15 Şubat 1999 günü PKK lideri Abdullah Öcalan kamuoyu nezdinde bilinmeyenlerle dolu bir yöntemle “tutuklanarak” Türkiye’ye getirildi. Burada önemli olan olayın biçimi değil, özüdür. Yani A.Öcalan’ın İmralı’ya nasıl getirildiği değil, neden geldiğidir.
Bilindiği gibi Kasım 1998’de Suriye’den çıkmak zorunda kalan A. Öcalan, başta Rusya ve İtalya olmak üzere çeşitli ülkelerde geçirdiği uzun bir süre sonrasında bugünkü noktaya geldi. Suriye’de olduğu müddetçe A.Öcalan çok “büyük”tü. Sırtını bilinen güçlere yasladığından sıkça atıp tutuyordu. Astığı astık, kestiği kestikti. Başta Kürtler’e olmak üzere uzun süredir tüm dünyaya ahkâm kesiyordu. Kürt halkı üzerinde estirdiği terör kasırgasıyla kendisini “ulusal kurtuluş hareketi”nin önderi olarak lanse ediyordu. İşin ilginç yanı, bu “lider”, Suriye’ den çıktıktan sonra kendisini tamamen boşlukta buluyor, her ne hikmetse önderi olduğunu iddia ettiği halkının değil, Avrupa ülkelerinin kapılarını tıkırdatmaya başlıyordu. Türkiye’ye karşı “15 yıllık ulusal kurtuluş mücadelesi”yle övünen A.Öcalan, Kürt halkı dahil, dünyanın hiçbir yerinde barınacak küçük bir alan bulamıyordu. Yani bu koskoca dünya kendisine dar geliyordu. Hiç kimse Öcalan’ı ne duymak, ne görmek istiyordu. Bu çok ilginç ve bir o kadar da eşsiz bir örnekti. Öyle ki, Öcalan’ın kendisi de bu durum karşısındaki şaşkınlığını gizleyemiyor, MED-TV’ye yaptığı bir açıklamada, “İşte dağdan gelen bir çobana bile siyasi iltica hakkı veriyorlar ama bana vermiyorlar”diyerek Avrupa’ya sitem ediyordu.
Doğrudur; siyasi iltica, din, ırk ve politik düşüncelerinden ötürü, ülkelerinde baskıya uğrayan insanlara 1951yılında tanınmış bir haktır. Yıllardan beri ülkelerinde mevcut yönetimlerle şu veya bu biçimde siyasal çelişkiye düşmüş ve baskıya uğramış herkes; dağdaki çobandan aktif militanlara, liderlere kadar binlerce insan bu haktan yararlan- mıştır.
Öyleyse A.Öcalan’ı diğerlerinden ayıran ayrıcalık nedir? Neden dağdaki çobana dahi tanınan hak, A.Öcalan’dan esirgenmiştir? Bunun cevabı oldukça açıktır. A.Öcalan’ı çobandan ayıran tek şey, çobanın insan olmasıdır.
Çoban, köy basmamış, kadın, çocuk, yaşlı demeden insanları toplu katliamlara maruz bırakmamış, savunmasız halkın amansız düşmanı olmamıştır.
Çoban, insanlardan zorla haraç almamış, zorla adam kaçırmamıştır. Başkasının emeğine, ekmeğine ve çocuğuna zor yoluyla göz koymamıştır. Çapulculuk yapmamıştır.
Çoban, esrar eroin kaçakçılığı yapmamış, para karşılığı adam vurmamış, başkalarının hak ve özgürlüklerine saldırmamıştır.
Öcalan’ın aşağılayarak baktığı çoban; insanları sevip saydığı için, insanlıktan yana olduğu için, yaşam biçimiyle pratiği çelişmediği için bu haktan yararlanmıştır. Olay bu kadar açıktır. Yani sorun, çoban benzetmesinden çok ötelerde biryerlerde duruyordu. Böylesi bir benzetmeye başvurmasındaki neden, Öcalan’ın kendini masum gösterme gayretinden kaynaklanıyordu. Ama öylesine panik içindeydi ki, aklınca kaş yapayım derken, göz çıkarıyordu. Durumunu abartıp kendisine “büyük adam” görünümü vermek isterken çobanı küçümsüyordu.
Kürt halkı adına yola çıktığını iddia eden A.Öcalan ve örgütü PKK’ nin, halkımız için anlamı nedir? PKK ve A.Öcalan, Kürtler için ACI, GÖZYAŞI ve KAN demektir. Evet, o çok sıkça övündükleri 15 yıllık savaşlarıyla emekçi yığınların belleğinde bıraktıkları izler böylesine derindir. Ne yazık ki gerçekler balçıkla sıvanmıyor. İstediğimiz kadar iyi şeyler arayıp bulmaya çalışsak da, 15 yıl boyunca halkın bağrına açtıkları yaralar kolay kolay kapanacağa benzemiyor. Sonucun böyle olduğunu Öcalan da biliyor. Halktan korkmasının ve kaçmasının nedeni budur.
Öncelikle şu gerçeğin altını bir kez daha çizmekte fayda var: A. Öcalan ve PKK hiç bir zaman Kürt halkını temsil etmemiştir, edemez de. O gelmiş geçmiş en azılı Kürt düşmanlarından biridir. Kürtlerin sırtına basarak göbeğini ve ensesini şişirmiştir. Bütün derdi karanlık güçlere daha fazla yaslanmak, onlarla birlikte halka karşı başlatılan kirli savaşı çıkarları doğrultusunda yönlendirmek olmuştur. Göbeğini büyüttükçe Kürtlere daha fazla saldırmış, ensesini şişirdikçe daha fazla küfretmeye başlamıştır. Oturduğu yerden inanılmaz bir servete ka- vuşmuştur. Bu kirli servetin bedelini ise masum insanlarımıza ödetmiştir. Çifte yağma, çifte çapul ve çifte terör karşısında kalan Kürt halkı, tam bir çaresizlik içine itilmiş, bir kez daha göçe zorlanmıştır. Kürtler, A.Öcalan’ın karanlık güçlerle yaptığı danışıklı döğüşle bitirilmek istenmiştir. Anadolunun çok kültürlü, çok milliyetli mozaiksel yapısı zorla eritilerek “saf kan” bir yapı oluşturmaya yönelinmiştir.
Gerçekler bazen oldukça acıdır. İnsan görmek, duymak ve dokun- mak istemez. Ama sağır ve kör davranmak sorunu çözmeye yetmiyor. Bunun için gerçeği kabullenmek ve ona göre davranmak gerekiyor. Dünyada çıkarlar konuşuyor. Bir takım çevreler, önderlik vasıflarından uzak bir zavallı kişiliği Kürt halkının önderiymiş gibi sunmak istiyor. Bu Kürtlerin çıkarına değildir. Hainler tarihin her döneminde var olmuştur, olacaktır da. Bu, halkın ne suçu, ne de kaderidir. Ortadoğu’da çıkarları olan büyük devletler, bu durumu, Kürtlerin “kaderi” gibi sunmak istiyor. Ne yazık ki, Kürtler’den bazı kişi ve kuruluşlar bu oyuna kolayca geli- yor. A.Öcalan’a sahip çıkarak, birtakım sorunları tartışmaya açacakla- rına inanıyorlar. Hemen belirteyim ki, sorunu bu biçimiyle dile getirmek, işi henüz başlamadan bitirmek, halkı emperyalistlerin çıkarlarına feda etmek demektir. Eğer Türkiye’de demokrasi ve insan haklarını geliştirmek, emekçi yığınların sefaletten kurtulmasını istiyorsak, Öcalan ve PKK’yi hakettiği yere oturtmamız gerekiyor. Dikkat edersek, egemen güçler de, genel olarak Kürtleri her zaman ve her yerde, Öcalan ve PKK ile izah etmeye kalkıyor. Öyle ki, basit bir dernek çalışmasını, işçi protestolarını, köylünün ürününe daha iyi bir fiyat için yürüyüşünü vb. tüm eylemleri, PKK ve Öcalan kozunu öne sürerek boğmak istiyor. Bu bir tesadüf değildir. Çünkü bu yolla kendisini dünyaya daha kolay anlatıyor. Terörizm bahanesi öne sürülerek olmadık entrikalar geliştiriliyor. Bu nedenle oyunlara karşı uyanık olmalı, emekçi yığınların çıkarına olmayan tepkici davranışlardan kaçınmalıyız.
Bugün A.Öcalan’ın sözümona tutuklanışı karşısında kıyametler koparmak isteyenler var. Bu ikiyüzlü bir tutumun açık bir örneğidir. Daha önce yaşanılan bir Şemdin Sakık olayı vardı. Bu olay karşısında tam bir sevince boğulan Öcalandı. Çoşku içinde günlerce alkış tutanların başında geliyordu. Hatta bunlarla da yetinmemiş, gerek yazılı basının- da, gerekse direkt MED-TV’de katıldığı tartışmalarda, iktidara açıktan destek vermiştir. Yalçın Küçük’le yaptığı konuşmalarda, “Şemdin Sakık bir haindir. Binlerce insanın ölümünden, yüzlerce eylemden sorumludur. 33 askerin ölümüyle sonuçlanan eylemi de O yapmıştır. İHBAR EDİYORUM” diyebilmiştir. Oysa katliam emrini veren de kendi- sidir. Amacım Şemdin Sakık’ı savunmak değil. Sadece iki olay arasındaki benzerliği ortaya koyarak, bazı çevrelerin her iki olaya gösterdikleri çifte yaklaşıma dikkat çekmektir. Ülkemizde halen çağın standartlarına uygun demokrasi ve özgürlüklerin gelişememesinin nedenlerinden biri de, böylesi çıkarcı yaklaşımlar ve ikircimli tutumlardır. Bu çevreler, o dönemde, tutumundan ötürü A.Öcalan’ı kınamamış, gerçek yüzünü görmemezlikten gelerek yanlışı ve haince bir yaklaşımı des- tekler konuma düşmüşlerdir. Bunlar sıradan veya bilinçsizce işlenen basit hatalar değildir.
Nitekim dünya kamuoyu nezdinde savunmaya kalktıkları A.Öcalan’ın durumu ortadadır. Daha uçaktayken bile yapacağı hizmetler için biryerlere göndermeler yapıyor, annesinin Türk olduğunu anlatmaya başlıyor. Annesinin Türk olması sanki birşeyleri kurtaracakmış...! Daha düne kadar insanlara ucuz kahramanlık taslayan, zulmün ve işken- cenin en amansız yeri olan Diyarbakır cezaevini basitce yargılayan, insanlar hakkında bol keseden atıp tutan, içerden sağ çıkanları kurşunlayan, bir hiç uğruna öldüren, küfreden A.Öcalan, gerçek kimliğini bir kez daha ele vererek son ana kadar gönüllü hizmetkârlığa devam edeceğini söylüyor. Bu dün de böyleydi, bu gün de böyle. Değişen fazla bir şey yok. Sadece koşullar ve dönem değişmiştir. Kendisini yetkinleştiren güçlerin, tıpkı Abdullah Çatlı olayında olduğu gibi, Ab- dullah Öcalan’a da artık ihtiyaçları kalmamıştır. Kürtlerin bağrına kirli bir hançer olarak saplanan bu hain, tıpkı tarihteki öteki hainler gibi beklenen sonuca yaklaşmıştır. Korkusu, şaşkınlığı, kendisini alabildiğine koyvermesi bu nedenledir. “Bana öyle geliyor ki, içimde bir his var, Türkiye’ye hizmet yapabilirim.” diyor. Hâlâ tüm çabası, karşısındakileri yapacağı şeyleri olduğuna ikna etmek. Harcadığı onca çabaya karşılık bir anda patlıcan ezmesi gibi tenekeye atılmaması gerektiğini söylüyor. Maalesef Abdullah Öcalan budur. Suçu başka yerlerde aramayalım. Yok “ilacın etkisiyle böyle konuşuyor”, yok “bilinmeyen birtakım şeyler yaptılar da onun için böyle konuşuyor” türünden gerekçelerle bir ayıbı örtmek fayda etmiyor. Bu, onun ayıbı, onun suçudur. Kaldı ki, A.Öcalan bu ayıbı ortaya çıktığı günden itibaren taşımaya başlamıştır. Önemli olan, halk için gerçekten bir şeyler yapmak isteyenlerin, sırf günü kurtarma telaşıyla suça ortak olmamalarıdır.
Bugün A.Öcalan ve PKK öne sürülerek ülkemizin temel sorunları oldu bittiye getirilmek isteniyor. Bu konuda ne kadar başarılı olacakla- rıysa gösterilecek karşı çabalara bağlıdır. Gerçekte Kürtler milyonlarla ifade edilen bir nüfusa sahiptir. PKK’nin terör eylemlerinde kullandığı kitle ise çok küçük bir kesimle sınırlıdır. Yani Kürtlerin ezici çoğunluğu, A. Öcalan ve PKK’yi redediyor. Bilinen güçlerin korkulu rüyası da, bu çoğunluğun tutumudur. Bu nedenle, bir avuç insanın yaptığı şiddet eylemlerini alabildiğince abartarak, tüm Kürtlere maletmek istiyorlar. Kürtler’i dünya kamuoyunda, bu eylemler ve A.Öcalan etrafında tartışmaya sunuyorlar. Gerçekten de gerek görsel, gerekse yazılı basında Kürtlere yönelik tartışmalar hep bu eksen etrafında dönüyor. Bu durum gelecek açısından ciddi bir tehlike oluşturmaktadır. Oysa ortam, demokratik hak ve özgürlüklerin daha da geliştirilmesi açısından elverişli bir ortamdır. Öcalan devrinin sona erdirilmesi, bir takım çıkarcı çevrelerin iddia ettiği gibi Kürtler için bir kayıp değil, tersine bulunmaz bir kazançtır. Bugünden sonra herşey daha da netleşecek, bu olay etrafında iyi ve kötü birbirinden ayrılacaktır. Sadece Kürtlerin değil, bir bütün olarak Türkiye’nin içine düşürülmek istendiği karmaşa bitecek, süreç normal rayına oturacaktır. Kimliğini özgür ve demokratik bir ortamda korkusuzca ifade etmek her halk gibi Kürt halkının da hakkıdır. Buna en büyük desteği önümüzdeki süreçte bizzat Türk halkı verecektir. Türkiye’de demokrasi ve insan haklarının geliştirilip korunması halklarımızın ortak çabasıyla sağlanacaktır. Süreç; hem az sancılı olacak, hem de daha hızlı işleyecektir. Kısaca yarınlara daha umut ve güvenle bakmamızı gerektiren açık bir ortam var.
19 Şubat 1999
YUVAYA DÖNÜŞÜN BAŞLANGICI
1998’in sonlarına doğru Türkiye’de çok önemli bir gelişme yaşandı. Abdullah Öcalan, ikinci vatanı Suriye’yi terketmek zorunda kaldı. Yıllar boyu herkesin “Suriye’den çıkmaz, çıkartılamaz” dediği olayın gerçekleşmesine, Türkiye’nin sert bir kaş-göz işareti yetmişti. Gerek holdingci basın-yayın, gerekse de yetkili ağızlar tarafından yıllarca abartılıp büyütülen Öcalan, oldukça şişirilmiş minderinden kovulmuştu. Sırtını yaslayarak göbeğini okşadığı o çok rahat tahtını bir günde terkederek, rotasını istenilen yöne doğru çevirmeye başlamıştı. Bu durum, olayı tüm yönleriyle kavramakta güçlük çeken kamuoyunda tam bir şaşkınlıkla karşılandı. Herkes adeta küçük dilini yutmuştu. Türkiye’nin gündemini 15 yıl boyu meşgul eden “mücadele” bir gün içinde bitmişti.
Nasıl olmuştu?
Öyleyse bu kadar insan neden ölmüştü?
Bu kadar acı ve gözyaşının nedeni neydi?
Neden 15 yıl beklenilmişti?
Benzeri türden sorularla birlikte birtakım ufak tefek mırıldanmalar olmuşsa da, şok çabuk atlatılmıştı. Kamran İnan’ın “Her olayın bir şimdisi vardır. Bu olayın şimdisi de şimdidir” sözlerinde olduğu gibi, olay kestirilip atılmıştı. Dibinin fazlaca kurcalanmasına izin verilmemişti.
Gerçi Türkiye’de devlet yönetim anlayışını bilenler ve A.Öcalan’ı tanıyanlar açısından, olayın şaşılacak bir yanı yoktu. Her şey Cumhuriyetin 75. yılına göre ayarlanmıştı. Öcalan da çok önceden sona yak- laştığının farkındaydı. Bu nedenle 96’lardan itibaren tüm çabası, o kahrolası canını kurtarmaya yönelikti. MED-TV’de Yalçın Küçük’le yaptığı sohbetlerde hep bir yerlere göndermeler yapıyordu. Özellikle ordunun üst yönetiminden medet umuyordu. Cumhuriyetin 75.yılında cezaevinde yatmak üzere Türkiye’ye gideceğini her proğramda birkaç kez tekrarlayan Yalçın Küçük, devlet yetkililerine isimleriyle hitap eden çağrılarda bulunuyor, “Apo iyidir, dikkat edin. Sonra daha iyisini bulamazsınız” diyordu. Sonunun yaklaştığını hissettikçe bunalan A. Öcalan, Yalçın Küçük’le yaptığı sohbetleri terapi seansları olarak kabul ediyor, az da olsa rahatlıyordu. Seanslar sonrasında yeni bir “kükreme” dönemine giriyordu. Belki de, Yalçın Küçük’ü canının garantisi gibi görüyordu. Yalçın Küçük için, “Hayatta inanmazdım yanıma geleceğine, gördüğümde çok şaşırdım” diyordu. Gösterdiği bu şaşkınlıkta son derece haklıydı. Çünkü hemen her konuşma ve demecinde dile getirdiği gibi, “MİT’e dayandırarak”kurduğu “devrimci Kürt partisi”yle günün birinde bu kadar “büyüyebileceği”ni aklından bile geçirmiyordu. Öyle ki, bazı sol kesimler bile, Ortadoğu’da artık A.Öcalansız bir çözümün olamayacağına neredeyse inanmaya başlamışlardı.
Oysa her şey tamamen planlıydı. Cumhuriyetin 75. yılı adeta yeniden doğuş yılı olacaktı. Çünkü son kırk yılda uygulanan yanlış politikalarla daha fazla gidilemeyeceği görülmeye başlanmıştı. Öyle ya, Kürt sorunu tarihi boyunca Cumhuriyetin kanayan yarası, yumuşak karnıydı. Geçmişte sorunun çözümüne ilişkin hatalı tüm yaklaşımlara karşın, son dönemlerde geliştirilen konsepler “başarılı” olmuştu. Sıra Cumhuriyetin ne kadar sağlam temellere oturtulmuş olduğunu bir kez daha kanıtlamaya gelmişti.
Buna uygun olarak Kara Kuvvetleri Komutanı Atilla Ateş’in açıklamasını, 1 Ekim 1998’de Demirel’in mecliste, “sabrımız taşmıştır” biçiminde Suriye’ye yönelik konuşması izliyordu. Hemen ardından bu konuşmalar, Genelkurmay Başkanı Kıvrıkoğlu’nun, “ilan edilmemiş bir savaş durumu var” sözleriyle destekleniyordu. Çok geçmeden de Suriye sınırına yakın yerlerde tatbikatlara başlanıyordu. Ama her nedense, yetkililer, varlığını savaş nedeni olarak gördüğü A.Öcalan’ın Türkiye’ye iadesini değil, Suriye topraklarının dışına! çıkartılmasını İstiyordu.
Oniki günlük bir aradan sonra 12 Ekim 1998’de Öcalan’ın Suriye topraklarını terkettiği resmen açıklanıyordu. İşte Türkiye ve Öcalan arasında aylarca sürecek olan kedi-fare kovalamacası bu tarihten itibaren başlıyordu. 20 Ekim’de Rusya’da olduğu söylenen Öcalan, 12 Kasım’da İtalya’da ortaya çıkıyordu.16 Ocak 1999’da İtalya’dan da ayrılmak zorunda kalan A.Öcalan’ın yeniden Rusya’ya gittiği söyleniyor, Hollanda, Belçika, Yunanistan ve İskandinavya ülkeleri üzerine söylentiler ortalıkta dolaşırken, 15 Şubat 1999’da Kenya’da ortaya çıkıyordu.
A.Öcalan’ı Suriye’den direk alma yerine, beş ay boyu süren bir kovalamaca tercih ediliyordu. Bir tercihten bahsediyorum, çünkü izlenilen bu taktiğin arkasında, aslında ulaşılmak istenen başka hedeflerin olduğu pek saklanmıyordu. Ülke genelinde tam bir çoşku atmosferi yaratılmıştı. Bunun sarhoşluğundan olsa gerek, kimse olayı sorgulamaya yanaşmıyordu. Belki de, “sihirli havayı bozarım” korkusuyla bu cesareti kimse kendinde bulamıyordu.
A.Öcalan’ın, bu süre boyunca gösterdiği tutum da bir o kadar ilginçti. Daha düne kadar Suriye’deki ininden bolca atıp tutuyordu. Hatta kendisini “çağımızın peygamberi” ve “savaş tanrısı” gibi görmeye bile başlamıştı. Kürt halkı üzerinde estirdiği baskı ve terör kasırgasına rağmen, kendini utanmadan “ulusal kurtuluş hareketi”nin lideri gibi lanse eden bu zat, aslında ihanetin başı olduğunu saklayamaz olmuştu. Suriye’den çıktıktan sonra “savaş tanrısı” olmayı bırakarak, yeni gelen bir “ilahi” ile birdenbire Petrus rolünü kendine uygun görmüştü. Ortadoğu’da onun bunun dizine çökmenin Avrupa’da da geçerli olacağını sanmıştı.
Oysa daha düne kadar herkesi ülkeden kaçmakla, topraklara sahip çıkmamakla ve hinlikle suçluyordu. Ülkeye gittiği anda bir metre karelik bir alandan bile milyonları ayağa kaldıracağinı iddia ediyordu;
“Ben kendimi sizin gibi dağlara taşırma imkanı bulamam. Geniş halk yığınları içine girme imkanım olmadı. Ama düşünün ufacık bir mevzide kolay kolay zapturapta alınamaz yaşamımı buna yatırdığımda ne haldeyim.”(1)
Zapturapta alınamayacak kadar çılgın olduğunu söyleyen A.Öcalan, her nedense o çokça bahsettiği “özgürlük dağları”na değil, Avrupa’ya kaçmayı tercih etmişti. Çaldığı kapı, önderi olduğunu iddia ettiği halkın değil, Avrupa ülkelerinin kapısıydı. Sahtekarlığı daha iyi anlaşılmıştı. Savaşı, ölümü ve kanı hep başkaları için istemişti.
Avrupa ülkeleri ise A.Öcalan’ı duymak, görmek ya da dokunmak istemiyordu. Yeryüzü adeta kendisine dar gelmişti. Şu koskoca dünyamızda sığınabileceği küçük bir kara parçası bile yoktu. Durumu böylesine kötüydü. İtalya’dayken siyasi iltica hakkı vermiyorlar diye Avrupa’ya sitem ediyor, “dağdaki çobana verdikleri hakkı benden esirgiyorlar” diye habire yakınıyor, gözyaşı döküyordu. Aslında bu sözleriyle A. Öcalan çok önemli bir gerçeğin altını çiziyordu. Ogüne kadar durumunu peygamberlerle, Tanrı’yla, Atatürk’le kıyaslayan Öcalan, birdenbire kendisini dağdaki çobanla kıyaslamaya başlamıştı. Bu önemli bir adımdı. Çünkü daha bir ay öncesine kadar öylesine “büyüktü” ki, yere-göğe sığmıyordu. Değerinin sıfır olduğunu nihayet anlamıştı. Avrupa, çobanı, A.Öcalan’ın üstünde tutmuştu. Parayla tutulmuşlara uygulanan klasik geleneğin kıskacından kurtulamamıştı. Sonraları mahkemede de konuyla ilgili olarak duyduğu acıyı sıkça dile getirecekti. “Kullanıldım. Benim durumum örnektir, nereden nereye geldiğimiz ortada.” diyerek, “bir hiç, beş para etmezin teki” olduğunu defalarca söyleyecekti.
KENYA’DA BİTEN SERÜVEN
Kitlelere “ya şundadır, ya bunda”oyunu biçiminde yansıtılan takip, 15 Şubat 1999 günü sona eriyordu. Uzunca bir süreyi kapsayan kovalamacanın ardından, A.Öcalan’ın Kenya’da bir “operasyonla yakalanarak” Türkiye’ye getirildiği resmen açıklanıyordu. Sorunla ilgili oyunun bir bölümü daha sahneye konuluyordu.
Türkiye’de halk olayı büyük bir çoşkuyla karşılıyordu. Milliyetçilik duyguları alabildiğine kabarmıştı. Kahramanlık marşları kulakları çınlatıyordu. Hedef ise yine Kürtlerdi. Kürtlerden birçoğu sokak ortasında tartaklanıyor, dövülüyordu. Üstüne üstlük bütün bunlar televizyon kameralarının önünde yapılıyordu. Sanki bazıları Kürt dövmeyi kendisine verilmiş bir hak gibi görüyordu.
Bu arada Öcalan’ın yakalandıktan sonraki ilk görüntüleri de televizyonlardan veriliyordu. A.Öcalan elleri ve gözleri bağlı bir halde önce uçakta yaptığı açıklamalarla, sonra da iki bayrak arasındaki zavallı görünümüyle kamuoyuna sunuluyordu. Uçakta yaptığı ilk açıklama beklenilen yöndeydi;
“Ben Türkiye’yi severim. Benim Annem de Türktür. Kuran hakkı için konuşuyorum. Ama benim içime doğuyor ki, hizmet edeceğime inanıyorum.” (2 )
Korkunç derecede zavallılaşan, habire kendisini acındırmaya çalışan Öcalan’ın bu görüntüsü, büyük çoğunluğu şaşırtmıştı. En büyük hayal kırıklığına da, kendisine şu veya bu biçimde destek veren kesimler uğramıştı. Öyle ya, “yakalanmadan” önceki Öcalan, onların gözünde tam bir aslandı. Suriye’de bol keseden atıp tutuyor, Kürt halkına bolca küfrediyor, her şeye, herkese karşı kükrüyordu. Direnmenin her alanında kendisini örnek olarak veriyordu. Kimsenin ses çıkarmadığını gördükçe daha da ileriye giderek peygamberler katına çıkıyor, günümüzün İsa’sı olduğunu iddia ediyor, zaman zaman da tanrılaşıyordu. Öyleyse ne olmuştu? Kendini tanrısal bir güç, yeni bir İsa olarak piyasaya süren Öcalan, nasıl olmuştu da İsa’nın direncini gösterememişti? Halbuki bu konuda belli bazı kesimlere öylesine güvence vermişti ki, Özgür Politika gazetesi sonucu bekleme gereğini bile duymamıştı. Daha ilk günden büyük puntolarla işkence ve direnişten sözetmeye başlamıştı. Ama çok geçmeden A.Öcalan kendilerini yalanlamış, herhangi bir şekilde işkence görmediğini söylemişti. Bu durum karşısında ne yapacaklarını şaşırmışlar, biraz da erken öten horozun akibetine uğramışlardı. Öcalan;“İşkence yapabilirdiniz, ama yapmadınız”demişti.
Yani, birbiri ardına ortaya atılan konseplerin uygulanmasında işle- diği hatalardan dolayı bile bir fiske yememişti. Alınan yeni virajdan sonra da, bilinen işbirliğinin gönüllü bir neferi olmaya devam edeceğini beyan etmişti. İşte tam da bu noktada, bir takım Kürt çevrelerinin gösterdiği yaklaşım son derece ilginçti. Öcalan’ın tutumunu kendisine verilen ilaçların etkisine bağladılar. Duydukları utancı ilaç bahanesini öne sürerek gizlemeye çalıştılar. Zaten A. Öcalan’ın şahsında küçük düşürülmek istenen Kürtlerdi. Kürtler arasında çöküntü, utanç ve kompleksi egemen kılmaktı. Bu konuda öylesine başarılı olundu ki, o güne kadar Öcalan’a karşı olanlar bile, çeşitli biçimlerde onurlarının kırıldığını dile getirerek, ona sahip çıkmaya başladılar. Hatta bazıları “Kürtler’in haini olmaz” biçimindeki bir formülle çok daha kötü bir duruma düştüler. Öcalan’ın “hain” ve “ajan” üretme makinası olduğunu bir anda unuttular. Böylece bilmeden de olsa önder olarak gördükleri Öcalan’a ihanet eder konuma düştüler. Yani “ne olursa olsun, ama yeterki Kürt olsun” mantığıyla hareket ettiler. Elbette bu arada “bizim dolarlar, marklar uçtu” diye tepinenler de vardı. Gözyaşlarını görünüşte Öcalan için, özünde kaybolan paralar için akıtanların sayısı hiçte öyle az değildi.
Ezilen halklardaki milliyetçilik çoğu kez hoşgörüyle karşılanır. Ama böylesi tavırların milliyetçilikle açıklanamayacağını da herkes bilir. Bunlar; daha çok ilkel aşiret ilişkileri içinde kümelenmiş toplulukların gösterebileceği tavırlardır. Aslında bu tür ilkel aşiret ilişkilerinin dışına çıkmamış olanların“her şerde bir hayır vardır” mantığıyla hareket edip, “hayırlı”bir beklenti içine girmeleri doğaldır. Oysa sonucun hayırlı olup olmaması, doğru temellerde geliştirilecek çabalara bağlıydı. Her toplumda olduğu gibi Kürtlerde de iyiler ve kötüler olacaktı. Yakın tarihin tanıklık ettiği gibi; hem zorbalığa karşı direnenler, hem de hainler olacaktı. Bu nedenle ortada duran bir ayıp varsa, bu ayıp Öcalan’a, bu ayıp onu baştan itibaren besleyip büyüten karanlık odaklara aitti. Bu sefil yaratığı Kürt halkının lideri gibi gösterme gayretlerine yamaklık ise, ayıbın da ötesinde topluma yapılan en büyük kötülüktü. Emekçi yığınların çıkarları, A.Öcalan ve ekibinin kirli oyunlarıyla halk arasına çizgi çekilmesinden geçiyor. Konumu itibariyle o hiç bir zaman Kürtleri savunmamış, tersine en koyu Kürt düşmanlığıyla piyasaya çıkmıştır. Onun Kürt halkıyla ilgili söyledikleri, bugün olur olmaz her yerde Kürtlere karşı kullanılmaktadır. Geçmişin “kuyruklu Kürt” ve benzeri söylemlerinin yerini, bugün Öcalan’ın söylemleri almıştır;
“Kürt kadın-erkek ilişkisinde ölmüştür.
Kürt bu ilişkide çirkinleşmiştir. Alçaktır, rezildir, köledir, tutsaktır”(3)diyen bir zat, bırakalım liderliği, Kürtlerin dostu bile olamaz.
Pınarcık, Taşdelen İkiyaka, Çevrimli, Bahçesarayve Yavi’deki toplu katliamların emrini veren bir zat, hiçbir zaman Kürtler adına savaştığını söyleyemez.
600’ün üzerinde çocuğu, 500’ün üzerinde kadını, binlerce genci, yaşlıyı, kısaca savunmasız insanları acımadan katlettiren biri, hiç bir şekilde Kürtleri savunamaz.
Köy meydanlarında terör estirip, halkı yerinden yurdundan ederek göçe zorlayan birinin savaşımı Kürtler için olamaz.
Kürt halkını haraca bağlayan, çocuklarını kaçıran, yürüttüğü kirli sa- vaşla milyonlarca dolara sahip olan birinin savaşımı, hiçbir zaman yokluğun ve yoksulluğun pençesinde kıvranan Kürtlerin olamaz.
Onbeş yıl boyunca kirli bir savaşın yürütüldüğü doğrudur. Peki bu savaş kimlerin savaşıydı? Açıklık bekleyen soru budur. Sonuçlarına baktığımızda görüyoruz ki bu savaş, Kürt halkını katletmeye yemin edenlerin savaşıydı. Bu savaş, işçinin, köylünün, tüm emekçi yığınların acımasız baskı ve sömürü altında tutulmasına neden olanların savaşıydı. A.Öcalan’ın da içinde bulunduğu kocaman bir rantçı kesimin türemesi, böyle bir savaşla mümkün olmuştur. İşte Kürtlerin adı kullanılarak yıllar boyu sürdürülen savaş, bu rant kavgasından başka bir şey değildir.
MUAMMA ÇÖZÜLDÜ MÜ?
Peki bunca yıllık bir aradan sonra, A.Öcalan’ın Suriyeden çıkarılmasıyla kitleler nezdinde bilmece çözüldü mü? Bu soruya “evet” cevabı vermek ne yazık ki mümkün değil. Bu çıkışın biçimi ve zamanlamasıyla ilgili açıklığa kavuşması gereken önemli soru işaretleri var.
Açıklık bekleyen birinci husus, A.Öcalan’ın mahkemede Suriye ile ilgili olarak söyledikleridir. Öcalan diyor ki;
“Suriye gizli servisi ile ilişkideydik. Bağlantıyı Mervan Zirki kurdu. Hafız Esad değil, ama Cemil Esad’la temasım vardı. Suriye, PKK yeri- ne kullanacağı bir parti kurdurdu. Bu partinin başına da Mervan Zirki getirildi. PKK’nin tüm mal varlıklarına el koydular. Orada kalsaydım sağ çıkamazdım”(4)
Bu açıklamalar okunduğunda soru işaretlerinin nerelerde olduğu kendiliğinden açığa çıkıyor. A.Öcalan henüz Suriye’de iken PKK’nin mal varlığına el konulduğunu söylüyor. Ayrıca can güvenliğinin olmadığından söz ediyor. Orada kalması durumunda, dikkat edelim, kal- ması durumunda, her an öldürülebileceğini açıklıyor. Öyleyse, Öcalan ne demek istiyor? Yani Türkiye kendisini ölümden mi kurtarmış oluyor? Peki o güne kadar A.Öcalan’ın başını ezmekten bahseden Türkiye, işin ciddileştiği noktada bunu neden istemiyor?
Daha önemlisi de, 5 Haziran 1999 tarihli Nokta dergisinde eski bir MİT ajanı olan Mahir Kaynak’ın açıklamalarında ortaya çıkıyor. M. Kaynak söyledikleriyle adeta Öcalan’ı doğruluyor. Kimliği aşikar olan bu kişinin söylediklerini delil veya bir belge olarak kullanma gibi bir niyetim yok. Ama Öcalan’ın, Mahir Kaynak’la geçmişte açık bir işbirliğine yöneldiği, kendisinden bazı taktikler aldığı da bilinen bir gerçek. Üzerinde durduğu dengelerde zaman zaman ortaya çıkan aksamaları telafi etmek isterken, açıktan bu adreslere başvurmaktan çekinmemişti. “Ajanlığın utanılacak bir durum olmadığını, kendisine saygı duyduğunu” televizyon ekranlarından üzerine basa basa belirtmişti. Mesleki dayanışmadan olsa gerek, M.Kaynak’ı adeta yere göğe sığdıramamıştı;
“Sayın Kaynak’a geçmiş olsun diyorum ve görüşlerimde yanılmadığımı da söylüyorum. Sayın Kaynak’ı onurlu buluyorum. Mahir, Türkiye’ nin onurudur.”(5)
Kuşkusuz bu övgüler boşuna değildi. Mahir Kaynak’la olan ilişkilerini, kendi karanlık bağlantılarının çok daha ileri boyutlarda olduğunu vurgulamada bir araç, hatta birçok çevreye karşı bir tehdit unsuru olarak kullanmayı da ihmal etmiyordu. Mahir Kaynak, bu anlamda Med-TV’nin değişmez konuklarından ve Öcalan’ın güven duyduğu yol arkadaşlarından biri olduğu için söyledikleri önemlidir. Türkiye’nin cadde ve sokaklarında “gurur ” duyulanlardan zaten geçilmiyor. Çetebaşları, mafyalar, hırsızlar, köşe dönücüler vb. “Türkiye’nin gururu” olarak takdim ediliyor. Estirilen bu modaya epeyce katkılarda bulunan Öcalan’ın da, Mahir Kaynak’a ilişkin duygularını dile getirmesi fazla şaşırtıcı değildir.
Öcalan’ın böylesine gurur ve hayranlık duyduğu Mahir Kaynak şun- ları söylüyor;
“Abdullah Öcalan Suriye’den çıktıktan sonra gazeteciler bana ken- disinin nerede olabileceğini sordular. Benim verdiğim cevap aynen şöyleydi: ‘Öcalan, Avrupa’da değil, Rusya’da değil, ABD’de değil. Amerikan nüfuz bölgesinde, ilginç bir yerde. Duyunca şaşıracaksınız.’ Bu Kenya açısından iyi bir tarifti belki, ama benim düşüncem öyle değildi. Ben Apo’nun Türkiye’de olduğunu düşünüyordum. Eninde so- nunda Türkiye’ye döneceğini biliyordum.”
“…..Ben Öcalan’ın kendisinin de Türkiye’ye gelmiş olabileceğini düşünüyorum.”(6)
Oysa Türkiye, Abdullah Öcalan’ı almak için Suriye’den resmi bir talepte bulunmamıştı. Buna rağmen Mahir Kaynak, A.Öcalan’ın Türkiye’ de olduğundan emin bir tarzda konuşuyor. Senaryonun en önemli halkası budur. Acaba Öcalan, Suriye’den başladığı yolculuğa İncirlik üzerinden mi çıkarılmıştı? Veya bu seyahate çıkması için Türkiye’de elinden gelen olanağı sunanlar mı vardı? ABD’nin buradaki rolü neydi? Yoksa söylenildiği gibi Öcalan, korsanca bir yöntemle değil de, kendi isteğiyle mi gelmişti? Kenya’dan getirilirken uçakta yapılan korsanlık gösterisi, sadece bir görüntüden mi ibaretti? Uçakta kendisine “memlekete hoşgeldin” diyen kişiyi tanıdığını ve güven içinde olduğunu her tavrıyla gösteriyordu. Bu kişi, Öcalan’ın yurtdışında güvenliğiyle ilgilenen ve bağlantılarının merkezinde yer alan Genç Kemalistler denilen örgütün derin devlet içinde görünmeyen şefi miydi?
İşin ilginç yanı, A.Öcalan’ın da mahkemede yaptığı açıklamaların Mahir Kaynak’ı destekler yönde olması;
“Benim annem de Türkmendir. Türkçe konuşur. Bu konuda yoğun çaba içindeyim. Ben tercihimi Türkiye lehine kullandım. Ben ölsem de, kalsam da Türkiye’de olacağım. Türkiye’de insanlar bana saygıyla yaklaştı. Ben de saygılı olacağım.”(7)
Dikkat edersek, “ben tercihimi Türkiye lehine yaptım” demesinden, sanki önüne başka bazı tercihlerin de sunulduğu gibi bir sonuç çıkıyor. O halde Öcalan, tercihi neden Türkiye’den yana yapıyor? Değişen ne vardı? Birdenbire neden ölse de, kalsa da, o güne kadar sözümona aleyhine bol bol atıp tuttuğu Türkiye’de olmak istiyor? Yine, son güne kadar hakkında hiçte olumlu konuşmadığı, sürekli aşağıladığı annesinden beklenmedik bir tarzda neden övgüyle bahsederek, Türk oluşuna ani dikkat çekme gereğini duyuyor? Yoksa Öcalan, Kürt düşmanı oluşunu annesinin geldiği kökene mi bağlamak istiyor? Türkiye’de son yıllarda esen milliyetçi havanın çoşkusuna kapılarak sahip olduğu bu kökenden ötürü verilen görevleri başarıyla yerine getirdiğini, bilinen efendilerine ihanet etmesinin mümkün olmadığını mı izaha çalışıyor? Ya da rastgele bir seçimle ihanetçi olmadığını mı anıştırmak istiyor?
Mahir Kaynak, Nokta dergisiyle yaptığı bu söyleşide oldukça ilginç olan bir noktaya daha parmak basıyor; “Eğer deşifre olmasaydım, şu an Türkiye solunun lideri olabilirdim”diyor. Acaba “deşifre” olmamış bir Abdullah Öcalan’ın, sergilenen yığınca entrikalar sonucu “örgüt liderliğine” yükseltilmesinden ve giderek “Kürtlerin lideri” gibi gösterilme başarısından hareketle mi bunu söylüyor? Bu cümleler tesadüfen seçilmemiştir. Tersine, sonuçları çok iyi hesaplanarak yapılmış bilinçli bir konuşmadır. Aslında A.Öcalan’ın yıllardır oynadığı rol açığa vuruluyor. Yılların tecrübe birikimine sahip Mahir Kaynak’ın direkt ifade etmekte zorlandığı çok şey, açıklamada kullanılan diplomasi dilinde saklıdır.
A.Öcalan’ın gerek Ortadoğu’da, gerekse Avrupa’da geliştirdiği ilişkilere baktığımızda, ilişkilerinin hep istihbarat örgütleriyle şekillendiğini görüyoruz. Bu ilişki tarzının durup dururken seçildiği veya rastlantıların ortaya çıkarttığı bir ilişki biçimi olduğu söylenemez. Bunu iddia edenler, ya gerçekten iflah olmaz işbirlikçilerdir ya da gerçeklere gözlerini kapamış uyur gezerlerdir. Çünkü yazdıklarımın hiçbiri herhangi bir iddiaya dayanmıyor. Bunları bizzat A.Öcalan açıklıyor.
Söylediklerine baktığımızda bu alanda hayli marifetli olduğu ortaya çıkıyor;
“SURİYE: Suriye gizli servisi ile ilişkideydik. Bağlantıyı Mervan Zirki kurdu.
İRAN: İran gizli servisinde ‘Sait’ isimli bir kişi ile ilişkideydik. Bu kişi ile örgüte alınacak silahların temininde anlaştık. Yardım gereğince biz de Türkiye’deki ‘Hizbullah’ faaliyetlerine müdahale etmeyecektik.
YUNANİSTAN: Temsilcilik kurma karşılığında Türkiye’deki büyük şehirlerde eylem yapmamızı istediler ve eğitim verdiler. ‘Dimitri’ isimli bir gizli servis elemanı da 6 ay Botan bölgesinde kaldı.
ALMANYA, İNGİLTERE, FRANSA: Almanya kendi çizgisindeki Kürt örgütlerini destekler. İngiltere’nin esas ilgi alanı Talabani’dir. ABD’ye bir anlaşma imzalattılar. Bu anlaşmanın ilk kurbanı ben oldum Fransa desteklemekle birlikte temkinli yaklaşır.
Almanya Anayasa Koruma Örgütü’yle görüştüm
AMERİKA: PKK’den en uzak duran ülke. Ama politik olarak değerlendirip, politika belirler. Sadece bir kez Irak’ta çalışmış eski bir büyükelçi geldi ve mesajlarımı ileteceğini söyledi.”(8)
Liste uzayıp gidiyor…
Günümüzde Latin Amerika’dan, Afrika’ya ve Ortadoğu’ya kadar birçok ülkeden sürgünde mücadele yürütmek zorunda kalan yığınlarca örgüt ve lider var. Ama bunları Öcalan ve PKK ile karşılaştırmak olanaklı değildir. Bunlar, bir çok ülkenin ya siyasal yönetimleriyle ya da devrimci, demokrat siyasal örgütlenmeleriyle ilişkiler geliştirmişlerdir. Her iki ilişki biçimini; hem hükümetlerle, hem de demokratik kitle örgütleriyle dayanışma başarısını gösterenler de çoktur. Bahsettiğimiz devrimci-demokrat örgütlenmelerin tümü de, siyasal temelde geliştirdikleri ilişkilerle uluslararası sahada kendilerini göstermektedirler.
Abdullah Öcalan’ın yedi değil, onyedi kocalı Hürmüz olduğu böylece açığa çıkıyor. Nereye giderse gitsin, ilk işi, çeşitli istihbarat odaklarıyla ilişki geliştirmek oluyor. Elbette hiç kimse kara gözlerine vurulduğu için ilişkiye girmiyor. Herkes işine gelen bir yaklaşım gösteriyor. Yani çıkarlar konuşuyor.
A.Öcalan ve PKK’nin hangi sorumlusu, hangi ülkenin bir bakanıyla veya bir siyasal yetkilisiyle görüşmüştür? Hangi ülkenin işçi sendikalarıyla ve siyasal partileriyle ilişki kurmuş, ortak bir bildiri veya deklarasyon yayınlamıştır? Gösterilemez. Çünkü bir provakasyon hareketidir. Dolayısıyla her provokasyon hareketi gibi istihbarat örgütleriyle ilişkiyi temel almıştır. Nitekim Abdullah Öcalan’ın ilişkileri, kendi ağzından itiraflarda da görüldüğü gibi, hep bu türdendir. Hemen her ülkenin istihbarat örgütleri önünde diz çöküş vardır. Elbette bunlar, ayrıntılarıyla düşünülüp taşınılarak geliştirilen taktiklerdir. Kürt halkını aşağılamaya ve bitirmeye yönelik ilişki ağları temel alınmıştır. Öcalan’ın ağzından çizilen tablo çirkin ve iğrenç bir tablodur. Baştan sona emekçi yığınlara karşı düşmanlıklarla doludur. İstihbarat örgütlerini temel alan ilişki ağları, ne zamandan beri siyasal ilişkilerin yerini almıştır? PKK’ cılar ve Öcalan bir de buna izah getirebilse iyi olur. Hiç olmazsa kamuoyu, diplomasinin yeni bir türü üzerinde bilgi sahibi! olurdu.
A.Öcalan,“Yekiti ve KDP, ABD’yle bir anlaşma imzaladılar ve bu anlaşmanın ilk kurbanı ben oldum” derken, güç odaklarıyla oynaşmanın hazırladığı kötü sonu anlatıyor. Zaten başka türlü olması da beklenemezdi. Arkasına Kürt halkının kin ve nefretini toplamış, uluslararası platformda terör örgütü ve şaibeli olarak tanınmış, önüne gelen herkesle oynaşan birinin varacağı son, elbette hazin olacaktı. Çünkü karanlık güç odaklarıyla fingirdeşmeyi kendine meslek edinmiş piyonların rütbelerini belirleyen koşullardır. Kullanılmalarını gerektiren koşullar ortadan kalkmışsa, geçmiş hizmetlerine bakılmaksızın çöp tenekesine atılırlar. Nitekim Avrupa’da son kez açık arttırma yoluyla tanıtıma sunulan Öcalan, eskimiş bir papuç misali tanıtım salonuna bile kabul edilmemiştir. Avrupa kamuoyundan en küçük bir destek görmemesinde garipsenecek hiçbir yan yoktur. Roma’ya gelmesiyle huzuru kaçan İtalyan halkının protestosunu anında geliştirmesi, Öcalan’ı bir süre daha aktif bir biçimde kullanmak isteyenleri bile şaşırtmıştı. Aynı şekilde diğer ülkelerin kamuoyları da Öcalan’ı ne duymak, ne de görmek istemişti.
Avrupa kamuoyu “lideri” bu şekilde dışlarken, Türkiye kamuoyunda da durum farklı değildi. Halkın tüm çabası, Öcalan’ın bir an önce hakettiği cezayı bulması yönündeydi. Beklenildiği üzere, tavır alanların başını, uğruna savaştığını iddia ettiği Kürtler çekiyordu. Kürtler, O’nun karanlık odaklarla birlikte yıllarca kendilerine kan kusturan bir hain olduğunu biliyordu. Bu nedenle Öcalan provokasyonlarının durduruluşunu sevinçle karşıladılar. Ama halkın duyduğu sevinç, biraz da kuşkuyla karışık bir sevinçti. Kuşkuyla karışık sevinçdiyorum, çünkü üzerlerinde uzun yıllardır ve hem de kanlı biçimde oyun içinde oyunlar oynanmıştı. Öcalan’ın bilerek, yeni bir plan üzerinde anlaşma sonucu Türkiye’ye geldiği düşüncesi, Kürt halkında da egemendi.Bu nedenle yeni oyunların tezgahlanmasından çekiniyorlardı.PKK’nin 19’cu kuruluş yıldönümünde MED-TV’de Öcalan’ın yaptığı konuşma henüz unutulmamıştı. Bu konuşmasında, durumunun oldukça tehlikede olduğunu, başta ordu olmak üzere devletin çeşitli kurumları tarafından kurtarılması gerektiği yönünde birtakım uyarılarda bulunuyordu;
“Ciddi bir çözüme adım atanlarla da; devlet içinde de olabilir, bilmem ta istihbarat içinde de olabilir, ordu içinde de olabilir” (9)
Bu sözler, Öcalan’ın başından itibaren istihbarat örgütleriyle hareket ettiğinin ve onlara her koşulda duyduğu güvenin ifadesiydi. Canını onlara teslim etmişti. Kendilerinden posasını kurtarabilecek uygun bir yol bulmalarını istiyordu. Biraz da tüm istihbarat örgütlerini orduyla birlikte hareket etmeleri gerektiği konusunda uyarıyordu. Bu nedenle Çevik Paşa’ya övgüler yağdırıyordu;
“Amerikanın güç vereceği eğilim, getireceği çözüm; Çevik Bir paşa etrafında ve Kürt çözümünü de az çok bağrında taşıyan…biraz da odur. Orta Asya boyutuna kadar kapsamlı bir çözüm projesini tartışıyorlar bunlar.” (10)
Burada Çevik Bir şahsında “az çok”la bahsettiği “Kürt çözümü”, özünde canıyla ilgili olarak yaptığı pazarlıktan başka bir şey değildi. İster general, isterse başbakan olsun, sorunların çözümü hiçbir zaman bireysel temelde ele alınmaz. Eğer bir devletten bahsediliyorsa, bu devletin bir çok kurumlardan ibaret hiyerarşik bir yapıya sahip olduğu da biliniyor demektir. Yani ortada güçler ayrılığı denilen bir olay vardır. Askeri diktatörlüklerde bile güçler ayrılığı tümüyle bir tarafa bırakılarak sorunların çözümü sağlanamaz. O halde Öcalan, neden tek tek kişilere çağrı yapma gereğini duyuyordu? PKK yönetimi ile devlet yönetimini birbirine karıştırdığını sanmıyorum. Üstelik devlet erkine yaptığı çağrılarla kalmıyor, durumunun aciliyetini bildirmek için panik halinde Clinton’a bile haberler göndermeye başlıyordu;
“Ben o zaman bir Amerikalı gazeteciye söyledim. Clinton’a dedik siz bir şeyler söylermisiniz? (11)
Bir gladyo hareketinin başı olarak isteklerinin ne kadarı, nasıl iletil- miştir orasını Öcalan bilir. Ama söylediklerinin iletileceğinden eminmiş gibi konuşuyordu.Yaşamı için riske hiç oynamadığı belliydi. Aynı anda birçok alternatifi harekete geçirmeye çalışıyordu. İstihbarat örgütlerine, orduya ve Amerika’ya kurtarılması için harekete geçmelerini söylerken, dağarcığında satabileceği daha birçok şeylerinin olduğunu da hatırlatmadan geçemiyordu. Bu nedenle de K.Irak’taki siyasal güçlere veryansın ediyordu. Bunların siyasal muhatap olarak kabul edilmesinin Türkiye’nin aleyhine olacağını vurgulayıp duruyordu. Sayısı epeyce kabarık istihbarat örgütlerinin kapılarında boynundaki tasmayla gösterdiği sadakati hatırlatırken, bununla ilgili garantiler de veriyordu;
“KDP yedi kocalı Hürmüz gibidir. Sahibi çok.. Bir sahibi de Amerika oluyor, güvenilmez. YNK…fazla Amerika’yla oynayamaz, Türkiye’yle oynaması zor. Barzani Amerika’yla oynuyor. PKK üzerinde bazı görüş alış verişleri sanırım yapılıyor. Benim vardığım şey,gelişmeler de bunu doğruluyor.” (12)
Uzun izahlara hâlâ gerek var mı? Artık Amerika’nın da kendisini ciddiye alabilecek pazarlıklara başladığını ima ediyor. Bu nedenle gereken operasyonun daha fazla geciktirilmeden devreye sokulmasının işaretlerini veriyordu. Yani Amerikan yeşil kartına çoktan sahip olan bir Öcalan’ın varlığından bahsediyordu. Demek ki, Amerika’nın Lübnan Konsolosluğu’yla düzenli görüşmeler meyvesini vermeye başlamıştı. A. Öcalan, CIA’nın 1960’lı yıllardan itibaren tüm NATO ülkeleri içinde işbirlikçileriyle örgütlediği gladyo ekibinin sadece bir üyesi değildi. Aynı zamanda etrafında sağladığı oluşumla ve pratikleriyle, ekibi de aşarak CIA ile direkt bağlantılar oluşturmuş ve her alanda güven veren bir ajan durumuna gelmişti. Türkiye’yi niçin seçtiği şimdi daha iyi açığa çıkıyor.
Ama bilinen kanallar aracılığıyla ABD ile sürdürülen ilişkiler ve alınan güvenceler, ne olursa olsun Öcalan’ı sakinleştirmeye yetmiyordu. Bu arada sıkça Yalçın Küçük’ün psikolojik terapi seanslarına katılma ihtiyacı duyuyordu.
Korku ve panik içinde olan bir ruh hastasının terapisti, istediği tedavi yöntemini uygulamakta özgürdür. Yalçın Küçük’te şok tedavi yöntemini uygun buluyordu. Hastayı geçici de olsa ayakta tutmanın, sakinleştirmenin başka yöntemleri üzerinde uğraşmayı pek gerekli görmüyordu. Çünkü hastanın eğilimini, zaaflarını çok iyi biliyordu. Hastanın konumu dikkate alındığında, uyguladığı şok tedavi yönteminin yerinde olduğu söylenebilir;
“Ancak bir süre kalıcı olarak gelecek bir iktidar, ister askeriye, ister sivil olsun-ama ben askeriyenin gelmesini istemem(Bu kadarcık ‘ba- sit’ jesti de fazla dallandırıp budaklandırmaya gerek yok… Aydın Üzerine Tezler’in yeni bir cildinde ortaya sürülmüş tez de olabilir. BN)-ama asker gelirse, bu işi çözme ihtimali yüksektir !” (13)
Aldığı bu tedavi sonucunda A.Öcalan, 17 Şubat’a kadar bekleme sabırlılığını göstermiş ve sağ salim olarak ulaşması gereken yere ulaşmıştı. Avrupa’ya geldiğinde, Türkiye’ye güvenlik içinde gitmesini sağlayacak altyapı çok önceden hazırlanmıştı. Öcalan’ı telaşa düşüren, sadece, her hainde varolan korku ve tedirginlikti.
Bu anlamda PKK’nin Avrupa’da karanlık ilişkilerini açığa çıkarmada yardımcı olacak bazı olayları vurgulamadan geçemeyeceğim. Öcalan’ın Kenya’dan “paketleniş” operasyonu sonrasında, özellikle Ali Haydar Kaytan’ın, Kani Yılmaz ve daha birkaç kişiyle birlikte apar topar Kuzey Irak’a postalanması önemliydi. Bu kişilerle ortaya çıkan olaylar arasındaki bağlantının çözüme kavuşturulması gerekir. Acaba nelerin üstü kapatılmak istenmişti? Ayrıca, Öcalan’ın Kenya’da korumasını üstlenenlerden üç kişi kimin adamlarıydı? Özellikle Öcalan’ın bu üç ismin seçiminde diretmesi sadece rastlantı mıydı? Kesinlikle hayır. Öyleyse bu kişiler, Öcalan’la kimler arasında ilişkiyi sürekli kılmakla görevlendirilmişlerdi?
Öcalan Avrupa’da uçakla seyahat merakını giderirken, uçağın her konakladığı yeri gecikmeli de olsa bir eski öğretmeni aracılığıyla başkalarına bildiren kimdi? Bu şahıs, PKK’den ayrıldığı taktirde vereceği haberler karşılığında yayınlayacağı bildirinin altına kendisiyle birlikte kimin imza atmasını şart koşmuştu? Yine aynı şahıs, PKK’den ayrılma koşulunu neden bir başka şahısın imzasına bağlamıştı? İşin ilginç yanı, bahsettiğim bu zat, aynı tutum içine 1992’de de girmişti. Belli aralıklarla ayrılacağını söyleyen bu şahıs, faaliyetlerine hâlâ “gönüllü” ola rak devam ediyor mu? Eğer ediyorsa, bunun hangi ülkenin istihbarat örgütü adına çalıştığı neden açıklanmıyor?
Ayrıca, halen PKK-MK’de olupta “komutanlık” yapan biri, Almanya’ da bulunan yakın akrabaları aracılığıyla kimlerle ilişki içindeydi? Bu şahıs ile, PKK’den ayrılmayı ortak bildiri yayınlama şartına bağlayan şahıs arasındaki ilişkilerin durumu nedir? Bu sahışlar veya ekip, Türkiye’de aynı zamanda başka hangi ülkenin hesabına çalışmaktadır?
Bitmedi. Bir şahıs daha var ki, bu şahsın uzun yıllardan bu yana iki ülke istihbarat örgütünün hizmetinde olduğu biliniyordu. Buna rağmen bizzat Abdullah Öcalan tarafından ve 90’lı yıllardan buyana “tam yetki” ile donatılmıştır. Daha sonra aynı şahsın sorumluluğuna verilmiş ekipten bir kişi aracı olarak kullanılmaya kalkışılarak, PKK’den ayrılmış olanlardan birkaç kişi, Öcalan’ın kurduğu bir tuzakla Avrupa ülkelerinden birinin polisine yakalatılmak istenmiştir. Bu kişi halen Avrupa’ da faliyetlerine devam etmektedir. Bu kişinin gerçek kimliği ise sadece Öcalan tarafından bilinmekte. Hatta tüm uğraşlara rağmen hangi ülkenin vatandaşı olduğu dahi bir muamma olmaktan çıkmamıştır. Yine bu şahsın PKK merkez komitesinden iki kişiyle birlikte örgütlenme konusunda ortak kararlar almak için bir Avrupa ülkesinin istihbarat örgütüyle sürekli toplantılar yaptıkları söyleniyor. Hatta toplantıda PKK’nin, Avrupa, K.Irak ve Türkiye’de oluşturulacağı birimlerde bu ülkenin temsilciler bulundurması yönünde kararlar alındığı iddia ediliyor. Karşılığında ise PKK’den ayrılanların bir grup olarak ortaya çıkmalarının ve Öcalan aleyhinde propaganda yapmalarının engellenmesi sözü alınıyor. Verilen yardımların sadece bu kadarla sınırlı olmadığını tahmin etmek güç değildir. Nitekim bu kararlar doğrultusunda ayrılanlardan birkaç kişi bulundukları ülkede tutuklanmış ve tüm hukuk kuralları çiğnenerek iki buçuk yıl ceza istemiyle yargılanmışlardır. PKK’nin Avrupa’da devrimciler üzerinde baskı ve şiddet politikasını sürdürmede birçok ülkenin istihbarat birimlerinin aktif desteği gözardı edilmemelidir.
Tüm bunlardan sonra, Apocuların nasıl ve kimlerden destek alarak cinayetler işledikleri biraz daha aydınlanıyor. Sadece bu kadar değil; bunlar ve benzeri daha birçok ilişki ağları, Öcalan’ın, kısa bir süre için de olsa, Avrupa’da da ne kadar emin ellerde görev yaptığını ortaya koyuyor.
SURİYE KAFA TUTACAK GÜÇTE MİYDİ?
Suriye’nin içinde bulunduğu ekonomik ve siyasal koşullar gözönüne alındığında Türkiye’ye kafa tutacak bir durumunun olmadığı görülür. Suriye zaten İsrail’le sürekli savaş hali durumundadır. Yıllardan beri Lübnan gibi bir külfeti omuzlarında taşımaktan yorulmuştur. Ekonomik, siyasal ve askeri bakımdan güçsüzdür. Hele hele SSCB’nin yıkılmasından sonra hem daha güçsüzleşmiş, hem de yalnızlaşmıştır. Her ne kadar bir Arap ülkesi ise de, aralarındaki çelişkilerden ötürü bu ülkelerin birlikte hareket ettikleri pek sık görülmemiştir.
Ayrıca GAP projesiyle Suriye, her zamankinden daha fazla Türkiye’ye muhtaç hale gelmiştir. İçinde yığınlarca sorunun üstesinden gelmek için gösterdiği çabalar biryana, başında İsrail gibi bir kılıcın sallandığı Suriye yönetimi, bir de Türkiye’ye kafa tutup başına yeni bir bela daha almayı istemezdi.Yani neresinden bakılırsa bakılsın, Suriye, Türkiye’yi karşısına alacak güçten dün de yoksundu, bügün de yoksundur. Türkiye’nin isteği karşısında hiç diretmeden A.Öcalan’ı bir hafta içinde yolculaması da bunun göstergesidir.
A.Öcalan’ın bunca yıldır Şam’da kalmasına gösterilen en önemli gerekçeleden biri, Suriye’nin Sovyetler Birliği ile olan ilişkileriydi. Bu gerekçenin sırf kamuoyunu yanıltmak için ileri sürüldüğü apaçık ortadadır. Bu iddianın 80’lı yıllar için bir an geçerli olduğunu kabul etsek bile, 90’lı yıllar için geçerli olduğunu savunmak tamamen artniyet taşır. Kaldı ki geçmişte de SSCB ve diğer Varşova Paktı ülkelerinin politikalarına bakıldığında terör örgütlerini desteklemedikleri görülür. Hele hele PKK’yi kesinlikle kabul etmedikleri biliniyor. PKK’yi her zaman istihbarat örgütlerinin, özellikle de CIA’nın paravana bir örgütü olarak görmüşlerdir. Nitekim Bulgaristan Kominist Partisi’nin bir yetkilisinin A. Öcalan için, “yönü CIA’ya dönük biri olduğunu sanıyoruz” demesi, durup dururken yapılan bir tespit değildir. Benzer tavrı,Çekoslavakya Komünist Partisi de göstermiştir. Yine 1982’de Yaser Arafat’la görüş- mek için olağanüstü çabalar yürüten Abdullah Öcalan’ın, El-Fetih’in Beyrut’taki sorumlusu Salah ve Beyrut’un güneyinde bulunan kamplarının komutanı tarafından azarlandığı biliniyor. Salah ve bu komutan, “şu ana kadar kimlerle görüşüp görüşmediğin bizler için önemli değildir, seni tanımıyoruz ve tanımayız da” diyerek, Öcalan’ı odanın kapısından içeri bile almamışlardır. Ayrıntılarına girmeden gösterdiğimiz bu örnekler, aslında Sovyet’lerin Öcalan ve PKK’ ye karşı olan tavrına da yeterince açıklık kazandırıyor.
Elbette ülkelerin istihbarat örgütleri arasında her zaman oyunlar oynanır. Oyun içinde oyunlar tezgahlanır. Bunda yadırganacak bir yan yoktur. Bu bazen sergilenen oyunlara kayıtsız kalınarak, bazen de aktörlerden biri olarak yapılır. Bir ülkenin istihbarat örgütünün geliştirdiği eylem planı, bazen bir başka ülkenin istihbarat örgütünün işlerini kolaylaştırır, stratejik veya geçici siyasal amaçlarına hizmet edebilir. 1993’den sonra Kafkaslar’da ve Orta Asya’da Türk cumhuriyetlerine karşı geliştirilen darbe girişimleri bunun son açık örnekleridir. Sovyetler de, PKK ve Suriye arasındaki ilişkilerde kayıtsız kalmakla yetinmeyi uygun bulmuştur. Kaldı ki, Türkiye’nin Öcalan ve PKK için Suriye’ye yaptığı ve yapacağı baskılar karşısında, Sovyetler Birliği’nin savaştan yana tavır almayacağını, bu ülkenin Ortadoğu ve Kürt politikasını yakından takip etmiş olanlar çok iyi bilir. Yani bahsedilen süre içinde Sovyetler Birliğinin tavrı, Suriye’nin yerel çapta geliştirdiği politikaya müdahale etmemekle sınırlıdır. Uzun yıllar boyunca Ortadoğu’da kurulmuş hassas dengeler vardı ve bu dengelerin korunmasında her iki sistemin de çıkarları vardı. Bu dengeler iki sistem arasında bir uzlaşma sonucu korunuyordu. Yani Türkiye 1998’de koyduğu tavrı SSCB’ nin yaşadığı 1980’li yıllarda koymuş olsaydı, aynı sonuçla karşılaşacaktı. Bunlar gün gibi ortada olan gerçeklerdir. İleri sürülen Sovyet engelinin ne kadar tutarsız ve samimiyetten uzak olduğu açıktır.
Bütün bu nedenlerden dolayı diyebiliriz ki, A.Öcalan, Suriye’de bizzat derin devlet denilen güçler tarafından kollanmış, orada kalmasına izin verilmiştir. Bu güçler istediği için burada uzun yıllar yaşamıştır. Suriye istihbarat örgütlerinin ve birçok askeri birimlerinin adeta kalbura benzediğini de unutmamak gerekir. Zaten kendisi tarafından yapılan anlatımlara baktığımızda yurtdışına çıkışının karanlık güçlerce planlandığı anlaşılıyor. Öcalan yurtdışına çıkarken kararı bir günde ve örgütünden kimseye haber vermeden aldığını söylüyor. Öte yandan derin devletle ilgili öyle yorumlar yapıyor ki, bir yerlerle olan ilintileri ve yurtdışında yerine getirmek zorunda olduğu görevleri hakkında ipuçları veriyor. Öncelikle Maraş katliamından, Hilvan ve Siverek olaylarıyla başlattığı bir“gerilla savaşı”ndan, sıkıyönetimden ve 12 Eylül’ün ayak seslerinden bahsediyor. Bu dönemde doğal olarak örgütlerin geri çekilerek Ortadoğu’ya yöneldiklerini anlatıyor. Başlangıçta sol güçlere karşı Lübnan’ da nasıl zorlu bir mücadele yürüttüğünü dile getiriyor, ardından bu mücadeleyi adım adım K.Irak’a nasıl ve neden kaydırdığını izah ediyor.
Çizdiği yol ve mücadele tarzıyla A.Öcalan, devrimci güçlerle boğuştuğunu her fırsatta belirtmekten gurur duyuyor.
GEÇİCİ GÖREV ALANI
A.Öcalan, Suriye macerasının ardından Avrupa’ya boşuna transfer edilmemişti. Burada da yarı açık, yarı kapalı olarak son görevlerini ye- rine getirmek için kolları sıvamıştı. Etrafında şakşakçılar da vardı. Cumhuriyetin 75’ci yıldönümünde Türkiye bir kez daha güç gösterisinde bulunuyordu. ABD ile stratejik işbirliğinin tüm nimetlerini Avrupa’nın önüne sergiliyordu. ABD ise Türkiye gibi güçlü bir ortakla, Avrupa üzerinde politik ağırlığını bir kez daha kanıtlıyordu. ABD-Türkiye ittifakı planlanan hedeflere ulaşıyordu.
Ulaşılan hedefler nelerdi;
Herşeyden önce ABD, Avrupa’da politikasına karşı duran sivri uçları bu sayede bastırmıştı. Burada ilk akla gelen isimler, İtalya ve Almanya’ydı. Öcalan’ın İtalya’ya gelişi daha çok da Almanya’yı rahatsız etmişti. Almanya, A.Öcalan’ı İnterpol kırmızı bülteniyle aradığı halde, el altından PKK’ye destek vermişti. Öcalan’ı almayı redderek kendi yasalarına dahi ters düşen Almanya, zor duruma düşmüştü. Demokrasinin hukuk kurallarını ayaklar altına almıştı. Türkiye’ye ikide bir hukuk, insan hakları ve demokrasi dersi veremeyecek konuma itilmişti. Hepsinden önemlisi de PKK’yi görünüşte terörist ilan ettiği açığa çıkartılmıştı. Ortadoğu politikasında kullandığı Kürt ve İslam kozu elin- den alınmıştı.
İtalya ise Öcalan’ı bahane ederek Avrupa Birliği’nin desteğini alacağını ummuştu. Bu sayede Ortadoğu politikasında Türkiye’yi ve dolayısıyla da ABD’yi sıkıştıracağını sanmıştı. Ama başta Türkiye kamuoyunun gösterdiği şiddetli tepki olmak üzere, başka bazı etkenler yaptığı hesapların pazardan geri dönmesine neden olmuştu. İtalya çabucak dıştalanmış, tutumunda bir başına kalmıştı. Bu, yeni kurulmuş sol eğilimli hükümete, çizilen çerçevenin dışına çıkmaması için yapılmış bir uyarıydı. Ayrıca Türkiye kamuoyunun her alanda geliştirdiği protestolar karşısında büyük maddi zararlara uğramış, şoktan kurtulmanın yolunu sonuçta geri adım atmakta bulmuştu. İtalya bir bakıma Orta- doğu ve Kürt politikasındaki tecrübesizliğinin cezasını çekmişti. Kullanmak istediği silahın çürük olduğunu geç de olsa fark etmişti.
Öte yandan, çıkışlarıyla Avrupa’nın “haşarı çocuğu” olarak adlandırılan Yunanistan da, Öcalan’ın buraya yaptığı seferle hizaya getirilmişti. O güne kadar başarıyla oynadığı Avrupa’nın “şımarık çocuğu” olma rolünü, bundan sonra olur olmaz oynayamayacağı kendisine hatırlatılmıştı. Öyle ki, Yunanistan neyi nereye koyacağını şaşırmıştı. Her an terörist bir devlet olarak ilan edilme tehlikesiyle karşı karşıya kalmıştı. Elinde tuttuğu kızgın maşayı kısa sürede atmak zorunda olduğunu anlamıştı.
Rusya’ya da aynı şekilde “haddi” bildirilmişti. A.Öcalan’ı kabul etmemesine rağmen günlerce baskı altında tutulmuştu. Türkiye’nin Balkanlar, Kafkaslar’da ve Ortadoğu’da oynadığı rolle, gelecekte oynayacağı rolün önemi böylece kabul ettirilmişti. Sonuçta ABD istediği düzenlemeyi başarmıştı. Yerine oturtulan köşe direklerinin üzerine geçirilen kirişlerin uzunluğu ise Balkanlar’dan, Kafkaslar’a ve Ortadoğu’ ya kadar uzanıyordu.
İşler bunlarla da bitmiyordu: ABD’nin bu bölgelere yönelik politikasının saç ayaklarından birini oluşturan Türkiye-İsrail işbirliği, Avrupa Birliği’ne kabul ettirilmişti. Bu işbirliği o güne kadar yüksek sesle olmasa da, Avrupa tarafından eleştirilmişti. Böylece Türkiye, Avrupa’ya pazar gücünü, stratejik önemini ve askeri gücünü bir kez daha deklare etmişti. Ve herşeyden önemlisi, Avrupa nezdinde Kürt sorunu bitirilmişti. Bu ne anlama geliyordu? Bu; Lozan’ın tüm Avrupa’ya bir kez daha deklere edilmesi demekti. Avrupa Birliği artık alttan alta, çekingen ve ürkek de olsa isteklerini kabul ettirmek için ikide bir Türkiye’yi sınırlarıyla tehdit edemeyecekti. Böylece Avrupa’nın ikiyüzlü tutumu açığa çıkarılmıştı; Kürtleri emperyalist amaçları için bir koz olarak kullandıklarını kabul etmek zorunda kalmışlardı. Öcalan’ın durumunu bilmelerine karşın gık bile diyememişlerdi. Diyemezlerdi de. Çünkü yıllardan bu yana oluşmuş diplomasi geleneğini bozmaları mümkün değildi.
ABD’nin politikası zaten bellidir. Geçmişte daha çok iki super güç arasında görülen hegomonya savaşı, SSCB’nin yıkılmasından sonra ABD ve Avrupa arasındaki bir mücadeleye dönüşmüştür. Avrupa artık eskisi gibi ABD’yi dinlememekte, kendisini başı çeken güçlerden biri olarak görmek istemektedir. Bu anlamda, A.Öcalan’a Avrupa’ya yaptırılan “tarihi sefer”, ABD’nin çok işine yaramıştı. Eline geçen fırsatı hem çok iyi kullanmış, hem de Türkiye ile bunu ustaca kamufle etmesini bilmişti.