Yazı yaşamin her alaninda mücadeleye • Manşet sermaya saydirilarina faşİzme irkçiliğa karşI



Yüklə 387,53 Kb.
səhifə4/8
tarix07.08.2018
ölçüsü387,53 Kb.
#67689
növüYazı
1   2   3   4   5   6   7   8

Yeni proleterleştirme

Yazıya damgasını vuran kafa karışıklığı, sermayenin emek denetimi ve karın maksimizasyonu politikalarının iç süreçlerini doğru kavrayamamaktan kaynaklanmaktadır. Üretimin eskisinden farklı bir biçimde örgütlenmesi, emek denetim süreçlerinde esneklik TKY’nin egemen hale getirilmesi, mali serbestleşme ve toplumsal yaşamın tüm alanlarının sömürüye tabi kılınması bu stratejinin yeniliklerinin başında geliyor. Egemenlerin bütünlüklü politikaları, aslolarak sömürüyü karı arttırmak için oluşturulan bir program olma özelliği taşıyor. Ancak bu uygulamaların herbiri kendine özgü toplumsal sonuçları da beraberinde getiriyor. Ciddi boyutlara varan yoksullaşma sonuçlarıyla birlikte üretimin örgütlenmesinde sermayeye geniş bir hareket alanı sağlayan yeni bir işbölümü hayata geçiriliyor. Bilgi yoğun üretim süreçlerinin metropol ülkede sürdürüldüğü, emek yoğun süreçlerin ise ciddi ölçüde parçalanarak bağımlı ülkelerde sürdürüldüğü bir işbölümü yeni üretim planlamasının temelini oluşturuyor. Hizmet sektörünün de genişlemesiyle birlikte büyük ve düzenli istihdam tercihinden vazgeçilerek, küçük işlevsel üretim birimleri yaygınlaştırılıyor. Özellikle sermayenin düzenli istihdamdan ve kitlesel üretimden vazgeçmesi küçük üretim birimlerinde daha çok hizmetler sektöründe düzensiz çalışan yeni bir işçi kitlesini doğuruyor.

*****

Şimdi yazıdaki kavramsal ve mantıksal hataları inceleyelim.



“...Üniversitenin özelleştirilmesi yerine üniversiter yaşamın (üniversitelilerin ihtiyaçları ve üretimleri ile) topyekün ‘sermayelileştirilmesi’ ya da paralılaştırılması denmesinin daha anlamlı olacağını düşünüyorum....(üniversitelerin özelleştirilmesindeki amaç) sermayenin üniversitedeki etkinliğinin artırılması, üniversiter alanın da karlılık alanlarından biri haline getirilmesidir. “

Burada yapılan üniversitenin “paralılaştırılması” tartışması özü itibariyle anlamlıdır. Esas olarak özelleştirme, sermayeye yeni kar alanları açmak ve sermayeye tabi alanları genişletme çabasıdır. Ancak konu eğitim ve sağlık olduğunda, tüm bu uygulamaların sonucu kamusal bir hizmetin devlet tarafından terkedilimelidir. Yani yaşananlar basitçe bir mülkiyet devrinin ötesindedir. Özelleştirme yerine paralılaştırma ifadesini kullanacaksak, özelleştirmenin dolayı değil, kamusal hizmetin devlet tarafından sürdürülmemesinden, sürdürülse dahi kamusal alanda yeni bir eşitsizlik ilişkisi yaratmasından dolayı kullanılmalıdır. Ancak burada bir şeyi hatırlatmak yerinde olacaktır. Gençlik mücadelesinin ve toplumsal muhalefetin özelleştirme kavramı ile ifade ettiği basitçe bir mülkiyet devri ve bunun çalışanlar üzerindeki etkisi değildir. Kavramın kullanılışı tam da yukarıda paralılaştırma olarak ifade ettiklerimizdir. Bu alıntının hemen peşinden gelen şu satırlara bakalım:

“... üniversitenin özelleştirilmesi aynı zamanda bilgiye ulaşma olanaklarının sınırlandırılması (özelleştirilmesi) demektir...harç ödeme zorunluluğu getirilmesi, bilgiye ulaşma olanaklarının sınırlandırılması(dır).”

Burada da benzer bir durum var. “Olguyu tanımlayıp, yanlış sonuçlar çıkarma.” Elbetteki eğitimin özelleştirilmesi “bilgiye ulaşma olanaklarının daha fazla sınırlandırılması”nı beraberinde getiriyor. Ancak önemli bir noktanın üzerinden atlanıyor: Bilgi üreten kurumun devlet mülkiyetinde olması üretilen bilginin sonuçlarının halka doğrudan sunulduğu anlamına gelmez. Nitekim özelleştirme politikaları başlamadan önce de bilginin kullanımının halkın çıkarlarına göre şekillendiğini söyleyemeyiz.Yani bilginin husisiliğini belirleyen, onu üreten kurumun kimin mülkiyetinde olduğu değildir. Sermayenin bilgiye ulaşma olanaklarını “hususileştirmesini” tercih etmesinin nedeni, bilgi üretimi ve kullanımı üzerinde tam denetimini kurma ihtiyacıdır. Bunun nedeni de karlılığı artırmak için risklerin ve ihtimallerin ortadan kaldırılmasından başka birşey değildir.

