SENDİKAL MÜCADELEDE KRİZ VE ÇÖZÜM ARAYIŞLARI
SENDİKAL MÜCADELEDE KRİZ VE ÇÖZÜM ARAYIŞLARI
TOPLUMSAL HAREKET SENDİKACILIĞI
"O 'malum' beste çalar..." mı? yoksa bir yeniden diriliş mi?
Genelde toplumsal hareketlerin özelde ise gençlik hareketinin taleplerinin toplumsallaştığı oranda başarıya yaklaşabildiği bir süreçte bulunuyoruz. Sınıflar mücadelesiyle daha dolaysız bir ittifak kurmanın bütün toplumsal hareketler için mücadele edebilmenin önkoşulu haline geldiği bir konjonktürde, sendikal hareketin krizine dair bir tartışmanın gençlik saflarında da yapılmasının toplumsal muhalefet açısından faydalı olacağını belirtmek/ böyle bir tartışmanın dergi Sayfalarımızda neden yapıldığı noktasında açıklayıcı olacaktır.
Sendikal hareket krizde, işçi sayısı artarken sendikalı işçi sayısı düşüyor, toplu sözleşme ve grevlerde başarı sağlanamıyor, işçilerin sendikaya güven bunalımının önüne geçilemiyor, sendikal bürokrasi sendikal mücadeleyi sağ bir çizgiye sürükleyen motor güç konumunda...
Emek hareketinin önemli bir bileşeni olan sendikal harekete dair hemen herkesin üzerinde uzlaştığı kriz tablosunun dökümünü yaptığımızda buna benzer bir sorunlar listesi çıkarmak hiç de zor değil. Geleneksel sendikal hareketin krizi yaratan gelişmeler karşısında direnç gösterememiş olması da, aşıl zor olanın, emek cephesi tarafından, bu gelişmelerin, yeni dünya düzeni siyasetinin neresine oturduğunun saptanması olduğunu göstermektedir. Bundan dolayı, ancak yeni bir sendikal strateji oluşturma sorunu olarak algılandığında çözüm için pratik bir değere sahip olması olanaklı hale gelen kriz tartışmasının oturacağı temel, sınıflar mücadelesinin genel koşullarının ve işçi sınıfının genel çıkarlarının bir analizidir. Özcesi; "ne olacak bu dünyanın hali"ni dert edinerek girişilen "yeniden kurma" eyleminin başarıya ulaşmasının önkoşulu "Nasıl bir dünyada yaşıyoruz?" sorusunun cevaplandırılmasıdır.
Nasıl bir dünyada yaşıyoruz?
Son yirmi yıllık dünya tarihinin temel belirleyeni kapitalizmin yaşadığı krizdir. Kapitalizmin, 1950-70 arasındaki genişleme dönemi sonunda kar oranlarının düşme eğilimi sonucu içine yuvarlandığı krizden çıkmak için uygulamaya koyduğu sistemin yeniden yapılandırılması, ifadesini YDD olarak bulmaktadır. Bilginin metalaşması, teknolojik yenilenme sonucunda üretimde otomasyona geçilmesi, yalın (stoksuz) üretim ve esnek çalışma gibi uygulamalar ise, sermaye egemenliğinin yeniden örgütlenmesindeki başat düzenlemeleri ifade etmekteler.
Üretimde yeni teknolojilerin kullanılmasının sonuçlarından biri standart olmayan istihdam biçimlerinin yaygınlaşmasının olanaklı hale gelmesidir. Nihai malların üretim sürecinin bölündüğü aşamaların her birinin bağımsız meta üretim süreçleri biçiminde örgütlenmesi, "sürekli işçi" kadrosunu daraltmakta, part-time çalışma, geçici çalışma, evde çalışma, tele-çalışma gibi biçimlerle esnek bir üretim örgütlenmesini yaygınlaştırmaktadır. Böylece "sürekli istihdam"a göre örgütlenmiş emek güçlerinin safları bölünmüş ve zayıflatılmış olmaktadır.
Mikro elektronik ve enformasyon teknolojilerindeki gelişme, ulusal sınırların ve coğrafi engellerin sermayenin hareket yeteneğine getirdiği kısıtlamaları ortadan kaldırmakta ö-nemli bir görev üstlenmektedir. Sermayenin hareket özgürlüğündeki gelişme, emeğin hareket özgürlüğünü sınırlamakta, sermayenin dünyanın değişik bölgelerindeki emek kütlelerini birbirine karşı kullanabilme olanağını artırmaktadır.
Teknolojik ilerlemenin önemli sonuçlarından biri de egemen sektörlerin değişime uğramasıdır. Egemen sektörlerdeki değişim yeni liberal ekonomik düzenlemeye bağlı olarak yeni bir uluslararası işbölümüne neden olmuştur. "Esnek uzmanlaşma" adıyla anılan bu uluslararası işbölümü, mikro elektronik, enformasyon ve biyoteknoloji gibi bilgi yoğun teknolojilere dayalı sektörlerin emperyalist ülkeler tarafından üstlenilmesinden; otomotiv, demir-çelik gibi daha geri teknolojilere bağlı ve özellikle emek yoğun sektörlerin ve üretim aşamalarının ise bağımlı ülkelere aktarılmasından oluşuyor. Özellikle mali sermayenin her türlü akışkanlığının önündeki engellerin kaldırılmasıyla hızlandırılan bu süreç her ülkenin kendi içinde ana sanayilerle, yan sanayiler ve buna bağlı olarak çekirdek işgücü ve çevre işgücü gibi ayrımlara neden oluyor. "Dikey entegrasyon, yani küçük ve orta ölçekli işletmelerin tekel niteliğindeki ana şirketlerle bütünleşmesi, bu işletmeleri, kendi başlarına nihai tüketiciye değil uluslararası tekellere ü-retim yapan taşeron şirketler haline getiriyor. Bu sayede dünya ekonomisini birkaç yüz uluslararası tekel kontrol edebiliyor.
Başta eğitim, sağlık, sosyal güvenlik ve altyapı olmak üzere hizmet sektörleri özelleştirilerek piyasa ilişkilerinin içine sokuluyor ve sermayeye yeni kar alanları açılıyor. Özelleştirmenin dolaysız bir sonucu da devletin ekonomik rolünün değişmesine bağlı olarak kamu çalışanlarının büyük bir bölümünün yeni işçi kitlesine dahil olmasıdır.
Sermayenin, kar oranlarının düşme eğiliminin önüne geçmek için uygulamaya koyduğu uluslararası işbölümünün yarattığı tekellere bağımlı, taşeronlaştırılmış yan sanayiler ve özelleştirme politikalarıyla sermaye denetimine sunulan hizmetler alanı, geleneksel işçi sınıfından farklı bir yeni işçi kitlesini tarih sahnesine çıkarıyor. Dünya çapında yaşanan yeni bir proleterleştirme dalgası olarak da nitelendirilebilecek olan bu gelişmeler işçi sınıfının yapısında ve bileşiminde önemli bir değişikliği ifâde ediyor. Eskiden olduğu gibi "büyük fabrika, kitle üretimi, düzenli istihdam" temelinde değil, küçük ve orta ölçekli işletmelerde, yeni sektörlerde, özellikle hizmetler alanında ve düzensiz bir temelde gerçekleşen yeni proleterleştirme dalgasının ayırt edici tarafı ise yapısal işsizliği ve büyük bir işsiz kitlesini ortaya çıkarmasıdır.Yeni işçi kitlesi işçi-si/işsiziyle çok katmanlı, parçalı ve heterojen bir yapıya sahiptir. (Yapısal işsizlikle, "yedek emek stoğu" olarak kullanılan "işsizlik" olgusunu birbirine karıştırmamak gerek, işsizlik, ücretler ve istihdam üzerindeki etkileri nedeniyle "ekonomik" bir olgudur; buna karşılık yapısal işsizlik, toplumun bir kesiminin ekonomi dışına çıkarılması anlamını taşımakta-dır.)
Yeni "düzen"le kapitalizmin krizini aşmanın yanı sıra işçi sınıfının her türlü öz savunma eyleminin önüne set çekmenin de amaçlandığı hesaba katılınca emek hareketinin krizini aşacak dinamikleri kısmen de olsa barındıran yeni işçi sınıfının önündeki zorluklar daha fazla netlik kazanıyor. Sermaye, bir yandan uyguladığı "esneklik" politikasıyla işten atma özgürlüğüne sahip olmayı, işçinin kol ve kafa emeğinin bütününü üretime katmayı ve çalışma zamanlarını belirsizleştirerek emek sömürüsünü artırmayı hedeflerken, diğer taraftan yüksek teknolojiye dayalı sektörlerde "toplam kalite yönetimi" uygulamalarıyla ve "kalite çemberleri" gibi araçları işyeri komitelerinin yerine ikame ederek işçilerin sendikal ve sosyal haklarını zayıflatmaya çabalıyor. Emeğin yoğun olarak kullanıldığı yan sanayilerde ve hizmetler alanında ise emek yönetimi geçen yüzyıldan devralınan "vahşi kapitalist" yöntemlerle gerçekleştiriliyor. Yeni sermaye stratejisinin karşısında olan ve yaşanan sömürü dalgasına başkaldıran bütün sınıf hareketlerinin "terörist" kapsamına alınması ise, YDD'nin kendisine yönelebilecek tehditlerin bertaraf edilmesi için oluşturulan "yeni güvenlik doktrini"nin "uluslararası terörizm tehdidi'ne dayanmasının bir sonucu olarak gerçekleşiyor.
Emek hareketinin krizine neden olan iki önemli gelişme de işçi sınıfı ve emekçiler cephesinde yaşanmıştır.Birincisi, işçi sınıfının insani kurtuluşunu ifade eden sosyalizmin, emek hareketi üzerindeki ideolojik hegemonyasının kırılmış olmasıdır. "Sosyalist Blok"un çöküşü ve bağımlı ülkelerdeki kurtuluş hareketlerinin çözülüşü, emek hareketi içindeki siyasal savrulmaların daha da şiddetlenmesine sebep olmuş ve emek hareketini ideolojik/politik saldırılar karşısında eskisine göre daha güçsüz ve savunmasız bırakmıştır. Aslında sosyalizmin reel uygulamalarının yenilgisinin dolaysız sonucu olarak ortaya çıkan i-kinci gelişme ise, "sosyal devlet" uygulamalarının ağırlık kazandığı ülkelerde 2. Dünya Savaşı sonrasında kurumsallaşmış olan "toplumsal uzlaşma"nın daha fazla meşruluk kazanması ve emek hareketlerinin önemli bir bölümünün tümüyle düzen sınırlarının içine hapsolmasıdır. Emek hareketinin, sermayenin Truva Atı olan "reformizm"in egemenliği altına girmesi, işçi sınıfının gündelik ve siyasal mücadelesinin sermaye tarafından içerden fethedilerek etkisizleştirilmesi sonucunu çıkarmıştır.
Genelde emek hareketinin, özelde sendikal hareketin krizini derinleştiren öznel unsurlar ise geleneksel sendikal hareketin büyük bir bölümünü saran yozlaşma ve sendikal bürokrasidir. Bürokratik sendikacılık, bugün gelinen noktada artık sadece antidemokratik bir tutum olmaktan çıkmış, sendikal harekette ciddi bir çürüme kaynağı olmaya başlamıştır. Yaşanan sendikal kriz karşısında çözümü, eldeki mevcudu korumakta arayan, bunun için düzenle daha fazla bütünleşen, sermaye ile yeni bir uzlaşma arayışı içine giren sendikal siyaset yaklaşımı ise, krizin bu denli etkili olmasında belirleyici bir unsur haline gelmiştir.
Bütün bu öznel ve nesnel gerekçelerin ışığında sendikal kriz şu ifadede somutlaşıyor: İşçi sınıfını bütün düzeylerde etkileyen genel değişim sürecinin yol açtığı sonuçlar karşısında, mevcut sendikaların yönetim, örgütlenme ve mücadele biçimlerinin çözümsüzlüğü.
Bu çözümsüzlük, mevcut sendikal harekette yapılacak bir dizi değişikliği ifade eden bir "reform" anlayışıyla aşılamaz. Bugün işçi sınıfı saflarında üretim temelinin parçalanması nedeniyle ortaya çıkan değişim, geleneksel sendikacılığın iki ana akımının da, (yani kitlesel bir temelde örgütlenen düzen sendikacılığı ile kitlesel bir temelde örgütlenen sınıf ve kitle sendikacılığının) eski örgüt yapıları ve mücadele tarzlarıyla yeni işçi kitlesini kavramaktan uzak olmasının gerekçesidir. Dolayısıyla, geleneksel işçi sınıfı yapısına dayalı en ileri sendikal anlayış olan sınıf ve kitle sendikacılığı da, ekonomik, politik ve ideolojik mücadelenin birliği yaklaşımı geçerliliğini korumakla birlikte, eski örgütlenme tarzıyla bugünkü mücadele dinamiklerini kavramaya uygun değildir. Bu nedenle, sınıf ve kitle sendikal anlayışının, yeni işçi kitlesini kapsayabilecek yeni bir örgüt yapısı, mücadele tarzı ve örgütlenme programı gibi unsurlarla yeniden oluşturulması zorunlu hale gelmiştir.
Diğer bir zorunluluk ise, örgütlenmede temel alınacak olan yine işçi kitlesine, işçi sınıfı saflarında mücadele verebilmesinin önkoşulu olan sınıf bilincinin nasıl kazandırılabileceğinin ortaya konmasıdır. Sermayenin küresel hareketi, bugün yeni bir emek hareketinin dayanacağı sınıf bilincinin, bir bütün olarak sermayenin ekonomik politik ve ideolojik egemenliğine karşı mücadeleyi hedefleyen dolaysız bir siyasal bilinç olarak gelişmesini gerektiriyor. Yeni işçi kitlesinin, sınıf bilincini sermayeye karşı direniş içinde elde ederek, işyeri ve işkolu sınırlarını aşan topyekün bir mücadele içinde sınıflaşması, yeni işçi sınıfını ulusal ve uluslararası planda bütünleştirecek ve toplumsallaştıracaktır.
Dünyada ortaya çıkan yeni işçi hareketleri ve bu hareketler içindeki yeni sınıfsal dinamikler incelendiğinde, emek hareketinin ve sendikal hareketin "yeniden inşa"sı için pratik adımların atılması gerekliliği açığa çıkıyor. Bazı bağımlı ülkelerde gelişen ve bugün emperyalist ülkelerdeki işçi hareketlerinde de etkileri görülen yeni emek hareketleri, krizin aşılmasına dair önemli ipuçları barındırıyorlar. Brezilya'da Güney Afrika'da, Güney Kore'de, Filipinlerde Hindistan'da vb. ortaya çıkan ve bugün Avrupa'da, ABD'de örnekleri görülen yeni sendikal hareketler "toplumsal hareket sendikacılığı (THS) olarak tanımlanıyor."'
THS, her şeyden önce yeni proleterleştirme dalgasının neden olduğu sınıf bileşiminin parçalanması ve sınıf bilinci bağlarının zayıflaması gibi olumsuz olguları, işyeri ve işkolu gibi bölünmeleri aşan bir örgütlenme yaratarak yanıtlama çabasına dayanıyor. Örgütlenme anlayışında bütünselliğin temel alınması, sınıfın bir kesiminin eylem ve taleplerini işçi sınıfının bütününe yayarak diğer toplumsal taleplerle bütünleşebilmesine olanak sağlıyor. THS'nın sınıf hareketini genelleştirme/toplumsallaştırma çabası içinde ortaya çıkan temel yönelimler şunlardır:
Birincisi, sendikal örgütlenmenin işyeri ile sınırlı tutulmaması, işyerinden kaynaklanmayan ama işçi sınıfını ilgilendiren sorunların da sendikal mücadelenin gündemine alınması ve işçilerin yaşam çevrelerinde, mahallelerde de örgütlenmesidir. Mahalledeki örgütlenme, bir yandan işyeri dışındaki yaşamdan kaynaklanan beslenme, barınma, ulaşım, eğitim, sağlık, çevre gibi taleplere karşılık gelen bir dayanışma ağı yaratırken, diğer taraftan belli bir işyerinde düzenli olarak çalışmayan kesimlerin de örgütlenebilmesine olanak sağlar. Sendikal hareketin mahalli örgütlenme biçimleri yerel dayanışma sandıkları, işçi/sendika evleri, tüketim kooperatifleri, mahalle dernekleri, mahalli işçi komiteleri ve konseyleri olarak gerçekleşmektedir.
Mahalli sendikal organlarla bütünleşerek gerçek bir toplumsal hareket oluşturabilen sendikal hareketin işyeri örgütlülükleri ise, işyeri komite ve konseyleri biçiminde ortaya çıkıyor. İşyeri örgütlülükleri arasındaki ilişki bölge komitesi, genel grev komitesi gibi örgütlenmelerle sağlanıyor.
THS deneyimlerinin ikinci özelliği ise, işyeri ve işkolu ayrımını aşmaya yönelen, işçi sınıfını bir ya da birkaç işkolunda, bölge ve ülke düzeyinde "genel ve topyekün" olarak örgütlemeyi önüne koyan bir yaklaşımın benimsenmesidir. Bu yaklaşımla, işkolu sendikalarının hedef kitleye/bölgeye yönelik olarak ortak ve kolektif bir örgütlenme programıyla hareket etmeleri sağlanmaktadır. Bu örgütlenme anlayışı konfederal örgütlenmenin önemini arttırmaktadır.
Üçüncü özellik, yeni sanayi havzalarında, yan işletmelerde ve taşeron firmalarda çalışan yeni işçi kitlesinin örgütlenmede temel alınmasıdır. Özellikle yeni sanayi havzalarındaki örgütlenme, çalışan işçilerin taleplerini işsizlerin talepleriyle bütün eştiren merkezi bir örgütlenme stratejisiyle hayata geçirilmektedir. Bu noktada yeni sanayi havzalarındaki işçilerin örgütlenmesi, aynı zamanda onların yaşam çevrelerinin de örgütlenmesiyle birlikte gerçekleştirilmektedir.
Dördüncü özellik, işçi sınıfının sendikal mücadelesi ile diğer ezilen kesimler ve toplumsal hareketlerin mücadelesini birleştirme çabasıdır. Bunun örnekleri sendika) hareketin öğrenci hareketi, kadın hareketi, çevre hareketi, kent ve kır yoksulları hareketi gibi toplumsal hareketlerle ittifak ve güç birliği içine girmesidir.
Beşinci özellik kadın, göçmen, azınlık gibi kategorilerin özerk kimliklerinin sendikal hareket içinde korunması; bu kimliklerden kaynaklı sorunların sendikal talepler olarak sahiplenilmesidir.
Bütün bu özelliklerin ortak sonucu, sendikal hareketin ekonomik, politik ve ideolojik mücadelenin bütünselliği üzerine oturtulmasıdır. THS, işçi sınıfını bir bütün olarak, diğer ezilen halk kesimleriyle mücadele birlikteliği içinde, sermaye sınıfına ve devlete karşı saflaştırmayı ve ekonomik-demokratik talepleri siyasal taleplerle bütünleştirmeyi hedefler."
Emekçi, ezilen kitlelerin bugünkü sömürü ve egemenlik sistemine karşı, gündelik mücadele düzlemlerini bile toplumsal muhalefet karakteriyle örgütlemek dışında bir seçeneklerinin olmaması, yeni bir emek hareketinin güçlü dinamiklerinden birini oluşturmaya aday cilan yeni bir sendikal hareketin de toplumsal bir hareket temelinde örgütlenmesi gerekliliğini vurgulamaktadır. Bu bağlamda, "toplumsal hareket sendikacılığı" adıyla anılan yeni sendikal hareket deneyimlerine sahip çıkmak ve yeni bir emek hareketi oluşturma çabasına katkıda bulunmak, devrimcilerin önünde bugünün pratik görevi olarak durmaktadır.
müzik, isyan ve CAZGIRLIK ÜZERİNE
müzik, isyan ve
CAZGIRLIK ÜZERİNE
Toplumsal yapıya yön veren egemen ideoloji, sanatını da yönlendiriyor. Sanatsal ifadenin
"en popüler" ve belki de en kolektif alanı olması bakımından da müzik, egemen kültür tarafından kuşatılmış durumda. Sosyalist kültürün hegemonyasının kırılmasının ardından, "küreselleşmiş bir curcuna hali" tüm dünyayı kaplamış görünüyor. Sonradan "liberalleşmiş" aydınların 90' ların başında söyleyip durduğu sınırların kalkması çok kültürlülük vs... beklentilerinin bir yönü ile gerçekleştiği görüldü. Bu tek taraflı gelişmelerin sonucunda ise tüm dünyaya sadece MTV, Mc Donald's, Coca-Cola ve emperyalist batı kültürünün bir elbise gibi giydirildiği gözlemlendi. Artık toplumculuk kolektivizm gibi kavramların esamesi okunmuyor. Toplumculuğun ilkel ve safça bir duygu olduğu, milyonlarca tv'den beyinlerimize çakılıyor. İnsani olan bütün değerler bilgi iletişim demagojisine yenik düşüyor...!
Yeni Dünya Düzeninin dünyevileşmiş pazarı, her şeyi değişim değeri paraya karşılık gelen, piyasalaşmış "nesnelere" dönüştürdü. Hür teşebbüs daha bir hürleşti! Hal böyleyken aşk, dostluk, dayanışma, üretkenlik ve bunlardan kurulu insanın özü çarpıtılıp, insanlar, duygularından yoksun bırakıldı. Kelimenin her anlamıyla yoksullaştırıldı. YDD tanımlamalarının yapıldığı günlerden bugüne ,ezilenler birçok aydınını da karşı saflara uğurladı! Saf değiştirmiş aydınların azımsanamayacak kadar büyük bir kısmı, oluşturulan "yeni vahşet çağının" mimarı olabildiler. Bunun da ötesinde kapitalizm ve onun kültürü, son dönemlerde bazı muhalefet hareketlerini, muhalifleri ya da geçmişin muhalif kültürünü mat ederek de, içeriğinden uzaklaştırıyor. Son zamanlardan örneklemek gerekirse; Deniz Gezmiş, Ernesto ve birçok devrimcinin onurlu yaşamlarının ve ölümlerinin üzerinden para kazanan "girişimciler" ortaya çıkabiliyor. Dün Ernesto' ya, Deniz' e saldıran kapitalistler,bugün devrimcilerin resimlerinin bulunduğu t-shirtler, saatler vb şeylere yatırım yapıyorlar. Bu insanların mücadeleleri içeriğinden arındırılıp değersizleştiriliyor.
Sanatçı, sanat yapıtı ve seslendiği insanlardan oluşturulmakta olan büyük dünya düzeneğinin uygun bir yerine konuşlandırıldı. Artık sanatçının toplumsal rolü, sanat yapıtının ise niteliği metamorfoza uğradı. Sanata yatırım yapmak çok olağan bir durum halini aldı. Artık kapitalistler piyasa araştırmaları yoluyla, promosyon propaganda yöntemleriyle, üretmeyi istedikleri şeyleri toplumsal bir gereksinim haline getirebiliyorlar. Tv, radyo ve çok renkli gazeteler aracılığıyla almamız gerekenler, beynimize çakılıyor. Sanatçı "kılınan" kişinin imajı, sanat yapıtından aylarca önce belirleniyor. Pop arabeskin patlamasıyla endüstriyel bir hızla, adeta bir bant üretimi şeklinde sanatçı akınları yaşanıyor! Ancak biz bu yazıda pop arabeskten ziyade, ondan bağımsız gelişmiş, şimdi ise pop arabeskin tümleyeni durumuna gelmiş Popüler Sol Müzik' e eziyet edeceğiz.
Detone ozanlıktan medya plaza yazarlığına
Dönem 60'lı yılların sonlarıdır. Tüm dünya gençlik ve işçi eylemleri ile sallanmaktadır. Bu dönem Türkiye' de de yavaş yavaş gençliğin ve toplumsal muhalefetin isyan ettiği, özgürlük ve bağımsızlık düşüncesinin eyleme dönüşmeye başladığı yıllardır. Bu devrimci kabarışla beraber " isyanın kültürü" de oluşmaya başlar. Dönem itibariyle sol muhalif kültür, halk müziği ile de ifade edilmeye başlanmıştır. Dolayısıyla Anadolu ozanlığı ve onun enstrümanları sahiplenilir. Zaten Anadolu ozanlığı özerk olarak varlığını sürdürmektedir. Diğer taraftan devlet, müziği tekeline alma çabası gütmektedir. Bu çabanın ifadelerinden biri olan, Yurttan Sesler Korosu çok sazlı ama monolitik müziğiyle halk tarafından sözel, müzikal ve siyasal anlamda hiç benimsenmeyecektir. Devlet o dönem Anadolu'da ne kadar "şıngır mıngır" türkü varsa hepsini denemiştir. Devletin bu yaklaşımına karşılık, ozanlık geleneği, tüm renkleriyle varlığını korumuş, özellikle alevi kültürü ciddi bir direniş sergilemiştir. İşte bu dönemsel çakışmanın doğallığında karşılıklı içerme ilişkisi meydana gelmiş, tam da, az önce değinildiği gibi sol muhalif kültür ve Anadolu kültürü, birbirini tümler hale gelmiştir. Tanımlamaya uyan birkaç isim Aşık Gülabi ,İhsani, Nesimi, Şahsenem örnek olarak gösterilebilir. Sonrasında ise halk dertlerini, duygularını "biz" merkezli bir söylemle ifade eder hale gelmiştir.Yoksulluk, eşitlik, kardeşlik ve barış temalı eserler öne çıkmış, ağıtların dili bile politikleşmeye başlamıştır.
Ömer Zülfü Livaneli, işte bu yıllarda adından söz ettirir. 71-72 yıllarından itibaren, üniversiteliler, işçiler, köylüler devrimci eylemlere giriyorlar, kavgada ilk can kayıplarını birbiri ardına veriyorlardı. Halkın gözünde efsaneleşmiş öğrenci liderleri dağlarda vuruluyor, ipe gönderiliyordu. Denizlerin, Mahirlerin, İboların, Nurhak'ın, Kızıldere'nin ağıtları yakılıyordu. Bu ağıtların birçoğu anonimleşiyor ve yoksul halkın dilinden düşürmediği can yakan ezgiler oluyordu. İşte Zülfü Livaneli'nin de içinde bulunduğu yeni kuşak halk ozanları , bu ağıtların, marşların halka yayılmasında büyük önem kazanıyordu. Bu dönemin başından 12 Eylül 80'e kadar, isyan ve müzik birbirine kenetlenmişti.
12 Eylül faşist darbesi, devrimci muhalefeti ezme çabasıyla birlikte, muhalefetin kültürünü de yok etmeye çalıştı. Müziğini yapmaya çalışan herkesin üzerinde terör estirdi... Darbe sonrasında Livaneli de Avrupa'ya sığınmak zorunda kalanlardan biri oldu. İsviçre, İsveç, Fransa gibi ülkelerde mülteci olarak yaşadı. Burada kardeşi Ferhat Livaneli ile bağlamanın daha az kullanıldığı ya da hiç kullanılmadığı parçalar üretti. Film müzikleri yaptı. Maria Faranduri ve Mikis Theodorakis gibi sanatçılarla dostluk geliştirdi. Türkiye'ye gelir gelmez bu sanatçılarla ortak konserler düzenledi. Ancak öykünün buradan sonrası hazinleşmeye başlıyor. Başlangıçtaki sol, aydın, entelektüel bir çevrenin mensupluğundan, medya plazaya doğru ufaktan bir sınıftan kaçışın hazin öyküsü. İnsani değerlerin estetiğinin ve eliğinin utangaçça terk edilişinin öyküsü... Mahirler, Denizler için ağıtlar söyleyen bir kimlikten, Anadolu halklarının yoksulluğu dururken şimdi yazarlık yaptığı köşesinden gurmeliğe* giden bir kişilik erozyonu... Fransız yemeklerini ve lüks lokantaları tanıtan, plaza içinde bir garip "sosyal " demokrat oluveriyor Uluslararası düzeyde bir sanatçı olmanın yanı sıra Türkiye'nin" kültür sanat ataşesi oluyor. Tabii kişinin insani konumlanışı, sanat üretimini ve çizgisini de belirtiyor. Peş peşe çıkardığı kasetlerinde, müzikal bakımdan tek kelimeyle fiyasko denilebilecek eserler yaratıyor. Stüdyo müzisyenlerini toplayıp) detone bir vokalle ve prozodi** hatalarıyla dolu ucube şeyler yapıyor. Klarnet, keman ve kanun ağırlıklı, birbiri içine geçmiş, kulak tırmalayan öyle söylemek gerekirse lale devrinin saltanat musikisini bile utandıracak eserler ortaya koyuyor. Yükselen Kemalist şovenizmin "stadyum konsercisi" durumuna geliveriyor. Kendisinin yapıp yönettiği tv programlarında modacılarla halkın çok uzağında mevzulardan dem vuruyor. Kaset kapaklarındaki, rugan ayakkabıları ve temiz temiz giysileriyle varoş çocuklarına sarılarak çektirdiği fotoğraflarında vermek istediği mesajı yutmamızı istiyor. Ama beyhude...O "sınıfının aydını" ve varsıl, öğütkar tavrıyla artık içimizden biri değil, bundan sonra da asla olmayacak! "Dünya değişirken" değişkenliğin ufkunu zorlayan, bir "değişkenin" değişim öyküsü kısaca böyle...
Döndüm baba döndüm oh be ya da sosyolojik bir hata olarak Cem Karaca
Döndüm baba döndüm oh be ... Bu başlık, aynı zamanda Cem Karaca'nın 1987'de Türkiye'ye gelir gelmez Özal'ın elini öptüğü gerekçesiyle kendisine yapılan dönek suçlamalarına karşılık yaptığı bir parçanın adıdır. Cem Karaca 1965'te Altın Mikrofon Müzik Yarışması ile tanınan Elvis'ten şarkılar söyleyen bir gençtir. Daha sonra askere gider orada bağlama ve Anadolu müziği ile tanışır ve müzikal tarzı belirmeye başlar. Anadolu-rock olarak adlandırılan müzik türünün ilk öncülerinden olur. Apaşlar, Kardaşlar, Moğollar; Dervişhan ve Edirdahan gibi gruplarla çalışır. Safinaz gibi Anadolu'da ilk Rock opera örneklerini yaratır. Karaca bu gruplarla 70'lerin sonlarına kadar çalışır. Namus Belası, Parka, Tamirci Çırağı, Beni Siz Delirttiniz gibi herkesçe bilinen örnekler ortaya koyar. 70'ten 80' e kadar geçen süre içerisinde müziği sertleşir, müziğinin dili politiklesin 1 Mayıs marşını o-kur. Bir ara "Aydınlıkçı" olarak bilinir. 70'lerin son yıllarında konserlerine kah işçi tulumuyla kah gerilla kıyafetiyle çıkar. Konserlerinde silahıyla havaya ateş açar ve insanları devrime çağırır. Derken 80 darbesi gelir ve Almanya'ya gider. Bir süre kaset çalışmalarına burada devam eder. 87'ye gelindiğinde kendisi için özel af çıkarılır. Dönemin Başbakanı Özal'ın "huzurunda" konser verir, elini öper. Cem Karaca yakın zamanlarda ifade ettiği gibi, kendilerinin geçmişte "sosyolojik bir hata yaptıklarını" düşündüğünü söyler. Bu hatayı düzeltmek için dört elle sağ ideolojiye sarılır. Zaman Gazetesinde bir dizi röportajı yayınlanır. İslami ve milliyetçi bir çizgiye kaydığı gözlemlenir.
Aslında Livaneli ve Karaca'nın ideolojik savruluşu, daha sonradan müzikal bir savruluşu da beraberinde getirdi. İyi müzik yapmak için illa ki marksist olmak gerekmez ama eski Marksistlerin de pek kötü müzik yaptıkları söylenebilir. Muhalefet ve isyan sanatı devrimci kılar, Sanat kavgada ve yaşam kavgasında üretilir. Bireysel, toplumsal acılar ve coşkular yaşamın yansılarıdır. "Burada" olmayan "burayı".duyumsamayan bir yönelişin sonu tabi ki "orası" olacaktır.
Dostları ilə paylaş: |