Rusya ve Türkiye
(Bir Türk Milliyetçisi Olarak 02)
Eğer Türk milliyetçiliği kendini yenileyebilir; Kürtlerin yaptığı gibi bir aşamayı yapabilir; onların uzattığı eli tutabilir ve ulusu hukuki bir kavram olarak tanımlayıp dil ve kültür farklılıklarını politik bir anlamdan soyutlayabilirse, Akdeniz uygarlığının klasik bölgesi olan, Bizans - Osmanlı toprakları üzerinde yaşayan halkların huzur ve refahının kapısına açabilir. Bölgedeki bölünme ve boğazlaşmalara son verebilir. Tarih bunun gerçekleşebilmesi için çok elverişli koşulları bir araya getirmiş bulunuyor.
Bir dünya haritasını alıp Avrupa'nın doğusuna bakan orada Avrupa'nın en büyük iki ülkesini görür: Rusya ve Türkiye. Her iki ülkenin de esas gövdesi Asya'dadır ve Avrupa'da daha küçük ama daha etkili ve zengin bölümleri vardır. Her iki ülke de, bir bakıma yüzlerini Avrupa'ya dönük gibidirler. Bu iki ülke, en azından üç yüz yıldır birbirleriyle savaş ve rekabet içinde bulunmaktadırlar. İkisi de Bizans'ın güçlü kültürel etkilerini taşıyan bu iki ülke arasındaki rekabette, üç yüz yıl boyunca gelişen ve büyüyen ve stratejik inisiyatifi elinde bulunduran Rusya oldu; Osmanlı hep geriledi. Şimdi üç yüz yıllık bu eğilimin tersine dönmesi söz konusu. Bu da Türkiye'nin önüne eşine az rastlanır bir olanak olarak çıkıyor. Türkiye'nin bu tarihsel olanağı kullanıp kullanamayacağını ise önümüzdeki dönemdeki gelişmeler belirleyecek.
Osmanlı bir bakıma, haçlı seferlerinin açtığı ve canlandırdığı Akdeniz ticaretinin çocuğu oldu. Rusya da, bir bakıma, Viking akınları sonunda ortaya çıkan ve daha sonra modern ticaret kapitalizminin doğuşuna kadar etkileri görülen Kuzey Avrupa ama özellikle Baltık denizindeki ticari canlanmanın çocuğu oldu.
Osmanlı'nın Batıya ilerleyişinin durduğu ve klasik Doğu Roma topraklarının sınırlarına ulaştığı noktada, yani Osmanlı dinamizmini yitirip ölüm dönemine girdiğinde Rusya genç bir devlet olarak doğmuş bulunuyordu. Bu koşullarda, Batıya doğru ilerlemesi mümkün olmayan Rusya, Güneye ve Doğuya doğru yayıldı. Güneyde Osmanlı vardı. Osmanlı'nın en ileri bölgesi olan Balkanlarda çeşitli Hıristiyan halklar.
Rusya'nın güneye baskısı ve bu halkların modern burjuva devletler, ulusal devletler kurma çabaları; çoğu kez ortak Slav köken ile de birleşerek Osmanlı'yı yüz yıllar boyunca bugünkü Türkiye'nin sınırlarına varıncaya kadar geriletti. Doğuda ise, çoğu Türk dil ailesinden gelen ve Müslüman halklar bulunuyordu ama bu halklar henüz göçebe ya da avcılıkla geçiniyorlardı ve ulusçuluk henüz bunlar için çok uzaktı. Bu nedenle, Rusya'nın bu yayılışı karşısında bir ciddi direniş gösteremediler ve gösterdiklerinde ise bir başarı şansları olmadı, Osmanlı'nın desteğine rağmen (Özellikle Kafkasya'da).
Ulusçuluk, Osmanlı'yı bitirdi ve geçen dönem boyunca, Rusya'ya yaradı. Rusya'nın egemenliği altındaki ulusların henüz ulusçuluğu keşfetmemiş bir toplumsal düzeyde olmaları; Ekim devriminin kısa baharından sonra tekrar egemen olan Rus bürokrasisinin, egemenliğini bu halklar üzerinde sürdürmesini mümkün kıldı. Diğer yandan, İkinci Savaş sonrasında, bir yandan Kızıl Ordu'nun Alman faşizmine karşı bir kurtarıcı olarak gelişi; diğer yandan soğuk savaş dengeleri nedeniyle, Balkan ulusları da, diğer Doğu Avrupa ulusları gibi, Rusya'nın etki alanına girdi. Böylece Rusya'nın yayılışı bir başka biçimde daha sürmüş oldu.
Ancak bu sürüş, aslında tarihsel bakımdan, yirminci yüzyıla ait gelişmeleri geciktirmekten başka bir işe yaramadı. Osmanlı'nın egemenliğinden uluslar, yüzyılın başında kurtulmuştu. Avrupa'nın sömürgeleri de ikinci dünya savaşı sonrası dönemde. Rusya'da ise, tüm bu gelişmeler bir bakıma durdu. Simdi tarih birikmiş hesabını görüyor. Bu gelişmeler son on yılda ortaya çıkmaya başladı. Doğu Avrupa ve Balkanlar tekrar bağımsızlıklarını kazandılar. Yüzyılın başında girdikleri ve ikinci dünya savaşından sonra kesintiye uğramış yola tekrar geri döndüler. Afrika ve Asya'nın sömürgelerine benzeyen Kafkas ve Orta Asya ulusları ise, tıpkı savaş sonrasının Sömürge ayaklanmalarının benzerine girmiş bulunuyorlar. Aslında, ikinci dünya savaşı sonrasının dünyasına ait bir gelişmenin gecikmiş bir versiyonu şimdi eski Sovyet topraklarında yaşanıyor. Nasıl İngiliz ve Fransız emperyalizmleri bu sömürge ayaklanmaları ve bağımsızlıkları engelleyemedilerse, benzeri önümüzdeki dönemde, Kafkaslar, Orta Asya ve Rus Federasyonu topraklarında gerçekleşecektir.
Hasılı geçen yüzyılda Osmanlı'nın gerilemesine, Rusya'nın ilerlemesine yol açan koşullar şimdi tersine dönmüş bulunuyor. Geçen Yüz yılda çoğu Slav kökenli ve Hıristiyan halkların ulusal hareketleri Osmanlı'yı sarsar ve onlar Rusya'da bir müttefik bulurlar iken, şimdi, çoğu Türk dil ailesinden ve Müslüman, Kafkasya ve Orta Asya halklarının bağımsızlıkçı eğilimleri Rusya'yı sıkıştıracak ve Türkiye'de ve İran'da bir müttefik bulacaktır.
Durum çoğu Slav kökenli balkan ulusları açısından da Türkiye için elverişlidir. Bu halklar Osmanlı'ya karşı savaşlarında her ne kadar Rusya veya Pan Slavizmle flört ettilerse de, bağımsızlıklarını kazandıklarında, Rusya'ya değil, Batı Avrupa'ya yöneldiler. Buna Rosa Lüksemburg da başka bir bağlamda dikkati çekmişti. Sadece İkinci dünya savaşı sonrası dönem, bu gidişe bir ara verdi. Şimdi, tekrar bu eğilim güç kazanmış, bu ulusların hepsi, Avrupa'ya katılmak için kuyruğa girmiş bulunuyor. Bir an önce Rusya ile olan bütün bağlarını en aza indirmeye çalışıyorlar. Bu da bunları ister istemez Türkiye ile bir çıkar ortaklığına itiyor.
Gerek Kafkaslar, gerek Balkanlar bir uluslar mozaiğidir. Klasik ulusçuluk, burada sadece katliamlara yol açabilir, bu yüzyılın başında Balkanlar ve Anadolu'da görüldüğü türden. Zaten Kafkaslar ve Balkanlara bakınca, Tarihin sanki kaldığı yerden devam ettiği duygusu ortalığı kaplıyor. Buralarda klasik ulusçuluğun sunabileceği bir perspektif bulunmamaktadır. Bunlar şimdi, bu olumsuzluğu Avrupa üyeliği aracılığıyla aşmayı deneyeceklerdir, ancak eski doğu Roma topraklarını, Avrupa, içine almaktan ise kapısında süründürmeyi yeğleyecektir. Bir yandan onları, Rusya'ya karşı kendi etki alanına almak dolayısıyla Rusya'dan kopuşlarını desteklemek ama diğer yandan da onlarını kapsında tutmak için elinden geleni yapacaktır.
Sanılanın aksine, klasik uygarlıkların hudutları bugün bile bir şekilde etkisini sürdürmektedir. Bölünen Yugoslavya'da Avrupa topluluğuna alınan bölgelerin hududu Batı Romanın hududu gibidir. Bizans ve Osmanlı hududu ise Avrupa topluluğunun dışında kalanları belirler. Bu durumda o karmaşık Balkanlar, ulusçuluğun acıları altında çok daha inleyecek demektir.
Türkiye, Kafkas ve Balkanlara bir örnek ve çıkış yolu sunabilir. Bunun için yapılması gereken ilk iş, şu taşlaşmış, devlet bürokrasisine ve onun milliyetçilik anlayışına son vermektir. İşin ilginci, tarih Türkiye'ye bu olanağı altın bir tepsi içinde sunmuş bulunuyor.
Tıpkı, Rus egemenliğindeki orta Asya ve Kafkasya uluslarının gecikmiş ayaklanmaları gibi, gecikmiş bir ulusal hareket olan Kürt Ulusal Hareketi, bugün herhangi bir ulusal hareketin gösteremeyeceği kendini yenileme yeteneği göstererek, ki bu yeteneğinde onun 1968'in havasından doğmasının payı büyüktür, kendi yenilenme gücünü ve dinamizmini Türkiye'ye aşılamaya çalışmaktadır.
Türkiye, bu günün dünyasına uygun bir ulus tanımıyla, kültür, dil ve etniyi, politik bağlamından çıkarıp, bir parçalayıcı unsur değil, zenginlik olarak görebilir ve bu anlamda kendini yeniden tanımlayabilirse, hem bölgedeki bütün halklar için, bir barış ve refah örneği hem de onlar için bir çekim merkezi olur. Böyle bir form ayrıca, çoğu Türk dilleri ailesinden olan diğer Orta Asya ulusları için de, Klasik Türk ırkçılarının ve milliyetçilerinin kafatasçılığından ve İran'ın İslamlığından çok daha kabul edilebilir bir örnek sunar. Böylece Türkiye'nin etkisi, Balkanlar'dan Çin sınırına kadar artar.
Barış ve iyi ilişkiler ise bütün bu bölgede, ticari bakımdan her biri bir çıkmaz sokağa benzeyen hudutların birer ticaret yolu olmalarının dolayısıyla da refahın ve toplumsal çatışmaların azalışının yolunu açar.
Bunu başarmak için, Türk milliyetçiliği, özel savaşın da bir aracı olmuş, adeta savaş politikasını sürdürenlerin de ideolojisine dönüşmüş Türk milliyetçiliğiyle hesaplaşmak, onun bütün etkisini yok etmek, mezara göndermek zorundadır.
Türkiye buna yapamaz ise, ne kendi eyler rahat ne aleme verir huzur. Bunu yapmanın ilk koşulu ise, bu toplumsal kesimlerin egemenliğine son vermektir. Bu ise ciddi toplumsal mücadeleler gerektirir.
Demir Küçükaydın
22.11.1999 13:25
(Bu yazı Özgür Politika’nın 13.12.1999 tarihli sayısında yayınlandı.)
Dostları ilə paylaş: |