İzmir DEVRİMCİ GENÇLİK
BALKANLARDA AÇIK İŞGAL
BALKANLARDA AÇIK İŞGAL
1990’lı yıllara girerken Yugoslavya’yı oluşturan etnik-kültürel unsurların yaşadığı toplumsal ekonomik sorunlara, dünya ölçeğinde yaşanan sorunlar da eklendi ve Yugoslavya’yı oluşturan Hırvatistan, Slavenya ve Bosna-Hersek’te komünist partiler seçimi kaybedip yerine sağcı partiler geldiler. Hırvatistan ve Slovenya gibi zengin federasyonlar, kendilerini Batı Avrupa’yla kuzeyle özdeşleştirip Yugoslavya’nın yükünü taşımak istemeyince içindeki milliyetçi akımların varlığıyla Yugoslavya’dan ayrıldılar. Bu ayrılıkta Almanya’nın emperyalist politikasının etkinliğine, uluslararası platformda askeri destek, iktisadi yardım, Avrupa Topluluğu üyeliği vaadi eklenince 1991 yılnında Sırp ve Hırvat milislerinin silahları, birbirlerine karşı ateşlendi. Sırp ve Hırvat çatışması, Yugoslavya’yı savaşa hazır hale getirdi. 1992 yılı başında Slovenya ve Hırvatistan’ın bağımsızlığını resmen kabul eden A.T. Almanya’nın Yugoslavya politikasındaki öncülünü kabullendi, ta ki Sırp milliyetçiliğinin, Sırbistan’ın Alman politikasının mağduru olduğunu işleyerek milli direniş bilincini takviye edinceye dek, bu tarihten sonra Almanya üzerinde politik belirleyici etkenin Almanya olmasını istemeyen ABD, Avrupa’da Yugoslavya politikalarıa ortak olmaya başlamıştır.
Bosna-Hersek kriziyle gün yüzüne çıkan çıkar ilişkileri ağı, bir yandan emperyalistlerin inisiyatifi dışında bölgenin yerel dinamikleriyle şekillenirken bir yandan da ABD-BM-Avrupa inisiyatifinde ‘sıkışmış bölgeye müdahale edelim-etmeyelim’ söylenceleriyle politik adımlar atılıyordu. Bosna-Hersek sorununda olduğu gibi esas olarak çözmeye değil yönetmeye çalışan emperyalistlerin yeni deney sahası Kosova. Balkanlara ilişkin çözüm üretme yeteneksizliğini deneye yanıla gidermeye çalışan ABD Avrupa emperyalizminin geliştirdiği dışlayıcı mekanizmanın yoğunluk kazandığı Balkan coğrafyasında rekabet dengesi veya pazarlıklar kadar uluslar arası kapitalist sistemin yeniden yapılanmasına ilişkin bir bunalımın varlığı da gösteriyordu. Bugün Yugoslavya’nın yegane sahibi olduğunu söyleyen Sırbistan ülkesine her türlü Sırp kültürü dışındaki varlığı, dili, yapıyı reddediyor ve öz bir kimliğe büründürmeye çalışıyor kendini. Sırp milliyetçiliği politik iktisadi baskıları ve bunun sonucunda ortaya çıkan göç eğilimini sivil bir etnik arındırmayla takviye ederek Kosova’daki etnik yapıyı Sırpların lehine değiştirmeyi istiyordu. 1992 yazında Bosna’dan kaçan Sırpları bu amaçla bölgeye yerleştiriyorlardı. Kosova’nın en politik örgütü yaşanan bunalımlar sonucunda bağımsızlığını bir referandumla ilan etse de tanınmadı ve Kosova parlamentosu Sırplarca feshedildi. Kosova Arnavutları ise 1990’dan beri pasif bir direniş hattı belirlemişlerdi. Arnavutluk ise çatşma halinde Kosova’ya müdahale edeceğini söyleyip sorunu derinleştiriyordu. Bosna krizinde Balkan politikasına şekil veremeyen ABD 93’te yeni seçilen Clinton Miloeviç’e bir mektup yazarak “Sırp tarafında Kosova’da bir karışıklık yaratıldığı takdirde ABD’nin müdahalaye hazır olduğunu bildirdi. ABD Sırpların önüne çeşitli barış projeleri sunarak özneleşiyor ama sorunun çözümüne hiçbir katkı sunmuyordu, öte taraftan barış görüşmesi dedikleri şey özünde Balkanların fiili işgaline zemin hazırlamaktı. Kosova’da kurulacak “bağımsız” ABD güdümlü bir hükümet orta ve doğu Avrupa politikalrındaABD’yi etmin kılacaktı. 1998 Mart ayında yapılan Miloseviçle yapılan barış görüşmelerinde 30 bin askerlik NATO kuvvetinin Kosovada konuşlanacağını ve 3 yıl içinde Kosova’nın bağımsızlığı için referandum yapılacağı maddeleri Balkanların özelde Kosovanın işgaline kapı aralıyordu. Sonuç çıkmayan görüşmelerinden sonra ABD-batı-NATO ittifakı bombalarını yağdırmaya başladılar. İttifakın Belgrad’dan istediği şekli hayata geçirebilmesi için hava harekatının yanındı karadan da Sırpları kuşatmaya almaları gerektiği söylenirken aynı zamanda Kosovada tüm askeri faaliyetlerin durdurulması Sırp güçlerinin çekilmesi, uluslar arası askeri gücün konuşlandırılmasının kabulü, bütün mültecilerin koşulsuz dönüşü gibi savaşı başlatanmaddelerin NATO tarafından ısıtılıp Belgrad’ın önüne sunulurken hava saldırısının durmasını bu şartlara bağlıyorlardı. Uluslararası bir kararlılıkla bir kara harekatına girişmesi durumunda NATO’nunbölgeyi Balkan savaşına dönüştürecek araçlar batının ve emperyalizmin elinde mevcuttur. Bu süreçte emperyalist güçlerin kullandığı en güçlü odaklardan bir tanesi çok uluslu şirketler diğeri ise bölgedeki oligarşik ağı himaye edebilecek Türkiye gibi dış politikası ABD güdümlü ülkelerdir. Bundan dolayı orta doğuda ABD’nin Türkiye’nin kısa vadedeulus devlet olarak varlığını sürdürmesini kendi çıkarlarıyla özdeş tutmaktadır. ABD’nin Yugoslavya internet sitelerinin bağlantısını kesme haberi bölgedeki savaşınteknolojik bir hegemonya otorite ilişkisi doğurduğunun kanıtıdır. BBC 2, Kosovalılar NATO bombardımanından kaçıyor haberini, ajansın ağzında yarım bırakırcasına kesiyor, ve savaşı insanlar arası zeminden sanal bir alemin otoriter-hegomonik ortamına çok uluslu şirketlerin tercihleri doğrultusunda taşıyor. Türkiye medyası ve sermayesi de göbek bağıyla bağlı olduğu uluslararası finansmanın dili gibi konuşmayı tercih etti. “Hain kalleş Sırplar din kardeşlerimizi, soydaşarımızı öldürüyorlar” gibi sığ ve uydurulmuş haberler silsilesinin Türkiye insanının yönlendirebileceği duyarlılığa taşıyor. Yoğun acıma hissi de kimseye bir şey yaptıramazken NATO bölgeyi kurtarıyor izlenimi vermeye çalışıyor.
Kosova, Arnavutluk, Makedonya üzerinde ağlarını atan emperyalistler şimdi de bölgesel ittifakın bekçiliğini yapan Türkiye’nin hava üstlerine yerleşiyor. Bir emrivaki şekilde şekillenen bu duruma genel kurmay gerektiğinde üslerimiz açılabilir derken hükümetin insani amaçla üsleri açsak tutumları arasında üsler askeri amaçlı olarak kullandırılmaya başlandı. Dış politikadaki Müslüman Türk unsurları kontrol edilebilir bir mekanizma eşliğinde kullanmayı tasarlayan ve bu doğrultuda da 28 Şubat kararlarına “Kafkaslar’la daha yakın ilişki kurulacak” emri ABD’nin Türkiye’ye biçtiği ılımlı islam kimliğiyle de denk düşüyor. Avrasyanın merkez ülkesi olma rolüne büünen Türkiye bir yandan İsmail Cem’in Dışişleri Bakanlığında söylediği gibi harp okullarında çeşitli askerlerin yetiştirildiği ve yakın çevredeki birçok soruna taraf olunduğuna dair değerlendirmesi bir yandan da “Bizim en yakınımız ABD’dir. Arasıra silah yardımı konusunda sıkıntı çıkarırlar; ama o yardımı da yaparlar” diyen Süleyman Demirel resmi ideolojiyi ve rejimsel krizi aşabilmek üzere dış politikayı iç politikanın gündemine sokmatadırlar. Yani yapılan özünde şudur; bir evrensel düşman yaratıp ulusal bilinci bu düşmanla çatıştırarak rejimini sıkı sıkıya yenileyebilecek bir zemin hazırlamak. Apo’yu yakalayarak dış politikadaki gücünü gösteren Türkiye bunun karşılığında Balkanlarda ABD ve batı adına bekçiliğe soyunurken orta doğuda da kurulması ABD tarafından tasarlanan otonom kürt devletini ideolojik ikmal yapmaktadır.
Bosna-Hersek sorununda olduğu gibi Kosova sorunun es geçmek tarihsel bir hatadır. Balkanlarda yaşanan emperyalist-faşist hareketlilik er geç bölgeye yayılacaktır. Ülke içinde faşizme karşı verilecek etkin mücadelenin gereliliğini algılamak, emperyalizme ve kapitalizme karşı verilecek halk savaşına lojistik sağlayacağı kadar kuracağımız eşitlekten, barıştan, toplumsal özgürlükten yana dünya için bize pratik tortular bırakacaktır. Bu dünyayı Sırplarla Arnavutlarla MakedonyalılarlaMüslümanlar Kürtlerle Türklerle Araplarla kuracaksak mücadele propagandayı aşmalı ve yaşamlarımız kültürlerimizi anlama ve sorgülama zeminin de bize sunmalıdır. Emperyalizme ve faşizme karşı ayrı ayrı mücadele verilmeyeceğini bize tüm açıklığıyla gösteren Balkanlar için hepimiz tarihsel, devrimci, enternasyonalist bir sorumluluk bilincimiz ve inancımız tarafından yüklendiği bilinmelidir. Ve unutulmamalıdır ki yapılanlar kapitalistlerin başarısından çok, uluslararsı enternasyonalist, antifaşist, antiemperyalis bir ağ yaratamayan sosyalist, devrimci, muhalif bilincin eksikliğidir. Kapitalizmin belleği, bilinci yenilmişken ve tüm değerlerini kendisi çiğemişken sosyalizmin yenilmediğini görme zamanı gelmiştir.
Özelleştirmenin , faşizmin ırkçılığın iktidarına teslim olmayacağız !
Uzun bir süredir yaşanmakta olan temsil krizini aşmak umuduyla gerçekleştirilen 18 Nisan seçimlerinin damgasını vurduğu bir süreçte bulunuyoruz. Ekonomik-politik-toplumsal bir buhranın, her alanda kendini gösterdiği koşullarda varolan bir aylık seçim süreci de, bu kriz halinin somut bir göstergesi şeklinde geçti. Bütün sistem partilerinin kendilerini seçtirme yarışı içinde aynı yalan edebiyatını ısrarla sürdürmesi, Hadep’e karşı uygulanan fiili seçim yasağı ve solun seçim gündemine müdahelede etkisiz kalması gibi olguların öne çıktığı bu süreç, egemenlerin ve muhalefetin krizinin hangi boyutlarda olduğunu da gösterdi.
28 Şubat sürecinin laiklik rüzgarını arkasına almaya çalışan CHP’nin barajın altında kalması, bu süreci laik-gerici saflaşmasından çok, Kürt sorunu ekseninde yaratılan milliyetçi, savaş taraftarı saflaşmanın belirlemesinin bir sonucu olarak gerçekleşti. 28 Şubat sürecinin temel hedefi olan dinsel gericiliğin terbiyesi ve geriletilmesi, bu kitlenin kendisinin değil ama temsilcisi olan FP’nin geriletilmesi olarak sandığa yansıdı. 18 Nisan seçiminin iki galibi, DSP ve MHP ise, bu politik saflaşmada hem “laik” cephede durarak hem de dinsel gericiliğin çeşitli unsurlarına kucak açarak ve Kürt sorunu konusunda ise açıkça milliyetçi ve savaşçı bir tutum sergileyerek ciddi bir yükseliş kaydettiler. ANAP ve DYP’ye indirgenen “liberal yağmacılık”tan ve bu iki parti liderlerinin birbirini aklama operasyonundan hoşnutsuz yığınların, bir önceki seçimde “adil düzen”e oy vermiş olan yoksulların ve orta sınıf MGK kitlesinin oyları bu yükselişin temel gerekçelerinden biri olarak ortaya çıktı. Yeni sömürgeciliğin; işsizlik, bölgesel ekonomik eşitsizlik, yerel rant ve iktidar kavgası gibi sonuçlarını ve kirli savaşın yarattığı acıları en çirkin biçimde istismar eden bir siyasetin baş temsilcisi MHP, esas olarak ırkçılığa ve savaş çığırtkanlığına dayanmakla birlikte, dinsel gericilik konusunda FP’ye en yakın parti olma özelliğiyle de, ikinci parti konumuna yükseldi. Özellikle MHP, gerek toplumsal çürüme ve topyekün krizin tüm sonuçlarıyla doğrudan ve aşağıdan bir ilişki içinde olmasını sağlayan teşkilat yapısı, gerekse polisin kontrgerillasıyla geleneksel yakın ilişkisi sayesinde, en fazla büyüyen parti oldu. Diğer yandan her iki partinin de saf liberallizm dışında “devletçi” bir vurguya sahip olması, kirli savaşın ve yeni sömürgeciliğin ürünü olan toplumsal rahatsızlıklardan kendisini kurtaracak güçlü bir sahip arayan yığınların, “Büyük Türkiye” vurgusunu kullanan bu partileri birer umut kapısı olarak algılamasını kolaylaştırdı. Özetle; MGK’nın, yeni bir merkez oluşturmak amacıyla alabildiğine hırpaladığı geleneksel merkez tümden çöktü ve güçlü ırkçılık rüzgarı eşliğinde açılan bu boşluk MHP tarafından dolduruldu. DSP ise elde ettiği seçim başarısıyla merkez solda egemen sınıfların arzu ettiği türden bir politik seçenek yarattı.
Seçim sonuçlarını egemenler açısından değerlendirecek olursak, bu tablo MGK, tekelci sermaye ve emperyalizm bakımından hem kendi programlarını ilerletecek bir olanak hem de yeni gerilimlerin kaynağı olarak değerlendirilebilir.
Hem Kürt sorunu ekseninde geliştirilecek daha saldırgan bir tutumu hem de emperyalizmle bütünleşme sürecinin gerektirdiği yeni ekonomik saldırı programını istikrarlı bir şekilde uygulayacak bir parlamentonun oluşma beklentisi içinde olan egemenler, isteklerine kısmen de olsa ulaştılar. Oluşacak yeni parlamentodan çıkacak herhangi bir hükümetin, savaş rejiminin gereklerini yerine getirmekte sorun çıkarmayacağı bugünden görülüyor. Irkçılığın ve gericiliğin siyasetin merkezine yerleştiği ülkemizde geleneksel merkez tarafından açılan boşluğun MHP ve DSP tarafından doldurulması özellikle son derece faydacı bir tutum içinde olan tekelci sermaye bakımından elbetteki kendi başına bir sorun oluşturmamaktadır. Çünkü ortaya çıkan sonuç herşeyin ötesinde, savaş rejiminin olgunlaşması ve yeni sömürgeciliğin yağma programının ilerletilmesi için gerekli olan yapısal dönüşümlerin gerçekleştirilmesi bakımından son derece uygun bir atmosfer yaratmaktadır. DSP ve MHP’nin “devletçi” vurguları, egemen sınıfların IMF direktifleriyle yürürlüğe konulacak olan yeni sömürü ve yağma politikaları bakımından çok fazla sorun yaratacak nitelikte değildir. DSP seçimler öncesinde “sanıldığının aksine özelleştirme yanlısı bir parti” olduğunu açıklamış, uluslararası özelleştirme ihalelerinde çokuluslu şirketlere uluslararası tahkim hakkı tanınacağı ve IMF’nin istikrar programına uyulacağı konusunda emperyalizme gerekli taahhütlerde bulunmuştu. Özelleştirme ve küreselleşmeyi savunan, sosyal güvenlik ve sağlık gibi alanların piyasalaştırılması gibi uygulamaları programına alan MHP’nin de egemen sınıfların sömürü programıyla bir çelişki içinde bulunması beklenmemelidir. Hatta MHP, hükümete girmesi halinde, oligarşinin yeni liberal politikalarının emekçi sınıflar saflarında yaratacağı direnme ve mücadele eğilimleri karşısında kullanılacak olan resmi baskı ve şiddet aygıtlarının meşrulaştırılması ve güçlendirilmesi bakımından gerekli siyasal atmosferi sağlayacaktır.Bu partilerin hafif anti-liberal vurguları, şimdilik tekelci sermayeyi rahatsız ediyor olmakla birlikte, zaman içinde törpülenecek ve uygulanan programın meşruluğunun sağlanmasına hizmet edecektir.
Ancak henüz temsil krizini tümden çözebilecek nitelikte bir merkezin yaratılması ve temsil sisteminin savaş rejiminin programıyla tamamen uyumlu hale getirilmesi sorunu çözülmüş değildir. Nitekim seçimin üzerinden bir ay geçmesine rağmen hükümet henüz kurulamadı ve parlamento kaynaklı krizler birbirini izlemeye devam etti. Nisan sonunda patlak veren Merve Kavakçı olayı, siyasal İslam çerçevesinde örgütlenen çevrelerin, siyasi ve ekonomik çıkar savaşlarından kolay kolay çekilmeyeceğinin göstergesiydi. Merve Kavakçı’nın vatandaşlıktan çıkarılmasıyla sonuçlanan bu raundu ordunun kazanması da, siyasal İslam sorununun bittiği anlamına gelmiyor.
İkinci kriz Rahşan Ecevit’in, MHP hakkındaki MGK’dan habersiz yapılmasına ihtimal olmayan açıklamasıyla yaşandı. Demirel’in, “armutun sapı ve üzümün çöpü” hakkında yaptığı açıklamada MHP’ye açıktan destek vermesi, egemenlerin MHP tercihleri üzerine bir kestirimde bulunmak için henüz erken olduğunu göstermekle birlikte; Rahşan Ecevit krizi, egemenlerin MHP hakkında bazı tereddütler taşıdığını gösterdi. MHP’nin FP tabanıyla geçişkenliği ve polisin kontrgerillasıyla olan yakın ilişkisi, zaten bu sürecin birkaç bakımdan gerilimli olarak yaşanacağını bugünden gösteriyor. Bu özellikleri nedeniyle MHP kitlesi merkezin eğilimlerine karşın denetim dışı bir sokak gücü haline gelme potansiyelini taşıyor. Merve Kavakçı olayında “laik” cephede duran MHP’nin, buna benzer gerilimlerin ilerde de yaşanacağı göz önüne alındığında, tabanında çözülmeler yaşayacağını ve bunun önüne geçmek için tabanına bazı ekonomik tavizler vermek zorunda kalacağını görmek güç değil. İktidar nimetlerine tam da yeni sömürgeciliğin yeni bir yağma programının eşiğinde talip olan MHP’nin kısa sürede eskisinden daha da güçlü bir haydutlar çetesi haline geleceği de açıktır. Bu durumun, egemen sınıflar bloku içinde kirli çıkarların çatışmasına dayalı yeni bir parçalanma yaratma ve rejim bakımından yeni bir politik istikrarsızlık kaynağı oluşturma potansiyeli taşıdığı açıktır. İstikrarın güvencesi olarak sunulan DSP ile “kapalı kutu” MHP’nin aşırı milliyetçi kimliklerinin emperyalizmin bölgesel politikaları bakımından çıkarabileceği sorunlar da bu tabloya eklendiğinde, ortaya çıkabilecek istikrarsızlığın boyutları da az çok kestirilebilir hale geliyor. Özellikle Kürt sorunu konusunda emperyalizmin saf intikamcı bir çizgiyi yeterli bulmayacağı düşünüldüğünde, bu sürecin egemenler açısından yeni çatışma ve krizler tarafından biçimlenecek bir geçiş dönemi olduğu netlik kazanıyor.
Seçim sonuçları toplumsal muhalefet ve sol açısından değerlendirildiğinde, özetle solun, egemen sınıfların darbe süreci karşısında bir yenilgiye uğradığı söylenebilir. 18 Nisan seçimleri solun; seçimlere müdahele sorununu darbe sürecine müdahele sorunu olarak kavrayamamış olduğunu, günün devrimci siyasetinin gerici egemen sınıflar ittifakı karşısında halkın birleşik eylemine dayanan emek yanlısı bir cephe oluşturmayı gerektirdiğini görememiş olduğunu açıkça ortaya koymuştur. Toplumsal muhalefet güçleri seçimlerde, halkı kendi arkasında saflaştırmaya çalışan savaş rejimine karşı halkı yeni sömürgeciliğin tüm sonuçlarına ve faşizme karşı saflaştıran bağımsız bir eksen yarattamamıştır. Halkın faşizme karşı saflaştırılamadığı bu koşullarda, seçimi belirleyen en önemli etken, Türk-Kürt ayrışması olmuştur. Bunun sorumlusu elbette ki oligarşi ve onun savaş rejimidir. Ancak gerek Kürt ulusal hareketinin gerekse toplumsal muhalefet kesimlerinin çoğunluğunun, faşizmin tüm sonuçlarına karşı birleşik ve militan bir mücadele hattından uzak durmaları, bu tablonun hazırlayıcılarından birisi olmuştur. Kürt ulusal hareketinin son dönemde izlediği milliyetçi çizgi, ülkede emekçileri kapsayan bir barış hareketinin olmaması, özellikle son dönemdeki ırkçı dalga karşısında solun geniş bir kesiminin takındığı umursamazlık hali, MGK’nın laik-gerici saflaşmasına kirli savaşın tüm acılarını istismar eden bir Kürt-Türk saflaşması eksenini kolaylıkla ekleyebilmesine neden olmuştur.
18 Nisan seçimleri, mevcut sürece yasal sol partilerin seçim propoganda çalışmaları ile müdahele edilmesinin mümkün olmadığını ve bu yolla sol bir dalga yaratılamayacağını, sınıflar mücadelesi ve toplumsal çatışma süreçlerinin dışında bir konumdan politika üreterek solun “psikolojik” ve fiziksel barajlarının aşılamayacağını açıkça göstermiştir. Ancak aldığı oyu “25 bin olan oyumuzu 250 bine çıkardık” şeklindeki politik gevezeliklerle bir başarıymış gibi sunan ve MHP’nin aldığı oyu, kendi toplumsal kimliğini yaratamadığı gerekçesiyle burjuvaziye fatura eden yasal partilerin bu aymazlıkları, yakın tarihten bile ders almaktan aciz olduklarının kanıtıdır.
Solun yoksulların ve ezilenlerin hayatlarının tamamen uzağında, yeni sömürgeciliğin yarattığı çatışma dinamikleriyle hiçbir teması olmaksızın varlığını sürdürmeye çalışması, solun yoksulların hayatlarında dolduramadığı bu boşluğun gerici-faşist ideolojilerle doldurulmasına neden olmaktadır. Solun yoksul halkla egemen sınıflar arasında yaşanan çatışmanın en yoğun olduğu alanlarda etkinlik gösterememesi, toplumsal muhalefetin ve solun kendi krizini de hazırlayan en önemli etken durumundadır. Nitekim ülkedeki ırkçı-şoven dalganın ve seçim sonuçlarının etkisi altında yaşanan 1 Mayıs süreci, solun ülke gündemine müdahele etme noktasındaki basiretsizliğini ve toplumsal muhalefetin içinde bulunduğu krizi açıkça ortaya koydu.
