Yazılar İçindekiler "On Yıl Öncesinden Bugünün Gelişme ve Tartışmalarına İlişkin Yazılar"


Beyazlar Arasına Katılmak veya Beyazlığı Yok Etmek!



Yüklə 0,5 Mb.
səhifə9/17
tarix18.01.2018
ölçüsü0,5 Mb.
#38924
növüYazı
1   ...   5   6   7   8   9   10   11   12   ...   17

Beyazlar Arasına Katılmak veya Beyazlığı Yok Etmek!


(Bir Sosyalist Olarak: 01)

Bu günün dünyasını kavramak için en iyi analojilerden birini, bizlere, bu dünya doğarken kendisi yok olmuş Güney Afrika'daki Apartheit rejimi sunar. Zengin ve fakir ülkeler arasındaki fark öylesine büyümüştür ve öylesine bir kritik büyüklüğü aşmıştır ki, zengin ülkelerin ücretlileri için bile, yeryüzü ölçüsünde eşitlikçi bir düzen istemek, bu günkünden daha geri bir tüketim düzeyini istemek ile ayni anlama gelir. Tarihte ise, hiç bir sınıf ve zümre var olandan daha kötü koşullar veya olanı korumak için bir devrimci atılım yapmaz ve bunu desteklemez.

Bundan iki yüz yıl önce, en yoksul ve en zengin ülkeler arasındaki fark, en fazla bire beş idi. Ama bu gün, bu fark, örneğin Mozambik ile İsveç arasında, bire 400'dür. Ezilenler bakımından, bu oranın daha da büyük olduğu çok açıktır. Zengin ülkelerdeki zenginlik farkları fakir ülkelerdeki kadar büyük değildir. Ancak, problem burada da bitmez, zengin ülkenin bir işçisi ile burjuvası arasındaki fark; zengin ülkelerin işçileri ile fakir ülkelerin işçileri arasındakinden daha küçüktür. Matematik olarak daha büyük olabilir ama gerçekte daha küçüktür.

Bunu şöyle bir örnekle açıklayabiliriz. Bir insan diyelim ki, günde bir ekmekle hayatını sürdürebilir. Ama bir insan günde on ekmek yiyemez. En fazla iki-üç ekmek yer. Bu ilişki göz önüne alındığında, diyelim ki, fakir ülkelerin işçisine yarım ekmek, zengin ülkelerin işçisine bir ekmek, zengin ülkelerin zenginlerine de beş bin ekmek düşüyor olsun. Zengin ve fakir ülke işçileri arasındaki oran bire iki; zengin ülkelerin işçi ve zenginleri arasındaki oran bire beş bin olsa da, yarım ekmek ile bir ekmek arasındaki fark, insanın yaşamı için asgari ve azami sınırlar göz önüne alındığında, bir ekmekle beş bin ekmek arasındaki farktan daha büyüktür.

Diyelim ki, zenginlerin ekmekleri de fakirlere bölüştürüldü; ama yeryüzündeki fakirler öylesine büyük bir çoğunluğu oluşturuyorlar ve öylesine yoksullar ki, böyle bir eşitlikçi düzen, zengin ülkelerin işçisini, diyelim ki elindeki yağlı ve peynirli ekmeğin yağından ve peynirinden vazgeçmesini istemekle eşit olur. Ama işçi bile olsa hiç bir zümre imtiyazını yitirmek için savaşa girmez aksine onu tırnaklarıyla savunur. İşte bu noktada aşılması zor bir sınır ortaya çıkıyor.

Bir rastlantı değildir zengin ülkelerde yeni ırkçı partilerin özellikle işçi semtlerinde ve işçilerin özellikle yabancı işçilerle en fazla rekabet içinde olabilecek işsiz ve en alt kesimleri arasındaki etkisi.

Bir rastlantı değildir, zengin ülkelerin işçileri arasında, yabancılara olan düşmanlığa ve ırkçılığa karşı mücadele etmek isteyen sol radikal grupların bile, bu sorunu genel sözlerle geçiştirmeleri, somut sorunlarda susmaları veya yabancı düşmanlığına karşı argümanlar getirirken, "yabancı işçiler olmasaydı örneğin sigorta sistemi çökerdi"; veya "zaten onlar zaten kötü işlerde çalışıyorlar ve senin işini elinden alamazlar" türünden ırkçı argümanlar getirmek zorunda olmaları. (Yani ancak onlara imtiyazlarını yabancılar sayesinde sürdürebildikleri yönündeki argümanlar getirmeleri.)

Bu görülmek istenmeyen lanet bölünmenin bilinçsiz bir itirafından başka bir şey değildir.

Bu lanetli bölünme, insanlığın kurtuluş umutlarını adeta berhava etmektedir. Sosyalizmi ancak, en gelişmiş, en ileri ülkelerin kültive ücretlileri örgütleyebilirler. Ancak onların kapitalizm üzerindeki bir zaferi bu yönde tayin edici bir zafer anlamına gelip insanlığın önünü açabilir. Ama bu bölünme, sosyalizmi gerçekleştirebilecek olanı sosyalizmi istemez kılıyor. Onu isteyebilecek olan, yeryüzünün yoksul ülkelerinin ücretlilerinin ise yapabilecek gücü yok.

Böylece sosyalizm, yeryüzü ölçüsünde eşitlikçi düzen ideali, tek tek ülkelerdeki demokratik ve sosyalist mücadeleler bakımından; daha önceden görülmeyen başka bir anlam kazanıyor.

En azından Türkiye gibi eşikte bulunan fakir bir ülkenin ücretlileri, önlerindeki demokratik görevleri yapmak için ayaklanmaları halinde şöyle bir açmaz karşısında kalmaktadırlar. Kendilerini frenlemeyip, özel mülkiyete dokundukları takdirde, özel mülkiyet tabusunu tanımayan bu ülke, kendini askeri, iktisadi ve siyasi bir kuşatma altında bulacaktır ve Ekim Devrimi sonrasında olduğu türden, geçici bir süre için bile olsa pek bir yaşama şansı olamayacaktır. Önceden görülemeyecek koşullarda dengelere dayanıp bir süre yaşadığı var sayılsa bile, yoksulluk, ekonomik abluka veya otarşi vs. sonucunda, yaşananlardan daha iyi bir sonuç çıkma olasılığı bulunmamaktadır.

Zaten bunu gören emekçiler, kendilerini demokratik görevlerle sınırlamak eğilimi göstereceklerdir ve göstermektedirler, Nikaragua ve Güney Afrika'da görüldüğü gibi. Yani en iyi koşullarda kapitalizm çerçevesinde bir demokrasidir. Bu ise, kapitalizmin gelişmesi için ideal koşullar, burjuvazinin egemenliği için en ideal biçim demektir. Yani en iyi koşullarda, en köklüsünden bir devrimci kabarış yaşayan bir ülke, kapitalist büyüme ve burjuva egemenliği için ideal koşulları; dolayısıyla dünyanın bu günkü verili koşullarında, zenginler arasına katılma olanağını yaratır. Yani imtiyazlılığı yok etmez, imtiyazlılar arasına katılma olanağı elde eder. İmtiyazlılar arasına katılması yani zengin bir kapitalist ülke olması demek ise, bu ülkenin işçileri de şimdiki zengin ülkelerin işçileri gibi, yeryüzü ölçüsünde eşitlikçi bir düzenden doğrudan çıkarlı olmayacaklar demektir. Bu ise şu demektir: demokrasi ile sosyalizm ilişkisinde, şimdikinden çok farklı bir bağlantı oluşmuş bulunmaktadır. Demokratik mücadelelerin başarısı sosyalizm için mücadelenin koşullarını kolaylaştırmamakta ve ona yaklaştırmamaktadır. Demokrasi ve sosyalizm ilişkisi klasik niteliğini yitirmiştir.

Ne var ki, böyle muhayyel bir demokratik kitle hareketlenmesinin, olayların iç mantığı bakımından daha yakından bakılması halinde, başka bir engelle de karşılaştığı görülür. Emekçilerin ve işçilerin bir demokratik kitle hareketlenmesi yaratabilmesi ve bunun başını çekebilmesi, her şeyden önce, onların burjuvaziden bağımsızlaşmaları, bağımsız bir programlarının olmasıyla mümkündür. Ne var ki, Programatik düzeyde burjuva uygarlığını köşe taşı olan kutsal kişi mülkiyetine dokunmayı hedef almadan; yani ayrı bir bayrak ve program olmadan, bağımsız bir güç olmak, dolayısıyla demokratik bir hareketlenmeye önderlik etmek mümkün değildir. Emekçilerin kendilerini demokratik görevlerle sınırlamaları, onların demokratik görevleri bile sonuna kadar gerçekleştirmesinin önünde bir engel haline gelir, çünkü onları fiilen burjuvazinin ideolojisi ve programının arkasına takar. Burjuvazinin ise, böyle bir radikalleşmeden eskisine nazaran daha az korkmak için bu gün daha çok nedenleri olsa bile, kökten bir değişim istemeyeceği ortadadır. Bu takdirde, kendini sınırlayan bir demokratik kitle hareketi, demokratik hedeflerine bile ulaşamama, kendini sınırlamadığı takdirde ise yaşayamama durumunda olacak demektir.

Peki bu çıkmazdan hiç bir çıkış olanağı bulunmamakta mıdır? Hayır. Küçük de olsa bir umut var. Bu umudun nasıl bir imkân olduğunu anlamak için yine bir analojiye başvuralım.

Kürt ulusal hareketi, en ağır yenilgilerini aldığında, varlığını sürdürebilmek için, bir ulusal hareket olmayı aşmak, kendisini ezen ulusun ezilenleri için de bir program geliştirmek zorunda kaldı. Şartlar onu öylesine geriye itti ki, başka çaresi kalmadığından, "İşte Rodos, haydi atla" deyip atlamak zorunda kaldı.

Demokratik taleplere dayanan her hangi bir kitle hareketi de, demokrasiyle alakası olmayan bir düşük olmak istemiyorsa, en iyi koşullarda, yeryüzünün imtiyazlıları arasına katılmak gibi, yani kendi paçasını kurtarmak gibi bir duruma düşmek istemiyorsa, bir tek ülkede bir sosyalist iktidarın yaşama ve başarı şansı olmadığından, tüm insanlığın önüne bir programla çıkmak, bir ülkeye ilişkin bir sosyal hareket olmaktan çıkıp, tüm insanlığa ilişkin bir sosyal hareket olmak zorundadır.

Dolayısıyla, her hangi bir ülkedeki sosyalizme yönelen bir hareket, tüm insanlık için bir programa sahip olmalıdır. Bu da, her hangi bir ülkedeki sosyalist hareketin, o ülkeye ilişkin değil, tüm insanlığa program önermek zorunda olduğu, dolayısıyla ulusal ölçekte sosyalist bir politika yapılamayacağıdır. Her hangi bir ülkedeki sosyalist program ve politika dünya ölçüsünde olmak zorundadır; evrensel olmak zorundadır (uluslar arası değil). Ancak bu imkansız gibi görünene cesaret edebildiği takdirde bir şansı olabilir.

Meksika'daki Zapatista hareketi, bu gerekliliğin ifadesi olan eğilimler göstermiştir. Dünya ölçeğinde bir programa doğru, her ne kadar bu kendini neo-liberalizme karşı olmakla sınırlasa ve bu evrensele yönelişin getirdiği desteği, kendi mücadelesine bir uluslararası destek olarak algılayıp kullansa ve ulusalcılığın güçlü etkilerini yarattığı sınırlamalar ve zamanın gerici ideolojilerinin bir etkisi olsa ve zengin ülkelerin diğer ezilenleri somut bir programdan öte henüz bir retoriğin elemanları olarak var olsalar bile, dünya işçi ve yoksullarının, yeni dünya koşullarında el yordamıyla bir arayışlarının da ifadesidir.

Evet tüm insanlık için bir program, tüm insanlık için eşitlikçi ve dayanışmacı bir toplum programı ve uzak bir geleceğin değil, bu günün acil görevi olarak: ikinci bir ölüm perendesi. Kürt Ulusal Hareketi, nasıl, sadece Kürtlere ilişkin bir program için savaştığı takdirde, Kürtleri de kurtaramayacağını görüp, kendisini ezen ulusu da kapsayan bir programa geçmek zorunda kaldıysa; her hangi bir ülkedeki sosyalist bir hareket de, bir ülkeyle sınırlı kaldığı takdirde, (çünkü bir ülkeyle sınırlı bir sosyalist programın gerçekleşme olanağı hiç olmadığından ve ülke perspektifi nedeniyle ideolojik insiyatifi burjuvaziye kaptırdığından) o ülkeyi demokratik bile yapma şansı olmadığını görüp, bir ülkeye ilişkin bir sosyalist hareket olmaktan çıkıp, tüm insanlığa ilişkin bir sosyalist hareket olmak zorundadır. Diğer bir ifadeyle, beyazların arasına katılmak isteyen değil, yeryüzünden beyazlığı kaldıran bir hareket olmak zorundadır.

Tarih şöyle bir ikilemi dayatıyor: ya hiç demokratik görevlerin bile altından kalkamama; en iyi olasılıkla kapitalizm ve imtiyazlıların arasına katılmak için ideal koşullar yani insanlığın umutsuz durumunun devamı ve yok oluşu ya da yer yüzü ölçeğinde bir sosyalizm için mücadele. Geçen yüzyılda önerilen ve imtiyazlılar arasına katılma anlamı taşımayan, sosyalizme yaklaştıran bir demokrasi veya bu yüz yılda görülen, bir ülke içinde özel mülkiyetin tasfiyesi ile ileri ülkeler işçilerinin atılımına güç verip onların gelip işi bitirmesini bekleme yolları tıkalıdır, tarihin bu çıkmaz sokağından, uçurumun öte tarafına atlama cesareti ile çıkılabilir.

Tam da insanlığın bu çıkmazı, Türkiye'nin önüne, birçok koşulun bir araya gelmesiyle, zenginlerin arasına katılma olanağını yaratmış bulunuyor. Kürt ulusal hareketinin önerdiği "Demokratik Cumhuriyet" programı gerçekleştiği, yani Türkiye'de yeni bir ulus tanımı temelinde, diller ve kültürlerin politik anlamları boşlanıp, demokratik dönüşümler yapıldığı takdirde, o "Demokratik Cumhuriyet"in dünyanın zenginleri arasına katılma olasılığı ortaya çıkar..

Bu tür projeler sadece sahte hayaller yayarlar. Ama kimi dogmatik ve yüzeysel solcuların iddia ettiği gibi, Türkiye'nin zenginleşmesini ve buna bağlı olarak emekçilerine daha iyi koşullar sağlayamayacağı için değil. Böyle bir olanak var. Ama bu olanağın kendisi sahte bir hayaldir. İnsanlık yok olurken hiç bir ulusun kurtulma şansı yoktur. Böyle bir şans varmış gibi gösterdiği için sahte hayaller yaymaktadır.

Bu projeler sadece sahte hayaller yaymıyorlar, ama ahlaki olarak da savunulamazı fiilen olumluyorlar. Hayır, her koyun kendi bacağından asılmaz. Yeryüzünün en ücra köşesindeki yoksulluk, eşitsizlik bile tüm insanların sorunudur ve sorunu olmalıdır.

Türkiye veya o Kürt - Türk Demokratik Cumhuriyeti ya da anayasal vatandaşlığa dayanan mozaik cumhuriyet: yok Rusya'nın çöküşünün ve dünya dengelerinin ve de Kürt Ulusal hareketinin dinamizminin ve de Osmanlı – Bizans'ın kültürel mirasının ve daha bir çok faktörün bir araya gelmesiyle, bölgeye refah ve barış getirebilirmiş; güçlü bir ülke kurarmış. Bütün bunlar olabilir de. Olsa bile, yeryüzünün en ücra köşesindeki baskı, yoksulluk ve eşitsizlikten tüm insanlığı sorumlu tutan bir dayanışmacı toplum ideali için bunların ne anlamı olabilir?

Her an yeryüzünde binlerce çocuk ölürken; bütün zenginlikleri yaratan çalışan insanlar bunların ne için ve nasıl kullanılacağı üzerinde zerrece bir karar verme yetkisinde bulunmazken; "yüksek" canlıların yaşamını sağlayan koşullar büyük bir hızla tahrip edilirken; şimdilik uzaklaştığı yolunda geçici bir izlenim yaratmış olan bir nüklear kıyamet yarın bütün korkunçluğu ve daha karmaşık dengeleriyle insanlığın kapısına dikilecekken; en yüksek refah toplumunda yaşayanlar için bile hayat yalnızlık, yabancılaşma, şeyleşme gibi kapitalizmin sonuçları altında inim inim inlerken, Orta Doğuda zengin ve barış içinde bir ülke hayali, "gemisini kurtaran kaptandır" demekten başka ne anlam gelir?

Türkiye'nin hızlı gelişmelere girebileceği bu dönemde, demokrasi isteyen güçler, bu bencilliğin savunucuları ve sahte hayaller yayanlar olmak istemiyorlarsa, ikinci bir ölüm perendesi daha atıp; tüm insanlık için bir hareket ve program geliştirmek zorundadırlar.

Bu tıpkı İslam'ın Amentü'sü gibi her işin başıdır. Bu anlayış ve yaklaşım olmadan ne tüm insanlık için programın ne olacağı, ne de bu görevin bu günün somut mücadeleleri içinde nasıl somutlanacağı tartışılamaz ve anlaşılamaz.

Demir Küçükaydın

30.12.1999 14:47


Yüklə 0,5 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   5   6   7   8   9   10   11   12   ...   17




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin