Yazı yaşamin her alaninda mücadeleye • Manşet sermaya saydirilarina faşİzme irkçiliğa karşI



Yüklə 387,53 Kb.
səhifə7/8
tarix07.08.2018
ölçüsü387,53 Kb.
#67689
növüYazı
1   2   3   4   5   6   7   8

1970 Sonrası

Askeri yönetim ülkücüler arasında tek bir suçlu bile bulamadı. Hatta solcuların davalarında onları tanık olarak dinliyordu.

Kamuoyu “kontgerilla” sözcüğünü ilk kez o yıllarda duydu. İşkence gören yüzlerce insan, tahliye olduktan sonra kendilerine kontrgerilla diyen kişiler tarafından sorgulandıklarını söylediler. Özellikle İstanbul Ziverbey Köşkü’nde işkence görenler, gözleri bağlıyken duydukları şu sözleri yıllarca unutamadılar;”Genelkurmay’a bağlı kontrgerilla teşkilatının elindesin. Burada Anayasa yok! Yasalar yok! Yalnızca biz varız. Sorduklarımıza doğru yanıtları verirsen kurtulursun. Yoksa ölümlerden ölüm beğen. Kimse bizden hesap soramaz.” Dönemin sıkıyönetim komutanı Faik Türün ise Yankı Dergisi’nin 17 Ekim 1973 tarihli sayısına verdiği demeçte “...Ben Kadıköy’deki köşkü Kontrgerilla teşkilatına özel olarak hazırlattım.” diyordu.

14 Ekim 1973’te genel seçimlere gidildi. CHP tarihinde ilk kez AP’yi geride bırakarak 186 milletvekilliği kazandı. Bu sonuçta, Ecevit’in mitinglerde verdiği “İşkencecilerden ve kontrgerilladan hesap sorulacak” vaadinin önemli rolü olmuştu. MHP ise %3.3 oy oranıyla 3 milletvekili sokabilmişti meclise. MSP(Milliyetçi Selamet Partisi)-CHP koalisyonu ile hükümet kuruldu. Hükümet ortağı olamayan MHP 1974 yılında yapılan Kıbrıs çıkartmasından yararlanmayı bildi.

Askeri darbeden sonra dinlenmeye alınan ülkücüler için bu süreç çok uzun sürmedi. 28 Kasım 1974’te MHP gençlik kolları, “tekrar” dirilmekte olan komünizme karşı eylem kararı aldı.

1974 yılından sonra siyasal olaylarda ölen ilk on kişi yine faşistler tarafından katledilmişti.

31 Mart 1975 günü AP-MSP-MHP-CGP bira raya gelerek koalisyon oluşturdular. MHP ilk kez kilit noktalarda kadrolaşmaya başladı. Türkeş başbakan yardımcılığına getirildi. Görev alanı ise Milli İstihbarat Teşkilatı idi.

O yıllara kadar eylemlerde ateşli silah pek kullanılmıyordu. Ama artık demir, zincir, muşta dönemi kapanıyordu. Onların yerini otomatik silah ve bomba alıyordu. Silahların Kıbrıs’tan geldiği söyleniyordu. Rumlardan kalan ganimetler ülkücü faşistlerin bellerine sokuluyordu. Sivil faşistlerin katliamları artık hedef ayırdetmiyordu. Kendilerinden olmayan herkesi düşman kabul eden zihniyet en kanlı eylemlerini 1977 yılında gerçekleştirdi:

1 Mayıs 1977, mitinge katılanlara açılan ateş sonucu 34 kişi öldü, yüzlerce kişi yaralandı. 29 Mayıs 1977, Yeşilköy Havaalanı ve Sirkeci Garı’na bırakılan bombalarla 5 kişi öldü.

1977 yılının özelliği yalnızca kitle katliamları değildir. Aynı yıl CIA’in yeni başkanı Amiral Stansfield Turner Türkiye’yi “ziyarete”geldi. O sıralarda Türkeş’in dünürü Şahap Homris MİT Hukuk Dairesi Başkanı’ydı. Bir diğer tesadüf de Türkeş’in damadı Davut Homris’in kontrgerilla faaliyetlerinin yürütüldüğü Özel Harp Dairesi’nde görev yapmasıydı.

5 Haziran 1977 seçimlerinde MHP yine umduğunu bulamadı ve %6.4 oranında oy aldı. CHP’nin oy oranı ise %41’di. Mecliste tek başına çoğunluğu sağlayamayan Ecevit’in kurduğu azınlık hükümeti güven oyu alamadı. İkinci MC (milli cephe) hükümeti kuruldu. Türkeş birkez daha Başbakan Yardımcısı oldu fakat, 29 Aralık 1977’de verilen gensoruyu 14 bağımsız milletvekilinin de desteklemesiyle hükümet düştü ve CHP-Bağımsızlar hükümeti kuruldu. MHP’nin devletten tasfiye edildiğini gören Türkeş daha radikal tedbirlere başvurarak devleti bir an önce komünistlerin elinden kurtarma çalışmalarına başladı. Faşist katiller yine iş başındaydı.

Ankara’da ODTÜ mezunu Mühendis Salih Kandemir ülkücüler tarafından işkence yapıldıktan sonra öldürüldü. Cesedi 21 Aralık 1977 günü bulundu. Faşistler bu tip eylemlerinde paravan örgüt isimleri kullanırlardı. Dönemin ülkücü liderlerinden Esat Bütün bu örgütlerden şöyle söz ediyor: “ETKO, TİT, TÜŞKO gibi isimleri biz sol’a olan kompleksimizden kullanırdık. Hani onlarda var ya TİKKO, THKO gibi.”

Ecevit hükümetinin kurulmasından sonra 3 ay içinde toplam 187 kişi öldürüldü. Bu dönemde Abdullah Çatlı 22 yaşındaydı ve Ülkücü Gençlik Dernekleri başkanıydı. Aynı dönemde Almanya’nın faşist gençleri Türkiye’ye gelerek Çatlı’dan akıl almaktaydılar.

Doğan Öz’le başlayan cinayetler Ord. Prof. Bedri Karafakioğlu, Prof. Ümit Doğanay, Prof. Cahit Orhan Tütengil, Doç.Dr. Bedrettin Cömert, Doçent Orhan Yavuz, TRT Prodüktörü ve yazar Ümit Kaftancıoğlu, Adana Emniyet Müdürü Cevat Yurdakul, DİSK Genel Başkanı Kemal Türkler ile uzadı gitti. Bahçelievler Katliamı’nda 7 öğrenci, Maraş Katliamı’nda 111 Alevi-solcu, Çorum Katliamı’nda 52 kişi öldürüldü.

MHP’nin o dönemdeki en önemli işlevi, yükselen devrimci muhalefeti bastırmak, egemenlerin, krizin çözümü olarak gördükleri darbeye zemin hazırlamaktı. Halk, yükselen devrimci mücadelenin kitle tabanını oluşturuyordu, bu noktada faşistler, sistemin sivil uzantıları olarak halka saldırıyorlardı. Halkın faşist teröre karşı kendiliğinden oluşan savunma eğilimlerini, devrimci hareket Direniş Komiteleri’nde örgütledi.. Egemenlerin sistem krizini çözememesi ve yükselen halk hareketi karşısında faşistlerin pek çok yerde püskürtülmesi sonucu ‘80 darbesi yapıldı.

Darbe halkı ezip geçtikten sonra, 3 yıl süren açık faşizm koşullarında devlet, yeniden yapılanma yolunda önemli adımlar attı. Serbest piyasa ekonomisinin yerleştirilmesi ve bir daha bu kadar yüksek muhalefet hareketlerinin oluşmasını engelleyecek düzenlemeler yapıldı.

Yeni dönemde MHP’nin rolü ise, darbe ortamının süreklileştiği savaş rejiminin kitle tabanını ve sokak gücünü oluşturmaktı. Emperyalizme göbekten bağlı bu sistemde MHP’nin yeni misyonunun saptanması için gereken tüm unsurlar vardı. Serbest piyasa ekonomisi için vazgeçilmez olan kara para, sıcak sermaye akışı, kaçakçılık gibi alanlara devlet zaten böyle bir yönelime gerilmiş olan ülkücülerin yerleşmesine göz yumdu. Çünkü tüm bunları kontrolü altında tutabilmesinin en önemli koşulu kendisinden bağımsız olmayan güçlere bunu yaptırmaktı. Bugün en büyüğünden küçüğüne tüm mafya alanlarının faşistlerin elinde olması, kaçakçılıktan ve katillikten aranan ülkücülerin ülkeye rahatça girip çıkabilmesi, ilişkilerin ispatı için yeterlidir. MHP’nin bir diğer rolü ise başta yükselen Kürt muhalefetine karşı, devletin en uç, ırkçı-şoven politikalarının tabanının yaratılmasıydı. Bu noktada hem okullar, hem yoksul, emekçi mahalleleri ülkücülerin saldırı faaliyetlerinin en önemli alanlarındandır.

Bugün MHP’nin oylarının artmasını sağlayarak, parlamertoya girmesini sağlayan devletin, yeniden yapılma sürecinde MHP’ye yeni roller biçildiği görülmektedir. Yeni rolü ne olursa olsun icraatları emperyalizden ve sermayeden bağımsız düşünülemez. Dolayısıyla örülecek mücadele hattı bunları tüm yönleriyle karşısına alan, militan ve kitlesel bir hat olmalıdır.



KAYNAKÇA: Reis, Soner Yalçın Doğan Yurdakul, Türk Milliyetçiliğinin Doğuşu, David Kushner, Milliyetçiliğin Kara Baharı, Tanıl Bora, Kontrgerilla Kıskacında Türkiye, Suat Parlar, Özel Savaş, Terör ve Kontgerilla, Talat Turhan

Faşizm Ve Yeni Sömürgecilik İlişkileri
DOSYA

FAŞİZM VE YENİ SÖMÜRGECİLİK İLİŞKİLERİ

N.Poulantzas, Faşizm ve Diktatörlük adlı yapıtında Alman sosyoloğu Max Horkheimer’ın “Kapitalizmden söz etmek istemeyen birinin faşizm konusunda da ağzını açmaması gerekir” sözüne karşılık şöyle der, “Bu tamamen yanlıştır. Asıl emperyalizmden söz etmek istemeyen birinin , faşizm konusunda ağzını açmaması gerekir.” Faşizm olgusunu tam olarak anlayabilmek için, faşizmemperyalizm ilişkisini daha net bir şekilde ortaya çıkarmak gerekir. Kapitalizmin, üst aşaması olan emperyalizmin bir olgusu olan faşizmin en belirgin özelliği ise; mali sermayenin (finanskapitalin) en emperyalist unsurlarının açık, terörcü bir diktatörlüğü olmasıdır.

Dünyada ilk defa 2. Paylaşım savaşı sırasında emperyalist ülkeler olan ıtalya ve Almanya’da kendini gösteren faşizm ile emperyalistleşen dünya sistemine alt basamaklardan dahil edilen, sömürge ülkelerdeki faşizmi hedefleri, biçimleri açısından birbirinden ayırmak gerekir.

Almanya ve İtalya örneğindeki klasik faşizm ile bugünkü yeni faşizm arasındaki farkı açacak olursak; 1. Paylaşım savaşı sonrasında dünyanın toprak paylaşımının emperyalist ülkelerce tamamlandığı ve bu paylaşımdan yararlanamadan kendini emperyalist bir ülke olarak yeniden var eden Alman faşizmini besleyen ana kaynak; emperyalist paylaşım savaşı sonunda toprak paylaşımından bir pay alamamış ve sermaye birikimini tamamlamış olan, tekelci Alman burjuvazisinin sömürge talebidir.

Bugün emperyalizme bağımlı ülkelerde görülen sömürge tipi faşizmine gelirsek; emperyalizmin sömürgecilik ilişkileri sonucu, sömürge toplumun kapitalist gelişim süreci çarpıtılmıştır. Böylelikle yalnızca yerel egemen sınıfların değil, emperyalizmin egemenlik koşullarını da yansıtan özgül siyasal yapılar ortaya çıkartan faşizm, sömürge ülke ile emperyalist ülkeler arasında oluşan sömürgecilik ilişkilerinin bir ürünü olarak karşımıza çıkar.Sömürgecilik ilişkileri her ülkede emperyalist merkezdeki sermayenin gereksinimlerine göre kurulmuş ve söz konusu olan ülkede emperyalist sömürü ilişkilerinin gelişimine aracı olmak açısından en uygun konumdaki egemen sınıfları tercih etmiştir. Yeni sömürge ülkelerde yukarıdan aşağıya doğru kurumsallaştırılan ve sömürge tipi faşizm adını verdiğimiz bu uygulama, emperyalizmin dünya çapında politik bir sistem olarak örgütlenişinin yarattığı uluslararası ilişkilerden çok; sömürgecilik, yeni sömürge kapitalizmi ve bu ikisi arasındaki tarihsel bağın sonucudur.

Sömürge tipi faşizm; yukarıdan aşağıya kurumsallaştırılan ve bu kurumsallaşmanın da devlet aygıtı ile gerçekleştirildiği bir mekanizmadır. Yani devlet sömürge tipi faşizmde sadece egemen sınıfın (oligarşinin) diğer sınıflar üzerinde zor kullanma tekeline dayanan şiddet ve diktatörlük aygıtı değil; emperyalist sömürü ve oligarşinin emperyalizmle bütünleşme doğrultusundaki programlarını işletebilme olanağını yaratan ve bunu bünyesindeki tüm kurumlarla içselleştiren daha doğrusu faşizmin kurumsallaşmasını doğrudan gerçekleşleştiren bir işleve de sahiptir. Devletin faşistleşme süreci ülke kapitalizminin emperyalizmle bütünleşme sürecindeki çabalarından bağımsız düşünülemez. Çünkü varolan kapitalist sistemin emperyalizm ile bağımlılığı ve çarpık gelişimi, sadece sömürge ülkesindeki ekonomiye değil buna bağlı olarak politik ve hukuksal alanlara müdahaleyi de gerektirir.

1940’ların ikinci yarısından itibaren tarih sahnesine çıkan sömürge tipi faşizmin, sömürge ülkelerdeki işbirlikçileri, tekelci burjuvazi ve silahlı kuvvetler olmuştur. Emperyalist metropollerin uluslararası düzeydeki ekonomik programlarının sömürge ülkelerdeki uygulayıcısı, yapısal ve iktisadi düzenlemelerin sömürgeci ülkelerin çıkarlarıyla uyumlu bir şekilde hayata geçirilmesini sağlamaya çalışan silahlı kuvvetlerin, emperyalistlerle tanışıklığı 1950’li yıllara rastlar. 1950’li yıllarda yapılan “Marshall Yardım”larıyla, sömürge ülkelerin silahlı kuvvetleri emperyalistlerle doğrudan bir ilişki içerisine giriyordu.

Yeni faşizmin en belirleyici özelliği ise özellikle sömürge ülkelerinde faşizmin, halka demokrasi uğruna varmış gibi gösterilmesidir. Ülke oligarşisi ile emperyalizmin bütünleşmesi sonucu; sömürgenin hukuksal politik yapısı, askeri darbeler ve kontrgerilla mekanizmalarına açık hale gelmesine rağmen, faşizm parlamentoyu ve öteki demokratik kurumları muhafaza ederek açık kanlı diktatörlüğünü sürdürme olanağı bulmuştur. Gizli faşizm döneminde egemenlerin kontrolünde işletilen temsili demokratik kurumlar (parlamento, sendikalar vb.), sermayenin açık kanlı diktatörlüğü döneminde tamamen rafa kaldırılır.

Bağımlı ya da yarı bağımlı ülkelerde bu iki yol zincirleme olarak kullanılır. Savaş ve kriz ortamlarında faşizmin meşrulaşması ya da taraftar bulması genellikle dinsel gericilik veya daha çok ırkçılık-milliyetçilik akımlarının öne çıkartılmasıyla sağlanır. Gerçekte milliyetçilik burjuva sınıfının ulusal pazar birliğinin özsel ideolojisidir. Burjuva milliyetçiliğinin ırkçılıkla bütünleşmesi emperyalizmin egemen sömürü sisteminin her hangi bir tehditle (ki bu tehdit her zaman ezilen ve sömürülen halktan gelir) karşı karşıya kaldığı kriz anlarında kendini gösterir. Irkçılığın biçimi eşitsizlik ilişkisine maruz kalan insan topluluğunun sahip olduğu farklılıkların (renk, dil, din, kültür) özel bir amaçla belirginleştirilmesine ve vurgulanmasına dayanır. Örneğin, Güney Afrika ırkçı rejimi, siyah halka karşı uyguladığı Apartheid sistemiyle (yaşam alanlarının ayrışması), hem siyahları ikinci sınıf vatandaş stütüsüne getirir hem de (en önemlisi) siyah halkın ucuz iş gücü olarak denetlenmesini güvence altına alır.

*****

Ülkemizdeki faşizmin ortaya çıkış koşulları elbette kapitalizmin gelişim sürecinden bağımsız değildir.1890’lı yılların başında yarı sömürge konumunda olan Osmanlı İmparatorluğu’nda kapitalizmin önünü açmaya yönelik yukarıdan aşağıya gelişen bir burjuva demokratik devrim süreci başlatılmış, ancak bu süreç tamamlanamamıştır. Kurtuluş savaşı sırasında ve tek parti döneminde daha kapsamlı olarak gündeme giren yukarıdan aşağıya burjuva demokratik devrimi, dönem emperyalist ilişkilerinin dışına çıkamamış, bunun sonucunda da sermaye birikimi sağlanamamış ve ulusal sorun çözülmemiştir.1945’ler sonrasında emperyalizmle girişilen yeni ilişkiler, süreç içerisinde ülkeyi yeni bir sömürge ülkesi durumuna getirmiştir. 1940’lı yıllara kadar devlet kapitalizmi kendi eliyle örgütlerken 1945 yılında dünya emperyalizminin jandarması ABD ile imzalanan ilk antlaşma ile emperyalizmle olan ilk ciddi bağ kurulur ve bundan sonra kapitalist gelişim bağımlı ve çarpık gelişimi hız kazınır. 1945 ve sonrasında yeni sömürgecilik ilişkilerinin ürünü olarak hızla gelişen dışa bağımlı ve yukarıdan aşağıya kapitalistleşme, tekelci sermayenin de hızla palazlanmasını beraberinde getirdi. 27 Mayıs 1960 darbe ortamını hazırlayan bu gelişmeler ve ekonomik kriz, bir yandan Kemalistlerle sömürücü egemen sınıflar arasındaki nispi dengeyi değişik bir düzeyde yeniden oluştururken, diğer taraftan da tekelci sermayenin egemen ittifakın önderliğini kısa sürede ele geçirmesiyle sonuçlandı.



Türkiye emperyalizme bağımlı bir ülkedir. Türkiye’de burjuva demokratik kurumların özellikle parlamento, genel oy hakkı, sendika ve grev gibi haklarının varolmasından, bir baskı rejimi olsa bile, bunun faşizm olmadığı gibi yanlış sonuçlar çıkarılmamalıdır. Çünkü sömürge tipi faşizmde varolan demokratik haklar temsilidir ve egemenlerin kontrolünde işletilir. Bu özelliğinden dolayı sömürge tipi faşizmi klasik faşizm katagorileriyle açıklamaya kalkıştığımızda yanlış sonuçlar çıkarmamız kaçınılmaz olur.

Türkiye’de başından beri güçlü ve sürekli bir devrimci hareketin yaratılamamış olması devletin yukarıdan aşağıya faşistleştirilmesi daha hızlı olgunlaştırılmasını sağlamıştır. 1960’lı ve 70’li yıllara gelindiğinde tüm dünyada olduğu gibi bizde de sol düşüncenin kitlelerle buluştuğu, toplumsal muhalefet ve öğrenci gençliğin emperyalizme karşı mücadelesini yükselttiği dönemdi. 60’lı yıllar (özellikle ikinci yarısı) güçlü sınıf çatışmalarına tanık oldu. 70 yıllara gelindiğinde egemen ittifak içi çıkar çatışmalarında had safhaya varılmasıyla bir temsil bunalımı meydana geldi. Oligarşi bir bütün olarak dönemin AP’si içinde temsil edilebilirken, prekapitalist unsurların önemli bir bölümünün Adalet Partisi’nden koparak farklı partilere yönelmesinde ifadesini bulan bir temsil bunalımına ve istikrarsızlığa sürüklendi. Zaten tekelci sermaye, henüz derinleşen krizler karşısında kendi alternatif programlarını yeterince olgunlaştırabilmiş ve bunları hayata geçirmeye hazır bir hale getirebilmiş değildi. İşte böyle bir ortamda gerçekleşen 12 Mart açık faşist darbesi reformist görünümlü bir programla ortaya çıktı. 1961 anayasasında sınırlı bir daraltma gerçekleştirebilen 12 Mart’ın politik düzeydeki en ciddi icraatları tüm devrimci muhalefeti yenilgiye uğratması ve Kemalizmi devlet aygıtından özellikle ordudan tasfiye edip, politik arenadan silmesi olmuştur. Böylece faşist kurumsallaşmanın devlette ve toplumda çok daha üst boyutlarda daha kapsamlı olarak geliştirilebilmesinin önünü açmıştır.



Sömürge tipi ülkelerdeki sistemin kendisini varedebilme koşulu olan darbeler, bu tip ülkelerdeki yapısal ve ekonomik krizlerin derinliğinin bir sonucudur. Egemenlerin politik-sosyal-ekonomik programlarını hayata geçirebilmelerinin yolu, devletin darbe yoluyla sıçramalı olarak örgütlenmesidir. Egemen sınıfların temsil krizinin derinleştiği her durumda, bozulan dengeyi emperyalizmle bütünleşme lehine yeniden kuran ordu, bu sistemin uygulayıcısı olan devletlerin, bağımlı ve yarı bağımlı ülkelerde gelişen demokratikleşme-bağımsızlık hareketlerini engellemek, geriletmek için geliştirdiği özel savaş yöntemlerinin de uygulayıcısıdır. Gizli faşizm döneminde ordu, bu özel savaş tekniklerini uygulayarak hem toplumsal muhalefet üzerinde baskı kurulmasını hem de açık faşizm döneminin toplumsal meşruluğunu sağlar. Ülkemizde bu özel savaş tekniklerinin tüm demokrasi cephesini kucaklayan devrimci hareketleri yavaşlatma, geriletme ve durdurmada kullanıldığını söylemek pek yanlış olmaz. Türkiye’de bu iş için kullanılan MHP ve sivil faşist hareketin, sömürge tipi faşizmin kuralına uygun olarak hareket ettikleri dönem asıl olarak 70’li yılların ikinci yarısıdır. O yıllarda devrimcilerin faşizme karşı verdiği mücadele dönem faşizminin sokak kuvveti olan MHP’ye karşı halkla birlikte anti-faşist direniş birliği ekseninde gelişmiştir. Çünkü emperyalistler, MHP ve sivil faşist hareketi ülkede gelişen antifaşist harekete karşı mücadelede işlevlendirmişlerdi ve böyle bir ortamda emperyalizme karşı mücadele, doğrudan sivil faşist teröre karşı aktif direniş çizgisinde gerçekleştirilebilirdi. Sağın birliğini sağlama ve devleti faşistleştirme aracı olarak kullanılan MHP, bu dönemde yaptığı provakasyonlar ve yarattığı sivil faşist terörle darbe ortamının hazırlayıcısı olmuştur. 1980 darbesi böyle bir ortamda gerçekleşir ve darbe sonrasında hazırlanan ‘82 Anayasa’sı hemen halkın oyuna sunulur. Anayasa %90’ları aşan bir çoğunlukla kabul edilir. Yapılan şey aslında şudur; 80 döneminin faşist ve militarist yönetimi halka kabul ettirdiği anayasa ile kitle desteğini sağlamış, iktidarını meşrulaştırmıştır. Bu aynı zamanda Türkiye faşizminde yeni bir dönemin başlangıcı olur. 80-83 arasındaki açık faşist dönemde uğranılan yenilgi oligarşiye tarihinin en kapsamlı ve sistematik politik programını uygulama olanağını vermiştir. 82 Anayasası’nı arkasına alan devlet artık klasik darbe modeline ihtiyaç duymayacak, yarattığı sürekli kriz ortamlarında alacağı tüm kararlarla postalsız darbe yapacaktır. Sömürge tipi faşizmde, sömürge ülkenin politik hukuksal düzenlemeleri, egemen sınıfların emperyalizmle bütünleşme sürecine uygun olarak tamamlanır. Bu yapılanma içinden çıkılamaz bir temsil krizine dönüşmediği sürece silahlı kuvvetler klasik darbe yöntemine başvurmazlar. 5 Nisan paketi, 24 Ocak ve 28 Şubat kararları, Öcalan’ın yakalanması gibi özellikle MGK ve IMF heyetlerinin güdümünde alınmış kararların hepsinin ortak özelliği, Türkiye’deki yeni faşizmin ihtiyacını karşılamaya yönelik alınmış gizli darbe kararları olmuştur.

Bugün ülkemiz faşizminin yeni işlevi oligarşinin tüm halka karşı açık bir savaş yürütme gereksinimidir. Bu gereksinim iki güncel etkenle ortaya çıkıyor. İlki emperyalizle yeniden bütünleşme ve Kürtlere karşı yürütülen kirli savaştır. Oligarşi, emperyalizmle yeniden bütünleşme programının önünü tıkayan engelleri halka karşı topyekün savaş stratejisi ile aşmaya çalışıyor. Yürütülen savaş rejimi stratejilerinin emekçi ve ezilen halklara karşı saldırı biçimi bir yandan IMF’nin dayattığı özelleştirme programları olurken diğer yandan da Kürtlere yönelik kirli savaş politikalarıdır. 1990’lı yıllardan itibaren faşizmin sokak gücü olarak işlevlendirilen MHP’nin önünün devlet tarafından açılması ve bugün MHP’nin, devlet faşizmine dahil edilmeye çalışılması faşizmin kurumsallaşmasının devletle birlikte MHP’nin de emperyalizmle bütünleşme programının işleticisi olacağını göstermektedir. Bugün faşizmle mücadele ekseni sadece salt ırkçılığa ve kafatasçılığa karşı değil aynı zamanda piyasacı, özelleştirmeci saldırıları da içine alacak eksende olmalıdır. Irkçı ve milliyetçi faşizm emperyalizmin işini görmek için vardır. Ülkemizde devlet eliyle yukardan aşağı kurumsallaştırılan faşizm ve onun politikası olan savaş rejimine karşı mücadele, elbette tüm sömürge ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de de bir devrim mücadelesidir.



BİRCİLİK FELSEFESİ VE BİREYCİLİK
Bircilik Felsefesi Ve Bireycilik

Türkiye solunun temel eksikliklerinden biri, felsefi söylem üretebilme, felsefi bir netleşme, birlik sağlayabilmesindeki beceriksizliğidir. Dünyanın tümel olarak kavranılmasına ilişkin varlık, bilgi, ahlak, estetik vb. geniş çaplı olguların içlemi üzerindeki tarıtşmaların 19. yüzyılda “yeterince yapıldığı” ve artık bu işlerin çözüme kavuştuğu gibi baştan savuşturucu bir takım sahte dayanaklar üzerinden felsefi körlüğe gömülünür. Halbuki bu problemlerin yeniden problematize edilmesi mübremdir. Çünkü Lenin’in bir cümlesinden uyarlama yaparak söylersek, “felsefi savaşımda kesinti olmaz”aslında daha sağın olarak olmamalıdır denmelidir.

Kapitalizme karşı mücadelenin tutarlılığının vuku bulabilmesi, kapitalizmin ne olduğunun ve ne olmadığının bilinmesini şart koşar. Herkes aşağı yukarı bu düzenin sömürü düzeni olduğunu ve üretilen metaların ve hizmetlerin harcanan emek miktarına göre dağıtılmadığını yani ne olmadığını bilir. Fakat bu ilişkiler yumağının üst katmanlara (ideoloji-politika) yansıması kırılarak olduğundan, bu üst katmanların kavranılması nispeten daha güçtür. Halbuki günlük ihtiyaçların karşılanması ve genel olarak tüm bir düşünce sistematiğimiz bu “üst”lerin etkisi altındadır. Bu açıdan, iktisadi hayat konusunda ne derece hafız olursak olalım, iktisadi hayat ve ideoloji-felsefe arasındaki yani öz ve biçim arasındaki bireşimin ve çift yönlü belirlemenin işleyişi hakkında cahilsek, elimiz kolumuz bağlıdır. “Alt yapıyı bilirsek müteakiben üst yapıyı da biliriz.” gibi ilkel türden bir kendiliğindencilik iradi bir biçimde ezilmelidir. Üvey evlat felsefe, politika ve iktisat arasındaki çoktandır hakettiği yeri almalıdır.

Kapitalist ideolojinin kökü, herşeyden önce, teorik hümanizma ve bireyciliktir. Hümanizmayı başka bir yazının konusu yapmak üzere bu yazıda bireycilik ve onun felsefi menşeini -bircilik- inceledik.



Bircilik nedir?

Bircilik, nesnel gerçeklik olarak birtek bireysel ben’in varlığına inanan felsefi sisteme verilen addır. Gerçeklik sadece düşünen ben’dir yani öznedir. Bircilik, aslına bakılırsa, çok geniş bir felsefi alan olan öznel idealizmin tutarlı sürdürümünün varacağı nihayettir. Öznel idealizme göre ben’in dış dünya üzerindeki bilgi edinebilmesinin aracı yalnızca algılardır. Bir madde üzerine bilgimiz maddenin kırmızılığını ya da beyazlığını, tatlılığını ya da acılığını, yumuşaklığını ya da sertliğini yani rengi, tadı, kokusu vb. nitel özelliklerini bize ileten algılarımızdır. Beynimizde oluşan tatlı, kırmızı ve sert gibi algıların varlığı gerçektir sadece. Maddenin gerçekliği ise özelliklerin toplamıdır. Halbuki bu özellikleri ona yükleyen bizim düşüncemizdir. Buradan yapılacak çıkarsama, maddenin bizim düşüncemizden bağımsız nesnel bir varlık olmadığıdır. Aksine bizim düşüncemiz ve duyumlarımız o maddeyi yaratır. Yani, madde, bir duyumlar bileşkesidir, duyumların dermesidir. Bir maddenin o maddeyi aygılayan ben olmadan ne rengi ne tadı ne de kokusu vardır. Özneden bağımsız ve özneyi etkileyen bir maddenin olabileceğini yani duyumların algılamadığı veya algılayamadığı bir maddenin varlığını veya bir maddenin algıdışı nesnel özelliğinin olduğunu ileri sürmek saçmalıktır. Deneysel düşünceye aykırı metafizik bir zırvadır. Çünkü deney, bizim sadece algılarımızı kullandığımız en yetkin alandır. Algıların dışında kalan bir maddi alanın varlığına inanmaksa, aşkın olan bir şeyin varlığına nihayetinde tanrıya götürür insanı.

Böylece bu uslamlama sonucunda tüm dış dünya bizim algılarımızın ve düşüncelerimizin eseridir. Diğer tüm bilinçli ve duyarlıklı varlıklar dahil tüm evren ... İşte öznel idealizmin, yani bilinçli öznenin varlığı dışında kalan dış dünyayı o öznenin algılarının bileşkesi olarak gören felsefi eğilimin vardığı yer budur.


Yüklə 387,53 Kb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin