Yaklaşık bir yıl bile geçmeden yine cezaevi yaşantısı... Bu kez öncekiler gibi 2-3 aylığına değil, ömür boyu, hatta oradan sağ çıkmamacasına yatılacaktı. İçeride olmak zor gelmiyordu, ancak dışarıdakileri yalnız bırakmış olmanın acısını yaşıyordun. Ankara Merkez Kapalı’da da hayatı beraber örgütlemeye başladınız hemen. “Burada insanın hiçbir şeye vakti kalmıyor” diyordun. Sürekli toplantı, eğitim çalışması, yazı yazma, vb. ile vakit geçiyordu. Bir devrimci için içerisi de(223)birdi, dışarısı da...
Her görüşmemizde, saatlerce konuşmamızda dışarıda ne olup bittiğini en ince ayrıntısına kadar öğrenmeye çalışırdın. Müdahale edebilmek için herşeyi bilmen gerekiyordu. Her görüşmemizde bir öneriler listesi hazırlardın. Yanı sıra aynı uzunlukta “yapılacak işler listesi”... Bir de en çok yeni çıkan kitap ve dergileri merak ederdin. Ben dışarıda senin için izlememe rağmen bir dizisinin varlığını senden öğrenirdim.
Cezaevi yaşantısını bazı yönleriyle garipsiyordun. Mesela sürekli aynı tür müziğin çalınmasını ya da içeride insanların eşlerinin ellerini tutamamasını, vb...
Hayatta en çok istediğin vuruşarak ölebilmekti (biraz daha ilerletip hedeflerinin arasına helikopter düşürmeyi de alıyordun... ) Ölümden korkmaman, hayatından kaygı duymaman, devrimciliğin gerektirdiği herşeyi büyük bir cesaretle, gözüpeklikle yapmanı sağlıyordu. Cebinde spreyle dolaşıp, yeri ve zamanı düşünmeden ve hiçbir kaygı gütmeden tek başına pratik çalışmaya çıktığın zamanlar olurdu.
Devrimle tanışmandan itibaren olman gereken insan tipini kafanda kurgulamıştın. Sigara içmeyen, içki içmeyen, küfür etmeyen, yalan söylemeyen, dürüst ve “saf” bir insan ve bir komünist... Sadece Marksizm ve onun ilgi alanlarının bilgisine sahip olmayı değil, hayata dair herşeyi bilmeyi istiyordun ve öğreniyordun da. Mesela '74’teki Dünya Kupası'nda Almanya’nın ilk 11’ini ya da 200 ülkenin başkentini ve para birimini... Devrim ve devrimci mücadele sana olağanüstü bir heyecan verdiği gibi, seni eğlendiren başka şeylerle ilgilenmek için de vakit ayırıyordun. Amerikan futbolunu izlemek, NBA basketbol maçlarını kaçırmamak, yüksek sesle sevdiğin Metallica ve Megadeath’i dinlemek,(224)Ursula Le guin ve Stanislaw Lem’in tüm serisini okumak, vizyondaki filmlerin “kayda değer” olanlarını izlemek ve şiir yazmak gibi...
Çevrendeki insanlarla ilişkilerinde özel bir hassasiyet gösteriyordun. Konuştuğun kim olursa olsun, insana “önemli olduğunu” hissettiriyordun. İlk tanıştığın birisini öncelikle dinliyor, sonra konuşturmaya çalışıyor ve yorum yapması için zorluyordun. İnsancıl duygularla hareket ettiğin, “insanların değişebilirliğine” ve kendi ikna gücüne güvendiğin için, karşındaki kişinin MGV’li ya da sürekli barlardan çıkmayan biri olması veya hayatında Fenerbahçe’yi tutmak dışında hiçbir özelliğinin olmaması farketmiyordu senin için. Uğraşılırsa kesin kazanılırdı! İnsanlar, hatta devrimciler varolan kalıpları kırmalıydı. Yaptığı en ufak bir şeyin bile nedenini bilmeliydi.
Politik tartışmalar dışında yaptığımız konuşmaları hatırlıyorum. “İnsan anne ve babasını sever mi ya da sevmesi gerekir mi?” Bu soru bana çok garip gelmişti. Düşünmüştüm. Tabii ki insanın anne ve babası, sevmesi gerekecek herhalde... Sen, aradaki feodal bağın yetmediği, doğurup büyütme zorunluluğunun ötesinde sevmeyi gerektirecek başka ortaklıkların da olması gerektiği üzerine birçok şey anlatmıştın. O an seni çok olumlamasam bile, yine de şaşırmıştım. Bir başka tartışmamız ise ağlamak üzerineydi. Ağlamak zayıflık değildi. Tıpkı doyasıya kahkahalarla gülebilmek gibi insani bir duyguydu ve güzeldi.
En yakınındaki insanları geliştirebilmek için olağanüstü bir çaba sarfederdin. Yazı yazmamak için direndiğim bir dönemde yazmam için saatlarce uğraşmış, yazdığım üç satırı normal standartlarda bir yazıya zorla çevirtmiş ve sonrasında ben yazmamak konusunda inat edince,(225)tavla oynamayı önermiştin. Bu bende bir rahatlama yaratmıştı ki, tavlada bahse girildiğini hatırlattın. Senin şartın yenilenin yazı yazması olmuştu. Böylelikle tavladan iki yazı çıktı. Biri senin, biri benim...
Çevrendeki insanların büyük çoğunluğu küçük-burjuva kökenden geldiği için, bizim bunalımlarımızla uğraşmak da sana düşerdi. Beraberinde gri, siyah, beyaz teorileri üretirdin. Beyaz düzeni temsil ederdi, siyah devrimi...
Gri ise, düzenin içinde kalıp, devrime olabildiğince katkı yapmak anlamına geliyordu. “Siyah olamıyorsanız hiç değilse gri olun ki, bir parça katkınız olsun devrime”, derdin. Ancak bana gri olma hakkını kesinlikle tanımazdın. Ya siyah olacaktım, ya da beni sen öldürecektin (düzenin içinde ölümümü görmek istemediğin için)...
Partiye ihanetimde (bırakıp gittiğimde) bile, beni ilk gördüğünde söylediğin “seni çok özledim” sözü çok garip gelmişti. Çünkü hak etmiyordum. Sonrasında günlerce sabahlara kadar konuştun benimle. Okulu bırakmam için onca konuşmalara ek olarak fiili müdahalelerde bulunmaya başladın. Kantinde beklemek gibi. Çünkü seni orada bırakıp ne derse, ne de sınava girmem mümkün olabilirdi. Kazanmak zorundaydım, sadece devrim adına değil, dostluk adına da...
Ümraniye’de görüş sırasında “evlenelim” dediğinde ilk başta garipsedim. Bir anda durup dururken... İkna süreci 5 dakikayı bile geçmedi. Hem zaten seviyorduk birbirimizi ya da tanımak için ek zamana ihtiyacımız yoktu. Niye evlilikti peki? Bir tek açık görüş yapabilmek için değer miydi, değmez miydi? Tabii ki değerdi. Ancak gerek kalmadı. Dışarıda nikah memurunun sözlerine biz yenilerini eklemiştik:(226)