politikasını oldukça yumuşak buluyor, işi bir an evvel genel bir katliamı dahi göze alarak çözümlemesi gerektiğini söylüyordu. Ayrıca böyle bir çağrıyla şöven, saldırgan, maceraperest ve Osmanlı hayalleriyle yaşayan burjuva kanadının harekete geçirmeyi ummuştu. Çağrılarına yeterli cevaplar bulamadığı anlarda ise, CIA’nın devreye girmesini istemiş, önerileri doğrultusunda hareket etmemekle suçladığı Türkiye’yi açıktan ABD’ye şikayet etmişti.

    Yukarıda aktardığımız sözlerinden görevinin sadece K.Irak’la sınırlı olmadığını anlıyoruz. Bölgedeki mevcut statükonun korunması yönünde de çabalar harcadığını görüyoruz. K.Irak’ta sağlanacak demokratik çözümün İran’ın durumunu sarsacağını ve buradaki çağdışı iktidarın tehlikeye düşeceğini çok iyi biliyordu. İran’da ıslamcı rejim tarafından Kürt halkı üzerinde uygulanmış katliam politikasını ustalaşmış bir sinsilikle unutturmak istiyordu. İran’ı başına gelecek tehlikeler karşısında uyarıyordu. K.Irak’ta Kürt halkının çıkarlarına uygun düşecek bir çözümün,gerçekte Iran’ın batısında da demokratik bir çözümü zorlayacağı açıktır. Bu nedenle Abdullah Öcalan, İran istihbarat örgütüyle ve Pastarlar’la yaptığı anlaşmanın ilk maddesine uyarak İran Kürtleri’ne, İ-KDP’ye saldırıyordu. Pastarlar’ın yan kolu biçimde çalışan ihbarcı birimler oluşturmuştu. Kürt halkı tarihte ilk defa tek merkezden en geniş kapsamlı yönlendirilen ve üstelik Kürtlerin içinden çıkarılmış bir ihanet şebekesiyle karşı karşıya bırakılmıştı.

    İran Kürtleri’nin de örgütlenmesine darbe vuran çok yönlü politikayı ve I-KDP’ye karşı silahlı mücadeleyi temel almak, aynı zamanda Iran ve Irak’ta Kürtlerin aleyhine olan statükonun korunması çabalarına aktif destek sağlamak demektir. 

    İşte Abdullah Öcalan’ın gerçek profili ve amaçları budur. Böylesi bir karakter elbette sadece ülkemizde egemen güçlerin en şöven kesiminin uşağı olmakla kalmayacaktı. Aynı zamanda, uluslararası emperyalist güçlerin bir piyonu olarak siyasi arenadaki yerini almak isteyecekti. Bir dönemler emeryalizme karşı mangalda kül bırakmaması ise basit bir taktikten ibaretti.Hatta bu konuda hızını alamayıp Avrupa sosyal demokratlarını da şiddet temelinde mücadele edilmesi gereken güçler safına koyduğu bilinmektedir. Onur duyduklarının izinden gitmiştir. Öcalan’ın, İmralı’da dünyayı yeniden keşfedercesine emperyalizme, özellikle de ABD emperyalizmine karşı övgülerde bulunması geçmişiyle çelişmiyor.

 

 

 

 

                       A.ÖCALAN’DAKİ KÜRT DÜŞMANLIĞI

 

    Peki, A.Öcalan’ın özellikle Kürt liderliğine oynatılması bir tesadüf müydü? Elbette hayır. Bu bir tesadüf değildi. Öcalan karmaşık bir aileden geliyor. Annesinin Türk oluşuna yaptığı vurgu boşuna değildir. Bilindiği gibi MHP ve Ülkü Ocakları içinde Kürt militanlar daha çok vurucu güç olarak kullanılıyor. Liderlik Türklerin elindedir. Bu politika sadece bu cephe için geçerli değildir. Aynı kuralı siyasetin diğer yelpazelerinde de görüyoruz. Ne sosyal demokrat, ne de muhafazakâr partilerde Kürtler hiçbir dönemde lider olmamış, lider seçilmemiştir.

    Ajan-provokatör seçiminde ise mümkün olduğunca karmaşık ve aynı zamanda sorunlu aile yapısından gelenler tercih edilmiştir. Gerçekte kimlik sahibi olmada zorlananların veya kimlik sahibi olamayanların her zaman halka karşı zalimce kullanılmaya açık, bir pisikolojik ve ruhsal şekillenmeleri vardır. Bu yapı biraz kariyer ve düzene hizmet eğitim anlayışıyla donatıldığında, ortaya çok rahat bir canavar çıkartabilmekte.Osmanlı İmparatorluğu döneminde devşirmenin temel alınması bu nedenledir. İmparatorluktan kalan bu gelenek Türkiye devlet yönetim anlayışında halen aşılmamıştır. Yani, bürokraside veya siyasal alanda asimilasyon ve kendini inkâr temelinde yükselme vardır. Devletin baskıcı olmasının nedenlerinden biri de, tarihten devralınan ve bugünde ısrarla devam ettirilen bu mirastır.

    Öcalan’ı yerelle yetinmeyip uluslararası gericiliğin ve emperyalist güçlerin piyonu yapan, Kürt halkına olan bakış açısıdır. O gelmiş geçmiş en azılı Kürt düşmanlarından biridir. Bunun böyle olduğunu kendisi de dile getiriyor. Fazla gerilere gitmeye gerek yok, en son çıkarıldığı mahkemede sergilediği tutum bunun çok açık örnekleriyle doludur;

    “Daha sonra şunu çok açık gördüm ve söyledim: Kürt gerçeği üçte bir hasta, üçte bir delirmiş, üçte bir tutsaktır. Bu özellikler olduğu gibi, örgüt ve eylem yapısına yansımıştır.” (76)

    Bir halka karşı hissedilen kin ve nefret ancak bu biçimde ifade edilir. Hitler’in sağ kolu Mengene’den daha hasta biri olduğunu ortaya koyuyor. Bir halk, yaşamını çok geri ekonomik ve sosyal koşullarda sürdürmek zorunda kalabilir, dolayısıyla geri kültürel bir yapının içinde bulunabilir. Ama herkes bilir ki, bu, o halkın suçu değildir. Her alanda geri kalmışlığın tek suçlusu, egemen güçlerdir.

    Böylesi bir anlayış, aynı zamanda bir halkın geleceğini de ipotek altına almadır. Yani, Kürt halkının ekonomik, sosyal ve kültürel yaşam düzeyini yükseltmek için ne kadar uğraş verilirse verilsin kesinlikle bir yerlere gelemez anlayışıdır. Bugün hemen her alanda kalkınmışlık düzeyinin yüksek olduğu Avrupa toplumları da şimdiki düzeye bir günde ulaşmamışlardır. Öcalan mantığı sorunun çözümünü, Hitler’in Yahudiler için oluşturduğu toplama kamplarına benzer bir çözümde görmektedir. Üstelik anasının Türk olduğunu belirterek, kendisini bir yerlerden sıyırma gibi bir çabanın içine giriyor. Bin yıldır yanyana yaşayan halklardan birinin ırkını diğerinden üstün görüyor. Yani anasına dayanarak Türk ırkçılığına soyunuyor. Kendini Türkler’den sayarak Kürt halkını en kötü biçimde mahkum etmeye kalkıyor. Ama halklarımızın birbirini böyle görmediği ortadadır. Anadolu’nun mozaiğinde bu tür düşünce ve ideolojilerin yeri yoktur. Bunlar, her zaman dar bir çevrede, marjinal düzeyde kalmışlardır. Aslında Öcalan’ın söyledikleri yeni değildir. Geçmişte de, “şunu çok iyi bilmeliyiz ki, Kürt halkı hastadır”diyor ve diline dolanan her türlü küfürü rahatlıkla savuruyordu. Kitapları ve gazeteleri bunun örnekleriyle doludur. Geçmişin bugünden farkıysa, eskiden bunu Kürtleri kurtarma maskesi altında yapıyor olmasıydı. Abdullah Öcalan’ın açık tavrına rağmen, onunla hareket etmeyi ilke haline getirenlerin sağlıklı olmadıkları ortada. Körükörüne inanan birer köle ve uşak olmaktan başka bir vasıfları yoktur. Elbette herkes, konumunu ve yerini belirlemede özgürdür. Ama hiç kimsenin hastalıklarını; pikolojik ve ruhsal vb. problemlerini, halka maletmeye hakkı yoktur.

    Zaten Öcalan’ın etrafında kümelenen bu zavallı beyinlere karşı tavrı da oldukça ilginçtir. Küfürler savurup aşağılamayı günübirlik işlerinden sayıyor. Tüm hırsını bunlar üzerinde deniyor, kin ve nefretini en çok bunlara kusuyor;

    “İnsan bir kişilik savaşımı yapar da, sizin gibi yapmaz. Çünkü yenil- gisi, başarısızlığı çok açık ortaya çıkmış.” (77)

    Sözlerine bakılırsa aslında Öcalan da zaman zaman şaşırıyor. Çev- resindekilerin kendisini anlamadığını farkediyor. Çok açık oynamasına rağmen kimseden gık çıkmıyor. İnsanlar kısır bir döngünün içinde gidip geliyorlar. Ne için savaştıklarını bile bilmiyorlar. Yani beyinleri bu kadar dumura uğratılmış. Düşüncenin başkalarına, ölümün kendilerine ait olduğunu kanıksamışlar. Öyle ki, kölelik adeta yaşam tarzları olmuş. Oysa özgürlük ve kişilik savaşımı birbirleriyle yakından bağlantılıdır. İnsanlar özgürleştiği oranda kişiliklerini geliştirip güçlendirirler. Toplumun böylelerine ihtiyacı var. Çağımızın köle sahibi olarak piyasaya çıkan A.Öcalan, insanları bin yıl geriye götürüyor. En büyük kölelik onun yanında ve kamplarında yaşanıyor.

    Ama kullanılan silahın her zaman istenilen hedefi bulmadığı, bazen de ters teperek sahibini vurduğu genel bir doğrudur. Abdullah Öcalan provokasyonların yardımıyla etrafında bir köleler topluluğu yaratmıştı, ama silahı uzun vadede ters tepmeye başlamıştı. Bir süre sonra kendisi de kölelerinden kopamaz durumuna düşmüştü. Atsan atılmaz, satsan satılmaz misali ne yapacağını bilememiş, iki arada bir derede kalmanın şaşkınlığını yaşamıştı;

    “…Bazı soysuz işbirlikçi ağalar var, onların halk içindeki varlığı neyse bizim komutanların da (istisnalar kaideyi değiştirmez) veya yöneticilerimizin durumu da bunu hatırlatmıyor mu?…hatta dolaylı işbirliği yapan, kaçan kimdir? Toplumdaki haindir, ağadır;düşmanın ta kendisidir.” (78)

     “Sizin içinse yaşam; iyi bir sigara çekmek, iyi bir ahbab-çavuşluk, iyi bir bireycilik, iyi bir çorba kaşıklama, iyi bir uyku uyuma, iyi bir para, yaşam iyi bir karı-koca demektir, yaşam çoluk-çocuk, yaşam mal mülk demektir.” (79)

    Artık kendinden başka herkesi hainlikle, soysuzlukla, işbirlikçilikle suçluyordu. Bu dönem, PKK’nin uluslararası karanlık güçlerle ilişkilerini hayli geliştirdiği bir dönemdi. Öyle ya, köle beyin nereye giderse gitsin düşünemeyen beyindi. PKK içinde artık çeşitli karanlık odaklara bağlı çıkar grupları ortaya çıkmıştı. Pastanın tümü Öcalan’a gitmemekteydi. Almanya, Suriye, İran, Irak, Yunanistan vb. daha birçok ülkenin çıkarlarına hizmet eden ücretli çıkar grupları ortaya çıkmıştı. Ayrıca birçok ülkede mafya, çete gruplarıyla birliktre hareket ederek önemli kazançlar sağlayan çevreler şekillenmişti. Tüm bu grupların çıkarlarını ortak bir noktada toplamak ve yönlendirmek artık güçleşmişti. Bir başka ifadeyle, Öcalan’ın kölelerinden bir çoğu sahibini değiştirmişti. Her köle bir gruba yaslanmış, karşı tarafı düşünmeden pastadaki payını arttırmanın çarelerini aramaya başlamıştı. A.Öcalan ilk başlarda cephe, kadınlar örgütü, gençlik örgütü, islami birlik gibi bir çok yan örgütlenmelerle dengeler sağlamak istemişse de başarılı olamamıştı. Bunların hain niyetli, karanlık amaçlar için kurulmuş örgütler olduğunu çok sonraları kendisi de itiraf etmişti. PKK, Artêşa, ERNK ve ARGK’yi adı var sanı yok örgütler olarak değerlendiriyordu. Bunlar için
Yüklə 2,07 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   18   19   20   21   22   23   24   25   ...   31




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin