Yazı yaşamin her alaninda mücadeleye • Manşet sermaya saydirilarina faşİzme irkçiliğa karşI



Yüklə 387,53 Kb.
səhifə8/8
tarix07.08.2018
ölçüsü387,53 Kb.
#67689
növüYazı
1   2   3   4   5   6   7   8

Bireycilik ve Temel Önerme

Bireycilik, bilindiği gibi, toplumun içinde yaşayan bireylerin varoluşlarının yaşadığı toplumdan bağımsız olduğunu, bireyin öznel tercihleriyle nesnel konumları arasındaki bağın olmadığını veya bu bağın pasif, etkisiz olduğunu ileri sürer. Birey “öznel akla” sahiptir ve bu öznel akıldan başka hiçbir mekanizmaya güvenmemelidir. Öznel akıl ise tarih üstü ve sınıflar üstü bir olgu olarak tanımlanır. Öznel aklın bir olgu karşısında takınacağı tavır, vereceği tepki, işleteceği mekanizmalar ister o birey A toplumunun ister B toplumunun olsu belirlidir. Bireye “bahşedilmiş” olan bu nimetin yani aklın değerini birey çok iyi bilmelidir. Öznel akıl mekan üstüdür yani mekandan ve şartlardan bağımsızdır fakat onu etkiler, değiştirir. Buradan hareketle fikri olan maddi olandan önceldir ve maddi olan ancak ancak fikri olandan ürer. İşte tam da bu, Engels’in felsefi eğlimleri böldüğü kamplar bakımından idealizm kampına denk düşer. İdealizmin ise, öznel aklın ve düşüncenin maddeye nazaran öncelliğini savunan öznel idealizm alt kümesine girer. Bireyciliğin felsefi temeli, daha net ve tümel olarak söylersek, öznel idealizmdir.

Bireyciliğin temel önermesi, bildiğiniz gibi, “toplum bireylerden oluşur”dur. Bu önermenin kökeni olan uslanım, toplumun üyesi bireylerin o toplumu oluştururken alt alta toplandığı ve çıkan sayının o toplumu verdiğidir. Yani A toplumu= Ali+Veli+Zeynep+Esra’dır. Tüm bireyler toplumun diğer bireylerinden yalıtılmış, tamamen bağımsız birer parçadır. Genel ve özel arasındaki diyalektik yani karşılıklı etki yasasını bireyci düşünce tanımaz. Ona göre her özel ayrıdır ve bunları kaba bileşkesi bir genele varır. Özeller arası ilişki veya onun temel biçimi olan çelişkinin varlığı ve bu gerçekliğin özel üzerindeki etkisi gözönünde tutulmaz. Etkisi olmayan, dural birşeyin varlığı Engels’in Antidühring’inin “hareket, maddenin varoluş biçimidir” şeklindeki temel önermesiyle çelişir. Üzüntüyle söylemek gerekir ki, bilimsel felsefe dural bir maddi ya da fikri gerçeklik tanımaz, o zaman toplumun diğer bireyleri de yoktur. Yalnızca öznel akla sahip birey vardır ve bireyi oluşturan toplumsal şartlar değildir, aksine “birey toplumu oluşturu”. Bunun felsefedeki karşılığı bircilik(solipsizm)dir.

Ne öznel idealizmin doruk noktası olan Benrkeley ve öğretillieri bilgi bilimsel açıdan ne de bireycilik “ideolog”ları toplum bilimsel açıdan bircilik eleştirisini kabul etmezler. Berkeley bircilik eleştirileri karşısında felsefesini nasıl idealizme kaydırmaya çalıştıysa ve böylelikle kendi iç tutarlılığından ödün verip, algıdışı bir gerçeği tanıdıysa, bireyciler de benzer bir çabayla sistemlerinde toplum ve genel kabulünün bulunduğu(?) konusunda sanki sorun buymuş gibi ısrar ederler. Ama kaldı ki bizim için tek başına önemli olan bir felsefenin ya da toplumsal projenin statik bir değirlendirmeyle “ne olduğu ve ne söylediği” değildir. daha da önemli olan o felsefi ve toplumsal projenin tarihsel hareketi, eğilimi ve sınıf savaşımında hangi sınıfın hizmetine sunulduğudur. Ve gerek öznel idealizm epistemolojik yoldan gerekse de bireycilik sosyolojik yoldan birciliğe ve egemen sınıfların uşaklığına varır.



Öznel idealizmin ve bireyciliğin diyalektik materyalist eleştirisi

Berkeleyin “varolmak, algılanmaktır.” şeklindeki varlıkbilimsel önermesi öznel idealizmin özüdür. Buradan çıkan iki önemli belirleme; bireysel bilincin dışında hiçbirşeyin olmadığı ve (algılanamayan birşeyin varolduğu zaten öznel idealizme göre ileri sürülemez) birşeyin varolmadığıdır. Fakat “gerçekten” öyle midir? Bu belirlemeler materyalezmin dayanak noktalarıyla taban tabana zıttır. Materyalizm, (bireysel ya da “nesnel”) bilincin maddesel varlığın en üst evrim basamağının ürünü olduğunu ve bu bilincin, bu maddi görüngülerin bir “ imgesi, kopyası ve hatta fotoğrafı” (Lenin) olduğunu belirtir. Bir maddenin varlığı, onun ürünü olan bilinç tarafından algılanmış olmasından bağımsızdır.

Lenin, “Materyalizm ve Ampriokritisizm” adlı eserinde, diyalektik materyalizmin o dönemin (1908) Çarlık Rusyası’nda oynayan temellerini yerlerine oturturken aynı soruyu sorar: “Gerçekten öyle midir?”. Lenin bu soruya olumsuz yanıtlamasına neden olan, bilincin maddenin bir türevi olduğunun ve maddenin onu algılayan bilinçten bağımsız olduğunu ispatlayan iki bilimsel kanıta işaret eder. Birinci kanıt, paleontolojik (eski varlıkbilimsel) incelemeler sonucunda yeryüzünün yaşı 4 milyar yıl olarak hesaplanmıştır ve bu günden 3 milyar yıl öncesine değin bırakın duyarlıklı ve bilinçli bir canlıyı, en basitinden bir mikroorganizmanın bile varolmadığı bilimsel incelemeler sonucunda ulaşılan bir yargıdır. Eğer madde, bir “algılar dermesi” ise hiçbir algının bulunmadığı böyle bir 1 milyar yıl boyunca madde nasıl varolmuştur? İkinci kanıt ise beynin fizyolojik incelenmesi neticesinde elde edilen verilere dayanır. Düşüncenin ya da herhangi bir algının bir maddenin yani beynin ürünü, işlevi olduğu ispatlanmıştır. Lenin, “bilinç, maddenin iç durumuna ilişkindir” derken bunu belirtir. Ensonu, beynin zarar görmesi düşünmemizi sekteye uğratıyorsa, bu, düşüncenin maddeye bağımlılığını doğrular.

Lenin, birciliğin insan beyninin dahi nesnelliği olmayan bir duyumlar dermesi olduğu yolundaki vargısına böylelikle kahkahayı basar: “Böylece duyum, töz olmaksızın vardır, yani düşünce beyin olmaksızın vardır!.. Peki bu beyinsiz felsefeyi savunabilecek filozoflar gerçekten var mıdır?”

Öznel idealizmin vardığı tarihsel ve toplumsal değişim anlayışı da bizzat tarih ve değişim tarafından çürütülür. Çünkü eğer, bir varlık onu algılayan bilinçten bağımsız varolamıyorsa ya da dünyada olup bitenlerin hepsi bilincimizin dışında değil, onun aracılığıyla oluyorsa, bu demektir ki, şu anki algılarımızın dışında başka şeyler algılayamayacağız. Yani algıdan bağımsız madde yoksa, dünya duyumlar bileşkesi ise bizim gelecek zamanlarda farklı bir maddeyi veya maddenin farklı bir yönünü algılayabilme ihtimalimiz sıfırdır. Şu anki algılaramız tüm zamanın algılarıyla aynı kalacaktır. Öznel idealizmin diliyle söylersek, “...daha önceleri duyularınla ya da duyularına dayanan rasyonel muhakeme ile doğrudan doğruya ya da dolaylı olarak kavradığın her şey; algıladığın, hayalinde canlandırdığın ya da anladığın her şey sen de aynen kalmakta devam edecektir”. Halbuki, köleci dönemde kölelerin efendilerinin kırbaç darbelerini algılaması ve kapitalizm döneminde “özgür” işçilerin polisin cop darbelerini ve tazyikli su harekatlarını algılaması oldukça farklıdır. Anlaşılıyor ki, öznel idealizm dural bir felsefi sistemdir, varolanın kabulü ve değişmezliğine dayanır. Doğanın, toplumun ve düşüncenin diyalektik hareketini açıklamaktan yoksundur. Ona göre hareket olmuş bitmiş algılaran birbiri ardına sıralanmasıdır. Oysa diyalektik, bitmiş şeyler görmez; süreçleri, bağıntıları ve ilişkileri görür. Aslında yiğidin hakkını da vermek gerekir. Gerçekten de hem kölenin hem de işçinin midesinden gelen homurdanmayı “algılaması” aynı gibidir.

Algılarımızın dışında kalan, ondan bağımsız olan maddi gerçtekliğe felsefi literatürde kendinde-şey adı verilir. Görüldüğü gibi, öznel idealizme göre, bu bir “saçmalıktır, metafizik bir zırvadır”. Çünkü algılayamadığımız bir şeyin varoldğu nasıl ileri sürülebilir?

Materyalizm ise kendinde-şeyin varlığının tanınmasıdır. Kaba materyalist olan fakat Engels’in kendisi ve Marks için “Hegel’den sonra en çok etkilendiğimiz filozof” dediği Feuerbach kendinde-şey için “gerçekliği olan bir soyutlama” derken son derece haklıdır. Bu, bütün bilimadamlarını varoluşsal bir bilinçli ya da bilinçsiz kabulüdür. Bizzat kendinde şeyin varlığının ortaya çıkarılıp, bizim için işlerliği olan bir şeye yani bizim-için-şeye dönüştürülmezidir ki, işte bu, bilimlerin ve bilimsel felsefenin bilgi teorisinin varoluş nedenidir. Örneğin insan biyolojisinde insanın temel yapı taşı olan hücre keşfonulmadan önce hücre, kendinde-şeydi. Fakat ne zaman o bizim kavrayışımız içine girdi ve biz, hücreyi onun bulunduğu doğal ortamdan çekip kurduğumuz laboratuvar ortamında analiz edebildik ve hatta hücreyi üretebildik; işte o zaman kendinde-şeyin işi bitti. Başka bir örnek toplumsal yaşamdan verilebilir. Kapitalist toplumda işçi sınıfı, kendi özgül devrimci potansiyelinin farkına varamamış, bağımsız bir sınıf olarak kendini konumlandıramamışsa o zaman kendinde-sınıftır. Lakin kendisine malik sınıf bilincini anlar, devrimci görevlerinin farkına varır ve nihai hedefine nasıl varacağını görürse; artık kendinde-sınıf, kendisi-içinsınıfa dönüşür. Lenin, materyalizmin bilgi tüorisinin özünde yatan bu bilinebilir ama bilinmeyen kendinde-şeyin bizimiçin-şeye dönüşümüne her gün tanık olduğumuzu söyler ve ekler: “Bu dönüşüm, bilgi denen şeyin kendisidir.”

İşte böylelikle, dural-çevrimsel bir tarih anlayışı ve varolanın değişmezliği düşüncesine yaşlanmış bir felsefi sistemin gerçeklikle olan kopukluğu fazlasıyla sırıtır. Bu kopukluk ise, o felsefi sistemin çökmesi ve çöplüğe gönderilmesi için yeter sebeptir.

Bireyciliğin sallantılı felsefi alt yapısı bilimsel verilerle yıkılırsa ortada sadece bireyciliğin kartonu kalır. Ama onun da yanılsama saçan, beyinlerimize kodlanmış ve hala kendine yer arayan renkli görüntüsü dağıtılmalıdır. Çünkü şu an her ne kadar içeriksiz bir biçim gibi görünse de, her biçim bir nebze öz(öznelidealizm) taşır ve durmadan o özü yenidenyaratma eğilimindedir.

Bireycilik, akla sahip birleyerin birbirinden bağımsız bir araya geldiğişeye toplum derken; aslında her şeyin bireyin yaşayan tek birey olduğu gibi paradoksal bir fikri de beraberinde getirir. Hem bir arada olacaksınız, hem de bu bir arada olma hali sizi etkilemeyecek. Öyleyse bir arada olma hali bir sanrı; bireyin tek başına yalıtılmış varoluşu ise gerçekli olur.

Bireyciliğin bireyin toplumsal koşullurdan etkilenmediği aksine aklıyla o koşulları düzenlediği tek taraflı, antidiyalektik çıkarsaması neye hizmet eder? Çok açıktır ki şu düşünceye uşaklık yapar: İşçi eziliyorsa, karnı sürekli açsa, lüks otellerde tatil yapamıyorsa, emperyalist savaşlarda vurulan hep o oluyorsa bunlar, toplamsal şartların belirleyici olduğunun değil, işçinin aklını gereği kadar “verimli” kullanmadığının göstergesidir ancak. Ve tabii ki kapitalist “aklını iyi kullanan”dır.

Ayrıca bireycilik toplumu bir bağlantısız bireyler toplamı olarak gördüğünden ona göre örneğin köleci toplum ve kapitalist toplum arasında hiçbir fark yoktur. Her ikisinde de ayrı ayrı bireyler kendilerinin öznel akıllarıyla bir başına bırakılmışlardır.Ve bireylerin tek amacı akıllarına uygun davranmaktır. Yani bireycilik bir toplumun işleyiş bakımından özünü, demem o ki, toplumun ilişkiler zincirinin gerçeğe yakın bir tablosunu sunmaktan uzaktır.

“Toplum, bireylerden oluşur” savının burjuva idealist kökenini göz önüne alarak bir toplum tanımlaması yapmak gerekirse şöyle denilebilir: “Toplum, ilişkilerden oluşur.” Ancak bu ilişki kavramının içerdiği çok yönlü etkileşimin aracılığıyla her hangi bir toplumun biçimi veya bir toplumun diğerlerinden ayrılan özel aşamaları (örneğin kapitalist toplumda serbest üretim aşaması ve emperyaliztm aşama) açıklığa kavuşabilir.

Şimdi ise bu “ilişki”lerin kavranılmasında her biri sınıfların belirli tercihlerini yansıtan perspektif sorunları ortaya çıkar. Örneğin bu ilişkiler, mekanik materyalizmin dediği gibi, öznel bilincin kafasında bulunan imgeler arası ilişkiler midir? Yoksa nesnel idealizmin dediği gibi, mutlak fikrin kendini dünyada gerçekleştirmesinin görüntüleri midir bunlar? Ne biridir ne de öteki... Bu ilişkilerin ne olduğunun diyalektik materyalist yorumu tamamen farklıdır. En başında deiyalektik materyalizm insandan ve insanlıktan bağımsız bir nesnel gerçekli olduğunu belirtir. Ensonu, bu nesnel gerçekliğin ve ona bağımlı olan düşüncelerin dural, bitmiş şeyler olmadıklarnı aksine durmadan kendi özlerinde bulunan çelişki dolayısıyla değişme halinde olduklarını söyler.



YAŞAM ŞİİRDİR
YAŞAM ŞİİRDİR

Biliyorum



matarada su

torbada ekmek

ve kemerde kurşun değil şiir,

ama yine de

matarasında suyu

torbasında ekmeği

ve kemerinde kurşunu kalmamışları

ayakta tutabilir...”*

Evet, “kemerinde kurşunu kalmamışları ayakta tutabilir” şiir. Çünkü şiir büyüdür, şair büyücü... Büyü, şiirin doğasında varolan, ortaya çıkışına sebep olandır.

Henüz yüreklerin, zihinlerin ve emeğin sömürülmediği çok eski zamanlarda, topluca üretilen şiirsel konuşma, ritm ve vücut hareketleriyle birleşerek, kendileri için üretim yapan insanları motive eder, bunun büyülü bir güç olduğuna inandırır, ürünün artmasını değil ama insanların daha çok ve hızlı çalışmalarını sağlardı.

Şiir, bu büyülü gücünü çağlar boyunca hiç kaybetmemiştir. Her ne kadar ilk zamanlarda topluca yapılan şiir sanatı sonraları dinlenme zamanlarında yapılmaya başlandıysa da toplumsal özelliğini hiç yitirmemiştir. Halk kendi yaşamının daha estetik bir yansımasını, hissettiği ama dillendiremediği duygu ve düşüncelerini şairlerin dizelerinde bulmuştur. Bunun en eski örneği Yunan halk ozanı Homeros’un yazdığı Ilyada ve Odysseia’dır. Halk bu yazınlarda, hem kendi yaşam mücadelesini, hem tanrıların tanrılarla hem de tanrıların insanlarla mücadelelerinin en güzel anlatımını bulmuş, ve şiirin büyüsüyle soylu bir yaşam süren fakat bir halk ozanı olan Homeros’su dinlemeye koşarak gitmiştir. Homeros’u büyücü, anlatımını da büyü yapan yani ozanı ozan yapan, halkın duygularını, coşkularını, acılarını ve zaaflarını kendi yüreğinde işleyip, “olağan” insanlardan daha farklı şekilde ifade edebilme yeteneği ve yaratıcılığıdır. Ve bu sağlandıktan sonra hem ozan hem de şiiri zamana ve saldırılara karşı efsunlanmıştır artık. Bugün hala Homeros okunuyor, yeni yaratıcılıklara esin kaynağı olabiliyor ve günümüze dair mesajlar iletebiliyorsa sebebi budur.

Toplumsal sistemler değiştikçe, şairin ve şiirin rolü de değişmiştir. Osmanlı’da bir saray şairi vardır, bir halk şiiri... bir medrese şairi vardır, bir tekke şairi... Ama halk, dilinden anladığı ve dilini anlayan şairin büyüsüne kapılır. Fuzuli’yi değil de Karacaoğlan’ı söyler, Mevlana’nın ilahi dili yerine Yunus’un efsunlu diliyle içindeki “Hak”kı arar. Bekri Mustafa’nın dizelerine, halkı kırıp geçiren Padişah Murat bile karşı gelemez, saray şairlerini kendisine güzel methiyeler yazmıyorlar diye astırırken, kendisiyle dalga geçen Bekri ile karşılıklı içerler. Bu büyü değil de nedir?

Ama zaman akıp geçmekte, her şey yeni biçimlere bürünmeye devam etmektedir. 19. yüzyılda Namık Kemal’in dizeleriyle halkın sokağa dökülüp, padişaha başkaldırması halk, egemenlere şiirin gücünü gösteren ilk olay değildir elbette, ama yoğun saldırıların başlangıcı olmuştur. Şair sürülmüş, hapsedilmiş ama büyülü söz sınır tanımamış, yürekten yüreğe gezmiştir. Çünkü egemenlerin ancak öldürme, hapsetme ve nutuk atma gücü vardır, onlar, üretme, yaratma, ve halkla paylaşma gücüne sahip değildir. Sistemin şairle ya da şairin sistemle çatışmaya başlamasının nedeni budur zaten. Şiirin varlık sebebi ise kendisidir, şairin ise bu işte hiçbir çıkarı yoktur. İnsanlarla çıkar ilişkisi kurulmaması, çıkar dünyasında başlı başına bir suçtur zaten.

Yönetenlere göre, halkın düş gücü, yaratma dürtüleri ve sorgulama yeteneği yokedilmeli ya da en azından kontrol altına alınmalıdır. Şair, insanların tam da bu özelliğine hitabeder, harekete geçirir. Bir serüvercidir şair, sürekli bir şeylerin peşinde olan ve bir türlü tatmin olmayan... Hem düşün, hem de gerçekliğin peşinde bir serüvencidir ve onun için rahat yataklardan, engebeli yollara, küçük mutluluklardan kavgalara, ılık sevecenliklerden kaskatı gerçeklere doğru koşarlar. Bu yüzden yok edilmeli veya etkisiz hale getirilmelidir. Büyünün gücüne karşılık, daha güçlü büyüler yapılmalıdır. Ama bu “güçlü” büyüler, boomerang olur, döner onları vurur.

Bugün halklara yapılan en önemli büyü, güçlerinin olmadığına, düşlemenin anlamsız ve boş bir uğraş olduğuna, sorgulamanın ise son derece tehlikeli bir iş olduğuna inandırmaktır. Sahip olunan tüm değerlerin piyasada bir alıcısı bulunur, olmazsa yaratılır.

19. yüzyılda mutlulukların, hüznün, sevgi veya dostluğun alınıp satılabileceği söylenseydi, kimse inanmazdı, ütopya olarak düşünülürdü. Ama bugün, en önemli pazar alanlarından bir tanesi insani değerler alanıdır. Bu noktada, şairin etki alanı da daralmış, yaratısını çok sınırlı sayıda insana ulaştırabilmeye ve üretimini dar bir arkadaş çevresinde yapabilmeye başlamıştır. Bunun sonucunda şiir, şairin isteğinden bağımsız olarak büyüsünü yitirmeye ve insanların yaşamından silinmeye yüz tutmuştur.

Günümüz şiirlerine bir göz atacak olursak, bu durumun yansımalarını görürüz. Temelinde sözcük oyunları olan, net bir anlam ifade etmeyen, hatta amacının baştan bir anlam karmaşası yaratmak olduğunu düşündüren, aforizmalar, şiir diye sunuluyor. Edebi bir değerlerinin olup olmadığı tartışılabilir ama şiir olmadıkları ve üretenlerinin de şair olmadığı kesindir. Özellikle gençlerin tükettiği bu anlatım şekli, özü ve biçimi itibariyle daha çekici geldiğinden tercih edilir ve bir taraftan gerçek şiirin okunmasını engeller. Gerçi 6 yaşından itibaren yaşam maratonunu koşmaya zorlanan, “fast–food”larla beslenen, boş zamanını bilgisayar veya televizyon karşısında geçiren gençlerden şiir okuyup, bu dizeleri kendi yaşamlarında anlamlandırmalarını beklemek pek gerçekçi bir yaklaşım da değildir.

Oysa şair, yok olan değerleri yeniden üretebilecek bir düşünürdür. Hiçbirşeye gelişigüzel bir bağla bağlanamaz, gerçekliği didik didik edip yeni biçimler yaratabilmelidir. İnançları beslemek din adamlarına yakışır, düşünürler ise inançların altını kurcalar.

Şiir yapısı gereği sistemin dışında varolur. Herşeyden önce yapısı gereği mülkiyet ilişkilerini reddeder. Şiirin sahibi yoktur. Şairin dillendirdiği dizelerde, her insanın dolaylı bir emeği vardır. Şiir kitaplara, dergilere hapsedilemez, birgün yalnızlığını paylaşır insanın, birgün sevgilinin dilindedir ve birgün duvardaki afiş olur. Üstelik birden fazla yerde, aynı anda olabilir.

Şiir en zor anınızda kurtarıcınız, sevdiğinizle konuşurken diliniz, elinizde bayrağınız olabilir.

Ancak küçük, kısacık mutlulukları olabilir



gerçek ve sahici insanların

ve bunlar ancak şiirle anlatılabilir.”

*Hasan Hüseyin

ÖLÜM DE YENİLİR
ÖLÜM DE YENİLİR

1960’ların sonunda yükselen öğrenci hareketi, içinden, tarihe damgasını vuracak kitle örgütlerini çıkartırken, gençlik hareketinin öncülerinden Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Arslan Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu’nu kurdular. THKO, 4 Mart 1971’de Amerika’lı 4 hava askerini kaçırdığında amaçlarını yazılı hale getirdi. İlkelerinde, açıkça Latin Amerika ülkelerinden etkilendiklerini ifade ediyorlardı.

Türkiye’de ilk kez sistematik bir gerilla savaşı örgütlemeye girişen THKO’lular, 6 Mayıs 1971’de idam sehpasına gönderildiklerinde şahsi hiç bir çıkar gözetmeden halklarının mutluluğu ve bağımsızlığı için çıktıkları yolda, bir defa ölüyorlardı. Onları asanlar ise, şerefsizlikleriyle her gün bin defa ölüyorlar.

 

 



HER AN DEV-GENÇ’Lİ OLMAK

DEVGENÇ’liler, 1969’71 yılları arasında yalnızca üniversitede değil, yaşadıkları tüm alanlar da sorumluluklarının bilinciyle hareket etmiş, gecekondu halkıdan, tütün üreticisine kadar ülkenin her köºesinde ezilen, direnen, isyan eden halkla birlikte eylemler düzenlemiº, öncülük etmiºtir.

DevGenç, kırsal alandaki mücadelesini, üniversitelerin kapalı olduğu aylarda özellikle de MayısEkim döneminde yoğunlaştırmıştı. Bir kısmı çalışmalarına kendi memleklerinde devam ederken, bazılarıda TDGF MYK’sı tarafından gruplara ayrılarak çeşitli yerlere çalışmaya gönderiliyordu.

Gittikleri yerin sosyoekonomik durumunu, ne gibi sorunların yaşandığını, yapılan eylemleri rapor halinde merkeze sunuyorlardı. DevGenç, gerek işçi sınıfı içerisinde, gerekse kırsal kesimde mücadeleyi bir bütün olarak algılayıp, çalışmalar yapıyordu.

Bugün, hatırlamamız gereken, devrimciliğin, yeri ve zamanının olmadığı, bulunduğumuz heryerde aynı bilinçle davranmamız gerektiğidir. Burada DevGenç’lilerin yaptığı bir yaz çalışmasının raporunu, o günlerde yaz tatilinin nasıl geçirildiğine dair bir fikir vermesi ve bugüne dair yeni fikirlerin yaratılmasına yardımcı olması açısından önemli görüyoruz.

“ÇORUMAMASYATOKAT

Bu bölgedeki ön çalışmalar bir ekip tarafından yapılmıştır. Bastırılan 14.000 bildirinin köylülere dağıtılması sağlanmış ve Çorum’da bir haşhaş mitingi düzenlenmiştir.

Çorum’da 39 köyde 1410 üretici bulunmaktadır. Bunların 1204 dekar araziden komisyon tahminine göre 575 kilo afyon sakızı almaları gerekir. Ekicilerin büyük bir kısmının toprağı ve traktörü vardır. Bir kısmının ise sadece traktörü vardır, toprak kiralayıp üretim yapmaktadır.

Çorum’da haşhaş mitingi çok başarılı olmuş, mitingi sabote etmek isteyen gericiler ezilmiºtir...

Sonuç:


DevGenç’in 14.000 adet bastırdığı haşhaş bildirisi Çorum, Amasya, Tokat, Merzifon, Gümüşhacıköy, Suluova, Niksar...ve bağlı köylerde dağıtılmıştır. Bildirinin köylere ulaşması şu şekilde sağlanmıştır: 1- Vasıta tutularak köyler dolaşılmıştır. 2- Bu merkezlerdeki TÖS’e gelen öğretmenlere köylerde dağıtılmak üzere ekici sayısı oranında bildiri gönderilmiştir. 3- Bu merkezlerden gelen haşhaş üreticilerine bu bildiriler verilerek, köylerde dağıtım yapmaları sağlanmıştır. 4- Bu bölgedeki militanlara bildiriler verilerek köylere gönderilmiºtir.”

GELECEĞİN ADI FATSA

“Fatsa kadını, erkeği, genci, ihtiyarı ile gelecek Türkiye’nin temsilcisidir”*

12 Eylül 1980 darbesi, tüm “getirileriyle” Ordu’nun küçük bir beldesi olan Fatsa’ya ulaştığında etten bir duvar, bir set buldu karşısında... Bu set anti-faşist mücadelenin kendisiydi. Yaratılan bu anti-faşist mücadelenin temelinde yatan “Direniş Komiteleri” Türkiye devrim tarihine damgasını vurmuş bir hareketin yerel örgütlenmelere dair oluşturduğu somut bir pratiğin hayata geçirilmesini ifade ediyordu.

Sivil faşizme karşı mücadelenin devrim mücadelesi olduğu mantığından hareketle, sivil faşist teröre karşı aktif direniş çizgisinde örgütlenen direniş komiteleri, bu mücadeleyi bir devrim sorunu haline getirebilmenin en iyi örneklerini sergilemiºtir.

Direniş Komiteleri ekseninde yürütülen antifaşist mücadelinin sonucunda, sivil faşist hareketin yenilgisinden, “Fındıkta sömürüye son” mitingine, karaborsayla mücadele kampanyasına kadar pek çok kazanımla sonuçlanan eylemleri hayata geçirilebilmiştir. 79’un sonlarına doğru, Fikri Sönmez’in belediye başkanı seçildiği seçim kampanyasında duyurduğu gibi ‘Halk Komiteleri’ ni oluşturmayı başarmıştı ve Fikri Sönmez’in belediye başkanlığı sırasında; halk, kadını, erkeği, çoluk-çocuğuyla yerel yönetimde doğrudan söz ve karar hakkına sahip olmuştu. Fatsa hakkında binlerce yazı yazıldı, devlet, Fatsa’nın “kurtarılmış bölge” olmasından duyduğu rahatsızlığı, yakında askerlerini kasabaya göndererek gösterecekti.

9 ay sonra 11 Temmuz’a gelindiğinde Nokta operasyonu başlatıldı, sokağa çıkma yasağı konuldu. Ordu Valisi Reşat Akkaya yönetiminde gerçekleştirilen operasyonda Fatsa merkezinde 8 insan öldürüldü. 400’ü aşkın insan kurulan karakollarda işkencelerden geçirildi. Fikri Sönmez tutuklandı. Davası sürmekteyken, gördüğü işkencelerin ve cezaevi koşullarının ağırlığı yüzünden yakalandığı tedavisi mümkün bir hastalıktan 4 Mayıs 85’de askeri tutukevinde öldü.

Fatsa, “GEÇMİŞİMİZ, GELECEĞİMİZ VE ÖZGÜRLÜĞÜMÜZDÜR”. FATSA “DEVRİM HEMEN ŞİMDİ” DİR.

*Nokta operasyonundan hemen önce, Fikri Sönmez’in basına yaptığı açıklamadan.

Şimdi deli olalım, kuyuya taş atalım
Şimdi deli olalım, kuyuya taş atalım;

ya da kendimizi atalım kuyuya, taş olalım!

daha gün o gün değil

derlenip dürülmesin bayraklar

uzaktan duyduğumuz

çakalların uluması...

safları sıklaştırın çocuklar

bu kavga faşizme karşı

hürriyet kavgasıdır...

Dört yanı ateş sardığı zaman zehrini kendine akıtmak akreplerin işi...

Umutsuzluğun, çaresizliğin son noktaya vardığı günlerde kendisine “akrep” yakıştırmasını reva görmek devrimcilerin işi olamaz asla! Yüzyıllardır içimize saldıkları akrep korkusu, bilinçaltımızda bizi de akrep yapacak değil ya!.. “Hayata ve aşka dair” anlatılacaklar, yapılacaklar bitmez. Ölüm namussuzu derimizin altında dolaşsa da aklın sınırları, düşleri zorlar her zaman.

Kıstırılmışlık, sıkışmışlık kokusu sardı yöremizi. Ne yana dönsek uzaklaşmışız o büyük düşten. Sosyalizm bizim bildiğimiz sosyalizm değil. Elbette “varılacak yere kan içinde varılacaktır.” Ama buna tapmak niye? Sıkışmışlık hırçınlaştırıyor devrimcileri. Tarihin en hırçın devrimcileri, tarihin en umutsuz günlerinde; umutlarını, deliliklerini bırakıp bir tarafa sızlanmalarını ve yıkımlarını alıyorlar yanlarına. Oysa deliye sormuşlar “ne iş yaparsın, kaç yaşındasın? Gökyüzünde peynir, ekmek satarım, bereket versin yaşım yok!” demiş. Delinin biri bir gün Bolivya dağlarındaymış, biri bir gün Paris’te, barikatta. Delinin biri bir gün Fatsa’ya belediye başkanı olmuş. Delinin biri tutmuş, mecliste “harçlara hayır” pankartı açmış. Delinin biri kuyuya taş atmış, kırk akıllı çıkaramamış!

Mücadelenin tarihi delilerin tarihidir. Delilik kafayı takmaktır, inattır. Yüzlerce yıldır “yenilen” devrimcilerse, onlar, insanlığın gördüğü en inatçı delilerdir. Çünkü kapacaksın yerden el kadar parke taşını vereceksin aklını şiire;

“Döğüşenler de var bu havalarda

El, ayak buz kesmiş, yürek cehennem

Ümit, öfkeli ve mahsun

Ümit sapına kadar namuslu.”

Sonra karşıdan gelen panzere doğru koşacaksın... Vereceksin aklını şiire;

“Gelgelelim

Beter bize kısmetmiş

Ölüm, böyle altı okka koymaz adama,

Susmak ve beklemek müthiş

Genciz, namlu gibi,

Ve çatal yürek,

Barışa, bayrama hasret

Uykular; derin, kaygısız, rahat,

Otuz iki dişimizle gülmeğe,

Doyasıya sevişmeye, yemeğe...” namlu gibi gençliğini silah edip kendine, Kızıldere’ye gideceksin... Onlar “akıl kârı” işler işlerken, “ aklınızı da, kârınızı da” deyip; kestirip atmak işidir devrimcilik.



Sıkışma ve daralma zehrini içimize akıttıkça aklımızı başımıza toplamaya başladık. Hiç akıl baş toplanacak zaman mı? İmkansızların bu kadar arttığı bir dönemde, imkansızı istemekten vazgeçilebilir mi? Akıllı uslu oturan çocuğa meme verilmez.

Delilik politik bir durumdur. Şimdi deli olalım kuyuya taş atalım; ya da kendimizi atalım kuyuya taş olalım!
Yüklə 387,53 Kb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin