Yaklaşan Genel Seçimler Üzerine


EMPERYALİZMİN KAFKASYA POLİTİKASINDA



Yüklə 2,07 Mb.
səhifə13/31
tarix07.01.2019
ölçüsü2,07 Mb.
#91581
1   ...   9   10   11   12   13   14   15   16   ...   31

EMPERYALİZMİN KAFKASYA POLİTİKASINDA

TÜRKİYE’NİN OYNADIĞI ROL
Kafkaslar günümüzde Ortadoğu kadar önemli olan bir bölge özelliğine sahip konuma gelmiştir. Çok zengin gaz ve petrol rezervlerine sahip olduğu için, siyasal açıdan yirmibirinci yüzyılın dünya dengesinde önemli bir yeri olacaktır. Kafkaslarda henüz berrak bir siyasal zemin yoktur. Yani, bu bölgede bulunan ülkelerde oturmuş siyasal rejimlerden bahsetmek için henüz erkendir. Başta ABD olmak üzere Almanya, Fransa ve İngiltere bu bölgedeki ülkeleri ekonomik ve siyasal açıdan kendilerine bağlamak için yoğun çaba göstermektedirler. Bu konuda önemli mevziler kazandıklarını da görmekteyiz. ABD’nin ve Rusya’nın geliştireceği stratejiler, bölgenin geleceğinde belirleyici rol oynayacağı görünmektedir. Her ne kadar ABD, Fransa, Almanya ve İngiltere Kafkasyanın yağmalanmasında birbirleriyle yarışırcasına hareket ediyorlarsa da, yine de, Rusya’nın etkin gücünü dikkate aldıklarından ortak bir noktada buluşmaktadırlar. Bu ülkeler stratejik hedeflerini uygulamaya koyarlarken, Çin’i de hesaba almak zorunda kalmaktadırlar. Özellikle ABD’nin stratejisi Türkiye’yi yanına alarak bu bölgede Rusya’nın etkinliğini mümkün olduğunca sınırlamayı, bölgenin zengin petrol ve gaz rezervlerini olabildiğince kullanıma açarak tüm Asya’yı daha kolayca denetim altında bulundurmayı amaçlamaktadır. Bölge ülkelerinin siyasal yönetimlerine egemen olan anlayış, sosyalizmin kazanımlarını inkar ve heba ederek, serbest pazar ekonomisi adı altında ülke olanaklarını emperyalist güçlere peşkeş çekmedir. Bu anlayışa bu ülkelerdeki azınlık, mezhep ve sınır çatışmaları gibi ağır sorunlar eklenince, emperyalist güçler politikalarını daha kolayca uygulamaktadır.

Bugün Hazar Denizi’nde kıyısı bulunan ülkeler arasında yaşanan çelişkiler, Ermenistan’la Azerbaycan arasındaki Karabağ ve Gürcistan’la Ermenistan ve Rusya ile genel olarak Kafkas ülkeleri arasındaki bir dizi sorunlar, kısa dönemde çözüme kavuşacağa benzememektedir. Bu ülkelerin emperyalist ülkelerle ilişkilerini sıklaştırmada, yaşanan böylesi çelişkiler önemli rol oynamaktadır. Bölgenin ekonomik olanakları büyük ölçüde emperyalist güçlerin emrine sunulmuştur. Hatta ordularının eğitim ve donatımlarını Batılı güçlere dayandırmaya başlamışlardır. Bu noktada Türkiye çok önemli bir rol oynamaktadır. Türkiye bugün ABD’nin desteğinde Azerbaycan, Gürcistan başta olmak üzere, diğer Türk cumhuriyetlerinde küçümsenmiyecek ekonomik ve siyasal etkinliğe kavuşmuş, adeta onların koruyucu gücü haline gelmiştir. Bakü-Ceyhan petrol boru hattı gibi dev projeyi kullanarak, hem bölge ülkeleri üzerinde önemli oranda etkinlik kurmayı, hem de emperyalist güçler nezdinde stratejik önemini bir kat daha arttırmayı amaçlamaktadır. Ama tüm bu gelişmelere karşın, Rusya’nın genelde Kafkas ülkeleri üzerindeki etkisini veya gücünü yitirdiğini söylemek için henüz erkendir. Rusya’nın önümüzdeki süreçte nasıl bir tavır takınacağı ve denge konumuna gelip gelemeyeceği bilinmemektedir, ama birçok noktada kendine mihenk taşı edineceği de bir gerçektir.

Bugün için genel olarak Kafkasya sorunlarla dolu bir bölgedir. Türkiye’nin bu sorunlardan kendini ayrı tutma olanağı yoktur; hem bölgesel çıkarlarını ve hem de ABD’ nin çıkarlarını koruma anlayışı sözkonusudur. ABD’nin çıkarları diyoruz çünkü Türkiye, ABD’nin ekonomik ve siyasal desteği olmaksızın fazla bir rol oynama şansı yoktur. Ama uzun vadeli ve ciddi sorunlarla karşılaşmamak için de Rusya Federasyonu ve ABD arasında bir denge sağlamak zorundadır. Bu dengeyi sağlıyabildiği oranda Kafkas petrolünün ve gazının uluslararası pazara taşıyacak boru hatını tartışmasız hale getirebilecektir. Bakü-Ceyhan petrol boru hattı projesi gerçekleştiği andan itibaren Türkiye’nin stratejik önemi, hem Batı Avrupa hem de Ortadoğu açısından bir kat daha artacaktır. Artık Türkiye “dokunulmaz” bir güç konumuna yükselecektir. Bu ister istemez Türkiye’yi Ortadoğu, Balkan ve Kafkas ülkeleri üzerinde ekonomik ve siyasal açıdan etkinlik kurabilecek bir güç konumuna yükseltecektir. Bir anlamda İngiltere’nin Avrupa’da oynadığı rolü Türkiye bu bölgelerde oynayacaktır. Türkiye’nin böyle bir düzeye gelmesine muhtemel itiraz edecek olanların başında daha çok Almanya ve Fransa olacaktır. Bu güçler Türkiye pazarından daha fazla yararlanmayı dayatmaları yanısıra politik açıdan da Türkiye’yi önemli oranda kendi yanlarında görmek isteyeceklerdir. Bu yönlü itirazlar önümüzdeki süreçte daha fazla duyulacaktır. Bunun işaretleri daha şimdiden görülmektedir. Ama tüm bu taktiksel kavgalar bir tarafa, artık emperyalist sistem açısından Kafkasya Ortadoğu’yu da belirlemektedir. Bu politika ikibinli yılardan itibaren daha belirgin hale gelecektir.
ARALIK 1999

'DERSİMDE ANALAR AĞLAMADI MI?

 

 

 



    10 Kasım’da Büyük Millet Meclisin’de düzenlenen ‘açılım’ oturumunda CHP’li Onur Öymen bir konuşma yaptı. Onur Öymen bu konuşmayı Cumhuriyet Halk Partisi başkan yardımcısı olarak CHP grubu adına yaptı. Yani partisinin ‘açılım’ üzerine görüşlerini aktardı.Bu anlamda bağlayıcılığı tartışma götürmez. Ama konuşma çok büyük tepkiler topladı. Tepkilerini dile getiren iyi niyetli insanların hayal kırıklığına uğradığını pek sanmıyorum. Sorun tartışılmaya başlandığından bu yana Deniz Baykal’ın çıkışları dikkate alındığında, böylesi bir noktaya gelineceği belliydi. Öymen’in konuşması, partisinin ve başkanının tepkilerinin sadece bir özetidir. Bu konuşmayla CHP, buyrukçu ‘toplumsal dönüşüm’ sağlama kimliğini bir kez daha tescil etmiştir. Tarihe vurgu yapması bu nedenledir.

    Burjuva basını ise bu olayı, ‘Aleviler yürüdü’ ya da ‘protesto ediyor’ manşetleriyle duyurdu. Oysa sorunun bir mezheple alakası yoktur. Geçmişte kıyıma uğramış olanlar alevi veya bir başka mezhepe ait olmuş olabilirler. Olayı bu şekilde verme, tarihe atıfta bulunularak dile getirilen sorunu hafife almadır. Bu, geliştirilmek istenen bir takım perovakasyonlara önayak olmadır. Aynı zamanda tasfiye edilmekte olan eski derin devlet kalıntılarına ‘Harekete geçin’ mesajıdır. Böylece yıllardan bu yana ülke çapında estirilen terörün devamı sağlanmak istenmekte. Bu bir psikolojik savaş biçimidir. Kan akışının durduğu noktada kanla beslenenlerin sürekli büyüyemeyeceği ortadadır. Kanla büyüme varken ne beyin gücüne ne de makinaya yatırım gerekmiyor. Son 30 yıldır şiddet ortamında çok büyük ekonomik ve mali güce kavuşmuş bir takım asalak çevreler, şiddet ve terör ortamını kesintiye uğratmamak için, başlatılmak istenen yeni sürecin önünü tıkamak istemektedir. Ülke topraklarını bombalayan ordu hergün ortada gözükmezse, bu kesimin asalak bir tarzda sürekli büyümesi mümkün değildir.

    CHP bu söylemiyle sadece Kürtlere değil, tüm Anadolu’ya gözdağı vermekte.Bu gözdağı, aynı zamanda Anadulu’daki sosyal değişime, aydınlaşmaya karşı gözdağıdır. Mecliste yapılan bu konuşmayla, Kürdü Kürde kırdırma politikasının devam etmesinden yana olan talancılara yarenlik yapılmıştır. Mecliste parti grubu adına konuşma hakkı bu nedenle Öymen’e verilmiştir. Öymen klasik ‘seçkinci’ takımın temsilcisidir. Aynı zamanda terör ortamından beslenenlerin sözcülüğünü yapmaktadır. Bu takımın tüm becerisi, tarih boyunca anaları ağlatmasıdır. Şimdi korkuyorlar, adeta diken üzerinde duruyorlar. İpin ucunun ellerinden kayma olasılığına meydan vermek istemiyorlar.

    Öymen, konuşmasını sorularla zenginleştirmesi çok ilginçtir. Dersimde analar ağlamıştır demiyor, ‘ağlamadı mı?’ diyor. Yani, ‘bizi, herhangi birileriyle karıştırmayın’ demek istiyor. Eğer biz yaparsak, tek tek değil, toplu halde, gerekirse gazla yaparız, ağlamaya bile fırsat bırakmayız demek istiyor. Gerçekten de Dersim katliamında analar kaybettiklerine ağlama fırsatını bulma bir tarafa, arta kalanları yaşatabilmenin çabasını vermişler ve bazılarını yaşatabildikleri için şükretmişler, hatta ‘sevinç’ bile duymuşlardır. Dersim’de o döneme şahit olmuş kişilerle konuşmuştum; kimi Ayşe’yi, kimi Ali’yi, kimi Hüseyin’i koruyabildiği için ‘şükür, bin defa şükür’ diyordu. Kimi de hiçbir yakınını koruma şansına sahip olamamıştı, onlar da, ‘artık ağlıyamıyorum, gözyaşını çoktan unuttum’ diyordu.

    Öymen’in, hitap tarzını bu biçimde formüle etmesinin amacı, tehditlerinde ne kadar ciddi olduklarını gösterebilmek içindir. Acıyı bilerek hatırlatıyor. 71 yıl önce yaşanmış acıyı tazelediği, güncelleştirdiği oranda korku salmayı hedeflemekte. Dolayısıyla Kürt halkına karşı duyduğu kin ve nefreti ifade etmekte. ‘Analar ağlamıştı’ deseydi bir gerçeği kabul etmek zorunda kalacaktı. Bu nedenle konuşmasına sorularla devam ediyor. Bu konuşmanın meclis üyelerince alkışlandığını da unutmamamk gerekiyor.

    Kısa bir aradan sonra mesaj yerine ulaştı; Kandil’in bazı uzantıları ‘protesto’lar düzenledi. Bunlar demokratik kamuoyunun protestolarını amacından saptırmak istemektedir. Çoğu insan bu protestolara gerçekten temiz duygularıyla katılmaktadır. Saf duygularla protestolara katılan insanların çoğu oynanmak istenen oynun farkında değildir. Habur Gümrük Kapısı’nda teslim olmayı düğün davulla karşılattıran gizli elle, Öymen’in konuşmasına yönelik protestoları amacından saptırmak isteyen ‘gizli’ el aynıdır. Mecliste yapılan bu konuşma elbette protesto edilmeli, mümkün olan en geniş yığınlarca protesto edilmeli. Ama bunu, mezhebe indirgemeden ve demokratik kamuoyunun tepkilerini Kandil’e zincirlemeden yapmalı. Sorun sadece alevilerin sorunu değildir, tüm insanlığın sorunudur. Eğer bunlara dikkat edilmezse, oyuna gelinmiş olunur. Çünkü Cumhuriyet Halk Partisi yönetiminin kolkola girdiği kesim de bunu istemektedir.

    Bu konuşmayla halk bir anda galyana getirilmek istenmiştir. CHP’nin esas amacı kitlesel terör ortamı yaratmaktı. Bekledikleri amaca ulaşamadıklarını söyliyebilirim. Halk bu oyna gelmemiştir

    Katliamlara karşı kitlesel tavır koymak için illada Öymen’in konuşmasını beklemeye de gerek yoktu. Sudan devlet başkanı İslam Ülkeleri Konferansı için istanbul’a geldiğinde, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, ‘Müslümanlar katliam yapmaz’ yönlü bir açıklama yapmıştı. Bu konuşma bazı gazete sütunlarında kısa haberle geçiştirildi. Oysa demokrasi ve özgürlük için mücadele ettiğini iddia edenler, bu demeç karşısında suskun kalmamalıydı, en geniş kitlesel protestoyu başlatmalıydı. Çok fazla gerilere gitmeye gerek yok; Maraş, Çorum ve en son Sivas’ta yapılanlar, Müslümanlık adına yapılan katliamlardı. Yani, Mülümanlar katliam yapmaz diye bir şey yoktur. Katliamları sadece başka dinlere özgü olarak kabul etme, dinler arası savaştan yana tavır alma demektir. Böylesi bir değerlendirmede bulunanların demokrasi ve özgürlükler konusunda ne kadar ciddi olduklarını gösterir.

 

 

17.11.2009



BAKİ KARER

 

 



MANZARA-İ UMUMİYE

 

 



    21-29 Şubat tarihleri arsında Kuzey Irak’a yapılan askeri operasyonundan sonra muhalefet partileri, özellikle CHP ve MHP’den sert eleştiriler geldi. Harekȃta karşı yöneltilen eleştirileri özetleyecek olursak; ABD’nin Türkiye’ye karşı bir oyun oynadığı, hükümetin operasyon boyunca beceriksiz olduğu, yani diplomaside başarısız kaldığı ve sonuç olarak, askeri operasyonun başarıyla sonuçlanmadığı yönündeydi.

    İlk bakışta, eleştilerine haklılık kazandırılacak nedenler de yok değildi. ABD savunma bakanı operasyonun altıncı gününde Ankaraya geldi ve harekȃt en kısa zamanda sonuçladırılmalı diye bir kaç kez demeç verdi. Bu görüşünü, Ankara’da yetkililerle paylaştığını çekinmeden basın mensuplarının karşısında dile getirdi. Hemen arkasından Bush devreye girerek operasyonlara son verilmesi gerektiğini söyledi. Ama gerek savunma bakanı gerekse de Bush herhangi bir tarih belirtmediler. Hatta Bush’un demeci savunma bakanının demecine nazaran daha yumuşaktı. Adeta işinizi gördükten sonra kalıcı olmayın demek istiyordu.

    Amerikalı yetkililerin demeçlerinin havada uçuştuğu bu kısa süre içinde, Ankara’da ne Başbakan’dan ne de Genel Kurmay Başkanı’ndan askeri birliklerin geri çekileceğine dair en ufak bir işaret gelmedi. Aksine verdikleri demeçlerle, bir süre daha orada kalınacağı izlemini uyandırdılar. Fakat 29 Şubat saat 16’dan itibaren Kuzey Irak’a yönelik operasyonun bittiğini ve askeri birliklerin geri çekildiğini Genelkurmay Başkanı Büyükanıt bizzat açıkladı. İşte, ne olduysa bundan sonra oldu. CHP ve MHP, hükümeti ve Genelkurmayı hedef alan zehir zembelek açıklamalarda bulundular. CHP, tarihinde, belki de ilk defa, Ordu ile karşı karşıya gelmiş oldu. Ama sonuç, hiçte beklenilen türden olmadı; hükümetlerin alışık olduğu muhtırayı bu sefer muhalefet aldı. Hem de çok ağır biçimiyle; hainlikle suçlandılar. Muhalefet, özellikle CHP açısından bakıldığında hoş bir ‘manzara-i umumiye’ ortaya çıkmamıştı. Atatürk’ün kurduğu parti ‘hain’ olarak nitelendirilmişti.

    CHP, yazılı ve sözlü demeçleri arasına sıkıştırdığı şifrelerin kendisini vuracağını tahmin etmemişti. Daha doğrusu, şifreleri tersinden okumaya alışık değildi. Daha anlaşılır biçimiyle ifade edersek, ‘Nişantaşı’na bomba düşmüştü. Aslında, saray erkanı elit kesimin politik manevralarının hemen her alanda iflası, net bir biçimde  dile getirilmiş oldu

    Takıntılarından bir türlü kurtulamayan CHP, ağır bir darbe aldı. Şapkasını önüne eğerek düşünmek zorunda artık. Yeni süreçte ‘Kasımpaşa’ya yenik düştüğünü kabullenerek köklü değişimleri içerecek plan ve proğramlar yapmak zorunda. Halkın günlük ve uzun vadeli ekonomik ve sosyal yaşamını etkilemeyen kolaycı çözüm önerilerini bir tarafa bırakarak, yönünü Anadolu’ya çevirmelidir. ‘Nişantaşı’na sıkışıp kalmış CHP, ‘bölücü’ bir CHP’dir. ‘Manzara-i umumiye’yi kuklaların ceset sayısıyla değerlendirme alışkanlığından vazgeçmek zorundadır. Kaldı ki, CHP, ABD denetimli terör yuvasının bugünlere gelişinden sorumlu olmadığını iddia edemez.

    CHP’nin sınır ötesi harekȃtın hangi iç koşullarda ve uluslararası ilişkiler çerçevesinde düzenlendiğini bilmemesi olanaklı değil. Esasında teröristlerin konuşlandığı alanlara ve teröristlere karşı askeri bir harekȃtın düzenlenmesi için uluslararası bazı odakların desteğine başvurma gerekmiyor. Ama uluslararası güçlerin desteğinde Kuzey Irak’a girmenin Irak ve Ortadoğu geneli açısından çok farklı bir anlam taşıdığı bilinmektedir. Sorun sadece birkaç kuklanın yokedilip edilmeme sorunu değildir. Sorun, yeniden dizayn edilen uluslararası dengenin içinde yer alıp almama sorunudur. Ortadoğu’da varlığını ispatlamış, yani bu bölgenin köşe taşlarından biri haline gelmiş Türkiye, Kafkaslarda ve Balkanlarda da söz sahibi haline gelmiş olacaktır. Böylece, ABD ve AB, önlerinde hiçbir engel görmeden hareket etme serbestisine kavuşma imkȃnı bulamayacak.

    Ayrıca, sekiz günlük son sınır ötesi müdahale, sadece Türkiye’nin uluslararası dengelerde yerini belirlemeye hizmet etmediği de bilinmekte. İç politik hesaplaşmada da rol oynadığını kimse inkȃr edemez. Mağara pintilerinin Zap ve çevresinde yoğunlaşmaya başlaması, daha doğrusu buradaki gurubun Ergenekon denilen çetenin emrine verilmiş olduğunu sağır sultanlar bile biliyordu. Kandilli koalisyonun bir tarafı, 2007’nin Eylül-Ekim aylarında Ergenekon çeteleriyle vardığı mutabakat çerçevesinde, Doğu’da ve Batı’da kitlesel katliamlar biçiminde gerçekleştirilecek eylemlerle ülke genelinde tam anlamıyla panik havası yaratma planları vardı. Diyarbakır’da çocukları katleden bombalama eylemi bu planın sadece başlangıcıydı. Aynı zamanda bu kısa süreli askeri harekȃtla, Ergenekon olarak tanımlanan çetenin Kandilli ittifakı önemli ölçüde dağıtıldı. Böylece ABD’nin rezerv olarak tuttuğu önemli bir alternatif etkisiz hale getirilmiş olundu. Bunun böyle olduğunu CHP’nin bilmemesi biraz düşündürücüdür. Bu nedenle, kimseye ‘manzara-i umumiye’yi hatırlatmaya hakkı yok.  

    CHP eğer sosyal demokrat olduğunu iddia ediyorsa, ‘manzara-i umumiye’yi slogancılık düzeyinde dile getirmeden vazgeçip, ekonomik ve sosyal temellerde de hatırlatmalıdır. Halkın ekonomik ve sosyal sorunlarına temelli çözümler getirecek uğraşlar vermeye çalışmalıdır.

    Son yapılan araştırmaya göre 15-29 yaş arası 5,5 milyon genç kız evde oturmaktadır. Bunların hiç bir uğraşı yoktur. Sadece geçen yıl kadın istihdamının 257 bin düştüğü açığa çıkmıştır. Yine, 2003’ten bu yana 52 binden fazla kadın işsiz kalarak evde oturmaya zorlanmıştır.

Sadece bu tablonun bile ülkemizi uluslararsı alanda ne durumlara düşürdüğünü tahmin etme hiçte güç değil. Cinsiyete dayalı gelişmişlik sıralamasında 136 ülke arasında 71’ci sırada yer aldığımızdan, yine cinsiyet uçurumu endeksinde 115 ülke arasında 105’inci gibi utanılası bir sırada bulunduğumuzdan CHP’nin haberi olması gerekir.

    Kötüye gidiş manzarası sadece bunlarla sınırlı değil; 2007’de çalışma çağındaki 49 milyon 511 bin kişiden 20 milyon 867 bin kişi çalışabilmekte. Oysa bu rakam, 2006’da 21 milyon 235 bin kişiydi. Yani bir yıllık süre içinde 368 bin kişi işini kaybetmiş durumda. Bir de bunlara bu bir yıllık süre içinde çalışma çağına gelmiş olanlar eklenirse korkunç bir rakam ortaya çıkar.

    Yine, tarım alanında giderek içler acısı bir tablo hakim olmakta. 2006’da tarım ürünleri ithalatı 3,7 milyar doları bulmuş, 2007’de ise tarımsal hammaddeleri dış ticaretinde 3 milyarı aşan açık verilmiştir. Yani nereden bakılırsa bakılsın, Türkiye artık tarımsal hammaddelerde bile kendi kendine yeterli ülke olmaktan çoktan çıkmıştır. Dış ticarette 67 milyarı bulan ve her geçen gün büyüyen açık, 30-35 milyar cıvarındaki cari açığın getirdiği yükler ekonomiyi daha da kırılgan hale getirmiştir. 100 milyarı aşkın sıcak paranın yarattığı tehlike ise başlıbaşına bir sorundur. Türkiye varolan malvarlığını satmakla ve yabancılara vergisiz yüksek faiz ödemekle uzun süre gidemez.

    Çarpıcı bir noktaya daha değinmeden geçemeyeceğim: Bugün hızlı nakit akışının yoğun olduğu alanlara yabancılar hakim olmuş durumdadır. Parakende sektörünün %65’i, sigortacılığın %80’i, bankacılığın %42,7’i ve akaryakıt sektörünün %57’i yabancıların elinde. Yani nereden bakarsak bakalım, ülkemiz tam anlamıyla yabancıların yağması altında. Başlıbaşına bu rakamlar bile Türkiye’nin içinde bulunduğu ekonomik durumu çok rahatça ortaya koymakta. Gümrük Birliği ve AB üyeliği teranesiyle ülkemiz AB’nin eyaleti haline getirilmeye çalışılmaktadır.

    Ekonomik ve sosyal yaşam alanındaki geri kalmışlığımızı sergileyecek rakamları daha da sürdürebiliriz. Önemli olan bunlar ve benzeri alanlardaki ‘manzara-i umumiye’yi CHP nasıl görüyor? Bu ve benzeri olumsuz taploların olumlu hale gelmesi için ortaya somut, uygulanabilir ve sürdürülebilir hangi çözüm önerileri vardır? Ama gördüğümüz kadarıyla hiç bir çabası yoktur. Soyut kavramlar ve sloganlarla gününü gün etmekte, içinde yaşadığımız çağın koşullarında bile toplum mühendisliğini elden bırakmamaktadır.

    CHP halen yaşadığı sırça köşkden buyruklarla halkı yönlendireceğine inanmakta. Sırça köşklerden soyut sloganlarla halka Cumhuriyeti ‘koruma ve kollama’ mitingleri düzenletenlerin, bu tabloya karşı en ufak tepkilerini görmedik. Bu ekonomik ve sosyal uygulamalara karşı en ufak tepki duymamalarının nedeni gayet açık; bu yağmadan en fazla onlar nemalanmaktır da ondan. Taşaronluk bu kesimlerin eskiden beri mesleğidir.

    Tüm bu olumsuz tablolara rağmen Anadolu büyük bir değişim içindedir. Günümüz koşullarında ‘manzara-i umumiye’ye bir de bu açıdan bakılmalı. CHP İstanbul’da Nişantaşı-Teşvikiye, Ankara’da Çankaya ve İzmir’de Konak’la kendini sınırlamaktan vazgeçmeli. Bu anlamda ‘bölücü’  olan CHP’dir. Bu nedenle de Genelkurmay Başkanlığı’nın tanımlamasına itiraz etmeye hakkı yoktur. 

 

08/03/2008



BAKI KARER

 

 



 

                       EKONOMİK DURUM

 

 

 

Tüm olumsuzlıklara karşı ekonomik alanda getirilen Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulu vb.yenilikler elbette olumlu gelişmelerdir. Enflasyonu aşağı çekeçek çabalar içinde olunması ileri bir çabadır. Ama kabul etmek gerekir ki, otuz yıldan buyana kronikleşmiş hale gelmiş enflasyonu aşağı çekmek pek o kadar kolay olmayacaktır. Aşağı çekmenin getireceği bir dizi ekonomik ve sosyal sorunlar yaşanacığı bir gerçektir. Şimdiden yaşanmaya başlanmıştır bile. Herşeyden önce belki de geçmişte görülmemiş bir biçimde sınıflararası çatışmaları getirecektir. Uzun vadede getireceği en ufak iyileşmenin önü şimdiden alınmaya çalışılacaktır. Çapulçu kesim bir tarafa, geçmişte yatırımı temel almış tekeller bile yüksek enflasyon koşullarında yatırım yapmadan para kazanmanın tadına varmıştı. Bunların kolay kolay bu eğilimden vazgeçmeleri düşünülemez. Yabancı firmalar dahi bu dönem boyunca kolay para kazanmanın cenneti olarak görmüşlerdir Türkiye’yi. Bunların da direnişini hesaba katmak gerekir. Örneğin 1998 yılında 500 büyük firmanın gelirleri üzerinde yapılan bir araştırmaya göre, bu 500 yüz büyük firmanın gelirlerinin % 87 faaliyet dışıdır, yani faizlerden elde edilen gelirlerdir. Bu bir ülkenin ekonomik kalkınması açısında felaket demektir. Yine; işçinin ve memurun vergi gelirlerindeki payı % 64 iken işverenlerin %36 civarındadır. Ama aynı işçi ve memeurun milli hasıla gelirinden aldığı pay %30 iken işverenlerin aldığı pay oranı %70’lerde seyretmektedir. İşte bu rakamlar önümüzdeki on yıllık bir sürede ekonomik ve sosyal yapılanmamızın en fazla ulaşacağı düzeyin de göstergesidir. 2000 yılı itibariyle en üst gelir düzeyi ile en alt gelire sahip kesim arasındaki farkın %216 ulaştığı söylenilmekte. Egemen güçler özellikle son on yılda hemen her konuda sondan birinci olmaktan bayağı gurur duyuyor olsalar gerek. Sosyal alandaki yapılanmayı göstermeye yeten bu rakamlar, aynı zamanda rejimin de karakterini ortaya koymaktadır.



    Aralık ayında ortaya çıkan mali krizin bir nedeni de, kolay para kazanma alışkanlığını devam ettirmek isteyen iç ve dış sermaye kesimlerinin ufukta gözüken iyiye gidişe karşı direniş göstermesidir. Yüksek enflasyon demek aynı zamanda diktatörlük demektir. Endenozya ve Filipin’deki örnek ülkemiz koşullarında da yaşanmıştır. Ekonomik ve mali yönetim bir veya birkaç ailenin eline verilmiştir. Rüşvet ve hırsızlığın bu derece yüksek oluşunun bir nedeni de buradan kaynaklanmaktadır. Türkiye’de devam etmekte olan sosyo-ekonomik yapı ancak aşırı baskıyla devam ettirilebilinirdi. Nitekim yapılan da o oldu. Bir yandan baskı südürülürken bir yandan da dezinfarmasyon ihmal edilmemiştir. Neredeyse akşamdan sabaha her şeyin güllük gülistanlık olacağı ümidi kitlelere aşılanmaya çalışılmıştır. Hemen birkaç yıl sonra Almanya’nın veya İtalya’nın düzeyine gelineceği yutturmacası işlenmeye başlanmıştır. Bu nedenle birdenbire “kalkınıyoruz” furyası estirilmiştir. Bu furyanın başını da Demirel çekmiştir. Türkiye aniden “demokratik” ve üstelik “büyük” bir ülke oluverdi. Oysa gerçekler tam tersiydi. Bir ülkenin büyüklüğü ve demokratikliği bir de o ülkenin kişi başına düşen milli geliriyle ölçülür. Bizde ise OECD raporlarına göre 1993’te kişi başına düşen milli gelir 3000 dolarken 1999 yılında 2878 dolara düşmüştür. Yani ilerleme değil, gerileme yaşanmıştır. Avrupa ülkelerinde ise kişi başına düşen milli gelir 20-25 bin dolar civarındadır. Bunu bile yeterli görmeyip daha ileri düzeye çıkarmanın gayretleri verilmektedir. Bugünkü kalkınma hızıyla bırakın beş ya da onyıl sonra, yirmi yıl sonra bile Türkiye B.Avrupa’nın herhangi bir ülkesinin kişi başına düşen gelir düzeyine yükselmesi olanaksız. Yüzde yedilik bir kalkınma hızını yakalayıp bunu 2020 yılına kadar devam ettirsek dahi 2020 yılında kişi başına düşen milli gelir ancak 11.000 dolar olacaktır. Bu kadar yüksek kalkınma hızını tuturmanın ne kadar zor olduğu tartışma bile götürmüyor bugün artık. Enflasyonun 2003 yılı sonu itibariyle tek rakamla ifade edilmeye başlanacağı söylenmekte. Peki nasıl oluyor da beş ya da on yıl, hatta yirmi yıl sonra Almanya veya İtalya düzeyine çıkabiliyoruz? Ayrıca enflasyonu aşağı çekme çabası içinde bulunan bir ülkede nasıl oluyor da hem yatırımlarda büyüme, hem döviz rezervlerinde artış, likide bolluğu olabiliyor, ithalat ve ihracat arasında en azından bir denge ve kamu borçlarında azalma sağlanıyor? Kapitalist ekonomi politiğin ruhuna aykırı bir durumdur. Kaldı ki veriler bunları yalanlamakta. 1999’da özel sektör yatırımları %20 oranında azalmış, devletin tüketim harcamaları %6,5 artmıştır. %5,3’le büyümenin sağlandığı tek alan finans alanıdır. Yani, devlet, halen bono ve tahviller aracılığıyla bir avuç azınlığı zengin etmeye devam ediyor demektir. Gerek tarımda, gerekse de sanayide üretim, birçok emtiada yüzde yüzün üzerinde fiyat artışını getirecek kadar az ise, ekonomide istikrarlı bir büyüme hızını yakalama olanaksızdır. Ekonomi politika eşittir para politikası değildir. Kaldı ki, izlenen para politikası da iflas etmiştir. Uzun vadeli köklü radikal yapısal refomlar yapılmadığı müddetçe, birtakım alanlarda kıyıdan köşeden değişiklikler yapma, yaşanılan ekonomik ve sosyal sorunlara çözümler getirilemez. Birkaç alanda bazı başarılar sağlansa da, bunlar geçici olmaya mahkumdur.

    Durum bu iken, son günlerde uydurulan bir hikaye de, bütçede faiz dışı gelirlerde artış sağlanarak olumlu bir trendin yakalandığı hikayesidir. Bütçede faiz dışı gelirlerin artışı demek halkın alım gücünün düşürülmesi demektir. Yani bol zam yapılması ve halktan alınan vergilerin arttırılması anlamına gelir. İşçi, köylü, esnaf ve memur kesimlerinin daha da fakirleşmesi demektir. Kitlelerin alım gücünün azalması giderek reel sektörü olumsuz etkileyeceği bilinmekte. Bu da daha fazla işsizlik demektir. Zaten işsizlik başını almış gidiyor. İşsizliği azaltacak ve emekçi yığınlarda zenginleşmeyi sağlıyacak tedbirlerin yanından bile geçilmiyor. Ekonomide büyüme hızının eksi altıda seyretmesi bile bu gerçeği doğrulamaktadır. Kaldı ki, bu koşullarda ekonomik büyümenin gelir dağılımında bir iyileşme sağlaması da düşünülemez, ama İMF’ye borç ödemeyi daha kolaylaştırır. Durum bu iken, İMF ve destekçi takımına bakarsan, hay huylarla, ‘geliştik, gelişiyoruz’ teranaleriyle herşey yolunda gösterilmekte. Uygulanan ekonomi politikada reel üretimin içleracısı durumu, sabit kur politikasının doğurduğu aksaklıklar, ithalatla ihracat arasındaki dengesizlik, bütçe açığının ulaştığı boyut, hammal Dursun’un bile öksürmesinden etkilenen borsanın gereksizliği vb. daha birçok konu irdelendiğinde, geleceğin hiçte öyle güllük gülistanlık olmadığı görülür ve böylece havadan “böyük” olunamayacağı da kavranılmış olunur. Kitleleri bir hiç yerine koyan diktatörce bir anlayış, ancak böylesine dezinfarmasyon içine girebilir.



    Bugün hükümet enflasyonun aşağıya çekmeyi başardığını, faiz oranlarının düşüşe geçtiğini, genel anlamda ekonominin iyi bir yönde ilerlediğini iddia etmekte. Doğrudur. Enflasyon belki de tek haneli rakamlara indirilebilinir, hatta bir süre sonra üretim kapasitesi de yükseltilebilinir, işsizliğin yükselme trendi göreceli de olsa tersine döndürülebilinir, yani ekonominin birçok alanında iyileştirmeler sağlanması mümkündür. Ama ne pahasına? Madalyonun asıl önemli olan da bu yüzüdür. İşte madalyonun bu yüzüne baktığımızda, Türkiye’nin 21’ci yüzyılda olması gereken yerden dıştalanma pahasına, birtakım başarılar elde edilecektir. Eğer adına başarı denilirse. Yanlış ekonomik uygulamalar sonucu verimsiz hale getirilmiş işletmeler, devletin sahip olduğu kuruluşlar ve hatta yeraltı zenginlikleri yabancılara peşkeş çekilerek sözümona iyiye gidiş başarılacaktır. Artık gerek tarımda, gerekse de sanayide yapılacak üretim Türkiyenin değil, yabancıların olacaktır. Nitekim bu süreç çoktan başlatılmıştır. TELEKOM, THY, İPRAŞ, TOFAŞ vb. daha birçok tesisler, yabancılara ya tümden satılmaya ya da hisse senetlerinin önemli bir kesimi devredilmeye çalışılmaktadır. Bu kuruluşların önemli bir kesimi çoktan satılmış durumda. Hatta milyarlarca dolar kaynağı teşkil eden bor madeni bile yabancılara verilmeye çalışılmaktadır. Tarıma büyük bir darbe vurularak gıdada tamemen dışa bağımlılık getirilmektedir. ABD ve AB ülkeleri tarıma milyarlarca dolarlarla destek verirken, bizim tarıma subvanyon sağlamamız engellenmekte. Çünkü tarımda AB içinde büyük bir güce sahip olacak Türkiye kabul edilmemekte. Bu konuda hem ABD, hem de AB birlikte hareket etmektedir. İhtiyacımıza göre değil, yabancıların ihtiyacına cevap veren tarım yapılmaya çoktan başlanmıştır. Şimdiden köyden, tarımdan kopuş genelde neredeyse %10 varmaktadır. Bu Doğu illerinde %60 geçmektedir. Tarımla uğraşan nufusun giderek azalması elbette iyi bir gelişmedir ama eğer bu kopuşu sanayileşme özümseyecek güçte olursa. Sanayileşmeyle orantılı olmayan bu kopuş, geçmiş yüzyılda nasıl çözümlenemeyen bir sorun, yani siyasal ve sosyal problemlerin ana kaynaklarında birini oluşturmuşsa, bu yüzyılda da çözüm bekleyen bir sorun olarak kalacaktır demektir. Bu aynı zamanda 21 yüzyılın kalkınma trendinin gerisinde seyredileceği anlamına gelmektedir. Bu sunni yoğunlaşmanın getireceği altyapı sorunları ister istemez belki de bu yüzyılın yarısına kadar Tükiyenin en zayıf noktasını oluşturacaktır. Artık toprağının madenlerinin ve en temel sanayi işletmelerinin mülkiyetini elinde bulunduramayan bir ülkenin, milli mülkiyetten, milli gelirden, hatta milli gelirin artışından bahsetmesi mümkün değildir. Bu globalleşmeye, yani uluslararası tekellere tamamen teslim olma demektir. İMF bunu için milyarlarca dolar kredi açmaktadır. Krizden kurtuluşun yolu ülkenin direnç noktalarını yabancılara teslimde görülmektedir. Bir dönem Asya’da iflas etmiş ekonomilere uygulanan teslim alma proğramı şimdi Türkiye’ye uygulanmaktadır. Hükümet ise bunu bir başarı olarak lanse etmektedir. Oysa 21 yüzyılın tek kalkınma modeli olarak yutturulan globalleşme birkaç emperyalist ülkenin çıkarlarına hizmeten başka bir şey değildir.

 

MAYIS 2001



BAKI KARER  

 

 


 

 



 

 

 



Yüklə 2,07 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   9   10   11   12   13   14   15   16   ...   31




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin