“Modernite, Aydınlanma ve Pozitivizm” Üzerine Yazı ve Dipnot’un Sansürü
İçindekiler
Dipnot Dergisi’nin İstediği ve Yayınlamayı Reddedip Sansür Ettiği “Modernite, Aydınlanma ve Pozitivizm” Başlıklı Yazı ve Yazıyla İlgili Yazışmalar 2
Modernite, Aydınlanma ve Pozitivizm Üzerine Bir Deneme 3
Bu Yazı Üzerine Bir Açıklama 3
Kavramlar Karmaşası 4
“Pozitivizm” Kavramının Özel Konumu ve İşlevi 6
Kategorileri Karıştırmak 7
Zıtları Özdeş Göstermek 8
Kavramların Çarpıtılıp İçinin Boşaltılması 8
Toplumsal Güçler ve İlişkilerin Analizi Yerine Fikirler 11
Sosyolojik Kavramların Yerine Felsefi Kavramlar 11
Modernite 12
Aydınlanma 12
Din 13
Aydınlanma ve İslam 14
Ulusçuluk 14
Ulusçuluk Gericiliğinin Özelliği 15
İki Ulusçuluk 15
Modernite ve Gerici Ulusçuluk 16
Beşikçi ve Gerici Ulusçuluk 16
Pozitivizm, Gerici Ulusçuluk ve Liberalizm 17
Dipnot Dergisi ile Yazışmalar 19
Fırat Aydınkaya’nın Dipnot hakkında bilgi veren ve yazı isteyen maili. 19
Demir Küçükaydın’dan Aydınkaya’ya 19
Aydınkaya’dan Küçükaydın’a 20
Küçükaydın’dan Aydınkaya’ya 20
Aydınkaya’dan Küçükaydın’a 21
Küçükaydın’dan Aydınkaya’ya 21
Aydınkaya’dan Küçükaydın’a 22
Aydınkaya’dan Küçükaydın’a 22
Küçükaydın’dan Aydınkaya’ya 22
Aydınkaya’dan Küçükaydın’a 23
Küçükaydın’dan Aydınkaya’ya 23
Küçükaydın’dan Aydınkaya’ya 23
Aydınkaya’dan Küçükaydın’a 24
Küçükaydın’dan Aydınkaya’ya 24
Aydınkaya’dan Küçükaydın’a 24
Küçükaydın’dan Aydınkaya’ya 25
Aydınkaya’dan Küçükaydın’a Yazının Yayınlanmayacağına Dair Mail 25
Küçükaydın’ın Yayın Kurulu’nu Protesto Eden Maili 26
Aydınkaya’nın Küçükaydın’ın Protestosuna Cevabı 29
Dipnot Yayın Kurulu’nun Küçükaydın’ın Protestosu’na Cevabı 31
Küçükaydın’ın Dipnot dergisi Yayın Kurulu’na Cevabı 33
Demir Küçükaydın’ın Fırat Aydınkaya’ya Cevabı 34
Demir Küçükaydın’ın Dipnot Yayın Kurulu’na Ayrıntılı İkinci Cevabı 42
Dipnot Dergisi’nin İstediği ve Yayınlamayı Reddedip Sansür Ettiği “Modernite, Aydınlanma ve Pozitivizm” Başlıklı Yazı ve Yazıyla İlgili Yazışmalar
Dipnot Dergisi Yayın Kurulu adına Fırat Aydınkaya’nın benden istediği “Beşikçi Sosyolojisinin Pozitivizmle İlişkisi” konusunda yazdığım yazıyı, Yayın Kurulu seviyesiz ve konuyla ilgisiz olduğu gerekçesiyle yayınlamadı, sansür etti.
Aşağıda sansür edilen bu yazı ve öncesi-sonrasıyla bütün yazışmalar bulunuyor.
Okuyucu yazının seviyesiz olup olmadığına ve yapılanların ne anlama geldiğine kendisi karar versin.
Veriler ortada.
Herkes bu verilerden elbette kendi sonuçlarını çıkarabilir.
Demir Küçükaydın
15 Kasım 2010 Pazartesi
Modernite, Aydınlanma ve Pozitivizm Üzerine Bir Deneme
Bu Yazı Üzerine Bir Açıklama
Dipnot Yayın Kurulu adına Fırat Aydınkaya “Pozitivizm” ağırlıklı bu üçüncü sayı için “Beşikçi sosyolojisinin Pozitivizm ile ilişkisini” inceleyen bir yazı istemişti.
Yazıyı yazmaya başlayınca, belli bir noktada, Pozitivizm kavramına bugün yüklenen anlamları incelemek gerekti. Bu noktada, Pozitivizme yüklenen ve bizzat Dipnot dergisinde de görülen yaygınlaşmış anlamlarla; kendimi savunucusu ve devamcısı kabul ettiğim; klasik, bilinmeyen, unutulmuş, otantik, yaygın olanının yüz seksen derece zıddı olan devrimci ve eleştirel Marksizm’in1 verdiği anlamların çok farklı olduğu; bu farkı açıklamadan ve göstermeden yazılacak bir yazının anlaşılmayacağı veya yanlış anlaşılacağı sonucu ortaya çıktı. Böylece yazı başlangıçta hiç hesaplanmayan başka bir mecraya yöneldi.
Araştırma biraz daha derinleştirilince de, bu yüklenen yeni anlamlarıyla pozitivizm kavramının bu günkü politik ve ideolojik tartışmalarda, bir zamanların bayağı (vulgar) Marksistlerinde “temel neden ekonomiktir” önermesinin yerini aldığı ve her kapıyı açan bir anahtar işlevi gördüğü daha netleşti. Dünün “temel neden ekonomiktir” diyenleri şimdi “pozitivizm” kavramıyla aynı temel metodolojik hataları tekrarlıyorlardı.
Daha sonra, Dipnot dergisinin ilk iki sayısının ağırlıklı konuları olan Modernite ve Aydınlanma kavramlarına yüklenen yaygınlaşmış anlamlar üzerine de biraz derinlikli durunca, Modernite ve Aydınlanma kavramlarında da benzer bir durum olduğu ve bu kavramların da çoğu kez Pozitivizme yüklenen anlamlarla tanımlandığı, hatta çoğu kez birbirlerinin yerine bile kullanıldığı görüldü.
Öte yandan bugün Türkiye’deki (hatta Dünyadaki) tartışmalar ve mücadeleler içinde kavramın bu tür anlamlandırılma ve kullanılışlarının, sınıf mücadelesinde bir ideolojik mücadele aracı olduğu, örneğin bugünkü Türkiye’de Politik İslam ve Liberalizmin ideolojik ve politik egemenliğiyle yakın bağlantılı olduğu çok açıktı.
Buna bağlı olarak, devrimci demokrasinin ve sosyalizmin (özellikle de “Özgürlük Hareketi”nin) bu egemenliğe son verebilmek için pozitivizm kavramıyla bağlantılı bu karmaşa ve anlam kaymalarına karşı ciddi bir ideolojik mücadele yürütmesinin şart olduğu da ortadaydı.
Bu durumda, bu kavramların gerçek ve yaygın bu anlamları ve kullanımları yokmuş gibi, onları hiç hesaba katmadan yapılacak son derece spesifik Beşikçi’nin Pozitivizmle ilişkisini ele alacak bir çalışmanın, hem anlaşılmama, hem de suskunluğuyla bu oyuna alet olma tehlikesi bulunuyordu.
Bu durumda, bu kavramlara ilişkin, Eleştirel ve Devrimci Marksizm’in ya da diğer ifadeyle Diyalektik Sosyolojinin, bu gün bulunduğu noktadan, bir değerlendirme ve açıklamaya öncelik vermek gerektiği, ancak bundan sonra, Beşikçi’nin bu tablonun bütünü içindeki yerinin ne olduğundan söz edilebileceği görüldü.
Bu nedenle, yazın başlığı, içeriğiyle müsemma olarak “Modernite, Aydınlanma ve Pozitivizm”, “Beşikçi ve Pozitivizm” ise bunun içinde sadece küçük bir alt bölüm olarak yer alacak.
Aslında Beşikçi’nin Pozitivizmini, Pozitivist düşünceyle ilişkisini ve bunun sonuçlarını daha önce “Tersinden Kemalizm – İsmail Beşikçi’nin Eleştirisi – Alevilik, din, Ulus, bilim ve Politika Üzerine” adlı kitabımızda ele aldığımızdan, böyle yapmak bir eksikliğe de yol açmayacaktır.2
Kavramlar Karmaşası
Modernite, Aydınlanma ve Pozitivizm, bu üç kavram, son yıllarda, neredeyse bütün toplumsal bilim ve disiplinlerin en canlı, her zaman taze (“evergreen”) konu başlıklarını oluşturuyor.
Bu olgunun yeni bir örneğini veya önermenin yeni bir kanıtını bizzat Dipnot dergisinin ilk üç sayısının ağırlıklı konuları da sunuyor. Dipnot’un birinci sayısının konusu “Modernite” idi. İkincisi doğrudan “Aydınlanma” olmasa bile, en azından Türkiye’nin düşünce geleneği içinde Aydın ve Aydınlanma belli ölçüde birbirine bağlı olarak anlaşıldığından, Aydın biraz “Aydınlanmış” anlamına geldiğinden “Aydınlanma” ağırlıklı kabul edilebilir. “Pozitivizm” ise bizzat bu üçüncü sayının ağırlıklı konusudur.
Peki ama bu kavramlar bize neyi anlatıyor? Bu kavramların ve onlara yüklenen anlamların ardında ne gibi gizli varsayımlar bulunmaktadır? Ve nihayet bizzat bu kavramların böylesine çok kullanılması ve bu derginin ilk üç sayısının ağırlıklı konularını oluşturması hangi tarihsel ve toplumsal eğilimlerin ifadesidir; bizlere neyi ima eder? Onun kendisine yüklediği veya atfettiği anlam değil, ama bu olgunun nesnel sosyolojik anlamı nedir?
Bu sorular daha da uzatılabilir. Bu kısa yazıda, ilk elde bu sorulara bir cevap arayabilmek için bu kavramları ve kullanımlarını hatalarından olabildiğince arındırmak, tüvenanın içindeki cevheri “pisliklerden” olabildiğince temizlemek gerekiyor.
Birincisi bu kavramlar birbirinin içine aşırı geçmiş, sınırları kaybolmuş durumda.
Örneği yine bizzat Dipnot dergisinden verirsek, örneğin ilk sayının konusu Modernite olmakla birlikte, ilk yazının başlığı “Aydınlanma nedir?”dir. İkinci yazı, Jürgen Habermas’ın “Modernlik: Tamamlanmamış Bir Proje” başlığını taşımakla birlikte, birçok yerde Aydınlanma’nın “tamamlanmamış bir proje” olduğundan söz edildiği görülebilir. Yani Aydınlanma da Modernite de “tamamlanmamış bir proje” olarak özdeş bir içerikle tanımlanmaktadır3.
Ama bu iç içe geçme ve birbiri yerine kullanılma, çok geniş bir alanda geçerlidir. Öyledir ki, Modernite’den söz edilirken birden Aydınlanma’ya; Aydınlanma’dan söz edilirken birden Pozitivizm’e4; Pozitivizm’den söz edilirken birden Modernite’ye ve diğer kombinasyonlara5 kolaylıkla geçişler yapıldığı, ya da bunların bir arada kullanıldığı6 görülmektedir.
Son yıllarda, kökleri Türkiye’nin entelektüel ve kavramsal dünyasında gizli bir egemenlik kurmuş Birikim dergisinden Mahçupyan gibi liberallere ve “İslamcı Aydınlar”a kadar çok geniş bir çevrede; sık sık özellikle Aydınlanmanın Pozitivizm adı altında eleştirildiği; Pozitivizmin özelliklerinin Aydınlanmanın ve/veya Modernitenin özellikleri gibi tanımlandığı görülmektedir.
Hatta sadece burada kalınmayıp, Aydınlanma’nın gerçek mirasçısı ve eleştirmeni olarak kabul edilebilecek ve bizzat kendisine karşı ortaya çıkmış pozitivizmle hiç bir ortak noktası olmayan Marksizm bile Pozitivizm ile tanımlanıp eleştirilmektedir7.
“Pozitivizm” Kavramının Özel Konumu ve İşlevi
Ne var ki, bu anlam kaymaları yakından incelendiğinde, pozitivizm kavramının bu anlam kaymalarında bir yapışkan işlevi gördüğü ve başka anlamların da Modernite ve Aydınlanmaya yüklenmesinin aracı olduğu görülmektedir.
Yani Pozitivizm ile Modernizm ve Aydınlanma arasında bir özdeşlik kurularak, Pozitivizm kavramı aracılığıyla pozitivizme yüklenen başka ve genellikle tümüyle olumsuz anlamları Aydınlanma ve Moderniteye yüklenmektedir8.
Böylece Pozitivizme yüklenen bütün anlamlar, Modernite ve Aydınlanmaya yüklenebilir hale gelmektedir. Pozitivizm örneğin Ötekileştirmeyle9, Oryantalizmle10, Tekçilikle11 (Monizm), Jakobenizmle12, Totaliterlik veya Otoriterlikle13, İlerlemecilikle, “Toplum mühendisliği” ile, Mutlak doğrular14 ile, Doğaya egemen olmak ile, Akıl ile, (ki bunlar daha da uzatılabilir) bir zorunlu bağlılık, hatta anlamdaşlılık içine koyulmakta, ama daha önce de Aydınlanma ve Modernite ile de Pozitivizm arasında anlam kaymaları ve anlam özdeşliği imaları yapıldığından, kolaylıkla, “iki şey bir şeye eşitse o iki şey de birbirine eşittir” aksiyomuna uygun olarak, bütün bu nitelikler Aydınlanma ve Moderniteye mal edilmekte ve onların tanımlanmasında kullanılmaktadır.
Bugün artık, kanıtlanmasına gerek bile olmayan bir aksiyom durumuna gelmiş bu eşitlik ve çıkarsamalar üniversitelerin akademik yayınlarından, çoğu aynı zamanda akademisyen de olan entelektüellerin ve teorisyenlerin akademik dünya dışı yazılarına oradan da günlük gazetelere ve ortalama yurttaşın toplumu kavrayışına kadar gizli bir egemenlik ve ön yargılar imparatorluğu kurmaktadır. Ve bunları parçalamak, Einstein’ın da dediği gibi, “Atomu parçalamaktan daha zordur”.
Bu günkü Politik İslam ve Liberalizmin politik egemenliği ve gücünün esas kaynağı, bu kavramlar aracılığıyla kurduğu ideolojik egemenliktir.
Devrimci Demokrasi ve Özgürlük Hareketi gerçekten bir alternatif olarak ortaya çıkmak istiyorsa, bu anlamlardan ve kullanımlardan bağımsızlaşmak, bu kavramların egemenliğine karşı bir savaş açmak zorundadır.
Ama maalesef, durum tam tersinedir, en tutarlı bilinen demokratlar bile bu kavramlar ve anlamlarla düşünmekte, bunların ötesine gidememektedir.
Kategorileri Karıştırmak
Bütün bu kurulmuş kavramsal özdeşliklerin bir tek ortak özelliği bulunmaktadır: kategorileri karıştırmak ve öze değil görünümlere göre değerlendirmek!
Kategorileri karıştırma, bizzat daha Aydınlanma, Modernite ve Pozitivizm özdeşliklerinde görülebilir.
Modernite bir tarihsel ve sosyolojik dönemdir, tarihsel/toplumsal sürecin belli bir uğrağıdır. Aydınlanma bu tarihsel dönemle büyük ölçüde çakışan bir “paradigma değişimidir” diyelim şimdilik15. Pozitivizm ise, modernite dönemi içinde, Aydınlanma’nın demokratik ve devrimci özüne karşı geliştirilmiş, metod (ki bu onun kendi iddiasıdır) daha doğrusu bir ideolojidir.
Bu farklı kategorilerden olguları özdeşleştirmek ve anlam kaymaları yapmak, bilgi sürecinde bir geriye gidişten, gerçeği tahriften ve dolayısıyla belli çıkarları korumaktan başka bir anlama gelmez.
Zıtları Özdeş Göstermek
Kaldı ki, yapılan sadece farklı kategorilerin karıştırılması da değildir; birbirine zıt olanların özdeş gibi ele alınması; özlerinin yok edilmesidir. Aydınlanma ve Pozitivizm aslında birbirine zıttır. Ama yaygın kullanımda aynı olgunun iki farklı görünümü gibi ele alınmaktadır. Yapılan tahrifatı görmek ve anlamını kavramak için, Ekonomi Politiğin evrimi iyi bir örnek sunar.
İlk ekonomi politikçiler, Adam Smith, Fizyokratlar, Ricardo’lar vs., henüz tam gelişmiş olmasa da, bir emek-değer teorisine dayanırlar. Marks, bu teoriyi almış, eleştirerek geliştirmiştir. Ama Marks’tan sonra, burjuvazinin gericiliği, ekonomi teorilerine de yansımış ve emek değer teorisini reddeden vulgar, marjinalist ekonomi teorileri ortalığı kaplamıştır. Bunlar emek değer teorisinin tam zıddıdır ve zaten onunla savaşmak için ortaya atılmışlardır.
Bu gerici ve vulgar ekonomi teorilerine bakarak klasik ekonomi politiği ve Marksist ekonomi politiği onlarla aynı kefeye koymak ne ise, pozitivizm ile Aydınlanma’yı ve hatta Marksizm’i aynı kaba koymak özdeştir. Bu papalığın ya da kilisenin ya da Muaviye’nin cinayetlerinden dolayı İsa’yı veya ilk eşitlikçi ve devrimci Hıristiyanlığı; Muhammet’i veya Mekke’nin pleplerine dayanan eşitlikçi, demokratik ve devrimci Müslümanlığı mahkûm etmeye benzer.
Kategorileri karıştırarak ve zıtları aynı olgunun farklı yönleriymiş gibi ele alarak kurulan özdeşlikler aracılığıyla yapılan da tamı tamına budur aslında.
Kavramların Çarpıtılıp İçinin Boşaltılması
Ama yapılan sadece bunlar da değildir. Pozitivizm aracılığıyla Aydınlanma’ya yüklenen olumsuz özelliklerin hepsi de kavramların çarpıtılmasına dayanmaktadır.
Türkiye’nin politik ve entelektüel hayatına egemen, gücü yaygınlığından gelen, yerleşmiş ve adeta aksiyomatik bir doğru gibi görülen çarpıtmalarla ilgili bir iki örnek, yapılanın çapı ve korkunçluğu hakkında bir fikir verebilir.
Örneğin, Jakobenizm, pozitivizmle dolayısıyla Aydınlanma ile ilişkilendirilmekte; bunun yanı sıra Jakobenizme “Yukarıdancılık”, “Toplum mühendisliği”, “Tekçilik” gibi özel ve olumsuz anlamlar da verilmektedir.
Birincisi, Jakobenizm, “Yukarıdancı” değil, aşağıdan gelen, yoksullara dayanan onların radikalizminin ifadesi olan harekettir. Marks’ın ifadesiyle, burjuva tarihsel görevlerin avam yollarıyla gerçekleştirilmesidir.
İkincisi, Jakobenizm ile Pozitivizm arasında hiç bir ilişki yoktur. Jakobenizm iktidardayken, yani birinci Paris Komününde, 1790’larınbaşında, henüz Pozitivizm diye bir şey yoktu, hatta onun kurucusu Auguste Comte bile doğmamıştı. Comte, 1798’de doğar, yani Jakobenizmi tasfiye eden karşı devrimin çocuğudur.
Üçüncüsü, pozitivizm, bir bakıma Jakobenizmin mirasına ve bu mirası sahiplenip geliştirenlere karşı mücadele etmek için ortaya çıkmıştır.
Eğer pozitivizm ile ilişkilendirilebilecek bir kavram aranırsa bu Jakobenizm değil, Bonapartizm’dir. Zaten ikisi de burjuvazideki aynı gerici eğilimin, biri siyasi bir rejim olarak diğeri bir yöntem ve ideoloji olarak görünümleridir son duruşmada.
Yani bu anlamlardaki kaymalar ve yeni anlamlandırmalar, bırakalım derin analizleri bir yana, olgusal düzeyde bile gerçekle uyuşmamaktadır. Bu kaymaların bir tek işlevi vardır aslında, Aydınlanma ve Jakobenizmin devrimci ve demokratik mirasıyla her türlü ilişkiyi koparmak ve ezilenlere bu ilişkiyi ve geleneği unutturup onları kafadan gayrı müsellah etmek.
Burjuvazinin, bu İslamcı veya Liberal olmuş fark etmez, demokratik olmayan, her zaman en korkunç gericilikle uzlaşmaya hazır, ezilenlerin eyleminden ve örgütlenmesinden şeytan görmüşçesine korkan eğilimlerinin bir yansımasıdır.
*
Bir başka örneği alalım. Ulusçuluk ile Aydınlanma arasında kurulan ilişkiyi.
Ulusçuluk, “politik birim ile ulusal birimin çakışmasını ön gören” ilkedir.
Ama bu ilkenin ortaya çıkabilmesi için, önce politik olan ve olmayan diye bir ayrım yapılması gerekiyordu. Aydınlanmadan önce böyle bir ayrım yoktu16. Bu politik ve özel ayrımı ise, Aydınlanmanın tam da özüdür. Aydınlanma daha sonra gerçek tarihsel anlamını ele alacağımız üzere bu ayrımı yapmak zorundaydı, o zaman kadar tüm toplumsal düzeni belirleyen diğer dinlere karşı.
Ama aydınlanma bunu yaparken, kozmopolitti ve henüz ulusçu değildi. Tüm insanlığı kapsamak için bunu yapıyordu.
Aydınlanma Milliyetçi değildir; onun sorunu politik olanın nasıl tanımlanacağında değil, politiğin özel ile ayrılmasındadır. Politik olanın ulusal olanla çakışması gibi bir anlayış yoktur, politik olan bütün insanları kapsamaktadır. İnsan hakları ve yurttaş hakları aynı anlama geliyordu, bu günkü gibi bir ulustan olan, bir ulusun yurdunda yaşayanlar anlamına değil. Bu nedenle Paris’te İngiliz ve Amerikalı devrimciler, o geleneği sürdüren İşçi hareketinde, Paris komününde Polonyalı devrimciler veya Rus devriminde Alman ve Polonyalı devrimciler son derece olağan olarak yer alıyorlardı.
Ulusçuluk ise, tıpkı, Pozitivizm ve Bonapartizm gibi, Aydınlanmanın devrimciliğine, eşitlikçiliğine ve kozmopolitizmine karşı bir karşı devrimci kabarışın sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Fransız bayrağının üç rengi, başlangıçta Fransız ulusunu değil, eşitlik, adalet ve özgürlüğü ifade ederken, daha sonra Napolyon’un İmparatorluk kuşağı ve Fransız ulusunun bayrağı haline gelmiştir.
Bu gelenek bu gün unutulmuş olabilir ama daha henüz Enternasyonal marşının yazılmadığı zamanlarda, bütün dünyanın devrimcileri, bu gün Fransız milli marşı olarak bilinen Marseyyez’i eşitlik ve özgürlük ideallerinin ifadesi olarak söylüyorlar ve Engels, “bütün zamanların gelmiş geçmiş en devrimci marşı” diye onu kutsayan yazılar yazıyordu.
*
Ya da şu “tekçiliği” alalım ele. Tek bir doğru olduğuna inanç hiç de bir tekçi ve baskıcı, demokratik olmayan bir yönetimi gerektirmez. Aslında tek parti egemenliğiyle mücadele için tekçiliğin terk edilmesini istemek bir tek partinin veya kişinin egemenliğini gizli olarak meşru gören bir anlayıştır. Bu, bir partinin tek bir doğru olduğuna inanmamasının, bir diktatörlüğü engelleyebileceği gibi bir çocukça fikre dayanır.
Tek bir doğru olduğuna inanmak veya bunu kabul etmek başkadır, bu tek veya çok doğrulardan birini idari tedbirlerle zorla dayatmak başkadır. Aslında tek bir doğru fikrinin reddini istemenin kendisi başka bir fikri dayatmaktan başka bir anlama gelmez. Eğer birden çok doğru varsa bu çoklardan biri de tek bir doğru olduğu fikri de olabilir.
Demokrasi her biri kendisinin en doğru olduğuna inanan görüşlerin nüfusun çoğunluğunu kazanabilmek için mücadeleleridir özünde. Demokrasi için tek doğru fikrinin terk edilmesini istemenin kendisi anti demokratiktir.
Öte yandan, birisi, bilgi teorisine ilişkin epistemolojik bir sorundur; diğeri bir toplumun nasıl yöneteceğine, devletin ve iktidarın nasıl örgütleneceğine ilişkin siyasi bir sorundur. Siyasi problemler epistemolojik cevaplarla çözülemez.
*
Ya da şu pozitivizme ve oradan da Aydınlanmaya yüklenen “ötekileştirmek” kavramını ele alalım.
Ötekileştirmemek mümkün müdür? Hayır. Kanarya sevenler derneği kursanız bile kanarya sevmeyenleri ötekileştirmiş olursunuz. Çünkü her bölünme bir birlik, her birlik aynı zamanda bir bölünmedir. Diyalektik bir düşünceyi terk etmek, birlik ve bölünmeyi böylesine anlaşılmaz kılar.
Sorun mümkün olmayan ötekileştirmemek değildir, kimin ve neyin ötekileştirileceğidir. Farklı bir dilden, dinden olanları “ ötekileştirmek” yani ulusun tanımının dışına atmak mı, yoksa faklı dinden, dilden olanları ulusun dışına atanları dışına atmak mı, yani “ötekileştirmek” gerektiğidir. Ötekileştirmeyi, bir dil, din, soy, etni üzerinden yapanları ötekileştirmeden dil, soy, dinin ötekileştirilmesini ortadan kaldıramazsınız.
Bu üç örnek bile, pozitivizme dolayısıyla Aydınlanma’ya da yüklenen anlamların en küçük bir eleştiriye dayanma gücü olmadığını gösterir.
Toplumsal Güçler ve İlişkilerin Analizi Yerine Fikirler
Bütün bunlar aslında gerici ulusçuluğun ya da burjuvazinin, kendini dünya ticaretinin bu günkü düzeyine uydurmak için ulusçuluğun en gerici biçimini koruyarak reforme etme çabalarından başka bir şeye hizmet etmezler.
Ama bütün bu tahrifatların ardında, çok daha yanlış bir varsayım da savunulmaktadır. Fikirler öyle olduğu için, toplumsal ilişkilerin öyle olduğu sanılmaktadır ya da bu yönde bir fikir sürekli olarak yayılmaktadır.
Fikirlerin gerçek maddi ekonomi temeli, sınıflar ve sınıf çıkarları ile ilişkisi ortadan kaldırılmaktadır. Bütün tarih, en devrimci fikirlerin bile ağızdan çıktığı andan itibaren mücadele eden sınıfların çıkarlarını korumak için birden bire içerik ve anlam değiştirmelerinin örnekleriyle dolu değilmiş gibi yaklaşılmaktadır topluma. Fikirler öyle olduğu için ilişkilerin öyle olduğu yargısı yayılmaktadır.
Kemalist diktatörlüklerin veya geri kalmışlıkların veya o başka durumların nedeni fikirler değildir, o fikirleri yaratan, değiştiren, yayan toplumsal koşullardır. Oryantalizm olduğu için sömürgecilik yoktur sömürgecilik olduğu için oryantalizm vardır. Tekçilik olduğu için tek parti diktatörlüğü yoktur, Tek parti diktatörlüğü somut sınıfların ve çıkarların sonucu olarak vardır.
Böylece gerçek toplumsal güçlerin ve ilişkilerin, sınıfsal mücadelelerin analizinin yerini fikirlerin mücadelesi ve fikirlerin belirlediği bir tarih anlayışı almaktadır. Bir zamanlar Marksizm’in kapıdan koyduğu ve ayakları üzerine oturttuğu kafa üstü Hegelyanizm, Pozitivizm veya Aydınlanma eleştirisi adı altında bacadan girmektedir.
Sosyolojik Kavramların Yerine Felsefi Kavramlar
Ve böylece aslında sosyolojik bir tartışmanın konusu olması gereken ve sosyolojik kavramsal araçlarla ele alınabilecek toplumsal süreçler, felsefi bir tartışmanın konusu haline gelmektedir.
Ama bu felsefi kavramlar bir zamanlar, Eski Yunan ve Aydınlanma öncesinde olduğu gibi, felsefenin, Orta Doğu ve Akdeniz’in tek tanrılı dinlerinin veya Aydınlanmanın kavramsal temelini oluşturduğu dönemin felsefesinin derinliğinden, kavramsal dakikliğinden ve düşüncedeki devrimciliğinden yoksun; burjuvazinin bütün bütüne gericileştiği bir çağın, piyasaya sürdüğü bayağılaştırılmış, gazete köşelerindeki kahvehane sohbetlerinin felsefesidir.
O halde, bu felsefi kavramlarla yürütülen Modernite, Aydınlanma ve Pozitivizm’in ne olup ne olmadığını, sosyolojik kavramsal araçlarla ele alalım.
Modernite
Modernite demek, Kapitalizm demektir. Moderniteyi bütün diğer dönemlerden ayıran özelliklerin tamamı ancak Kapitalizm ile açıklanabilir. Kimileri Kapitalizmi beş bin yıl geriye Sümerlere kadar götürüyorlar, ama bunların Modern ve Antik sermaye arasındaki temel farkı görmedikleri ve analiz edemedikleri görülmektedir.
Elbette Sermaye beş bin yıldır vardır. Ancak Kapitalizm öncesi sermayenin varlığı, bir kapalı ekonomiler denizini var sayar. Karın kaynağı değer transferidir. Kar edildiğinde toplum bir bütün olarak zenginleşmez. Hatta sermaye ne kadar gelişirse, toplum o kadar fakirleşme, üretim gerileme eğilimine girer. Artı ürüne esas el koymanın yolu temel olarak ekonomi dışı cebirdir. Bu temel özellikler belirler modern öncesi uygarlıkları.
Modern sermaye ise, sömürüyü bizzat üretim sürecinde, ekonomi dışı cebire bir gerek duymadan gerçekleştirir. Artı değerin elde edilebilmesi için üretim yapılması olmazsa olmaz koşuldur. Modern sermaye ne kadar gelişirse, üretim o kadar gelişmiş olur. Antik sermayenin aksine, sermaye kar ettiğinde, toplum bir bütün olarak zenginleşmiş olur.
Moderniteye atfedilen veya onda görülen bütün özellikler antik ve modern sermaye arasındaki bu çok temel farklardan doğar.
Modernite teriminin kullanılabildiği her yerde rahatlıkla Modern Sermaye Düzeni veya Kapitalizm de kullanılabilir. Bu hiçbir anlam kaymasına veya içerik değişimine tekabül etmez.
Ama Kapitalizm değil de Modernite teriminin kullanılması bile, sosyolojik bir sorunu veya sosyolojinin kavramlarıyla ele almaktansa, felsefenin kavramlarıyla, onun özünü gizleyen kavramlarla ele almanın, dolayısıyla ideolojik mücadelenin bir aracıdır.
Aydınlanma
Hiç bir çağ ve kişi gibi hiç bir görüş de kendinin kendini tanımlamasıyla tanımlanamaz.
Nasıl Allaha inananların Allah hakkındaki tanımlarından ve anlayışlarından hareketle Allah’ın sosyolojik olarak ne olduğu anlaşılamazsa; nasıl ulusçuların uluslar hakkındaki tanımlarından hareketle ulusun ne olduğu anlaşılamazsa; Aydınlanmanın kendisi hakkındaki tanımlarından da Aydınlanmanın ne olduğu anlaşılamaz.
Aydınlanma kendisini akılla, dinle ve inançla zıtlık içinde tanımlamaktadır.
Ama bu bizzat Aydınlanma’nın Aydınlanma tanımından başka nedir ki?
Aydınlanmanın kendisini zıtlık içinde tanımladığı Din ve inanç nedir?
İnanç diye bir sosyolojik kategori olmayacağına, İnancın epistemolojik veya hukuki bir kategori olabileceğine daha önce değinmiştik. O halde, Aydınlanmanın kendi hakkındaki tanımlarının hiçbir sosyolojik değeri bulunmamaktadır. Onlar Aydınlanmanın ne olduğunu açıklamazlar, ama aydınlanmanın kendisini niye böyle tanımlayıp açıkladığını, bunun sosyolojik anlamını açıklama gereğini ortaya çıkarırlar.
Aydınlanmanın kendisine zıtlık içinde tanımladığı “Din nedir?” dendiğinde, aydınlanmanın buna cevabı “İnanç” olduğundan, Dinin ne olduğu hala sosyolojik olarak tanımlanmış değildir.
Dinin ne olduğunu anlamak için de Aydınlanmanın din tanımına değil, tarih ve toplumda din denen olguya bakmak gerekmektedir. Yani Din, felsefi, epistemolojik veya hukuki bir kategori olarak değil, sosyolojik bir gerçeklik olarak ele alınmalıdır.
Tarihte ve dünyanın hiç bir yerinde, hiç bir zaman dinsiz bir toplum olmamıştır. Öte yandan din, sanılanın aksine topluluğu tanımlar ve topluluğun tüm toplumsal hayatını düzenler ve düzenlemiştir.
Toplum soyutlamadır. Toplum somut topluluklar olarak var olur. Tıpkı hayatın somut canlılar, fizik alemin somut parçacıklar olarak var olması gibi. Bu somut biçimlerin dönüşümü biçiminde gerçekleşir evrim.
Nasıl demir maddesi, At canlısı gibi kavramlar saçma ise, Türk veya Osmanlı veya Kürt veya Amerikan toplumu gibi ifadeler de yanlıştır ve anlamsızdır. Eğer o Türk veya Osmanlı ise, zaten toplumsal bir var oluştur ama toplum değil onun somut biçimi bir topluluktur.
Din
İşte din denen şey aslında bu somut topluluğu tanımlar. Yani bir bakıma üretim ve ekonomi ilişkileri üzerinde yükselen toplumun somut biçimini ve tüm ilişkilerini yani Marksistlerin Üstyapı diye analitik bir kavramla karşıladıklarının somut biçiminden başka bir şey değildir.
Nasıl üstyapısız bir toplum olamazsa, dinsiz bir toplum da olamaz. Gerçekten de dinsiz bir toplum yoktur ve böyle bir şey mümkün değildir.
Peki o zaman dinsiz toplum olması mümkün değilse, dinin de “inanç” denen kategori olarak, yani ne epistemolojik bir kategori olarak ne de hukuki bir kategori olarak, sosyolojik bir kavram olmakla hiç bir ilgisi yoksa, modern toplumun dini nedir?
Bu sorunun cevabı bizzat Aydınlanmanın din tanımında gizlidir. Aydınlanma dini inanç olarak tanımlarken, daha önce hiç var olmayan bir ayrım yapar: Özel ve politik ayrımı. Ve özel ve politik ayrımı yaparken aslında yeni bir dini, yani bir topluluğu ve bu topluluğun ilişkilerini, yani üst yapısını tanımlamış olmaktadır. Yani Aydınlanma yeni bir dindir, ama kendine din demeyen ve dinin zıttı olduğunu öne süren bir din.
Aydınlanma dine inanç diyerek, klasik uygarlıkların ve kabilelerin dinlerini ortadan kaldırmakta, bütün bunları eşitleyen bir dünya toplumunun tanımlamasını yapmaktadır. İnsanları eşit yapmak için, dinleri inanç olarak tanımlayıp özel diyerek toplumun politik hayatının dışına atamak ve onları basit bir eklentiye dönüştürmek gerekmiştir.
Böyle bir özel politik ayrımı yapılmasaydı ve din inanç, yani özele ilişkin olarak tanımlanmasaydı, inancı ve soyu ne olursa olsun bütün insanlar eşittir ilkesi formüle edilemezdi.
Aydınlanma bu ilkeyle bütün bir biyolojik tür olarak insanların eşitliğini söylemiş olmaz, İnsanların soyları veya inançlarının onlar için bir fark yaratmadığını kabul edenlerin İnsan olduğunu söylemiş olur.
Yani Aydınlanma’nın yaptığı tıpkı örneğin İslam’ın Müslim’i, Allah’ın varlığını, birliğini kabul edenle tanımlaması gibidir. Aydınlanmanın İnsan’ı sosyolojik olarak İslam’ın Müslim’inden; İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi de Kelime-i Şahadetten farklı değildir. İkisi de aynı soruna farklı çağlarda farklı çözümlerdir. İkisi de bir dini tanımlarlar.
O halde, kendi iddiasının aksine, Aydınlanma bir Dindir. Ama kendisinin dine verdiği anlamda ve bizlerin de artık tartışmasızca kabul ettiğimiz anlamda değil; sosyolojik anlamda. Bu gün kendini inanç olarak tanımlayan dinler ise, yani Aydınlanmanın veya modern toplumun dininin din olarak kabul ettikleri ise din değil, modern toplumun dininin basit bileşenleridirler. Onlar tıpkı insanın bağırsaklarındaki bakteriler gibidirler
Bu, dinsizliğin de mümkün olmadığını gösterir. Dinsiz olduğunu söyleyenler, dini inanç olarak tanımlayan, modern toplumun dininden olduklarına dair bir “kelimei şahadet” getirmiş olurlar.
Böylece Dinin sosyolojik bir tanımı oradan da Aydınlanmanın sosyolojik bir tanımına ulaşılmış oldu.
Zaten Dinin sosyolojik bir tanımı yapılmadan, Aydınlanmanın ne olduğu, yani bir din olduğu anlaşılamazdı.
Aydınlanma ve İslam
Sanılanın aksine Aydınlanma ve İslam birbirinin zıttı değil, aynı tarihsel soruna, bir dünya pazarının ihtiyacı olan bir dünya çapında düzen ve topluluk ihtiyacına farklı koşullarda ama aynı özde verilmiş iki cevabı temsil ederler. Evrenselliklerini tanımladığı dünyaların farkı, onların bu evrenselliği tanımlamak için farklı araçlar kullanmalarını gerektirmiştir.
İslam Putların egemen olduğu bir dünyada bu birliği bir tek Allah ile sağlayabilirken, Aydınlanma, Hıristiyanlığın ve diğer dinlerin egemen olduğu bir dünyada bunu, dinleri özel ya da inanç diyerek topluluğun tanımlamasından dışlayarak yapıyordu.
Aydınlanma, İslam gibi bir tek dünya topluluğu kurmaya yönelik, bu çelişkiyi çözmeye yönelik bir din olduğu için, ulusçu değil hümanist veya kozmopolittir. “Vatanım Yeryüzü Milletin İnsanlık” daha sonra ortaya çıkmış milliyetçiliğe göre Aydınlanmanın hedefini tanımlar.
Ulusçuluk
Ulusçuluk ise, aydınlanmanın inkarı, Aydınlanma içinde bir gericilik ve karşı devrim olarak ortaya çıkar. Ama ulusçuluğun ortaya çıkabilmesi için, Aydınlanma’nın bütün insanları eşitlemenin aracı olan özel ve politik ayrımının var olması gerekmiştir. Bir bakıma Aydınlanmanın eşitleyici bayrağı, yani Politik ve Özel ayrımı, politik olanın ulusal olanla tanımlanmasıyla eşitliğin ve bir yeryüzü topluluğunun inkarının aracı olmuştur. Yapılan, tıpkı Muaviye’nin Kuran yapraklarını askerlerinin mızraklarına takması gibidir.
Aydınlanma politik olanı bütün insanlıkla, insanların eşitliğini kabulle sınırlıyordu. Ulusçuluk ise, bu eşitliğin inkarıdır. Artık insanlar bir ulus, yani politik birim aracılığıyla ve ulusdaşlarıyla eşit olabilirler. Tüm insanların eşitliği unutulmuş olanaksız bir ütopyaya dönmüştür.
Ulusçuluk Gericiliğinin Özelliği
Ulusçuluk tıpkı kilisenin Hıristiyanlıkta veya Muaviye’nin İslam’daki gericiliği gibi bir gericiliği temsil eder Aydınlanma veya Modern Toplumun dini içinde.
Bir dindeki iki türlü gericileşmeyi birbirinden ayırmak gerekir.
Birisi, üretici güçler ve ekonomi ilişkilerindeki değişmelerin, eski din, yani topluluk tanımları ve ilişkilerine sığmaması biçiminde olur. Yani din kendi içinde gericileşmez, koşullar değiştiği için gerici bir duruma düşer. Muhtemelen sınıfsız toplumlardaki din değişmeleri bu biçimde gerçekleşiyordu. Muhtemelen mitoloji kahramanları, bu tür yeni din kurucularıdır.
Ama bir din, egemen sınıfın bu dini ele geçirmesiyle de, bir egemen sınıfın çıkarlarını koruduğu için gericileşebilir. Ama buna rağmen, o egemen sınıf aracılığıyla bile, eski ilişkilerden daha uygun koşullar sağlamaya devam edebilir. İslam dininin veya Kilisenin gericiliği böyleydi. Evet, egemen sınıflar İslam’ın başına geçip içini boşaltmışlardı ama aynı zamanda dünya ticaretinin o gününe uygun bir topluluk tanımlamasını sürdürüyorlardı.
Buna karşılık ulusçuluğun gericiliği sadece böyle bir gericilik değildir. Eğer bir tek Dünya devleti olsa ama bu tek dünya devletini bir egemen sınıf zorla elinde tutsaydı bu İslam’daki gericilik gibi bir durum olabilirdi.
Ama bir dünya ticareti ve pazarının böylesine yaygınlaştığı bir çağda, klasik uygarlıkların imparatorluklarından bile daha küçük birimlere insanlığı bölen ulusçuluk, çifte bir gericiliği temsil eder ve ortaya çıktığı günden beri milyonlarca insanın ölümüne, tüm felaketlere sebep olması tam da bu nedenledir.
İki Ulusçuluk
İki ulusçuluk birbirinden ayrılabilir ve ayrılmalıdır. Henüz aydınlanmanın devrimci gelenekleriyle bağını tamamen koparmamış; ulusu bir toprak parçasında yaşayanlarla tanımlayan; ulusu tanımlarken hiçbir dile, dine gönderme yapmayan; ulusu dinle, dille tanımlamaya karşı tanımlayan bir ulusçuluk.
Bu daha demokratik ulusçuluk bile Aydınlanma içinde bir gericiliktir ama ulusu bir dille, dinle, ırkla, soyla tanımlayan gericinin gericisi ulusçuluk karşısında bu ulusçuluk çok demokratik kalmaktadır.
İşte Aydınlanma’nın kozmopolitizminin yerini ulusçuluk ve ulusçuluğun da giderek gerici (kana, dile, dine dayanan daha gerici biçimleri) aldıkça, Modern toplumun dini, Aydınlanmanın inkarı ve gerici biçimi olan ulusçuluk şeklinde yayılmaya devam eder kapitalist ilişkilerin de karşı konulamaz yayılışıyla birlikte.
Böylece kapitalizme veya modern ilişkilere veya modern toplumun dinine geçişler onun en gerici biçimi içinde gerçekleşir. Bu henüz totemlere tapan kabilelerin, ilk devrimci Hıristiyanlığın veya Müslümanlığın değil onların gerici biçimleri içinde uygarlaşmalarına ve uygarlık dinine geçişlerine benzetilebilir.
Böylece uluslaşma ortada hiçbir zorunlu bir ilişki bulunmamasına, hatta uluslaşma moderniteyle yani kapitalist geniş yeniden üretim ile çelişkili olmasına rağmen moderniteye geçişlerin temel ve zorunlu biçimi uluslaşma gibi görünür.
Bütün bu yukarıda örneklenen pozitivizmin anlam kaymaları, o anlamların Aydınlanmaya yüklenmeleri, post modernizm teorileri, çoğulculuk efsaneleri, tekçilik lanetlemeleri gibi günümüz dünyasının ve Türkiye’sinin ideolojik iklimini belirleyen bütün özellikler, aslında bu ulus gericiliğine dayanan sistemin özüne dokunmadan, ulusal devletleri esnetme girişimlerini ifade ederler.
Yani bir yandan burjuvazinin gericiliğinin ihtiyaçlarına cevap verirken diğer yandan da dünya ticaretinin, globalleşme denen sürecin ihtiyaçlarına nispeten daha uygun bir biçim kazandırma çabasından başka bir anlama gelmezler.
Bu nedenle demokratik değildirler, demokratik bir ulusçuluğu savunmaktan ziyade gerici bir ulusçuluğu savunmaya yöneliktirler. Bu nedenle, Plebiyen ve Jakoben, böyle olduğu için de demokratik bir ulusçuluğun arayışı içinde olan Özgürlük Hareketi bunlar için tecrit edilecek bir düşmandır. Onlar demokratik bir karakteri olmayan en gerici ulusçuluğu koruyarak ilk krizde kırılacak ve ulusları birbirine düşürecek olan ulusçulukta müttefik ararlar. Bütün o anlam kaymaları vs. hepsi bunun aracıdırlar.
Beşikçi ve Gerici Ulusçuluk
İşte bu çerçevede Beşikçi’nin ne dediği ve yeri anlaşılabilir.
Beşikçi, bu en gerici, ulusu bir dille, tarihle, soyla tanımlayan ulusçuluk formunun metodolojisi olan pozitivizmle şekillenmiştir. Ve kendisi de özünde ulusları bir dille, soyla. tarihle tanımlayan gerici ulusçuluğun bir savunucusudur.
Elbette Beşikçi’nin egemen ve inkarcı Türk ulusuna karşı Kürtleri savunurken, nesnel anlamı itibariyle ilerici bir işlev gördüğü söylenebilir ama bu onun düşünsel olarak, nesnel anlamda ilerici olduğu anlamına gelmez.
Elbet kendisi öznel niyetleriyle demokrasiden ve eşitlikten yana olabilir ama savundukları ile bu öznel niyetleri arasında bir çelişki bulunmaktadır.
Kürtlerin modern kapitalizme girişi; diğer bir deyişle Kürt modernleşmesi, bir bakıma Kürt komününün uygarlığa geçişidir. Ama bu uygarlık artık kapitalist, gerici ulusal devletlerle bölünmüş dünyada; bir uygarlık krizinin bütün çözümsüz sorunlarıyla ortaya çıktığı çağda bir geçiştir.
Dolayısıyla bu geçiş, bu sorunlar ve özel ideolojik iklimden etkilenecektir. Bu nedenle, Kürt özgürlük hareketinin Jakoben ve pleplere dayanan kanadı, Orta doğu’nun peygamberlere dayanan geleneğinin katalizatörlüğü ile de, artık bu dile, soya dayanan ulusçuluğu ve ulusal devletleri sorgulamaktadır.
Ama bunu işçi hareketin yok olduğu, kavramsal araçların yukarıda ele alınan gerici burjuvazinin kavramsal araçlarından ibaret olduğu bir dönemde, çok sınırlı ve yetersiz güçler ve araçlarla yapmaya çalışmaktadır. Eğer radikal bir demokrasiyi ve en azından demokratik bir ulusçuluğu savunan, teorik olarak canlı bir işçi hareketi veya sosyalist hareket olsa, bu hareketin desteği ve ona sunacağı araçlarla bu hareket arayışını çok hızlı bir biçimde çok daha ileri noktalara götürebilirdi. Ne var ki, bu siyasi ve teorik destekler ve yol göstericiliklerden yoksun olan Özgürlük Hareketi arayışını el yordamıyla sürdürmektedir.
Beşikçi ise, Kürt hareketinin Kürt hareketi olmaktan çıkarak bir demokratik harekete dönüşme arayışlarını, ulusları tarih ve dille var olabilen şeyler olarak gördüğünden, Kürtlüğün ve Kürt ulusalcılığının inkarı, mücadelenin teslim olması olarak görmekte ve ona karşı tavın almaktadır. Gerici bir ulusçuluğu savunan Barzani ve Talabani ve diğer akımlar Beşikçi’ye daha yakındırlar. Politik İslam ve Liberaller de Özgürlük Hareketi Karşısında bu gerici ulusçulukla ittifaktan yanadırlar.
Pozitivizm, Gerici Ulusçuluk ve Liberalizm
Böylece birbirine zıt gibi görünen Beşikçi’nin temsil ettiği pozitivizm ile her türlü melaneti pozitivizm kavramı aracılığıyla Aydınlanmaya da yükleyen, pozitivizmden daha az yüzeysel olmayan günümüzün liberalizmi ve politik İslam’ı fiilen bir ittifaka girmektedirler.
Böylece bu bayağı Pozitivizm eleştirileri ile Pozitivim arasındaki derin metodolojik ortaklık, kendisini politik bir ilişkide ortaya çıkarmaktadır.
Bunun en son örneği, bizzat Anayasa Referandumu sırasında görüldü.
Liberaller Beşikçi’de birden bire hiç de ummadıkları bir müttefikle karşılaştılar.
19 Eylül 2010 Pazar
Demir Küçükaydın
demiraltona@gmail.com
http://www.koxuz.org
Dostları ilə paylaş: |