“Bu sistem içinde üniversite öğrencisi” üniversiteli olarak sömürülmektedir. Yani üretimi olan bilim, sahip olduğu ya da ulaşmaya çalıştığı bilgi ve yaşamını sürdürdüğü mekan yüzünden sömürülmektedir.”

“... üniversiteli olarak sömürülmek...” Şüphesiz sonuç olarak ifade edilen doğrudur. Ancak bu durumu yaratan temel etken üniversitelinin olmayan artı değerine el konulması değildir. Yeni sermaye politikalarının temel esprisi “yaşamı bir bütün olarak kar alanı haline getirmektir.” Bunun için de tüm hizmetler alanının sermaye egemenliğine girmesi ve onun tarafından sürdürülür bir biçime büründürülmesi tercih edilmiştir. Aynı sorunu tüm toplumsal kesimler ve sınıflar yaşamaktadır. Yani sermayenin bireyit-oplumu sömürüsü fabrikaların dışına çıkmış, tüm yaşam alanlarına yayılmıştır.

Bu alıntıda esas olarak üzerinde durmamız gereken nokta “... üretimi olan bilgi...” ifadesidir. Bu konuyla ilgili Devrimci Gençlik Dergisi’nin eski sayılarında ifade edilen görüşler şöyleydi: “Üniversite, diğer eğitim kurumlarından bilimsel bilginin üretimini aynı zamanda bir eğitim süreci olarak gerçekleştirmesiyle ayrılır. Üniversite eğitiminin bu özgül niteliği üniversite öğrencisini bilimsel üretim sürecinin öznelerinden birisi haline getirmektedir.”(DG. sayı10 Üniversite için yeni bir toplumsal kimlik) “Bilginin metalaşması süreci ile... bilimsel üretim öğrenci ilişkisinde önemli bir değişim olmuş, öğrenci bilimsel üretimden dışlanarak izleyici konumuna getirilmiştir.” (age), “Tüm bu olumsuz gelişmelere rağmen görülmesi gereken olgu, üniversitenin, bilimsel bilgi üretimini bir eğitim süreci olarak gerçekleştirme işlevini devam ettirdiği gerçeğidir.” (DG sayı 27) Arkadaşımıza göre “Bir üretim aracı olarak işlevlendirilen bilgiyi üretenlerin ‘ürünlerine’ el konulması doğal olarak, o kişinin sömürüsünü de beraberinde getirir. Eğer üniversiteliler bilgi üretiyorsa ve bu bilgi üretim süreci sermayenin ihtiyaçlarına göre şekillendirilip üniversitelinin ürettiği bilginin ‘getirisine el konuluyorsa ‘üretimi olan bilgiden dolayı öğrenciler sömürülüyor demektir.” Ve proleterleşmenin arkasında yatan temel etkenlerden birisi budur. Ancak bilginin metalaşmasının tek bir biçimde değil asıl olarak iki biçimde gerçekleştiğini hatırlatmak gerekir. Üretimin bir faktörü olarak kullanılan bilgi ile pazarda öğretim süreçlerinde ‘satılan’ bilgiyi karıştırmamak gerekir. Sermaye, bilgi teknolojisini (tasarım, yazılım, yönetim-organizasyon) geliştirerek ve özel birimlerde toplayarak, üretimin bir girdisi olan bilgi ihtiyacını karşılamaktadır. Yani yeni teknolojileri en profesyonel ekiplerle üreterek, karını ve pazarlık gücünü artırmanın bir aracı olarak kullanmaktadır.

Bugün bilimsel anlamda bilgi üretimini öğrenciler çok sınırlı ölçüde yapmaktadır. KOSGEB, teknik üniversitelerin bitirme ödevlerinin sermayenin ihtiyaçlarına göre seçilmesi vs. örnekleri verilebilir. Ancak bunlar hala tali örnekler olmanın ötesinde bir anlam ifade etmemektedir. Yani istisnai durumlar üzerinden genelleme yapmak kesinlikle mümkün değildir. Aslında üniversitede, bilimsel bilgi üretimini bırakın öğrencileri, öğretim görevlileri bile yapmamaktadır. Sermayenin tercihi, kendisi açısından verimli bilgiyi üniversitenin dışında üretmek yönündedir. İkinci olarak ise bilgi, ‘bilgi aktarım süreçlerinde’ de metalaşmaktadır. Yani burada karlılığı artırmak ve pazar hakimiyeti kurmak için kullanılan bir araç olmaktan çok, sunulan bir hizmet olarak metadır. Dersane vs. örneklerini bu kategoride değerlendirmek gerekir.

“Yeni bir emek hareketinin dayanacağı sınıf bilinci dar anlamda işçilik bilinçine değil, işçi sınıfının bir bütün olarak sermayenin ekonomik, politik, ve ideolojik egemenliğine karşı mücadelesini hedefleyen dolaysız siyasal bir bilinç olarak gelişmek zorundadır.”

Yeni bir sınıf bilincinin hangi zeminlerde yaratılacağını tartışan bu alıntı da dahil olmak üzere yazının büyük bölümü sunulacak tezin kabulü için bir “önyargı” oluşturmaktan öte bir şey anlatmamaktadır... Şimdiye kadar ifade edilenler, yazının devamında göreceğimiz kavram karmaşası ve kafa karışıklığının ilk ipuçlarıdır.

“Üniversite de egemen sistemin kullanacağı ve bu yüzden devrimcilerin sömürücülerle doğrudan çatışacağı zeminlerden biridir.” cümlesi aslında bugün gençlik mücadelesinin önkabulüdür. Ve sömürücülerle çatışma üniversitede de zaten sürmektedir.

“Böylece bir taraftan da üniversitenin üniversitenin sınıf atlama aracı olabileceği tezi geçerliliğini yitirmektedir. Çünkü üniversitenin kendisi olduğu kadar yetiştirdiği işgücü de pazar için üretim yapmaktadır.”

Bu sözlerden üniversitenin sınıf atlama aracı olamayacağı değil bu işlevinin daralmakla beraber hala sürdürdüğü sonucu çıkmaktadır. Fakat üniversiteler arası farklılıkların körüklendiğini ve taşra üniversitelerine daha çok tekniker kursları misyonu biçildiğini düşünürsek sermayenin yapmaya çalıştığının başka bir şey olduğunu görürüz.

Yeni sermaye politikalarının en gözle görülür sonucu, geleceksizleştirmedir. Üniversite eskiden olduğu gibi geleceğin garanti altına alındığı bir yer değildir. Bu durum doğal olarak her üniversiteliyi müstakbel bir işsiz konumuna getirmekte ve diğer işsiz kitleyle benzeştirmektedir. Esnek üretim politikaları bilindiği gibi çalışanların büyük kısmını yarı işsiz konumuna getirmiştir. Yedek işgücü olma özelliği açısından üniversitelilerin gelecekteki konumu ile yeni işçi kitlesinin konumu büyük benzerlikler taşımaktadır. Peki bu durumu proleterleşmenin kanıtı olarak sunabilir miyiz? Bir üniversitelinin gelecekte taşıması muhtemel özellikleri üzerinden sınıf tahlili yapılamayacağı aşikardır. Ve yeni işçi kitlesiyle benzer özellikleri üzerinden üniversitelilerin proleterleştiğini iddia etmek, doğru bir akıl yürütme olmayacaktır. Ayrıca sınıf tahlili; insan topluluklarının üretim süreçlerinin neresinde olmadığı değil, neresinde olduğu üzerinden yapılır. Yazıda açıktan ifade edilmese bile sınıfları üretim süreçlerinin “belirli bir yerinde olmayan” topluluklar olarak kavramak gibi baştan yanlış bir eğilim vardır.

“Genel anlamda üniversitenin savunulması, entellektüel bir talep, aydın duyarlılığı ya da ideolojik ikna oluş değil, doğrudan üniversitenin bilim üretmesi zorunluluğunun yani artı değerin, emeğin sahiplenilmesidir.” Bu kadar çok hatanın bir tek cümle içine sığdırılmasına şaşmak lazım. “... bilim üretmesi zorunluluğunun yani artı değerin, emeğin sahiplenilmesidir.” Kesinlikle anlaşılmaz bir ifade! Yani şimdiye kadar yapılan budur mu demek isteniyor, yoksa yapılması gereken mi? Birincisi bilim üretmesi zorunluluğunun savunulması, “üniversiteyi” tekrar üniversite yapma mücadelesidir. İkincisi bilimin artı değer üreten bir üretim aracı haline getirilmesi egemenlerin tercihidir ve bunun savunulacak bir yanı yoktur. Üçüncüsü üniversitelilerin olmayan artı değerlerini savunmak adına aydın kimliğinden kaynaklı ideoljik karşı duruşu gibisinden “küçük burjuvaca (!)” tavırları terketmesini istemek, bilginin metalaşması ve üniversitenin değişen toplumsal kimliğikonumu tartışmasını kavrayamamak demektir.

Peki yeni sermaye politikalarının üniversite ve üniversitelide yolaçtığı değişiklikleri nasıl değerlendirmeliyiz? Bu politikaların temel sonuçları iki alanda ortaya çıktı. Birincisi üniversitenin paralılaştırılması ifadesi ekseninde tartıştığımız, üniversiter yaşamın ve “bilgi aktarım süreçlerinin” karlılık alanları haline getirilmesidir. Yukarıda da değinmeye çalıştığımız bu sürecin, öğrenci hareketi açısından temel sonucu, sermayenin yeni saldırganlığına karşı geliştirilen özelleştirme karşıtı toplumsal muhalefet hareketine, üniversitelilerin kendi cephelerinden katılımı (hatta bu hareketin önderliğini yapmaları) oldu. “İdeolojik bir karşı duruş örgütleyen” üniversitelilerin hareket zeminini nesnel olarak emekçi sınıflara yakınlaştıran bu mücadele düzeyi, yeni bir sermaye karşıtı bilincin oluşturulmasında önemli bir rol oynadı. Ancak ısrarla vurgulanmalıdır ki; bu durum gençliğin toplumsal muhalefet içerisindeki yerini ve gençlik mücadelesinin kendine has özelliklerinin topyekün değişmesi sonucunda olmadı. Neoliberal saldırganlığın had safhaya ulaştığı bir dönemde üniversiteler özelleştirilsin veya özelleştirilmesin, gençlik hareketinin başka türlü hareket etmesi zaten mümkün değildi.

Daha önce Devrimci Gençlik dergisi sayfalarında da tartıştığımız gibi bu uygulamalar temel olarak üniversitenin toplumsal kimliğinin ciddi anlamda değişmesi sonucunu doğurdu. “ Egemen ideolojinin üretimi ve yeniden üretiminde önemli bir misyona sahip olan üniversiteler, yeniden yapılanma sürecinde bu işlevlerini ağırlıklı olarak başta medya olmak üzere diğer kurumlara devretmek zorunda kaldılar... Bilim insanları, işinin eri uzmanlar veya sermayenin ‘kafa emekçileri’ haline getirilirken, üniversite öğrencileri üst lise veya kursiyer konumuna geldiler... Maddi çıkar ilişkileri üzerine yeniden kurulan üniversitede zihinsel ve ahlaki bir duruşu ifade eden aydın kimliği yoğun bir deformasyona uğramıştır...” (DG, sayı 27, sf. 24) Büyük ölçüde çıkar ilişkileri üzerinden şekillenen bir üniversiter alanda aydın tavrının ve emekten yana taraf oluşun gerçekleştirilemeyeceği ortadadır. Bu durumun karşısında yapılması gerekenleri yine bir alıntıya başvurarak ifade edelim: “Gençlik mücadelesinin... üniversiteye bir toplumsal kimlik kazandır(ması) için atması gereken adım... üniversitede bilgi üretim ve yayım süreçlerine toplumsal bir bakış açısıyla müdahale etmek(tir). Derslikler, anfiler, laboratuvarlar toplumsal bir bakış açısına sahip gençlerin ideoloik karşı koyuşunun... mekanları haline getirilmelidir. Bu noktada gençlik mücadelesi öznelerinin... ifade ettikleri “anfilere dönme” basit olarak anfilerde propaganda yapmak olarak (değil) gençlik mücadelesi öznelerinin tüm duruşlarını, üretimlerini toplumsal bir bakış açısıyla oluşturmaları ve bu bakışı egemen hale getirmeleri (olarak algılanmalıdır.)” (age)

GENÇLİK MÜCADELESİNİN KRİZİ VE KRİZDEN ÇIKIŞ DİNAMİKLERİ
Gençlik Mücadelesinin Krizi Ve Krizden Çıkış Dinamikleri

Kriz! Uzunca bir zamandır yaşadığımız süreci bu kelime ekseninde tartışıyoruz. Temsil krizi, muhalefet krizi, gençlik hareketinin krizi... Bu süreçte ne kadar doğru tespitler yapılırsa yapılsın sonuçta toplumsal muhalefetin ve örgütlerinin tam bir çöküntü yaşadığı ortada. Son olarak 1 Mayıs gösterileri bu tablonun en belirgin ifadeleri olarak belleklerdeki yerini aldı. Yasal veya yasadışı; parti veya DKÖ farketmeksizin neredeyse tüm muhalefet güçleri ve devrimci hareketler ciddi bir üretimsizlik, ve dağılma içerisindeler. Aslında yaşanan-yaşadığımız krizin bu denli tahrip edici sonuçlar açığa çıkaracağını uzunca bir zamandır öngörebiliyorduk. Ancak bu durumu tersine çevirebilme becerisini kimse gösteremedi.

Bugün toplumsal muhalefeti ve gençlik hareketini örgütleme iddiasını taşıyorsak, ilk olarak yaşadıklarımızın ortak bir bilinç haline getirilmesini,sonra da bu durumu tersine çevirebilmek için devrimci bir gençlik hareketinin çıkış dinamiklerini oluşturmak zorundayız.

Muhalefet krizi olarak adlandırdığımız, solun ve toplumsal muhalefet güçlerinin etkisizleşmesi süreci, devletin izlediği üçlü politikaların başarısı olarak görülebilir. Bunlardan ilki; saldırıların kapsamlı bir biçimde hayata geçirilmesidir. Zaten kendi gündemi dışında yaşananlara müdahil olma noktasında ciddi zaaflar barındıran toplumsal muhalefeti, bir karşı duruşun örgütlenebilmesi açısından yetersiz bırakmıştır. Şimdiye kadar kendisini büyük ölçüde tek bir gündem ve o gündemin açığa çıkardığı dinamikler üzerinden örgütleyen toplumsal muhalefet güçleri, her alanda-her düzeyde yaşanan saldırılara karşı, yerellikler ve genelin gündemini ortaklaştıdan bir mücadele düzeyi tanımlayamadı. Çünkü devlet yoğun ideolojik bombardımanıyla, bir yandan toplumsal muhalefet güçlerini terörist ilan edip, yeni kitle temelini yaratırken, diğer yandan da muhalefet örgütlerini etkisizleştirdi. Özellikle Susurluk’tan sonra toplumsal muhalefetin denetlenmesi konusunda ciddi adımlar atan devlet, siyasal islamın tasviyesi süreciyle birlikte toplumun ideolojik önderliğini ele geçirdi. Toplumsal bilincin yeniden oluşturulması için ustaca kullandığı bu önderlik, şimdiye kadar demokratik kitle müadelesinin sürdürüldüğü geleneksel meşru örgütlerin ya egemenlerin arkasında saf tutmasını ya da parçalayarak etkisizleşmesini beraberinde getirdi.

İkinci olarak, temsil krizini çözme ekseninde tırmandırdığı gerilimlerle, çatışmanın eksenini, halkın gündelik araçlarıyla müdahele edebileceği bir biçimden çıkardı. Gerek yaşanan gerilimlerin tarafları, gerekse de gündemleri itibariyle, emekçi sınıflardan ayrıştırılan bu çatışma düzlemine kitlesel müdahale olanaklarının yaratılamaması, bir süre sonra yalnızca izleyen, kendisinin yaşananlara müdahale hakkının olduğunu bile tamamen unutmuş bir kitle yarattı. Yani gündelik yaşam ile siyaset arasındaki uçurum, bir başka düzeyden derinleştirildi. Tüm bunların soldaki karşılığı ise yaşanan gerilimleri tahlil edebilen, hangi sonuçları doğuracağını önğörebilen ama bir türlü nereden başlayacağına karar veremeyen bir siyaset tarzını egemen kılmıştır. Etkinlik gösterdiği kitlesel örgütlenmelerin de parçalanması ve “gerçek yaşamın dışına itilmesiyle” birlikte gerek kendisinin gerekse de geniş kitlelerin siyaset yapabileceği aralıklar açamadı.

Tüm bunların sonucunda egemenler, kendi programlarını halka tek ve zorunlu seçenek olarak kabul ettirmeyi başardılar. Saldırı programına karşı müdahale olanaklarının ortadan kalkmasıyla özelleştirme ve Kürt sorunu konularında toplumsal muhalefetin tüm birikimleri belleklerden silindi. Bugün ise toplumsal muhalefetin, muhalefet edememesi ve kendi dar sınırları içerisinde kısır tartışmalara yönelmesi bir statükoya dönüşmektedir.

Etkisizleşmenin ve daralmanın beraberinde getirdiği bu olumsuz psikolojik atmosferi sorgulamaksızın “yeni” birşeyler yapılabilmesinin olanağı yoktur. Çünkü kendisini sürecin dışında ve onu değiştiremeyecek bir insiyatif olarak gören her hareket-birey doğal olarak ilk başta kendi bilinç barikatına takılıp kalacaktır. “Niye böyle oldu?” sorusunu bir kenara bırakıp “Bugün durumumuz nedir?” sorusundan başlayalım. “Bugün devrimci gençlik insiyatiflerinin durumu nedir? Devrimci insiyatiflerin -gençlik haneketinin inandırıcılığı ve meşruluğu ne düzeydedir? Gençlik hareketi-toplumsal muhalefet kendi iddialarını gerçekleştirebilmek açısından hangi noktada durmaktadır? Ve ne yapmalı?” sorularının özeleştirel cevapları şüphesiz kendi önümüzü görebilmek açısından bize ışık tutacaktır.

Devrimci inisiyatiflerin inandırıcılığı:

Muhalefet krizinin belki de en yıkıcı sonucu bu noktada yaşanıyor. Toplumsal muhalefet güçleri-gençlik hareketi bugün inandırıcılığını büyük ölçüde yitirmiştir. Bu durum istisnasız tüm muhalefet güçleri açısından geçerlidir. Gençlik mücadelesi ise sorunun en tipik yaşandığı alanlardan birisidir. Yaşanan tüm gelişmelerin ışığında diyebiliriz ki ; başta gençlik olmak üzere sistem karşıtı güçlerin hiçbirisi geniş kitleleri net hedefler etrafında toparlayıp, bu hedefleri gerçekleştirmek için istikrarlı bir mücadele süreci örgütleyebilmiş değildir. Bir mücadele alanının, alanına ve genele dair talepleri oluşturulamadığından kitlelerin bu talepler için mücadelesi sağlanamamıştır. Bu süreçte kendi etkinliğini sürdürebilmiş alanlara “muhalefet krizi” başka bir düzeyden kendisini hissettirmiştir. Yerel veya dönemsel gündemlerle sürdürülen mücadele, kısmi başarılarla sonuçlandırılabilmiş, ancak ülkede gelişen yapısal değişimler karşısında etkisiz kalmıştır.

Tam da bu noktadan itibaren ikinci sorumuzu yanıtlamaya başlayalım. Toplumsal muhalefet gücleri kendi iddialarını gerçekleştirebilmek açısından hangi noktada durmaktadır? Bir çöküntüyle sonuçlanan bu süreç boyunca hiçkimsenin bir şey yapmadığnı söylemek en başta kendimize haksızlık etmek olur. Peki bütünlüklü siyaset yapılabilmesi için oluşturulan projelere rağmen sonuç neden bu denli yıkıcı olmuştur? Her politik program aynı zamanda bir politik iddianın ifadesidir. Bugün baktığımızda ise başta gençlik mücadelesi olmak üzere muhalif unsurların belirli bir hedefi gerçekleştirmekten öte kendi durumunu korumak için çalıştığını, en azından tüm sistem karşıtı güçlerin bilincinin bu eksende şekillendiğini görmekteyiz. “Daha da kötü olacak, o zaman biz kendimizi koruyalım.” düşüncesi giderek egemen olmaya başlamaktadır. Dikkat edilmesi gereken bir diğer nokta da, bu psikolojinin “doğal olarak” açıktan deklare edilmemesi, yok sayılmasıdır. Toplumsal muhalefetin gelenekleştirdiği mücadele günlerinde bile durumu değiştirmeye çalışmak yerine, olumsuzluklardan uzak kalarak fazla yıpranmamaya çalışan bir “mücadele tarzı” egemen olmaktadır. Bu, günü geçiştirmektir’ ve devrimci iddiaların bu şekilde gerçekleştirilemeyeceği açıktır.

Böylesi bir atmosferde devrim güncel bir hedef olmaktan çok, uzak yarınların “mit”i, şimdiye kadar toplumsal muhalefetin ve gençlik mücadelesinin talepleri ve değerleri de “nostaljik anılar” haline geliyor. O zaman sorumuzu şöyle değiştirelim: “ Mücadelenin, ilkelerin, devrimin güncel bir hedef haline getirilebilmesi için devrimciler bugün hangi noktada durmalıdır?” Günü geçiştirme siyaseti olarak eleştirdiğimiz tarzla yeni bir muhalefet hareketinin yaratılamayacağı ortadadır. Çünkü bugün bir kitle hareketinin devrimciler olmaksızın yaratılabilmesinin ve sistem karşıtı biçimlere bürünebilmesinin nesnel zemini yoktur. Günümüz devrimcilerinin en önemli sorumluluğu, emekçilerle egemenler arasındaki tarihsel hesaplaşmanın bugünüyle yarını arasında köprü olabilmektir. Bu ise ancak yarını öngören, örgütlemeyi hedefleyen, ısrarlı bir politik tarzla mümkündür. Yani yaşadığımız olumsuzluklara rağmen yarının meşruluk zemini bugünden yaratmakla mümkündür. Yaşanan her (gündelik, bütünsel) gelişmeye tutarlı bir biçimde taraf olmaksızın bir meşruluk zemininin ve bu zeminden yükselen bir hareketin yaratılamayacağı artık herkesin malumudur.

Tüm bu politik-psikolojik değerlendirmelerin ışığında bugün sormamız gereken somut soru “Gençlik mücadelesinin ve toplumsal muhalefetin hangi gündemler ekseninde örgütleneceği” sorusudur. Özellikle seçimlerle birlikte açığa çıkan tablo, halkı savaş rejiminin yeni kitle temeli haline getirmeyi hedefleyen egemenlerin, büyük ölçüde başarılı olduğudur. “Cumhuriyetçi faşizm”olarak da adlandırdığımız bu “yeni”olgu üzerine toplumsal muhalefet güçlerinin ayrıntılı bir tartışma sürdürmesi zorunludur. Toplumun ırkçılık temelinde yeniden şekillendirilmesi, MHP’nin yüzde 18’lik oy oranıyla seçimlerin ikinci partisi olması ve genişlettiği meşruluk alanıyla saldırılarını artıracak olması, egemenlerin ekonomik saldırganlıklarının yoğunlaştırılması, “bugün ne yapılmalı?” sorusunun yanıtlanması için çıkış noktaları olarak görülmelidir. Toplumsal muhalefetin gündeminin birbiyle içiçe geçmiş bu üç konudan başlayarak oluşturulması gerekmektedir:

Öcalan’ın yakalanmasıyla doruğa çıkan ırkçı dalganın üzerinden atlanarak halkın bağımsız eyleminin örgütlenemeyeceği tümüyle gün ışığına çıkmıştır. Şimdiye kadar “Kürt sorunu” merkezli gelişmelere ilişkin net politikaların oluşturulamamış olması, halkın ırkçılık temelinde egemenlerin arkasında saf tutması sonucunu doğurmuştur. En net görüntüsünü seçimlerde görebildiğimiz ırkçı-şövenist dalganın “halkların kardeşliğini” esas alan bir politik söylemle tersine çevirilmesi zorunludur. Ancak “halkların kardeşliği” şiarının emekçilerin ve gençlik hareketinin mücadele programının bir parçası yapabilmenin önünde iki büyük engel vardır: Bunlardan ilki, Öcalan’ın yakalanmasıyla beraber devletin Kürt hareketini ve toplumsal muhalefeti gayrimeşru olarak göstermeyi başarmış olmasıdır. Kirli savaşın faturası PKK’ye çıkarılmış ve devlet kendisini aklamayı başarmıştır. Irkçılığa karşı toplumsal bir bilinç yaratılabilmesinin ilk adımı, kirli savaş politikalarının “yeniden” teşhiridir. Özellikle Öcalan’ın dava dönemlerinde devletin şoven dalgayı iyice tırmandıracağı kesindir. Bu şimdiden öngörülebiliyorsa yapılması gereken, ırkçılığın tırmandırılmasını izlemek değil, gerekli politik ve pratik adımları atmaktır.

İkinci büyük engel ise bizzat ülkedeki sol hareketin parçalanması sonucunu doğuracak niteliktedir. Toplumsal muhalafet güçleri özelikle ‘90’larda geliştirdiği mücadelede bütünsel bir kavrayışın gerektirdiği siyaset tarzını kendi pratiğine egemen kılamamıştır. Örneğin gençlik hareketinin talepleri, Kürt hareketinin talepleriyle ortak bir düzlemde ancak kısmen ifade edilebilmiştir. Bugün gelinen noktada bütünlüklü siyaset kanallarının büyük ölçüde tıkalı olması, Kürt sorunu merkezli söylemlerin otomatik olarak gayrimeşruluk anlamına geleceği düşüncesinin egemen olması, meşruluk zeminin gündelik taleplerle sırınlandırılması sonucu, toplumsal muhalefetin gündemleri itibarıyle parçalanması tehlikesi açığa çıkmıştır. Yani ekonomik-akademik talepler için mücadeleyi, demokrasi ve halkların kardeşliği mücadelesiyle birleştiremeyen değil, birleştirmeyen; benzer biçimde Kürt sorununu demokratik haklar ve özelleştirme karşıtı müadeleden ayıran bir tarz oluşmaktadır.Yasal partiler bu ayrışmanın belirgin taraflarından birisidir. İçi boş bir demokrasi vurgusuyla “kitleselleşmeye çalışan” bu partiler Kürt sorununun ve beraberinde getirdiği gelişmelerin mümkün olduğunca uzağında kalarak, emek eksenli, özelleştirme karşıtı bir mücadele düzeyi tanımlamaktadırlar. Ayrışmanın diğer tarafını ise Kürt hareketi oluşturmaktadır. Öcalan’ın yakalanmasından sonra gerek ülkede gerekse de “uluslarası arenada” ciddi saldırılarla karşı karşıya kalan bu hareket, çıkış arayışlarının ilk adımı olarak milliyetçi yönelimlerini belirginleştiridi ve “Türk solunu” eleştiren değil suçlayan ifadelerle kendi sürdürdüğü mücadeleyi basitçe desteklemeye çağırdı. Kürt hareketi “sistemi kendisini tanımaya zorlama” biçiminde ifade ettiği bir politik çizgiyi hayata geçirerek, sorunu kendisi ve sistem arasında bir hesaplaşmaya indirgedi. Beraberinde demokrasi güçlerinin soruna taraf olabileceği düzeyleri de ortadan kaldıran bu tercih, kürt sorununun Kürtlerin sorunu olarak kalmasına neden oldu.

Kürt hareketi ve toplumsal muhalefet güçleri şimdiye kadar davrandıkları gibi davranırlarsa bu ayrışma kaçınılmazlaşacaktır. Ancak bu parçalanmanın gerçekleşmesi elbetteki engellenebilir. Irkçı-özelleştirmeci saldırganlığa karşı yürütülecek mücadelenin toplumsal muhalefet güçlerinin şimdiye kadar oluşturdukları statükoları parçalaması zorunludur. Bu ise ancak, Kürt hareketinin milliyetçi yöneliminin ve “Türk solunun” politikasızlığının ortak süreçlerde sorgulanmasıyla mümkündür. Sonuçları itibariyle ciddi bir tehlikeyi işaret eden bu olgu karşısında yapılması gereken, her pratik süreçte ve tartışmada bu konuya işaret etmek ve toplumsal muhalefet güçlerinin gündemine sokmaktır. Gelinen noktada ulusal sorunun çözümüne dair milliyetçi-olmayan bir mücadele anlayışının olgunlaştırılması hedeflenmelidir. Bu ise belirttiğimiz gibi Kürt hareketini yalnızlaştırmadan, sorunun çözümünün ancak ezilenlerin ortak mücadelesinde olduğu gerçeğinin pratik adımlarla vurgulanmasıyla mümkündür. Atılaak her pratik adımda (sivil faşistlerle mücadele, özelleştirme karşıtı programlar, üniversiter alanın akademik etkinlikleri vs.) ortaklaşma düzeylerinin yaratılması gerekmektedir.

MHP’nin “seçim başarısından” sonra sivil faşistlerin hareket alanının ciddi ölçüde genişlediği herkes tarafından görülebiliyor. “MHP değişti mi, değişmedi mi?” sorusunu cevaplamayı burjuva liberallerine bırakarak diyebiliriz ki önümüzdeki dönem sivil faşistlerin sadece toplumsal muhalefet güçlerine değil, tüm halka daha fazla saldıracağı bir dönem olarak yaşanacaktır. Özellikle MHP’nin hükümete girmesiyle birlikte sivil faşistler önlerine çıkan her olanağı kendi lehlerine çevirebilmek için ellerinden geleni yapacaklardır. Bu durum sadece muhalif unsurlara saldırmak biçiminde değil, kendi çıkar olanaklarını artırmak için bulundukları her zeminde kendi tarzlarını vurgulamak, kısacası toplumsal yaşamın her alanına nüfus edip, oranın olanaklarından faydalanmak biçiminde kendisini gösterecektir. Toplumsal muhalefet güçlerinin bu duruma hazırlıklı olarak, her alanda bir karşı koyuşu gerçekleştirmesi zorunludur. Yani sivil faşistlere karşı oluşturulacak meşruluk zemini ancak gündelik yaşamdan başlayan bir hesaplaşmayla yaratılabilir. Her alanda hesaplaşmayı hedefleyen bu çizgi, MHP’nin -olmayan- toplumsal projelerinin teşhiri ve kendilerini meşrulaştırdıkları söylemlerinin, yalan ve demagoji üzerine kurulu olduğunu ‘bir kez daha’ geniş kitlelere anlatarak tamamlanmalıdır. Tam da burada, ırkçılığa-şövenizme karşı sürdürülecek teşhir çalışmasının sivil faşist hareketi de içine alan bütünlüklü bir tarzda sürdürülmesi gerekliliği unutulmamalıdır. MHP’nin hükümete girmesinin, kendilerinden ve tekelci sermayeden başka kimeye fayda sağlamadığı, bu şekilde anlatılabilir. Öte yandan başta üniversiteler olmak üzere toplumsal muhalefet güçleri üzerinde yoğunlaşacak saldırılar, karşısında geri çekilen değil, karşılık veren ve bu saldırıları yaygın bir teşhirin aracı olarak kullanan bir çizginin korunması zorunludur. Başta gençlik olmak üzere toplumsal muhalefet güçlerinin bu saldırılar karşısında tepkisiz kalması gün be gün gerilemeyi ve dağılmayı beraberinde getirecektir. Şimdiye kadar tartıştığımız, olumsuz politik-psikolojik koşulların, faşist saldırılar karşısında özgüveni olmayan ve kendi meşruluğuna inanmayan bir davranış biçimine dönüşmemesi ancak saldırılar karşısında gereken yanıtın verilmesiyle sağlanabilir.

Egemenlerin saldırı programı sadece siyasal düzenlemelerden ibaret değil. Ekonominin ‘istikrar’ kazanması için yapısal uyum programlarının ve özelleştirmelerin bir an öne tamamlanmasını isteyen egemenler, yeni hükümeti en çok bu noktada zorlayacaklardır. Tüm bunların hangi sonuçlar doğuracağını tahmin etmek çok zor değil: Eskisinden daha yaygın bir zam ve yoksullaşma furyası, işten çıkarmaların yoğunlaşması ve tüm bunlarla birlikte sosyal hakların tamamının gaspı... Şimdiye kadar sürdürülen ekonomik saldırıların tamamlayıcı adımları niteliğindeki bu uygulamalar, gençlik mücadelesi başta olmak üzere tüm muhalefet hareketlerinin özelleştirme ve yoksulaştırma karşıtı mücadele konusunda hafıza tazelemesini zorunlu kılmaktadır. Tüm bu politikaların tam da ülkede estirilen sağcılık rüzgarının temsilcileri aracılığıyla sürdürülüyor olması, bütünlüklü bir teşhir çalışmasının ve karşı koyuşun yaratılabilmesi için önemli olanaklar sunmaktadır. Egemenlerin ekonomik saldırılarının karşısında yaygın bir muhalefet oluşturulabilmesinin koşulu, yapılan her zamma, özelleştirmeye tepki göstererek, geniş kitlelerin tepkilerini açığa çıkaraak eylem biçimleri yaratabilmektir. Özelleştirme sonucu başlatılan her direnişi aktif biçimde desteklemeden, üniversiter alanda bu uygulamaların şimdiye kadarki ve bundan sonraki yansımalarına karşı tutarlı bir çizgi oluşturmak mümkün değildir.

Başta da belirttiğimiz gibi ülkede yaşanan çatışmalara kitlesel müdahale olanakları çok sınırlı düzeydedir. Geleneksel kitle örgütlerinin (sendikalar, konfederasyonlar, odalar, dernekler) ve gençlik hareketinin örgütleri olan Koordinasyonların Ankara hariç iddi ölçüde daralması ile de gözlenebileek bu durumu tersine çevirebilmek için kuşkusuz, yukarıda ana hatlarını oluşturmaya çalıştığımız bir politik hattı hayata geçirmekle mümkündür. Özellikle gençlik mücadelesi sözkonusu olduğunda kitle örgütünün yaratılması ve etkinlik alanının genişletilebilmesi, akademik-kültürel-sosyal faaliyetlerin istikrarlı bir biçimde hayata geçirmeiyle mümkündür. Atılaak her pratik adım aynı zamanda yerel örgütlülüğü sağlamlaştıracak bir etkinlik olarak kurgulanmalıdır.

Görüldüğü gibi krizi yaratan her etken aynı zamanda, çıkış dinamiğini de içerisinde barındırmaktadır. Hareketin yükseliş dönemleri, gençlik mücadelesinin, her talebini almayı başardığı değil, hedeflere ulaşılabilmesi için inandırıcılığını sağlayabildiği dönemler olmuştur. “Solculuğun geçer akçe olmadığı” bir dönemde, hedefleriyle tarzıyla ve örgütlenmesiyle bir kitle hareketi yaratmak, herşeyden daha fazla mücadelenin öncülerine bakmaktadır. Bu hedefler-imiz-in sonuçlarını ancak orta vadede alabileceğimizi bilerek, günü geçiştirmek için değil, devrimi güncelleştirmek için mücadele hepimizin ortak sorumluluğudur.



Yüklə 387,53 Kb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin