TÜRBAN SORUNU
Başbakan Tayyip Erdoğan’ın İspanya gezisi sırasında türban üzerine verdiği bir demeçle Türkiye’de gündem hiç beklenmedik bir biçimde değişiverdi. Son günlerde artık türbanla yatıp kalmaya başladık. Tüm sorunlar unutuldu. Türban, çözüm bekleyen tek sorunumuz haline geldi.
Elbette türban, kara çarşaf ve benzeri sorunları önemsemiyor değilim. Türbanın kara çarşaftan ya da çadırdan hiç bir farkı yoktur. Türbanı İslamla bütünleştirenler tüm toplumu sapıklıklarına alet etmek istiyenlerdir. Ama sorunu uzun vadeli, köktenci çözümlere kavşuturacak tedbirler almaya yönelmeyi yadsıyıp, bir avuç elitin çıkarları doğrultusunda çarpıtmasına karşıyım.
Türkiye’de tüm ekonomik ve siyasal gelişmeler bir anda türbana takılıp kaldı. Erkek egemen toplum özelikllerimizi tüm çirkinliğiyle bir kez daha dünyaya gösterme fırsatı bulduk. Kadınlar adına erkeklerin ne kadar karar verici bir ülke ve toplum olduğumuzu göğsümüzü kabarta kabarta göstermiş olduk.
AKP ve aynı güzergȃhta seyredenlerin türbana takılıp kalmasını anlıyoruz, ama sosyaldemokrat, laik geçinen bir takım çevrelerin de bu noktaya takılmasını anlamak mümkün değil. Kendini laikliği ve Cumhuriyeti savunma memuru olarak gören bazı sosyal demokrat ya da Kemalist geçinen çevreler dürüst davranıyorlar mı? Ben bunların dürüst olduklarını, gerçekten laikliği ve Cumhuriyeti düşündüklerine inanmıyorum. İnanmıyorum çünkü eylem ve davranış biçimleriyle yitirmek üzere oldukları elit olma avantajlarını yeniden elde etme çabası içinde olduklarını artık saklayamaz hale gelmişlerdir. Bunlar, aristokrat döneme özgü dar havuzun, genişliyen kapitalist pazar ilişkileri döneminde de muhafaza edilmesinden yana çaba göstermektedirler. Genişleyen havuzdan her an dıştalannacakları korkusunu yaşamaktalar. Burjuvalaşmayı içinde bulundukları elit kesimle sınırlı tutulması yönünde kavga yürütmekteler. Bence, asıl sorun, bu noktada yatmaktadır.Türban ya da mahalle baskısından falan korktukları yok aslında. Bu nedenle de sorunun özüyle ilgilenme yerine ne yapıp yapıp sarsılan çıkarlarını korumanın peşindeler.
Bilindiği üzere türban tartışmalarının tam ortasında, Davutpaşa’da hiç bir sosyal güvencesi olmadan askeri ücretin de altında bir ücretle çalışan, evine akşam olduğunda bir ekmek götürmenin kavgasını veren 22 insan, 22 Anadolu insanı yangında yok oldu gitti. Yaşanan olay çok korkunçtu. Hükümet doğası gereği olayın üstüne perde çekilmesinden yanaydı. Peki, bahsettiğim sosyal demokratlara ne oluyordu da olayın üstünün kapanmasından yana tavır takındı. Neden hükümetle ittifak içinde hareket etti?
İşte bu, laikliğin, Cumhuriyetin varlığını ve devamını düşünce ve ideolojiden yoksun bırakarak büste indirgeyen anlayışın ta kendisi. Düşüncenin ne kadarını ne zaman ve hatta hangi mekanda verileceğine karar verme yetkisini kendinde görenlerin klasik davranışlarıdır. İnsana, halka odaklı olmadıklarını bir kez daha göstermiş oldular. Bu hareket biçimleriyle, çağdaş olma adına çağdışılığı sergilemeden başka bir şey değildir.
Eğer gerçekten içinde bulunduğumuz çağda laiklik ve Cumhuriyet ayakta tutulmak isteniyorsa, türban ya da karaçarşafa bürünmüş çağdışı toplumsal yaşantı kabul edilmek istenmiyorsa, insan yaşantısına odaklanmaktan başka çıkış yolu yoktur. İnsan yaşantısına odaklanma demokrasiye odaklanmadır. Ama sözüm ona protestocular ya da 222’likler insana üstten bakan, daha doğrusu halkı ‘aşağı tabaka’ olarak görme ilkelliğinden bir türlü kurtulamıyorlar. Korkuyu ve şiddeti egemen hale getirerek, Anadolu halkını yönlendirmeye devam edeceklerni sanıyorlar.
Oysa Türkiye koşullarında türbana, kara çarşafa bürünmenin önüne geçecek en tutarlı davranış, Davutpaşa ve benzeri olayların bir daha olmaması için alınacak önlemlerden geçer.Yani sorunun temeli, sosyal devlet olgusunun kağıt üzerinde değil pratik yaşamda hayata geçirme kavgasındadır.
Türkiye’de sendikalaşma hakkı halen kısıtlıyken; çoğu işyerlerinde sendikalı olma suç sayılırken, genel grev hakkı yokken, sosyal demokratların suskun kalmasının, bu hakları elde etmek için aktif kavga yürütmemesinin anlaşılır hiç bir yanı yoktur.
Yine, bugünkü protestoları düzenliyenler, YÖK’ün devamından yana tavır takınacaklarına, bu anti demokratik kurumun kaldırılmasından ve üniversitelerin özerkleştirilmesinden yana tavır koymalılar. Gerçek öğretim, düşünce ve bilim ancak özerk üniversitelerde olur.
Eğer geleceğe emin adımlarla ilerlemek isteniyorsa, başta gelen sorunlarımızdan biri de, anayasa sorunudur. Oluşturulacak demokratik bir anayasa çağdışı karanlığa yönelmenin önünün alınmasında en temel rolü oynayacaktır. Aradan onlarca yıl geçmesine rağmen Türkiye, cuntanın yaptığı anayasa ile yönetilmektedir. Bugünkü iktidarın niteliği bahana edilerek sivil bir anayasa yapmanın karşısında yer alma, sosyal demokrat anlayışla bağdaşmaz. Eğer milyonların gücü bu yönde seferber edilirse, demokratik bir anayasa yapma bu iktidar döneminde de olanaklıdır. Ama görüyoruz ki, laiklik ve cumhuriyet denildi mi mangalda kül bırakmayanlar, demokratik anayasa yapmanın sözünü bile etmemektedir. Çünkü çıkarlarıyla çelişmektedir; tüm kurum ve kuruluşlarıyla hukukun egemen olduğu demokratik bir devletin işlerlik kazanması koşullarında, bugünkü yapılanmalarıyla varlık sürdüremeyeceklerini bilmektedirler. Ama kanun devleti işlerine gelmekte; o zaman istedikleri koşullarda, istedikleri kanunları istediklerine, istedikleri biçimde uygularlar ve böylece de hükümranlıklarından bir şey kaybetmiş olmazlar. Laiklik elden gidiyor diye çığırtkanlık yapma yerine, toplumun hemen tüm kesimlerini ilgilendiren temel sorunlarda çözümü dayatmak gerekir.
Banka sermayesinin yüzde ellisinden fazlası yabancıların eline geçmiş olması, GAP’ın ve turistik alanların yabancılar tarafından tarafından talan edilmesi, protestocuların her nedense hiç ilgi alanına girmiyor. Yine bir dönem gıda alanında kendi kendine yeterli on ülke arasında sayılan Türkiye, bugün gıda ve tahıl üretiminde dışa bağımlı hale gelmiştir. AB’nin çıkarları doğrultusunda alınan kararlarla adeta gıda ve tahıl üretimi yasaklanmıştır. Kırsal kesimde giderek kaybolan küçük üretiçiliğin yerini büyük, modern çifliklerin aldığını kimse iddia edemez. İşlenebilecek çoğu tarım arazilerinin boş yatırıldığı bilinmekte. Hem tarımda makinalaşmanın hem de tarım ürünlerini işlemeye yönelik sanayileşmenin önü tıkanmaktadır.
Evet, nereden bakarsak bakalım, Türkiye’nin aydınlığa kavuşmasının önünde daha bir çok temel engeller vardır. Bu engellere karşı aktif mücadele yürütülmediği, yani halkın sorunlarına uzun vadeli kalıcı çözümler bulmanın gayreti içinde olunmadığı sürece, çağdışı uygulamalarla her zaman karşı karşıya kalınacaktır. Önemli olan bu sorunların üstüne cesaretle gidebilmedir. Geçiçi, günlük, üstelik başkalarının dayattığı sorunların peşinde sürüklenerek, Cumhuriyet ve laiklik korunamaz. İşte bu anlamda, elli yıl öncesine göndermeler yapılarak, aba altından sopa göstermeyle bir yerlere varılamaz. Bir avuç tuzu kuru azınlığın, gerçekten aydınlık Türkiye yaratma gayreti içinde olan halkın gücünü lümpence farklı amaçlara yönelendirmesine ve enerjisinin boş yere harcanmasına karşı durmalıyız.
Baki Karer
21 MART
21 Mart Cuma günü sabaha karşı saat 04,5 sularında Cumhuriyet Gazetesi baş yazarı ve imtiyaz sahibi İlhan Selçuk polis tarafından tutuklandı. Tutuklama emri veren savcının ve tutuklayan polislerin neden özellikle 21 Mart gününü seçtikleri henüz bilinmiyor. Özellikle bu günü seçmekle, bir mesaj mı vermek istediler diye ister istemez insan düşünüyor.
Türkiye adım adım şidetli bir çatışma ortamına itikleniyor. Yaratılan bu çatışma ortamı, 70’li yıllarda binlerce insanın hayatına malolan çatışma ortamından çok daha tehlikeli boyutlarda olduğunu söyliyebiliriz. Çatışan tarafların özelliklerine ve güçlerine bakıldığında, bu daha iyi anlaşılır. Her iki taraf kılıçları kınından çıkardı. Taraflardan birinin zafer elde etmeden önce, çekilen kılıçların tekrar kınına girmesi mümkün gözükmüyor.
Toplumda panik ve korku egemen. İnsanlar sabah kalktığında ne ile karşılaşacağını bilmemekte. Adeta 12 Eylül’ün atmosferi egemen kılınmaya çalışılmakta. ‘İslamcılar’, ‘laikçiler’, ‘Amerikancılar’, ‘Avrupacılar’ ya da ‘İkinci Cumhuriyetciler’ ve daha akla gelmedik tanımlamalarla Türkiye toplumu bölünmeye çalışılmakta. Hele bazılarının o kadar gözü kararmış ki, iç savaş tamtamlığı yapmakta. Tamtamlıkta başı çekenler de ‘Kargadan başka kuş tanımam’ misali ağızlarını köpürterek ve şiş göbeklerini masalara yayarak Avrupa Birliği’nin borazanlığını yapanlardır. Yaşanılan karmaşık ortamı fırsat bilerek, yeni bir Serv dayatmanın uğraşı içindeler.
İç savaş kışkırtıcıları tokmaklarını davullarına vuradursun, çatışan tarflardan hangisinin kaybadeceği aşağı yukarı şimdiden belli; AK partiye karşı kapatma davasını açarak beklenmedik ilk adımı atan taraf kazanacak. Ama şimdilik kazanacağını tahmin ettiğimiz tarafın, Türkiye’nin geleceğini daha aydınlık yapıp yapmayacağı bir soru işareti olarak karşımızda duruyor.
Türkiye’de sınıf savaşımı yine çıkmaz bir noktaya dayanmış durumda. Çünkü geçmişte olduğu gibi bu gün de saflar belirgin durumda değil. Birçok kesim ait olduğu yerde, yani çıkarlarını temsil eden tarafta ya da zeminde hareket etmemekte. Safların karmaşıklığı ister istemez doğru ve kalıcı sonuçların alınmasını engellemekte.
İçinde bulunduğumuz çatışma ortamının taraflarını biraz açmakta yarar var: Taraflardan biri olan AKP, ne pahasına olursa olsun, her türlü yöntemi ve aracı kullanarak islamcı despot bir rejimi egemen kılmaya çalışmakta. Aklınca, ‘Kanlı mı, kansız mı olacak?’ belirsizlik evresini atlattığını, ulaştığı örgütlü gücün bir dikta rejiimini kurmaya yeterli olduğunu iddia etmeye başladı. İktidarlarının ikinci döneminde seçim sandıklarından aldıkları %46,7 gibi yüksek desteği, islamcı geçinen bir avuç elitin hizmetine sunarak hedeflerine ulaşabileceklerini sanmaktadırlar. Aslında esas yanılgıları da bu noktadan kaynaklanmakta. Anadolu halkının tarihsel gerçeğini ve günümüzün sosyal, siyasal koşullarını yeterince değirlendirme yetisinden ne kadar uzak olduklarını göstermiş oldular.
AKP beş yılı aşkın bir süredir uyguladığı ekonomi politikasıyla toplumun direnç noktalarını yeterince tahrip ettiğini, devletin çeşitli kurum ve kuruluşlarında çekirdek örgütlenmesini inşa etmede küçümsenmiyecek başarılar sağladığını, karşısında duran siyasal akımların da yeterince marjinelleştiklerini düşünerek, ortamın atağa geçmeye uygun olduğuna inanmış olacak ki, özellikle seçimlerden sonra, adeta meydan okumaya başladı. Artık salt kadrolaşmayla yetinmeyerek devletin tüm kurumlarını ele geçirmeye kalkıştı. Güçler ayrılığını hiçe saydı.
Daha da öte giderek, şeriatçı hukuku egemen kılma uğraşlarını çağrıştıran demeçler vermeye başladı; ‘Maktul yakınları’nı yargı yerine geçirecek İran usulü ‘çözümlemeler’ sunmaya cesaret edebildi Açıkçası, şeriat istemlerini saklamaya ihtiyaç duymadı. Hıristiyan hukuku eşittir ‘cadı’ kovalama ya da ateşe atma ise, şeriat hukuku denilen şey de, eşittir el, ayak ve kelle uçurmadır.
İlk iktidar dönemlerinde az da olsa buluşulan ortak noktaları tümüyle çöpe attı. ‘Ben varım’, ‘devlet benim’ demeye başladı. Bir de, bunlara, ‘derin devlet’ denilen Ergenekon çete örgütlenmesine yönelik operasyonları ‘ötekiler’ olarak nitelendirdikleri kesimler üzerinde Demoklesin kılıcı gibi kullanmayı eklemesi, diktatörlük heveslerinin açığa vurulmasından başka bir şey değildi.
Bu arzularına en belirgin ve son kanıt, savcı Zekeriya Öz’ün İlhan Selçuk için hazırladığı iddianamede yönelttiği ‘suç’ şöyle formüle ediliyor: ‘Örgüte üye olmaksızın örgütün amaçlarını bilerek örgüt adına vazife yüklenmek.’ İnsanın tüyleri ürperiyor!.. Bu iddianame bile, islamcı faşizmin ayak seslerini hissettirmeye fazlasıyla yetiyor.
Bu arada, MHP’nin konuşlanışını islamcı cepheye eklendirmek gerekiyor. Çünkü şu anda durduğu zemin, Cumhuriyetin temel değerlerine ve laikliğe ters düşen, saltanat özlemcilerine hizmet eden bir zemindir. İslamcılıkla laik Cumhuriyet arasında sıkışıp kalmış durumda. Etnik milliyetçilikte ısrar edişi, net tavır almasını engellediği gibi, daha çok islamcı akımlara ve ‘İkinci Cumhuriyetçi’ denilen işbirlikçi takıma hizmet eder konumdadır.
Gelelim çatışmayı yürüten diğer tarafa: Çatışmanın diğer kanadında olduğu gibi bu tarfın da homojen olduğu söylenemez. ‘Laik’ ve ‘cumhuriyetçi’ olduklarını söyliyen ‘Kuvayı Milliyeciler’, ‘Atatürkçülük’ adına faaliyet yürüten derneklerden CHP ve DSP’ye kadar uzanan bir yelpaze, çatışmanın bir tarafını teşkil etmekte.
Elbette ‘laik’ ve ‘cumhuriyetçi’ geçinen militaristlerle, daha doğrusu darbecilerle gerçekten laik ve demokratik Cumhuriyet için mücadele yürütenleri aynı kefeye koymamak gerekir.
Herkesin üzerinde kendini ‘efendi’ gören militarist, darbeci kesimi ayrı tutmak gerekir. Bunlar, Anadolu halkını küçümseyen, halkı duvarda arada bir hatırlama babından asılı durması gereken tablo gibi gören, gecekonduya burun büken, işçiyi hizaya getirilecek acemi bir tabur olarak nitelendiren asalaklardır.
İşbirlikçilik ve Amerikancılık bunların ruhlarına işlemiştir. Türkiye’de islamcı akımlar ne kadar Amerikancı ise, laik ve cumhuriyetçi geçinen bu militarist kesim de, o kadar Amerikancıdır. 12 Mart, 12 Eylül, bunları tanımlayan aynalardır. Kemalizmi tarihsel gerçeğinden kopartan, soyutlaştıran, putlaştıran, korkulması gereken bir öcü gibi sunan yine bunladır. Daha açık biçimiyle tanımlarsak, Kemalizmi militaristleştiren, darbelerle eş anlamlı hale getirmenin uğraşını verenlerdir. Tüm kurum ve kuruluşlarıyla işleyen laik, demokrasiyle bütünleşmiş Cumhuriyet, bu çevreleri dışlayacağını artık bilmeyen yok. Bu nedenle, şeriat heveslilerinin karşısına Anadolu halkının desteğini alarak en aktif biçimiyle dikilmesi gerekenler, meydanı bunlara bırakmamalıdır. Türkiye, işbirlikçi islamcılardan ve ‘laik’ olduğunu iddia eden darbecilerden kurtulduğu noktada, gerçekten laik, demokratik bir Cumhuriyet olacaktır.
BAKI KARER
23/03/2008
SSCB’NİN YIKILŞI
Emperyalizmin her türlü entrikalarına rağmen sosyalizmin sağladığı başarılar, kesinlikle inkar edilecek başarılar değildir. Ama salt başarılar önplana çıkartılarak, başarısızlıklar örtülenmemelidir. Sosyalizmin inşasında ortaya çıkan başarısızlıkların irdelenmesi,geleceğe daha bir umutla bakmak için kaçınılmaz bir zorunluluktur. Sosyalizmin sadece Sovyetler Birliği’nde değil, sosyalist sistem içinde yeralmış ülkelerede de yenilgiye uğraması çok daha düşündürücüdür.
SSCB’nin dağılmasında birçok faktör birarada rol oynamıştır. Bunların başında gelen ekonomik alanda işlenen hatalar başta olmak üzere parti ve devlet örgütlenmesin yapılan hatalardır. Her şeyden önce devrimin gerçekleştiği dönemde Rusya önemli oranda sanayileşmiş bir ülke olmasına karşın, feodal üretim ilişkilerinin hakim olduğu birçok ülkenin SSCB’ye dahil edilmesi, sosyalizmin inşaasında başarısızlığa düşülmesinde önemli bir faktördür. Hatta birçok bölge için feodel ve köleci ilişkilerin içiçe geçmişliğinden bile söz ediliyordu. Sosyalist ekonomi politiğin uygulanabilirlik koşulları dikate alındığında, başından itibaren nasıl bir proğramla hareket edilmesi gerektiği, sorunun ana halkasını oluşturmaktadır. Ekim devriminin gerçekleştiği dönemde, gerekli altyapının ve sanayileşmenin yeterli olamadığı Rusya’nın gösterdiği özellikler biryana, Sovyet çatısı altında farklı üretim ilişkilerinin, birden fazla milliyetlerin ve kültürel yapıların varlığı koşullarında ne tür aşamalardan sonra sosyalist ekonominin uygulanmasına geçilmesi sorunu, salt siyasal bir perspektifle ele alınması, baştan önemli bir hataydı. Günümüzde alınan sonucun hazırlayıcısı, esas olarak, Stalin dönemidir. Bu dönemde ekonomik ve siyasal alanlarda işlenen hatalar, daha sonraki dönemde derinleştirilerek sürdürülmüştür. Devrimden kısa bir sonra uyglamaya konulan NEP proğramı üzerinde fazla düşünülmemiştir. Böylesi bir proğramdan kısa bir sürede sonuç alınması pek olanaklı olmadığı halde, bu proğramı uygulamaya zorlayan koşullar yeterince algılanmadan, kısa dönemde uygulamadan kaldırılmıştır. Bu kadar çok çeşitlilik gösteren sosyal yapıda, yeterince eğitim, bilgi, teknik, bir bütün olarak alt yapı hazırlığı tamamlanmadan kollektivizme geçmede aceleci davranılmıştır. Ekonomik konularda iradi davranma, yani emrivaki kararlar alma gelinen sonucun hazırlayıcısı olmuştur. Bu nedenledir ki kollektivizm; hertürlü yozlaşmanın, bürokrat kapitalist yetiştirmenin merkezleri haline geldi. Emeğin karşılığının verildiği yerler değil, yönetici statüsünde bulunanların vurgun kapıları haline geldiler. Kollektivizm değil, bürokrasinin söz sahipliği ve haklarının korunduğu yuvalar haline dönüştü. İşçi sınıfından çok ileri bir yaşam düzeyine ulaşan, bir anlamda kapitalistleşen bir avuç bürokrat yönetici, siyasal desteği de arkasına alarak adeta her türlü yenileşmenin karşısında demoklesin kılcı kesildi.
Soğuk savaş koşulları olabildiğince abartılarak, bilgi ve teknik alanlarda sağlanan gelişmeler, toplumun sosyal, ekonomik gelişmesine yönelik değil, salt savaş sanayinin hizmetine koşuldu. ABD ve Batı Avrupa ülkeleri ise, bir yandan savaş sanayisini geliştirirken, bir yandan da halkın sosyal ve ekonomik yaşamını sürekli ileriye götürmeyi başardı. Yani ilerleyen bilgi ve teknolojiyi halkın günlük yaşamına girdirmeyi sağladılar. Batı Avrupa toplumlarının yaşam koşulları sürekli iyileşirken, sosyalist ülke halklarının yaşam düzeyi yerinde saydı. Yine Sovyetler Birliği egemen olduğu Varşova Paktı’nı, ekonomik ve mali gücünü diğer sosyalist ülkelerin çıkarlarına, gelişmelerine karşı engel bir konuma getirdi. Tüm sosoyalist ülkeler, tek merkezden, yani Moskova’dan yönlendirilir hale geldi. Bunun ileride doğuracağı sakıncalar hiçe sayıldı. Ulusların özgür iradesi ve gelişmesi ilkesi çiğnenedi. Bu tutum hem Sovyet içinde yeralmış, hem de diğer sosoyalist ülkelerde milliyetçi gelişmeleri doğurdu.
Sosoyalizm en geniş demokrasi olmasına karşın, bir avuç bürokrat-yönetici kesimin demokrasisi oldu; bürokrat kesimin diktatörlüğüne dönüştü. Değişkenlik, yenilenme, halka hizmette yarışı değil, eskiye sarılma, bağnazlık geçerli temel kurallar haline getirildi. Yönetime seçilenler, başarılı olsun veya olmasın geldikleri görevde ömrünün sonuna kadar kalmanın kavgasına ve telaşına düştüler. Devlet ve partinin birçok birimlerinde görev alan kadrolar, kendilerini adeta kıral ilan ettiler. Devlet ve parti örgütlenmelerinde demokrasinin kuralları geçerli kılınmadı. Kapitalizm, emperyalizm tehlikesi bahane edilerek halk demokrasisi, halkın özgürlüğü unutuldu, hem de halk adına. Elbette halka bu derece yabancılaşmış bir iktidar biçimine, yani bürokrasi diktatörlüğüne halkın sahip çıkması düşünülemezdi.
Nitekim Garbaçov döneminde kemerlerin azıcık serbest bırakılmasıyla bir anda kitleler ayaklandı ve iktidar yıkıldı. Rusya’da serbest pazar uygulamasına geçilmesinden buyana anlaşılacağı üzere, en büyük kapitalistler, işletme sahipleri geçmişin devlet ve parti yönetiminde yer alanlar veya bunların yakın imtiyazlı çevreleri olduğu görülmektedir. Artık önümüzdeki süreçte Rusya Federasyonu’nda, eski Sovyet cumhuriyetleri ve Doğu Avrupa ülkelerinde temel hedef kapitalizmin inşası olacaktır.
Aralık 1991
BAKİ KARER
EMPERYALİZMİN KAFKASYA POLİTİKASINDA
TÜRKİYE’NİN OYNADIĞI ROL
Kafkaslar günümüzde Ortadoğu kadar önemli olan bir bölge özelliğine sahip konuma gelmiştir. Çok zengin gaz ve petrol rezervlerine sahip olduğu için, siyasal açıdan yirmibirinci yüzyılın dünya dengesinde önemli bir yeri olacaktır. Kafkaslarda henüz berrak bir siyasal zemin yoktur. Yani, bu bölgede bulunan ülkelerde oturmuş siyasal rejimlerden bahsetmek için henüz erkendir. Başta ABD olmak üzere Almanya, Fransa ve İngiltere bu bölgedeki ülkeleri ekonomik ve siyasal açıdan kendilerine bağlamak için yoğun çaba göstermektedirler. Bu konuda önemli mevziler kazandıklarını da görmekteyiz. ABD’nin ve Rusya’nın geliştireceği stratejiler, bölgenin geleceğinde belirleyici rol oynayacağı görünmektedir. Her ne kadar ABD, Fransa, Almanya ve İngiltere Kafkasyanın yağmalanmasında birbirleriyle yarışırcasına hareket ediyorlarsa da, yine de, Rusya’nın etkin gücünü dikkate aldıklarından ortak bir noktada buluşmaktadırlar. Bu ülkeler stratejik hedeflerini uygulamaya koyarlarken, Çin’i de hesaba almak zorunda kalmaktadırlar. Özellikle ABD’nin stratejisi Türkiye’yi yanına alarak bu bölgede Rusya’nın etkinliğini mümkün olduğunca sınırlamayı, bölgenin zengin petrol ve gaz rezervlerini olabildiğince kullanıma açarak tüm Asya’yı daha kolayca denetim altında bulundurmayı amaçlamaktadır. Bölge ülkelerinin siyasal yönetimlerine egemen olan anlayış, sosyalizmin kazanımlarını inkar ve heba ederek, serbest pazar ekonomisi adı altında ülke olanaklarını emperyalist güçlere peşkeş çekmedir. Bu anlayışa bu ülkelerdeki azınlık, mezhep ve sınır çatışmaları gibi ağır sorunlar eklenince, emperyalist güçler politikalarını daha kolayca uygulamaktadır.
Bugün Hazar Denizi’nde kıyısı bulunan ülkeler arasında yaşanan çelişkiler, Ermenistan’la Azerbaycan arasındaki Karabağ ve Gürcistan’la Ermenistan ve Rusya ile genel olarak Kafkas ülkeleri arasındaki bir dizi sorunlar, kısa dönemde çözüme kavuşacağa benzememektedir. Bu ülkelerin emperyalist ülkelerle ilişkilerini sıklaştırmada, yaşanan böylesi çelişkiler önemli rol oynamaktadır. Bölgenin ekonomik olanakları büyük ölçüde emperyalist güçlerin emrine sunulmuştur. Hatta ordularının eğitim ve donatımlarını Batılı güçlere dayandırmaya başlamışlardır. Bu noktada Türkiye çok önemli bir rol oynamaktadır. Türkiye bugün ABD’nin desteğinde Azerbaycan, Gürcistan başta olmak üzere, diğer Türk cumhuriyetlerinde küçümsenmiyecek ekonomik ve siyasal etkinliğe kavuşmuş, adeta onların koruyucu gücü haline gelmiştir. Bakü-Ceyhan petrol boru hattı gibi dev projeyi kullanarak, hem bölge ülkeleri üzerinde önemli oranda etkinlik kurmayı, hem de emperyalist güçler nezdinde stratejik önemini bir kat daha arttırmayı amaçlamaktadır. Ama tüm bu gelişmelere karşın, Rusya’nın genelde Kafkas ülkeleri üzerindeki etkisini veya gücünü yitirdiğini söylemek için henüz erkendir. Rusya’nın önümüzdeki süreçte nasıl bir tavır takınacağı ve denge konumuna gelip gelemeyeceği bilinmemektedir, ama birçok noktada kendine mihenk taşı edineceği de bir gerçektir.
Bugün için genel olarak Kafkasya sorunlarla dolu bir bölgedir. Türkiye’nin bu sorunlardan kendini ayrı tutma olanağı yoktur; hem bölgesel çıkarlarını ve hem de ABD’ nin çıkarlarını koruma anlayışı sözkonusudur. ABD’nin çıkarları diyoruz çünkü Türkiye, ABD’nin ekonomik ve siyasal desteği olmaksızın fazla bir rol oynama şansı yoktur. Ama uzun vadeli ve ciddi sorunlarla karşılaşmamak için de Rusya Federasyonu ve ABD arasında bir denge sağlamak zorundadır. Bu dengeyi sağlıyabildiği oranda Kafkas petrolünün ve gazının uluslararası pazara taşıyacak boru hatını tartışmasız hale getirebilecektir. Bakü-Ceyhan petrol boru hattı projesi gerçekleştiği andan itibaren Türkiye’nin stratejik önemi, hem Batı Avrupa hem de Ortadoğu açısından bir kat daha artacaktır. Artık Türkiye “dokunulmaz” bir güç konumuna yükselecektir. Bu ister istemez Türkiye’yi Ortadoğu, Balkan ve Kafkas ülkeleri üzerinde ekonomik ve siyasal açıdan etkinlik kurabilecek bir güç konumuna yükseltecektir. Bir anlamda İngiltere’nin Avrupa’da oynadığı rolü Türkiye bu bölgelerde oynayacaktır. Türkiye’nin böyle bir düzeye gelmesine muhtemel itiraz edecek olanların başında daha çok Almanya ve Fransa olacaktır. Bu güçler Türkiye pazarından daha fazla yararlanmayı dayatmaları yanısıra politik açıdan da Türkiye’yi önemli oranda kendi yanlarında görmek isteyeceklerdir. Bu yönlü itirazlar önümüzdeki süreçte daha fazla duyulacaktır. Bunun işaretleri daha şimdiden görülmektedir. Ama tüm bu taktiksel kavgalar bir tarafa, artık emperyalist sistem açısından Kafkasya Ortadoğu’yu da belirlemektedir. Bu politika ikibinli yılardan itibaren daha belirgin hale gelecektir.
BAKİ KARER
ARALIK 1999
İSLAMCI HAREKETİN
GELİŞME NEDENLERİ
Dönem dönem içine girdiği krizlerden kurtulmanın bir aracı olarak kendine “korkular” üretme alışkanlığı olan Türk tekelci burjuvazisi, 12 Eylül darbesiyle devrimci mücadeleyi ezip emekçi yığınların susturulmasıyla doğan boşluğu, çağdışı tarikatçı kesimlerin örgütlendirilmesiyle doldurmaya çalıştı. Bir anlamda bir korkuyu giderirken, diğer bir korkuyu da hazırlamış oldu. Refah Partisi’nin 80’li yıllarda gelişip güçlenmesi ve giderek 90’lı yıllarda iktidar alternatifi düzeyine gelmesi, hatta örgütlü kitle gücüne güvenerek iktidara geliş biçimlerinin, “kanlı mı, kansız mı” olacak biçimde stratejiler geliştirme gücüne ulaşması, tamemen cuntanın verdiği destek ve oluşturduğu ortam sayesindedir.
Anadolu’da ticaret burjuvazisinin desteğini alan Refah Partisi, kırda yoksul köylülüğün ve büyük kentlerde yoğunlaşan göç kitlesinin içinde yaygınlaştı. Genelde, özellikle de Doğu ve G.Doğu halkı üzerinde estirilen baskı ve terör de İslamcı akımların gelişmesine olanak sağladı. Bugün Doğu ve Güney Doğu halkı içinde en örgütlü ve yaygın desteğe sahip olanlar İslamcı kesimlerdir. Elbette İslamcı akımların gelişmesinde rol oynayan daha birçok neden vardır.
80’li yıllarda yaşanan toplumsal değişme, Türkiye’de geleneksel meslek gruplarını çok ciddi boyutlarda etkiledi, daha doğru bir deyimle, tehdit eder hale geldi. Meslek guruplarının çoğu varlıklarını durağan sosyal ve ekonomik koşullara borçluydu. Bunlar kendilerine yönelik tehditleri farkettiklerinde, eskiye yönelmeyi ve dine sarılarak korunmayı temel aldılar. Hızlı tekelleşmenin sağlandığı 80’li yıllarda varlıklarını koruyabilmek için, Osmanlı döneminden kalan tecrübelerini de kullanarak, Refah Partisi çatısı altında örgütlenmeye başladılar.
Yine bu dönemede, İran’da ortaya çıkan İslamcı değişimin de, çoğrafi yakınlık dikkate alınırsa, Türkiye’yi etkilememesi düşünülemezdi. Refah Partisi ve diğer İslamcı akımlar, kitlelerdeki yoksullaşmayı ve acımasız serbest pazar koşullarında ayakta kalamayacağı korkusunu sürekli ensesinde hisseden geleneksel meslek gruplarının yaşadığı korkuları kullanarak, İran devriminin etkilerini daha geniş çaplı kılmaya hizmet ettiler. Bu meslek çevreleri ve yoksullaşan kitleler, İran türü bir değişimi neredeyse tek kurtuluş yolu olarak görmeye başladı.
Ayrıca, Özal döneminde Körfez ülkeleri ve Suudi Arabistan’la geliştirilen siyasal ve parasal ilişkilerde İslamcı akımın gelişmesine yardımcı oldu. Bu ülkeler İslamcı cephenin güçlenmesi için olanca güçleriyle parasal destek sağladılar.
Avrupa’ya göç etmiş işçilerin bu cepheye verdiği destek de küçümsenmeyecek boyutlardadır. Göçmen işçilerin çoğunluğu kırsal kökenlidir. Eğitim ve kültür düzeyleri oldukça düşük bu kesimler, Avrupa’nın modern toplum yapısıyla karşılaştıklarında eriyip gidecekleri korkusuna kapılmaktadır. Avrupa toplumları içinde erime tehlikesine karşı öne çıkardıkları geleneksel değer yargılarını ve dini inançlarını kalkan olarak kullanmaktalar. Bu durum onları dini örgütlenmeler içine itmekte ve Türkiye’yi de etkilemektedir.
Özellikle Almanya’nın da bu konudaki ikiyüzlü tutumunu vurgulamak gerekmektedir. Almanya, Türkiye üzerinde siyasal ve ekonomik alanlarda daha fazla söz sahibi olabilmek için İslamcı akımları belli bir noktaya kadar tehdit unsuru olarak kullanabilmekte, her türlü örgütlenme ve yasadışı yollarla mali olanaklar elde etmelerine yardımcı olmaktadır. PKK’ye karşı takındığı tavrı islamcılara da uygulamaktadır. Almanya’nın bilinen bu tavrı olmazsa ne İslamcı akımlar yurtdışında bu kadar güçlü olabilir, ne de Kürt halkına ihanetiyle bilinen PKK gibi bir örgüt ayakta kalabilir.
Ayrıca, İran İslam devriminden sonra ABD, Türkiye’de kendisiyle ters düşmeyecek islamcı bir gücün iktidarı için çaba göstermektedir. Çünkü İslami esaslara göre dizayn edilmiş bir Türkiye, Orta Doğu ve Kafkasya’ya karşı rahatça kullanılacak bir koç boynuzudur. Emperyalist güçlerin Türkiye’ye yönelik bu politikası, Tanzimat döneminden bu yana değişmemiştir. Demokrasi alanında olabildiğince ilerlemiş bir Türkiye, Ortadoğu’da, Asya’da ve Afrika da birçok İslam ülke halklarını uyandıracak ve emperyalist güçler bu bölgelerde istedikleri gibi at oynatamayacaklardır. Bu nedenle demokratik gelişmesini sağlamış ve refah düzeyi yüksek bir Türkiye’yi kabul etmeye yanaşmamaktadırlar. Ayakları üzerinde duramayan, sürekli kendilerine muhtaç bir Türkiye her zaman tercihleridir.
Neden olarak gösterilecek diğer bir olgu da, sistemler arasında yaşanmış dengedir. Bu denge unsuru, dünya genelinde birçok siyasal eğilimin yönünü ister istemez etkilemiştir. Atmışlı ve yetmişli yıllar, özellikle Batı Avrupa’da refahın ve demokratikleşmenin oldukça gelişmiş olduğu yıllardır. Aynı zamanda emperyalist sistemin ulusal ve demokratik devrimlerle ağır darbeler aldığı dönemdir. Genelde bu gelişmelere bağlı olarak ülkemizde de 1971 darbe dönemi hariç demokratik kazanımlar alanında önemli başarılar elde edilmiştir. Böylesi bir ortamda sistemler arası denge bir takım nispi bağımsız akımların gelişmesine neden oldu. Yani bir anlamda güçler arası dengeyi fırsat bilen Refah Partisi türü akımlar gelişti.
90’lı yılara gelindiğinde ise SSCB’nin yıkılışı, genelde İslamcı hareketlerin gelişmesine daha fazla zemin hazırladı.
ABD’nin başını çektiği globalist politikalar sonucu milliyet, kültürel ve dinsel, mezhapsel vb. ayrılıkların körüklenmesi İslamcı akımlara büyük fırsatlar doğurdu. Genel olarak sağın yükselmesini, Türkiye ve özellikle Arap ülkelerinde İslamcı ideolijinin ve örgütlenmelerin gelişmesini hızlandırdı. Bunlar ve benzeri birçok nedenler, Türkiye’de İslamcı akımların güçlenmesine neden oldu.
İslamcı akımların ülkemizde olabildiğince boy göstermesinin bir nedeni de, laikliğin, bilinen çevrelerce yıllardan buyana bilinçlice tersyüz edilerek uygulanmasıdır. Gerçekten laik olan bir takım çevreler dahi bu yanlış uygulamaların etkisi altında kalmıştır.
Her şeyden önce Kemalist hareket önemli ölçüde geçmişle hesaplaşma içinde ortaya çıkmıştır. Kemalist hareket, İslam’ı, toplumu birleştirici, bütünleştirici temel bir etken olarak almamış, tersine modern çağın gereklerine uygun biçimde toplumda ekonomik ve sosyal gelişmeyi birleştirici görmüştür. Dinin feodal toplumda oyandığı rolle modern toplumda oynadığı rol arasındaki farkı görebilmiştir. Çünkü din etkeni etrafında modern bir toplum geliştirilemeyeceğini görmüştür. Halifeliğin kaldırılmasının bir nedeni de budur.
Ama süreç içinde laikliği çok basit bir olguya indirgemek için adeta özel çaba sarfedilmiştir. Yani, laiklik, sadece ‘dinle devlet işlerinin birbirinden ayrılması’ olarak ifade edilmeye özen gösterilmiştir. Oysa laiklik, modern bir ulusu ulus yapan tüm etmenlerin toplamıdır. Gerek cunta ve gerekse de Özal iktidarı döneminde bunların tümü ayaklar altına alınarak Osmanlı yönetim anlayışına dönülmüştür. Farklı tarikat örgütlenmelerinin çıkarlarını gözeten veya varolan tarikatlar arası dengeler üzerinde adeta yeniden devlet örgütlenmesine biçim verilmeye yönelinmiştir. Bilime değil, üfürükcülüğe yönelinmiştir. Dini reformize edecek sosyal yapının geliştirilmesi sakıncalı görülmüştür.
Laiklikte tüm mezheplere aynı oranda uzak kalması gereken devlet, bizde hep taraf halinde olmuştur. Taraf olmada öylesine ileri gitmiştir ki, bir mezhebi kitlelere öğretmede zor dahi kullanmıştır ve halen de kullanılmaktadır. Okullarda din dersinin zorunlu kılınması bunun en açık örneğidir. Yıllardan buyana laiklik diye yutturulan, ama laiklikle ilgisi olmayan böylesi anlayış ve uygulamalar sonucu, Refah Partisi bu kadar güçlü konuma gelmiştir. Refah Partisi veya genelde İslamcı akımların bugünkü geldiği aşama, din ve milliyet esası üzerinde devletin politika yapmış olmasının göstergesidir. Köylü özelliklerini tümüyle aşamamış toplumsal yapımızı dikkate aldığımızda, böylesi bir anlayışta ısrarlı davranmanın ne kadar tehlikeli sonuçlar doğuracağı açıkça ortadadır.
Israrla üzerine gidilmesi gereken bir diğer noktaya gelince: Son yıllarda ‘devrimci’, ‘sol’ ve ‘demokratik kitle örgütü’ vb. adlandırmalarla kendini lanse eden bazı çevre ve örgütler de, sözümona düzen değişikliği ve demokrasi adına islamcı güçlerle ittifak ve dayanışma içine girmiş olmasıdır. Refah Partisi ve diğer islamcı güçlerle ittifak ve dayanışma içinde demokratikleşme ve özgürlüklerin sağlanamayacağı gayet açıktır. Çağdışı ideolojilerle ve örgütlenmelerle çağdaş bir düzenin kurulamayacağı bilinmelidir. Çağdışı güçlerle demokratik hak ve özgürlükler kazanılamaz. Bu tür kesimler, devrimciliği kişisel çıkarları için maske olarak kullanmaktadır. Bunlar, Türkiye’nin tarihsel ve toplumsal gerçekliğinden haberi olmayan, sosyalizm adına ortaya çıkartılmış ulufecilerdir. Veya yeni türeme ulufeciler de diyebiliriz bunlara. Aslında bu tür kesimler, yüksek enflasyon ve rant ekonomisinde çalışmadan, üretmeden yaşam sürdürmeye alışmış olanlardır. Bugün sol maske altında hareket eden bu kesimler, şeriatçı akımların, çağdışı gericiliğin, yani irticağın gelişip güçlenmesine kan vermektedir.
Aralık 1998
BAKIKARER
Dostları ilə paylaş: |