SİVİL SİYASİ İKTİDARA GEÇİŞ VE
APOCU PROVAKASYONLAR
Seçim yapma kararı alınmasına neden olan etkenlerden biri de, cuntanın fiilen yönetimi elinde bulundurduğu dönemde yükümlülüklerini içte ve dışta zaten ana hatlarıyla yerine getirmiş olmasından kaynaklanıyordu. Emperyalist-kapitalist sistemin Türkiye ayağı sağlama alınmıştı. Kemerin bir delik ileri genişletilmesinde artık sakınca görülmemişti.
Cuntanın seçimlere giderek güdümlü sivil bir hükümetin kurulmasına razı olmasının bir nedeni de, emekçi halk yığınlarının muhalefetini ve egemen güçler arasındaki çıkar çelişkilerini sürekli dipçikle daha uzun bir süre baskı altında tutamayacağını kavramış olmasıydı.
6 Kasım 1983’te yapılan seçimden ANAP tek parti iktidarı çıktı. ANAP siyasal ve ekonomik anlayışı gereği çizilen çerçevede hareket etmekten rahatsızlık duymuyor, tersine ordu desteğine sahip olmayı amaçları için bir fırsat biliyordu. Sahip olduğu bu olanağı esas olarak halka, zaman zaman da bazı burjuva muhalefet çevrelerine karşı ustaca kullanıyordu.
Öbür yandan, seçimle iş başına gelmiş hükümetten yığınların istemleri, beklentileri vardı. Halkın taleplerini karşılamaya yönelik uygulamalar içine girme, belirli oranda demokratik açılımları zorunlu kılıyordu. Demokratikleşme bir avuç holdingcinin işine gelmiyordu. Zaten en başta generaller geliştirdikleri düzende en ufak bir delik açtırmıyacaklarına dair tehditlerini açıktan dile getiriyorlardı. Bu nedenle kendilerine içte ve dışta nefes aldıracak, yani bir taşla iki kuş vurduracak bir araç gerekiyordu. Tekelci burjuvazinin en kodaman kesimleriyle ordu ve ABD, geçmişe göre hafifletilmiş bir tür baskıcı süreci seçime rağmen mümkün olduğu kadar uzun tutmayı istiyorlardı. Bunu sadece içte yaşanan sorunlardan dolayı değil, uluslararası, özellikle de SSCB etkeni ve Ortadoğu’da güçler dengeleri açısından gerekli görüyorlardı. İşte bu noktada Apocular yoğun biçimde sahneye sokuldu.
Hazır kıta bekletilen Apocular, devreye girebilmek için çoktan bahanelerini bulmuşlardı. Onlara göre her şey kandırmaca; burjuvazi her şeyi yapmaya muktedir ‘ilahi’ bir güçtü, hiç bir biçimde engellenemezlerdi. Sivil kurumlar, siyasal örgütlenmeler hemen her şey burjuvazinin isteği doğrultusunda yapılıyordu. Sosyal koşulların, yığınların dayatmaları sonucu burjuvazinin geri çekilmesi diye bir şey sözkonusu olamazdı;
“Gelişmiş bir burjuva devlet görünümünde (Ne demek acaba? Çözümlemek çok zor!BN) örgütlenen siyasal yapıda, sivil kurumların hiç bir işlevi yoktur; burjuva demokrasisini asla uygulamazlar ve ancak militarizmi gizlemeye yarayan perde görevini görürler.” (PR, s. 37)
Apocuların 1984’de “muhteşem direniş”diye ilan ettikleri Şemdinli, Uludere ve Eruh baskınları bu anlamda egemen güçlerin cansimidi oldu. Böylesi bir çıkışın Türkiye, bölge ve uluslararası konjöktür açısından ele alındığında kimlere ve nasıl hizmet ettiği çok daha iyi anlaşılır. Hangi açıdan bakılırsa bakılsın, içinde bulunulan ortam, Türkiye’de silahlı mücadele geliştirmeye elverişli değildi. Devrimciler silahın bir oyuncak olmadığını çok iyi bilirler. Silahı mutlaklaştırma, diğer mücadele biçimlerini görmemezlikten gelme gibi bir hatanın içine düşmezler. Devrimciler hiç bir zaman “kanlı devrim” nutukları atmamış, böyle bir iddiada bulunmamışlar ve bulunmazlarda. Silahı her sorunu çözümleyici güç olarak kabul etme, insan faktörünü hiçe sayma, her zaman gericilerin, karşı devrimcilerin anlayışı olmuştur. Bizler mümkün olduğunca silah kullanmamayı, olabildiğince barışcıl, uzun vadeli, sabırlı mücadele yöntemlerini temel alırız. Tetiğe basılırsa ‘direniş vardır’, basılmazsa ‘direniş yoktur’ yönlü sığ bir anlayışın sahibi olamayız. Ama Apocu baylar, eylemliliği ve örgütlülüğü kan dökmekle eşdeğerli görüyorlar. Her hareket biçimi ve davranışları emekçi yığınarın demokrasi ve özgürlük mücadelesinin önüne dikilmiş bir barikattır.
Dönemler arası farklılıkları kabul etmeme, dolayısıyla değişen sosyal, siyasal vb. koşulları gözardı ederek kör bir şiddetten medet umma, dürtüklenen PKK’ye özgü bir durumdur. Oysa seçimlerin yapılması ve ANAP’ın iktidar olması, düzende bir gediğin açılması demekti. Apocular için böylesi değişikliklerin hiç bir anlamı yoktu. Bayların düşüncelerine göre silah, her şeyin sihirli çözüm anahtarıydı. Partileri ve seçimleri, ortaya çıkan değişiklikleri sadece bir görüntüden ibaret olduğunu söylüyorlardı. Kitleleri buna inandırmak için de, ezbere Kuraan okuyan tekke müritleri misali avazları çıktığı kadar bağırıyorlardı. Kürdü Kürd’e kırdırmanın ‘teorik’ alt yapısı hazırlanıyordu;
“Türk kapitalizminin geldiği bu aşamanın bir gereği olarak, “demokrasiye dönüş” ya da “demokrasinin geri geleceği” söz ve anlayışları, cuntacılar açısından tam bir ikiyüzlülüktür; askeri yan yeniden maskelenebilse de Türkiye'de faşist rejim işbirlikçi-tekelci Türk burjuvazisi yıkılana kadar sürekli olacaktır ve olmak zorundadır” (Weşanên Serxwebûn Yayınları, KZR, s. 206)
“Halk devrimiyle yıkılana kadar böyle kalıcı bir biçimde kurumlaştırılmaya çalışılan faşist diktatörlükten "burjuva demokrasisine geri dönüleceğini" vaaz etmenin ve beklemenin kime hizmet edeceği oldukça açıktır” (Weşanên Serxwebûn Yayınları, FKMBCÜ, s. 29)
Her şeyden önce 6 Kasım seçimleri cuntanın toplumdan onay almadığını ve destek bulmadığının bir göstergesiydi. ANAP, her ne kadar demokratik halk muhalefetinin gelişmesi karşısında, ordunun desteğine ihtiyaç duyan bir güç olsa da, bir takım farklılıklar taşımadığı anlamına gelmez. Burjuvazinin Türkiye’de ortaya çıkış ve gelişme koşullarına bakıldığında, böylesi tavırlar içine girmesi karakterine uygundur. Ama her şeye rağmen ANAP’ın hükümet oluşu, cuntacıların oluşturmak istediği kurumlaşmanın reddi ve iktidarlarının tek alternatif olmadığının göstergesiydi. Bu ister istemez cuntanın oluşturmak istediği düzene karşı seslerin yükselmesini, eleştirilerin açıktan yapılmasını getiriyordu. Ayrıca, burjuvazi içindeki çelişkilerin daha açık ve net hale gelişinin ifadesiydi. Nitekim burjuva muhalefetleri, Demirel’in ve Ecevit’in takındıkları tutum, devrimci güçler açısından dikkatle değerlendirilmesi ve kullanılması gereken önemli araçlardı. İşçi sınıfı ve diğer emekçi yığınlar açısından bu dönemde, bir anlamda kendini arama, geçmişini irdeleme, içinde bulunulan koşulları sorgulama, değerlendirme ve yeniden toparlanışı sağlıyarak düzen değişikliği getirecek yöntemleri, taktikleri geliştirme arayışı ağır basıyordu. 12 Eylül’den sonra, şu veya bu eğilimin tek başına ve dıştan bir takım empozelerle emekçi yığınlara yön vermesinin olanaklı olamayacağı artık net olarak açığa çıkmıştı. Bu dönemde devrimci siyasal oluşumların, örgütlenmelerin dikkat etmesi gereken önemli noktalardan biri de, burjuva kanatlarının yürüttüğü muhalefetin peşine takılmadan, anti-faşist, anti-emperyalist yelpazede yer alan tüm kesimlerin çıkarlarını ifade edebilecek politik bir atılım içine girmekti. Zaten Doğru Yol Partisi, Sosyal Demokrat Partisi ve Demokratik Sol Partisi gibi bujuva muhalefet çevreleri denenmiş, yıpranmış güçlerdi. Bunların hem kitlelere yönelik söylemlerinde yeni bir şey yoktu, hem de ciddi olmadıkları bilinmekteydi. Ama bu dönemin çok zorlu, çetin ve bir dizi iniş çıkışlarla dolu olacağı, slogancılığa, sözde sosyalist bilinç götürme adına dar gurupculuğa; birkaç kişinin biraraya gelerek halk adına karar verme surumsuzluğuna, hele hele maceracılığa yer vermiyeceği açıktı. Görev; emekçi yığınların en basitinden en karmaşığına kadar tüm sorunlarına eğilme, en basit güncel problemlerden hareketle dönemin koşullarına uygun siyasal araçları kullanarak birleşik bir önderliği yaratmaktı. Ancak bu koşullarda, kitlelerin demokratik istemlerinin burjuva muhalefet çevrelerince istismarının önüne geçilebilinirdi.
Apocular için bunların hiç bir anlamı yoktu. Onlara göre Kürt halkı, uzayda keşfedilmemiş bir yerlerde duruyordu ve paşa gönüllerince de istedikleri gibi davranabilirlerdi. Nitekim öyle de yaptılar. Bayların, adına “gerilla mücadelesi” dedikleri, özünde CIA’nın ve yerli işbirlikçilerinin emir-komutasında olan kavgayı başlatmaları, Türkiye’de ve bölgede bir dizi derin istikrarsızlıklar yaratmaya yönelikti. Amaçlanan; dönemsel ve uzun vadeli çıkarlara hizmet edecek karkaşalık yaratmaktı. Yaşanılan dönemin koşullarında, düzene karşı çıkma adına, Apocuların öne sürdükleri iddialar dikkate alınırsa, kimlere ve niçin hizmet ettikleri daha iyi anlaşılır.
PKK’nin silah patlattığı dönem, burjuva cephesinde bir toparlanmanın yaşandığı ama buna karşın, emekçi yığınların saflarında egemen yan olarak arayışın ağır bastığı bir dönemdi. Sendikalaşma bir tarafa, dernek çalışmalarının bile önüne geçildiği, yığınların yeni bir atılıma henüz hazır olmadığı bir dönemdi. Ama Apocular için bir halkın geleceği hiç önemli değildi. Onlar için karanlık güçlerin dayattığı provakasyonları ne pahasına olursa olsun hayata geçirme sözkonusuydu. ABD emperyalizmi ve yerli işbirlikçi kanadın Türkiye için biçtiği rol, başka türlü hayata geçiremezdi.
Böylesi bir çıkışın, tüm sınıf ve tabakalarda olumsuz yönde bir etki yaratacağı bilinen bir gerçekti. Başta işçi sınıfı olmak üzere tüm emekçi yığınlarca tepkiyle karşılandı. Nitekim, bunu çok iyi bildikleri için, kendilerine teorik kılıflar aramaya koyuldular. Böylesi koşullarda bulacakları teorik kılıf, doğal olarak işçi sınıfının gücünü, önderlik rolünü reddetmeden başka bir şey olmayacağı açıktı. İşçi sınıfının oynamakta olduğu ve gelecekte oynayacağı rolü inkâr etmekle kalmıyorlar, Çar ve Çan Kayşek vb. babalarına taş çıkartıtcasına işçi sınıfının ve emekçi kitlelerin düşmanı olduklarını tüm sırıtkanlıklarıyla ortaya koymaktan çekinmiyorlardı. Yayınlamış oldukları kitap ve gazetelerine bakıldığında, bunlar çok açıkça görülür.
İşçi sınıfı ve tüm emekçi yığınları ihanetci, dolayısıyla silahla karşı koyulması gereken güçler belirlemelerinden sonra, ister istemez geriye tek bir şey kalıyordu, o da; sınıfdışı kesimle çapulculuk yapacaklarını çok geçmeden ilan etmekti. Yani ne pahasına olursa olsun tüm emekçi yığınların örgütlenme çalışmalarının önüne geçmekti. Nitekim yapılan da o oldu. Kitleler daha katmerli bir baskıya terk edildi. Bu seferki baskı tek kanattan değil, aynı merkezin iki kanadı taraftan yapılıyordu. Baskı ve göç, sadece yeni dönemin bilinen köşe dönücüleriyle gerçekleştirilmiyor, aynı zamanda planlı bir biçimde Apocu kolluk kuvvetlerince de gerçekleştiriliyordu. PINARCIK, TAŞDELEN, İKİKAYA, ÇEVRİMLİ ve daha birçok yerde çocuk ve kadınlara yönelik yaptıkları katliamlarla, Apocular gerçek kimliklerini hiçbir tartışmaya yer bırakmayacak biçimde ortaya koyuyordu. İşledikleri cinayetlerden duydukları sevinci açıktan dile getiriyorlardı;
“Pınarcık gerçeşinde bir kez daha ortaya çıktığı gibi, Kürdistan'da ihanete yaşam tanınmayacak ve hainler de cezasız bırakılmıyacaktır”(Berxwedan,Temmuz,1987.s.3
Bu durum karşısında yıllardan buyana ABD emperyalizminin yalaklığını yapan, onun artıklarıyla büyümeyi meziyet edinmiş vurguncu, rantçı güçler çok rahat hareket ediyor; feodal çıkar çelişkilerini, aşiretsel bölünmüşlüğü ve mezhepsel farklılıkları kullanarak toplumsal yapıda varolan çöküntüyü ve çelişkileri daha da derinleştiriyordu. İttifak halinde her iki taraftan geliştirilen baskı ve yoğun sömürü altında halk, en ufak taleplerini dile getirmekten men ediliyordu.
Yine sorumlu devrimci bir güç, ciddi bir çıkışı gerçekleştirirken, diğer parti ve guruplarla sıkı ittifak ve dayanışma içinde olmaya özen göstereceği gibi, Türkiye genelinde içinde bulunulan konjönktörü çok yönlü gözönünde bulundurmak zorundaydı. Kaldı ki 12 Eylül hareketi, kökene bakılmaksızın veya bölge ve milliyet ayrımı yapılmaksızın, tüm emekçi yığınların birlik ve dayanışma içinde düzene karşı mücadelesinin ne kadar gerekli olduğunu bütün çıplaklığıyla ortaya koymuştu. Böylesi bir birliğin olmadığı koşullarda, sonuç alıcı bir hareketin içine girilemeyeceği ve dolayısıyla tekelci egemen güçlerin kolay yönetir konumda kalmasına hizmet edileceği bilinen bir gerçekti. Nitekim günümüzde PKK aracılığıyla yaratılan dumanlı ortamda, yönetir durumda olan güçlerin birçok alanda girdiği istikrarsızlığa rağmen, rahatça yönetmeye devam etmeleri bir yana, güçlerine güç kattıklarını görmekteyiz. Zaten Türkiye’de burjuvazinin tarihi, bir anlamda da, entrikalar ve korkular yaratma tarihidir.
Apocular, emekçi yığınlarının örgütlenme, demokrasi ve özgürlük kavgasının önünde engel oldular. Türkiye genelinde çağdışılığın, her türlü gericiliğin gelişip güçlenmesine ellerinden gelen yardımı yaptılar. Emekçilerin, sosyalistlerin kıyımına, kıyımdan arta kalanların hapishanelere gönderilmesinin motor gücü haline geldiler.
Ağızlarından düşürmedikleri onbeş yıllık sözüm ona savaş sonucunda bir metre karelik bir alanı elde tutma başarısını sağlama bir tarafa, bir gerilla timini bile örgütlemekten aciz olduklarını kendi ağızlarıyla itiraf etmekteler. Bu durum kontralar olduklarının da itirafıdır. Amerikan emperyalizminin ve yerli işbirlikçilerinin Türkiye’ye dayatmak istedikleri politikaların bir aracı olduklarını sonuçta Apocu güruhta itiraf eder noktaya gelmiştir.
Bu noktada insan sormadan edemiyor; acaba bayların çizdikleri o meşhur hayali aşamalarının birinci evresi, daha ne kadar uzun sürecek? Birinci aşamaları bir adımlık mevzi kazandırmayıp onbinlerin yok olmasına neden olurken, diğer aşamaların nelere mal olacağını insan düşünmek bile istemiyor. Açıkcası; köy basarak, kadın, çocuk, genç, ihtiyar demeden halkı kurşuna dizme, haraç toplama, vermek istemeyenlerin, veremeyenlerin buğday tarlalarını yakma ve göçe zorlamanın adı gerilla savaşı değil, kabile dönemi eşkiyalığı ve çeteciliğidir. Daha doğru bir ifadeyle, Mau Mau, Unita ve Kızıl Kemer’lerin en piçleştirilmiş biçimiyle karşı karşıyayız.
Evet, bu iddialarımızı doğruluyorlar. Halkın çıkarları için değil, en rezilce yöntemlerle edindikleri sermayelerinin çıkarları için hareket ettiklerini bizzat kendileri söylemekte. Hazır reçete senaryolarla halkı aldattıklarını dile getirmekten çekinmemektedirler;
“Kürdistan’da silahlı propaganda biçiminde başlıyacak olan gerilla savaşı, bu görevlerin askeri ölçüde gerçekleştirilmesiyle birlikte gelişmiş gerilla dönemine girilecek... Türkiye’deki devrimci siyasal gelişmeler hızlanacak, Kürdistan’ın diğer parçalarındaki ulusal kurtuluşcu gelişmeler ve bunlarla olan ilişkiler güçlene- cektir (...) Gerilla savaşı böyle gelişmeleri ortaya çıkardığında (...) Kürdistan’da gerilla savaşı bir üst evreye, düzenli ve yarı-düzenli birliklerin hareketli savaşı evresine geçilecektir (...)Böyle bir aşama, (...) stratejik denge aşamasına geçildiği bir aşama olacaktır (....) Bu aşamada (...) Türkiye ve Kürdistan’da girişilecek halk ayaklanmalarıyla burjuva ordusu dağıtılabilecek,(....) Ama eğer böyle bir durum çeşitli nedenlerden dolayı gerçekleşmezse... Kürtler, eski meşhur geleneklerini uygulayarak dağlara çekilir, ilkel bir tarzda da olsa dağlarda varlıklarını koruyabilirler.” (Kürdistanda Zorun Rolü,s, 187-302-303-304)
Anlamayan kafalar için tekrar vurgulamak zorundayız: Halkın çıkarlarını temsil ettiğini iddia eden, ciddi devrimci mücadele yürütmek isteyen hangi güç, yukarıdaki gayri ciddi senaryoyu çizer? Bu senaryo karanlık güçlerin tezgahında hazırlanmış bir senaryodur. Halk için kavga verenlerin nihayi hedefi, kazanmaktır. Ama bayların amacı kazanmak değil, dağlara çıkıp pintilik yapmadır. Yani vurgundan edindiklerini az veya çok ellerinde tutma gayretidir. Çetelerle, hırsızlarla, mafya ve CIA’nın yol göstericiliğinde daha birçok istihbarat örgütleriyle içiçe bir yaşam sürdürmelerinin bir nedeni de budur. Sonuçta bu durumlarını gizleyemez hale geldiklerinden, halk için birşey yapmadıklarını, silahla oyun oynayıp durduklarını söylemekteler;
“Hemen belirtelim ki, geçen yıllarda biz iyi savaşmadık, yani taktiğe göre savaşmadık.(Yani yeniden dağlara çekilmek için.BN.) Biz, aslında biraz savaşla oynadık. (Abdullah Öcalan, 12 Eylül Faşizmi ve PKK Direnişi, s. 478)
Ve daha sonra da ;
“Zafere güven, halka zaferi garantileme gibi garipten haber vermeye de niyetim yok” (Abdullah Öcalan, Devrimin Dili ve Eylemi, s. 223)
İşte, Kürt halkına karşı işlenen ihanetin korkunç itirafları. Kahrolası asalak yaşamlarını sürdürebilmek için halkın kanını dökmeye devem edeceklerini ısrarla belirti- yorlar ve mümkün olan en fazla insanın yokoluşunu sağlamayı temel ilkeleri haline getiriyorlar;
“Çok kan dökülmesi gerekiyor(...)milyonlarca insanın ölümü hiçbir şey değildir. Botan suyundan daha fazla kan akmalı, her dağda, her ağcın altında, her taş kovuğunda şehitler vermeliyiz”
“Bozova'da su gibi akıttığımız kan, o çok bitek olan, ancak beslenemediği için çatlaklaşan topraklarında özgürlük tohumlarının yeşermesini sağlıyacaktır.” (Serx, sayı 42. s,6)
İsmail Beşikçi’nin neden mezar doldurmakla ya da yoktan var etmekle bu kadar ilgilendiğini insan şimdi daha iyi anlıyor. Bay Beşikçi’ye sormak gerekir; atıfda bulunduğunuz ‘1984 atılımı’ milyonlarca insanın ölümü hiç bir şeydir, her ağacın altında, her taş kovuğunda bir ceset olmalı diyor ve daha su gibi kan akıtılacağını söylüyor. Siz bunları daha ne kadar onaylamaya devam edeceksiniz? Kim böylesi bir pratiği onaylıyorsa, bir vampirden farkının olmadığını kabul etmelidir.
Yazar, karşısında duran canlı örnek Abdullah Öcalan’ı bir tarafa bırakarak, Machiavelli’yi irdelemesi anlamlıdır. ‘Mezardan çıkan Kütlüğe’ bu kadar övgüler yağdırması demek boşuna değilmiş! Kan ve ceset, duygularına bu kadar mı sesleniyor demekten insan kendini alamıyor. Yine ‘...15 yılı aşkın bir zamandır süren bu gerilla mücadelesinin Kürt toplumunda çok derin, köklü ve yaygın değişiklikler yarattığı, siyasal kültürü arttırdığı...’* derken, Pınarcık, Taşdelen, İkikaya, Çevrimli vb. katliamlarını kastediği açıkça ortada. Tarihte Kürt’ün Kürt’e karşı böylesi katliamlar yapmadığı ve bu anlamda bu tür katliamların bir ‘katkı’ olduğu doğrudur. Yapılan bu katliamların siyasal kültüre ne tür ‘olumlu’ katkılar yaptığını irdeleme Beşikçi’nin görevidir. Böylece bir buluşunu! daha açımlamış olur.
Çatlaklaştığı iddia edilen toprakların kanla sulanma- sına övgüler yağdıran Beşikçi, böyle bir davranışı gösterirken hangi etik ya da ahlâk kurallarıyla hareket ettiğine de açıklık getirmek zorundadır. İnsan ilişkilerinin tarihi süreç içinde deney ve tecrübelerine dayanarak belirlenmiş ahlâkın, kişilerin bencil çıkarlarına indirgenmesi sözkonusu olamaz. Kişiler insan ilişkilerinin belirlediği etik değerleri kabul edip etmemekte elbette özgürdür. Ama bu noktada da insanın bağımsız düşünmesi ya da özgür olup olmaması gündemleşir. Özgür olmayan insanların özgürce düşünmesi, özgür davranış sergilemesi tabii ki mümkün değildir. Zaten böylesi insanlardan bağımsız davranışlar sergilemesini de bekleyemeyiz. O zaman Beşikçi, kendisine ve diğer insanlara karşı ahlâki yükümlülükleri yerine getirmekten uzak olduğunu, esir alındığını açıkça söyliyebilmeli. İçinde bulunduğu bu gerçeği itiraf ettiği anda doğal olarak eleştiri hakkım ortadan kalkar. Ama daha fazla popüler olmak, yani sırf adından söz ettirmek için özgürlüğünü feda edip gönüllü olarak PKK türü karanlık güçlerin emir komutası altına girmeyi kabul etmişse, o zaman söylenecek çok şey vardır. Ama etik değerleri ayaklar altına almada gönüllü olduğunu açıkça itiraf ediyor. Bunun en keskinleşmiş kanıtı da, ‘...Apo’ları çoğalmak gerekir... Onlarca, yüzlerce Apo olmalıdır.’ Çağrısıdır. Beşikçi, kıraldan daha kıralcıdır. Sedece Bozova’nın kanla sulanmasıyla yetinilmemesini, Harran’ ın ve daha bir çok ovanın, hatta tüm dağların da kanla sulanması yönünde yürüttüğü çabalara bakmak gerekir. Su gibi kan akıtılması için bir Apo’nun yeterli olamayacağını, bu nedenle birçok Apo’lara ihtiyaç duyduğunu hiç çekinmeden ilan ediyor. Üstelik bu çağrıyı yaptığı yer, Sağmacılar Cezaevi. Kolluk kuvvetlerinin himayesinde, Resul Altınok, Çetin Güngör, Saime Aşkın, Suphi Karakuş, Mehmet Şener vb. daha bir çok devrimcinin katledilişine alkış tutarak, ’Viva la muerto!’*** diye avazı çıktığı kadar bağırıyor. Neyse, sloganını atmaya devam etsin...
Ayrıca böylesi provakativ bir çıkış, ülkemizde işçinin, köylünün, tüm emekçi yığınların ekonomik ve siyasal taleplerini etkisiz kılmaya hizmet etti. Yürütülen demokrasi mücadelesini uluslararası destekten yoksun bıraktı. Demokrasi ve özgürlük kavgası terörizmle özdeşir oldu. Avrupa ülkelerinde devrimci-demokrat kamuoyunun desteğinin geri çekilmesine neden oldu.
Devrimci-demokrat tüm güçleri yok edilmesi gereken düşmanlar olarak gören Apocular, niyet ve amaçları kitleler nezdinde netleştikçe daha bir pervasızlaştı; bu sefer, açıktan, Saddam dahil Arap ve Avrupa emperyalist ülkelerinin istihbarat güçleriyle geliştirdikleri ilişkilerle, Kürt halkını bu güçlerin elinde paravana haline getirmeye çalıştılar. İşbirliği yaptıkları, daha doğrusu hizmetkârı oldukları istihbarat örgütleri tarafından PKK, günlük ve geçici çıkarlar için zaman zaman ileriye doğru dürtüklendi veya geriye çekildi. Günlük değişen çıkarlara göre yönlendirilen bir kukla olduklarını artık inkâr edemez hale geldiler.
Kürt halkı esrar, eroin kaçakçılığıyla ve mafya tetikçiliğiyle, cinayetlerle eşanlamlı anılmaya başlanmıştır. İstanbul’da, Ankara’da, Diyarbakır’da, daha doğrusu her hangi bir yerde basit bir iş bırakma eylemine bile kuşkuyla bakılır oldu. Lüks bir dairede rahatça uyuyabilmek, yumuşak koltuklarda televizyon seyretmek, telefon ve telsizlerle sağa sola talimatlar gönderebilmek için Türkiye’de demokrasi mücadelesini arkadan hançerleyenler, bunun hesabını er veya geç vereceklerdir.
Apocuların eylemlerinin yolaçtığı sonuçlar sadece bu kadarla sınırlı kalmamıştır Kuzey Irak’ta Saddam rejimine karşı yürütülen mücadelenin önünde nasıl engel oluşturdukları madalyonunu bir diğer yüzüdür. Bilindiği gibi İran’la Irak arasında savaşın başlamasıyla birlikte, Irak’ta demokratik güçler için tarihsel bir fırsat ortaya çıkmıştı. Bu iki ülke arasında ortaya çıkan çatışmanın doğurduğu boşluktan yararlanan Kürt ve Arap devrimci güçleri, Saddam rejimine karşı savaşımlarına yeni boyutlar kazandırarak çok önemli başarılar sağlamışlardı. Elbette bu durumdan, ABD ve Ortadoğu gericiliği fazlasıyla rahatsız olmaktaydı. Bölgede kontrolleri dışın- da gelişmeyi kabul etmeleri düşünülemezdi.
PKK, bölgeye adımını atmadan önce gerçek niyetini gizlemek için elinden gelen her türlü gayreti gösterdi. Bölgenin yurtsever güçlerine adeta yalvardı. Her türlü işbirliğine ve dayanışmaya hazır olduğunu söyliyerek kuzu postuna büründü. PKK için önemli olan geliştireceği provakasyoların önadımı olarak K.Irak’a yerleşebilmekti. Bunun için gerekli her türlü vaadi bolkeseden verdi; hiçbir şekilde ve koşulda çatışmadan yana tavır almayacağına, birlikten başka bir amacının olmadığına sözverdi. Ama gerçek niyetlerini uzun süre saklayamadılar.
Apoculuk çeşitli düzenbazlıklarla bölgeye girdiği andan itibaren, geliştirdiği provakasyonlarla emperyalist güçlerin bölge üzerinde etkinliğini arttırıcı yönde yoğun bir çaba içine girmeye başladı. Saddam rejimine karşı direniş geliştiren güçlere karşı Apocular katliamlar geliştirmiştir. Bayların bölge halkının en acılı, en zor günlerinde nasıl çapulculuk ve yağmacılık yaptıklarını burada tüm ayrıntılarıyla değinmeye gerek görmüyoruz. Apoculuk, eylem, anlayış ve işbirlikçi karakteriyle prova- kasyonlarına teorik kılıf bulma çığırtkanlığını istediği kadar ayyuka çıkarsın, konumunu ve yüklendiği rolü örtbas etmesi olanaklı değildir. Yarım yamalak Kürtçeleriyle Kürt olduklarını iddiadan hareketle, “Kürtlerin yaşadığı her yere gider ve istediğimi yaparım” tavrını ancak bir eşkiya, karanlık güçlerin elindeki maşalar gösterebilir. Devrimci olduğunu söyliyen hiç bir siyasal güç, bölgenin var olan siyasal ve sosyal gerçeğini gözardı edemez. Somut gerçekliği görmeyip, ellerine tutuşturulmuş global yaklaşım taktiğini sergilemesini, salt küstahlıkla açıklanması yeterli bir tavır değildir. Bölge halklarının demokrasi ve özgürlük mücadelelerine saygılı olmayı, onların içişlerine karışmamayı içine sindiremediğinden, her gelişmenin merkezine kendini oturtmak istiyor. Bu bir devlet erki politikasıdır. Bu noktada PKK’nin, bölgede hangi erki temsil ettiği açıkça ortadadır.
Beşikçi’nin Kürt halkını ‘meftun’gösterme gayretlerini biraz daha açmada yarar olduğu kanısındayım. Bu nedenle 40’yıllardan 70’li yılara kadarki ekonomik ve siyasi uygulamalara kısaca değinmekte yarar var. Çünkü bu yıllar arasındaki mevcut taplo, Beşikçi’nin iddialarının tersini göstermekte.
Dostları ilə paylaş: |