Seçimlerin egemenler ve sol açısından ne gibi sonuçlara gebe olduğunun kestirilebilmesi için ülkedeki genel politik gidişatın ne durumda olduğunun tespitiyle olanaklı olacaktır. Bu politik atmosferi tanımlayan “Cumhuriyetçi faşizm” yeni bir ideolojik çerçeve olmaktan çok, resmi cumhuriyet ideolojisinin egemen sınıfların güncel programına uyarlanmış bir biçimini temsil ediyor aslında. Egemenler, Türkiye kapitalizminin emperyalizmle bütünleşme sürecinde aksamalara neden olan topyekün krizinin, ordu bayrağı altında birleşen ırkçı, özelleştirmeci bir milliyetçi cepheyle aşılmasını öngörüyor. Kürtleri, işçileri, solu ve tüm demokrasi güçlerini, çerçevesi yeni sömürgecilik tarafından çizilen bu milliyetçi dalgayla teslim almaya çalışıyorlar.
Egemen sınıfların toplumda yarattıkları bu sağcılaşma ve milliyetçi dalga, temsili sistemde yaşanan gerilimlere rağmen, yoksul halka karşı uygulayacakları sömürü ve baskı programını sorunsuz bir şekilde hayata geçirmelerine olanak sağlıyor. Hangi hükümet formülü gerçekleşirse gerçekleşsin, emperyalizmle bütünleşme yönündeki adımların atılacağı, yağma ve baskı politikalarının kesintiye uğramadan sürdürüleceği görülüyor.
Nitekim bu durum, son NATO toplantısında açıkça ortaya koyuldu. Demirel katıldığı bu toplantıyı “Türkiye büyük devlet olduğunu dosta düşmana göstermiştir” sözleriyle değerlendirdi. Aslında Demirel’in bu toplantıda ortaya koyduğu görüşler, Merve Kavakçı’nın ABD vatandaşlığına geçerken; “her ne koşulda olursa olsun ABD’nin çıkarlarını savunacağına” dair ettiği yeminden farklı bir içerikte değildir. Demirel Türkiye’nin, emperyalizmin bölgesel çıkarlarını koruyacağının, Ortadoğu ve Balkanlar’daki yeni emperyalist düzenlemelerde kolluk kuvveti olmaya devam edeceğinin garantisini vererek Türkiye’de yaşanan krizden endişe duyan emperyalist güçleri rahatlattı.
Ülkeyi uzun bir süredir milli siyaset belgesi ile yöneten egemenler, en küçük toplumsal karşı koyuşu kriz yönetmeliğinin adımları olarak yerel yönetimler yasası ve sosyal güvenlik reformu gibi uygulamaların hayata geçirilmesine hız vererek; özelleştirme politikalarını daha da yoğunlaştırma çabası içerisinde olacakları açıktır. Yerel yönetimler yasası, belediyelerin daha da “yerelleşmesi” adıyla merkezi yönetimlere yetki verecek, böyleçe aslında yerel yönetimler merkezileştirilecek, sosyal güvenlik “reformu”nda ise özellikle enerji alanında yoğun özelleştirmeler gerçekleştirilecek. MHP’nin özellikle Sanayi, Enerji gibi bakanlıklara talip olması ve bu maddeleri, koalisyonlar protokolü olarak sunması, yağmanın hangi kaynaklara akacağını göstermesi bakımından anlamlıdır.
Bu nedenle, bugün sol, egemen sınıfların emperyalizmle bütünleşme stratejisinin, özelleştirmelerin, ırkçılığın ve resmi-sivil faşizmin karşısına Türkiye halklarının kardeşliğini ve özgürlük umudunu temsil eden bütünlüklü bir emek hareketiyle dikilmek zorundadır. Oluşan açık politik saflaşma koşullarında, bu eksende kararlılılıkla durulabilmesi halinde ırkçılığa, özelleştirmeye ve faşizme karşı mücadele, ülkemizdeki emekçi sınıf hareketinin gelecekteki temel kalkış noktası olacaktır.
ÖĞRENCİLER PROLETERLEŞMEDİ
ÖĞRENCİLER PROLETERLEŞMEDİ
Devrimci Gençlik dergisinin eski sayılarında “bilgin
Öğrenciler Proleterleşmedi
Devrimci Gençlik dergisinin eski sayılarında “bilginin metalaşması” sürecine ilişkin ayrıntılı bir tartışma sürdürüldü. Yeni sermaye politikalarının merkezi bir yerinde duran bu süreç üniversitenin ve üniversitelinin toplumsal kimliğinde çok ciddi değişikliklere yol açtı. Bu politikalar sadece üniversitelide değil tüm toplumsal ilişkilerde “eskisinden” öz itibarıyla olmasa da farklı bir üretim ve sınıf ilişkilerini de doğurdu. Yeni bir devrimci hareket yaratmak açısından gözardı edilemeyecek bu ilişkiler, ayrıntılı bir tartışma konusu olma özelliğini hala korumaktadır. Toplumsal Hareket Sendikacılığı kavramının da içinden türediği bu sermaye politikalarının çözümlemesinde kimi kafa karışıklıklarının da olduğu muhakkak. Bu yazıda, geçen sayımızda yayınladığımız “Öğrenciler Proleterleşti mi?” yazısında göze çarpan kavramsal hatalar ekseninde yeni proleterleşme, bilginin metalaşması, üniversitenin toplumsal kimliği konularındaki değerlendirmelerimizi yeniden gözden geçireceğiz.
Yeni proleterleştirme
Yazıya damgasını vuran kafa karışıklığı, sermayenin emek denetimi ve karın maksimizasyonu politikalarının iç süreçlerini doğru kavrayamamaktan kaynaklanmaktadır. Üretimin eskisinden farklı bir biçimde örgütlenmesi, emek denetim süreçlerinde esneklik TKY’nin egemen hale getirilmesi, mali serbestleşme ve toplumsal yaşamın tüm alanlarının sömürüye tabi kılınması bu stratejinin yeniliklerinin başında geliyor. Egemenlerin bütünlüklü politikaları, aslolarak sömürüyü karı arttırmak için oluşturulan bir program olma özelliği taşıyor. Ancak bu uygulamaların herbiri kendine özgü toplumsal sonuçları da beraberinde getiriyor. Ciddi boyutlara varan yoksullaşma sonuçlarıyla birlikte üretimin örgütlenmesinde sermayeye geniş bir hareket alanı sağlayan yeni bir işbölümü hayata geçiriliyor. Bilgi yoğun üretim süreçlerinin metropol ülkede sürdürüldüğü, emek yoğun süreçlerin ise ciddi ölçüde parçalanarak bağımlı ülkelerde sürdürüldüğü bir işbölümü yeni üretim planlamasının temelini oluşturuyor. Hizmet sektörünün de genişlemesiyle birlikte büyük ve düzenli istihdam tercihinden vazgeçilerek, küçük işlevsel üretim birimleri yaygınlaştırılıyor. Özellikle sermayenin düzenli istihdamdan ve kitlesel üretimden vazgeçmesi küçük üretim birimlerinde daha çok hizmetler sektöründe düzensiz çalışan yeni bir işçi kitlesini doğuruyor.
*****
Şimdi yazıdaki kavramsal ve mantıksal hataları inceleyelim.
“...Üniversitenin özelleştirilmesi yerine üniversiter yaşamın (üniversitelilerin ihtiyaçları ve üretimleri ile) topyekün ‘sermayelileştirilmesi’ ya da paralılaştırılması denmesinin daha anlamlı olacağını düşünüyorum....(üniversitelerin özelleştirilmesindeki amaç) sermayenin üniversitedeki etkinliğinin artırılması, üniversiter alanın da karlılık alanlarından biri haline getirilmesidir. “
Burada yapılan üniversitenin “paralılaştırılması” tartışması özü itibariyle anlamlıdır. Esas olarak özelleştirme, sermayeye yeni kar alanları açmak ve sermayeye tabi alanları genişletme çabasıdır. Ancak konu eğitim ve sağlık olduğunda, tüm bu uygulamaların sonucu kamusal bir hizmetin devlet tarafından terkedilimelidir. Yani yaşananlar basitçe bir mülkiyet devrinin ötesindedir. Özelleştirme yerine paralılaştırma ifadesini kullanacaksak, özelleştirmenin dolayı değil, kamusal hizmetin devlet tarafından sürdürülmemesinden, sürdürülse dahi kamusal alanda yeni bir eşitsizlik ilişkisi yaratmasından dolayı kullanılmalıdır. Ancak burada bir şeyi hatırlatmak yerinde olacaktır. Gençlik mücadelesinin ve toplumsal muhalefetin özelleştirme kavramı ile ifade ettiği basitçe bir mülkiyet devri ve bunun çalışanlar üzerindeki etkisi değildir. Kavramın kullanılışı tam da yukarıda paralılaştırma olarak ifade ettiklerimizdir. Bu alıntının hemen peşinden gelen şu satırlara bakalım:
“... üniversitenin özelleştirilmesi aynı zamanda bilgiye ulaşma olanaklarının sınırlandırılması (özelleştirilmesi) demektir...harç ödeme zorunluluğu getirilmesi, bilgiye ulaşma olanaklarının sınırlandırılması(dır).”
Burada da benzer bir durum var. “Olguyu tanımlayıp, yanlış sonuçlar çıkarma.” Elbetteki eğitimin özelleştirilmesi “bilgiye ulaşma olanaklarının daha fazla sınırlandırılması”nı beraberinde getiriyor. Ancak önemli bir noktanın üzerinden atlanıyor: Bilgi üreten kurumun devlet mülkiyetinde olması üretilen bilginin sonuçlarının halka doğrudan sunulduğu anlamına gelmez. Nitekim özelleştirme politikaları başlamadan önce de bilginin kullanımının halkın çıkarlarına göre şekillendiğini söyleyemeyiz.Yani bilginin husisiliğini belirleyen, onu üreten kurumun kimin mülkiyetinde olduğu değildir. Sermayenin bilgiye ulaşma olanaklarını “hususileştirmesini” tercih etmesinin nedeni, bilgi üretimi ve kullanımı üzerinde tam denetimini kurma ihtiyacıdır. Bunun nedeni de karlılığı artırmak için risklerin ve ihtimallerin ortadan kaldırılmasından başka birşey değildir.
“Bu sistem içinde üniversite öğrencisi” üniversiteli olarak sömürülmektedir. Yani üretimi olan bilim, sahip olduğu ya da ulaşmaya çalıştığı bilgi ve yaşamını sürdürdüğü mekan yüzünden sömürülmektedir.”
“... üniversiteli olarak sömürülmek...” Şüphesiz sonuç olarak ifade edilen doğrudur. Ancak bu durumu yaratan temel etken üniversitelinin olmayan artı değerine el konulması değildir. Yeni sermaye politikalarının temel esprisi “yaşamı bir bütün olarak kar alanı haline getirmektir.” Bunun için de tüm hizmetler alanının sermaye egemenliğine girmesi ve onun tarafından sürdürülür bir biçime büründürülmesi tercih edilmiştir. Aynı sorunu tüm toplumsal kesimler ve sınıflar yaşamaktadır. Yani sermayenin bireyit-oplumu sömürüsü fabrikaların dışına çıkmış, tüm yaşam alanlarına yayılmıştır.
Bu alıntıda esas olarak üzerinde durmamız gereken nokta “... üretimi olan bilgi...” ifadesidir. Bu konuyla ilgili Devrimci Gençlik Dergisi’nin eski sayılarında ifade edilen görüşler şöyleydi: “Üniversite, diğer eğitim kurumlarından bilimsel bilginin üretimini aynı zamanda bir eğitim süreci olarak gerçekleştirmesiyle ayrılır. Üniversite eğitiminin bu özgül niteliği üniversite öğrencisini bilimsel üretim sürecinin öznelerinden birisi haline getirmektedir.”(DG. sayı10 Üniversite için yeni bir toplumsal kimlik) “Bilginin metalaşması süreci ile... bilimsel üretim öğrenci ilişkisinde önemli bir değişim olmuş, öğrenci bilimsel üretimden dışlanarak izleyici konumuna getirilmiştir.” (age), “Tüm bu olumsuz gelişmelere rağmen görülmesi gereken olgu, üniversitenin, bilimsel bilgi üretimini bir eğitim süreci olarak gerçekleştirme işlevini devam ettirdiği gerçeğidir.” (DG sayı 27) Arkadaşımıza göre “Bir üretim aracı olarak işlevlendirilen bilgiyi üretenlerin ‘ürünlerine’ el konulması doğal olarak, o kişinin sömürüsünü de beraberinde getirir. Eğer üniversiteliler bilgi üretiyorsa ve bu bilgi üretim süreci sermayenin ihtiyaçlarına göre şekillendirilip üniversitelinin ürettiği bilginin ‘getirisine el konuluyorsa ‘üretimi olan bilgiden dolayı öğrenciler sömürülüyor demektir.” Ve proleterleşmenin arkasında yatan temel etkenlerden birisi budur. Ancak bilginin metalaşmasının tek bir biçimde değil asıl olarak iki biçimde gerçekleştiğini hatırlatmak gerekir. Üretimin bir faktörü olarak kullanılan bilgi ile pazarda öğretim süreçlerinde ‘satılan’ bilgiyi karıştırmamak gerekir. Sermaye, bilgi teknolojisini (tasarım, yazılım, yönetim-organizasyon) geliştirerek ve özel birimlerde toplayarak, üretimin bir girdisi olan bilgi ihtiyacını karşılamaktadır. Yani yeni teknolojileri en profesyonel ekiplerle üreterek, karını ve pazarlık gücünü artırmanın bir aracı olarak kullanmaktadır.
Bugün bilimsel anlamda bilgi üretimini öğrenciler çok sınırlı ölçüde yapmaktadır. KOSGEB, teknik üniversitelerin bitirme ödevlerinin sermayenin ihtiyaçlarına göre seçilmesi vs. örnekleri verilebilir. Ancak bunlar hala tali örnekler olmanın ötesinde bir anlam ifade etmemektedir. Yani istisnai durumlar üzerinden genelleme yapmak kesinlikle mümkün değildir. Aslında üniversitede, bilimsel bilgi üretimini bırakın öğrencileri, öğretim görevlileri bile yapmamaktadır. Sermayenin tercihi, kendisi açısından verimli bilgiyi üniversitenin dışında üretmek yönündedir. İkinci olarak ise bilgi, ‘bilgi aktarım süreçlerinde’ de metalaşmaktadır. Yani burada karlılığı artırmak ve pazar hakimiyeti kurmak için kullanılan bir araç olmaktan çok, sunulan bir hizmet olarak metadır. Dersane vs. örneklerini bu kategoride değerlendirmek gerekir.
“Yeni bir emek hareketinin dayanacağı sınıf bilinci dar anlamda işçilik bilinçine değil, işçi sınıfının bir bütün olarak sermayenin ekonomik, politik, ve ideolojik egemenliğine karşı mücadelesini hedefleyen dolaysız siyasal bir bilinç olarak gelişmek zorundadır.”
Yeni bir sınıf bilincinin hangi zeminlerde yaratılacağını tartışan bu alıntı da dahil olmak üzere yazının büyük bölümü sunulacak tezin kabulü için bir “önyargı” oluşturmaktan öte bir şey anlatmamaktadır... Şimdiye kadar ifade edilenler, yazının devamında göreceğimiz kavram karmaşası ve kafa karışıklığının ilk ipuçlarıdır.
“Üniversite de egemen sistemin kullanacağı ve bu yüzden devrimcilerin sömürücülerle doğrudan çatışacağı zeminlerden biridir.” cümlesi aslında bugün gençlik mücadelesinin önkabulüdür. Ve sömürücülerle çatışma üniversitede de zaten sürmektedir.
“Böylece bir taraftan da üniversitenin üniversitenin sınıf atlama aracı olabileceği tezi geçerliliğini yitirmektedir. Çünkü üniversitenin kendisi olduğu kadar yetiştirdiği işgücü de pazar için üretim yapmaktadır.”
Bu sözlerden üniversitenin sınıf atlama aracı olamayacağı değil bu işlevinin daralmakla beraber hala sürdürdüğü sonucu çıkmaktadır. Fakat üniversiteler arası farklılıkların körüklendiğini ve taşra üniversitelerine daha çok tekniker kursları misyonu biçildiğini düşünürsek sermayenin yapmaya çalıştığının başka bir şey olduğunu görürüz.
Yeni sermaye politikalarının en gözle görülür sonucu, geleceksizleştirmedir. Üniversite eskiden olduğu gibi geleceğin garanti altına alındığı bir yer değildir. Bu durum doğal olarak her üniversiteliyi müstakbel bir işsiz konumuna getirmekte ve diğer işsiz kitleyle benzeştirmektedir. Esnek üretim politikaları bilindiği gibi çalışanların büyük kısmını yarı işsiz konumuna getirmiştir. Yedek işgücü olma özelliği açısından üniversitelilerin gelecekteki konumu ile yeni işçi kitlesinin konumu büyük benzerlikler taşımaktadır. Peki bu durumu proleterleşmenin kanıtı olarak sunabilir miyiz? Bir üniversitelinin gelecekte taşıması muhtemel özellikleri üzerinden sınıf tahlili yapılamayacağı aşikardır. Ve yeni işçi kitlesiyle benzer özellikleri üzerinden üniversitelilerin proleterleştiğini iddia etmek, doğru bir akıl yürütme olmayacaktır. Ayrıca sınıf tahlili; insan topluluklarının üretim süreçlerinin neresinde olmadığı değil, neresinde olduğu üzerinden yapılır. Yazıda açıktan ifade edilmese bile sınıfları üretim süreçlerinin “belirli bir yerinde olmayan” topluluklar olarak kavramak gibi baştan yanlış bir eğilim vardır.
“Genel anlamda üniversitenin savunulması, entellektüel bir talep, aydın duyarlılığı ya da ideolojik ikna oluş değil, doğrudan üniversitenin bilim üretmesi zorunluluğunun yani artı değerin, emeğin sahiplenilmesidir.” Bu kadar çok hatanın bir tek cümle içine sığdırılmasına şaşmak lazım. “... bilim üretmesi zorunluluğunun yani artı değerin, emeğin sahiplenilmesidir.” Kesinlikle anlaşılmaz bir ifade! Yani şimdiye kadar yapılan budur mu demek isteniyor, yoksa yapılması gereken mi? Birincisi bilim üretmesi zorunluluğunun savunulması, “üniversiteyi” tekrar üniversite yapma mücadelesidir. İkincisi bilimin artı değer üreten bir üretim aracı haline getirilmesi egemenlerin tercihidir ve bunun savunulacak bir yanı yoktur. Üçüncüsü üniversitelilerin olmayan artı değerlerini savunmak adına aydın kimliğinden kaynaklı ideoljik karşı duruşu gibisinden “küçük burjuvaca (!)” tavırları terketmesini istemek, bilginin metalaşması ve üniversitenin değişen toplumsal kimliğikonumu tartışmasını kavrayamamak demektir.
Peki yeni sermaye politikalarının üniversite ve üniversitelide yolaçtığı değişiklikleri nasıl değerlendirmeliyiz? Bu politikaların temel sonuçları iki alanda ortaya çıktı. Birincisi üniversitenin paralılaştırılması ifadesi ekseninde tartıştığımız, üniversiter yaşamın ve “bilgi aktarım süreçlerinin” karlılık alanları haline getirilmesidir. Yukarıda da değinmeye çalıştığımız bu sürecin, öğrenci hareketi açısından temel sonucu, sermayenin yeni saldırganlığına karşı geliştirilen özelleştirme karşıtı toplumsal muhalefet hareketine, üniversitelilerin kendi cephelerinden katılımı (hatta bu hareketin önderliğini yapmaları) oldu. “İdeolojik bir karşı duruş örgütleyen” üniversitelilerin hareket zeminini nesnel olarak emekçi sınıflara yakınlaştıran bu mücadele düzeyi, yeni bir sermaye karşıtı bilincin oluşturulmasında önemli bir rol oynadı. Ancak ısrarla vurgulanmalıdır ki; bu durum gençliğin toplumsal muhalefet içerisindeki yerini ve gençlik mücadelesinin kendine has özelliklerinin topyekün değişmesi sonucunda olmadı. Neoliberal saldırganlığın had safhaya ulaştığı bir dönemde üniversiteler özelleştirilsin veya özelleştirilmesin, gençlik hareketinin başka türlü hareket etmesi zaten mümkün değildi.
Daha önce Devrimci Gençlik dergisi sayfalarında da tartıştığımız gibi bu uygulamalar temel olarak üniversitenin toplumsal kimliğinin ciddi anlamda değişmesi sonucunu doğurdu. “ Egemen ideolojinin üretimi ve yeniden üretiminde önemli bir misyona sahip olan üniversiteler, yeniden yapılanma sürecinde bu işlevlerini ağırlıklı olarak başta medya olmak üzere diğer kurumlara devretmek zorunda kaldılar... Bilim insanları, işinin eri uzmanlar veya sermayenin ‘kafa emekçileri’ haline getirilirken, üniversite öğrencileri üst lise veya kursiyer konumuna geldiler... Maddi çıkar ilişkileri üzerine yeniden kurulan üniversitede zihinsel ve ahlaki bir duruşu ifade eden aydın kimliği yoğun bir deformasyona uğramıştır...” (DG, sayı 27, sf. 24) Büyük ölçüde çıkar ilişkileri üzerinden şekillenen bir üniversiter alanda aydın tavrının ve emekten yana taraf oluşun gerçekleştirilemeyeceği ortadadır. Bu durumun karşısında yapılması gerekenleri yine bir alıntıya başvurarak ifade edelim: “Gençlik mücadelesinin... üniversiteye bir toplumsal kimlik kazandır(ması) için atması gereken adım... üniversitede bilgi üretim ve yayım süreçlerine toplumsal bir bakış açısıyla müdahale etmek(tir). Derslikler, anfiler, laboratuvarlar toplumsal bir bakış açısına sahip gençlerin ideoloik karşı koyuşunun... mekanları haline getirilmelidir. Bu noktada gençlik mücadelesi öznelerinin... ifade ettikleri “anfilere dönme” basit olarak anfilerde propaganda yapmak olarak (değil) gençlik mücadelesi öznelerinin tüm duruşlarını, üretimlerini toplumsal bir bakış açısıyla oluşturmaları ve bu bakışı egemen hale getirmeleri (olarak algılanmalıdır.)” (age)
in metalaşması” sürecine ilişkin ayrıntılı bir tartışma sürdürüldü. Yeni sermaye politikalarının merkezi bir yerinde duran bu süreç üniversitenin ve üniversitelinin toplumsal kimliğinde çok ciddi değişikliklere yol açtı. Bu politikalar sadece üniversitelide değil tüm toplumsal ilişkilerde “eskisinden” öz itibarıyla olmasa da farklı bir üretim ve sınıf ilişkilerini de doğurdu. Yeni bir devrimci hareket yaratmak açısından gözardı edilemeyecek bu ilişkiler, ayrıntılı bir tartışma konusu olma özelliğini hala korumaktadır. Toplumsal Hareket Sendikacılığı kavramının da içinden türediği bu sermaye politikalarının çözümlemesinde kimi kafa karışıklıklarının da olduğu muhakkak. Bu yazıda, geçen sayımızda yayınladığımız “Öğrenciler Proleterleşti mi?” yazısında göze çarpan kavramsal hatalar ekseninde yeni proleterleşme, bilginin metalaşması, üniversitenin toplumsal kimliği konularındaki değerlendirmelerimizi yeniden gözden geçireceğiz.
Dostları ilə paylaş: |