UMRA VE RUKE BAHSİ
717- Ebû Hureyre’den rivayet edilmiştir:
“Umrâ caizdir.”
Mütercim:
Bir kimse başka birine hitab ederek: Senin ömrün oldukça yahut benim ömrüm oldukça sana bu evimi bağışladım, diyerek hibede bulunursa buna “Umrâ” denilir. Bu şekilde yapılan bağış caizdir. Bir de buna benzer “Rukbâ” vardır. Bunun manası şu: Ben senden önce ölürsem, şu evim senindir; sen benden önce ölürsen sana bir şey yok, diyerek verilen sözdür.
Bu Rukbâ sözleşmesi, İmam Azam, İmam Malik ve İmam Muhammed Hazretlerine göre batıldır. Diğer müçtehitlerle İmam Ebu Yusuf’a göre caizdir.
Birincisine “Umrâ” denilmesi, iş ömrün devamına bağlanmış olmasındandır. İkincisine “Rukbâ” denmesi de, her iki tarafın karşılıklı olarak ölümlerini gözetlemeleri yönündendir.
Umrâ üç türlü olur:
1- Bu ev senindir ve senin ölümün halinde de varislerinindir. Bu kısım adeta bir hibedir. Bunda bir ihtilaf yoktur.
2- Ömrüm oldukça bu ev senindir, denir. Başka bir söz söylenmez. Bu da İmam Şafii Hazretlerinden tercih edilen söze göre sahihtir.
3- Ömrün oldukça bu ev senindir; ben ölürsem mülkiyet benim vereseme döner. Bu sözde de hibe sahihtir. Hanbelî mezhebinde mutlak olarak “Umrâ” sahihtir; fakat bir vakte bağlanan umrâ sahih değildir.
Maliki mezhebinde ancak muvakkat şekilde, meselâ: Bir evin menfaatlerine sahip olmaktır. Yoksa o kimse mutlak surette eve malik olamaz. Bu umrâ hususunda Hanefî mezhebi Şafii mezhebi gibidir. Fakat Rukbâ hakkında yukarıda açıklandığı üzere İmam Azam, İmam Malik ve İmam Muhammed Hazretleri, diğer âlimlere aykırı olarak Rukba’nın sahih olmadığı görüşündedirler. Şerkavî şerhinde böyle yazılıdır.
718- İbni Amr’dan (R.A.) rivayet edilmiştir:
“Kırk güzel iş vardır ki, bunların en iyisi sağılır bir davarı muvakkat bir zaman için bir muhtaca bağışlamaktır. Allah’tan sevabını umarak ve Allah’ın vaadini tasdik ederek bu güzel işlerden herhangi birini işleyen bir kimse yoktur ki, o işi sebebiyle Allah onu cennete koymasın.”
Hassan der ki: Biz ashap topluluğu aramızda, bu sağılır keçiden başka bu kırk güzel işlerden olarak selâm almayı, aksırana “yerhamukellah” demeyi, yoldan zararlı şeyi kaldırmayı ve buna benzer şeyleri saydık. Fakat bu güzel işlerden onbeş tanesini bile sayamadık.
Mütercim:
Mademki Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem bu kırk güzel hasletleri saymamıştır ve bunları açıklamamıştır, bizim de bunları kapalı bırakmamız uygun düşer. Çünkü böylece bütün iyilik kapıları bu güzel İşlere açık bırakılmış olur. Eğer muayyen kırk iş olarak tespit edilmiş olurlarsa, diğer güzel işler dışarıda kalmış olur ve onlara rağbet azalır. Bu itibarla herkes, iyi bildiği bir iş bu kırk güzel hasletten biri olabilir diye onu yapmaktan geri kalmaz ve böylece bütün iyilikler işlenmiş olur.11
11 Ömer Ziyaeddin Dağistâni, Zübdetü’l-Buhari, Hisar Yayınevi:445-447
ŞAHİDLİK BAHSİ
719- İmran’dan (R.A.) rivayet edilmiştir:
“insanların en hayırlıları benim asrımın (insanları) dır. Sonra onların peşinden gelenler (tabiîler) dir. Sonra bunların peşinden gelenler (teba-i tabiîn) dir. Sonra birtakım insanlar gelir ki, onlardan birinin şahidliği yemininin önüne ve yemini de şahidliğinin önüne geçecektir.” (yemininde ve şahidliğinde ciddî olmayacaktır.)
Mütercim:
Malikî mezhebinde bu hadîs-i şerife dayanılarak, yemin ile şahidlik edenin şahidliği makbul değildir. Çünkü şahidlik Allah içindir, yemine gerek yoktur. Fakat diğer müçtehit âlimlere göre, her ne kadar şahidlikte yemine lüzum yoksa da, kendi başına yemin ile şahidlik edenin şahidliği geçerlidir, kabul edilir.
Bir de Hanefî mezhebinde, aleyhlerine dava açılmış olan kimseler hüküm verilmeden önce, şahidler yalan söylemeyeceklerine dair onlara yemin verdir diye hâkim den istekte bulunurlarsa ve şahidliğin yemin ile kuvvetlenmiş olacağına lüzum görülünce hâkim o şahidlere yemin verdirerek şahidliklerini kabul eder, yemin etmezlerse kabul etmeyebilir.
720- Ebû Bekre (R.A.) derki:
Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem Hazretleri şöyle buyurdu.
“Dikkat ediniz! Size büyük günahların en büyüklerini haber vereyim mi?” Hazreti Peygamber bu sözünü üç defa tekrarladı. Hazır olan topluluk:
— Evet ya Resûlallah haber veriniz, dediler, Hazreti Peygamber şöyle buyurdu:
“Allah’a ortak koşmak ve Ana - babaya asi olmaktır.” Resûl-i Ekrem, duvara yaslanmış iken hemen doğrularak dizleri üzerine oturdular ve şöyle buyurdular:
“Ve hele yalan konuşmak (yalan yere şahidlik etmek).” Bunu birçok defa tekrarladılar; öyle ki, biz içimizden artık tekrarlamaktan vazgeçmesini temenni ettik.
Mütercim:
Allah’a ortak koşmak ve ana-babaya asi olmak günahlarından sonra Hazreti Peygamberin yapmış oldukları yeni bir uyarma işin önemini göstermektedir. Yaslanmışken diz üzerine oturarak, “hele yalan yere şahidlik etmekten sakınınız” buyurmasından, şirkten sonra en büyük günahın yalan yere şahidlik olması gerekir. Çünkü yalan yere şahidlik, bütün, hakların yok edilmesine sebep olacağı gibi, Allah, korusun, haksız yere bir kimsenin belki binlerce kişinin ölümüne de sebep olabilir. Bundan dolayı gerçekten yalan yere şahidlik etmek, şirkten sonra en büyük günahtır.
Bir de bu hadîs-i şeriften anlaşılıyor ki, günahlar birbirlerine nispetle büyük ve küçük olurlar ve büyük günahlar içinde de en büyükleri vardır. Nitekim Kur’an ı Kerimde:
“O kimseler ki, küçük günahlar müstesna, günahın büyüklerinden (şirkten) ve yolsuzluklardan sakınırlar, muhakkak Rabbin geniş mağfiretlidir (onları bağışlar)” ve yine: “Eğer yasaklandığınız günahların büyüklerinden sakınırsanız, sizden diğer kabahatlerinizi örteriz” meallerindeki ayeti kerimelerle de bu husus sabittir. (Necm sûresi, ayet 32 ve Nisa sûresi, ayet 31) Bundan dolayı günahların birbirinden farklılığı ve kısımları inkâr edilmemelidir.
Bazı âlimler, Cenabı Allah’a karşı işlenen günahlara küçük günah demekten kaçınmışlarsa da, bu husus bir ifade değişikliğinden ibarettir. Yoksa Kur’an ı kerimin açık ifadesine karşı tamamen küçük günahların inkârı uygun düşmez.
Bu hadîs-i şerifte sayılan büyük günahlar üç tane ise de, en büyük günahlar yalnız bu üç şeyden ibaret değildir. Ancak Hazreti Peygamber bu hadîs-i şerifi buyurdukları zaman, durum gereği olarak yalnız bu üçünü açıklamışlardır. Çünkü diğer hadîs-i şeriflerde varit olduğu üzere adam öldürmek, sihir yapmak, zina işlemek gibi büyük günahlar çoktur. Bu husus “Vasiyetler” bölümünde, “yedi helak edici şeyden sakınınız” hadîs-i şerifinde gelecektir.
721- Hazreti Aişe (R.A.) der ki:
Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem, Mescid’de Kur’an okuyan bir kimsenin sesini işitti. O kimseye hayır dua ederek buyurdu:
“Allah o okuyucuya merhamet etsin: gerçekten filan ve filan sûrelerden düşürmüş olduğum filan ve filan ayetleri bana hatırlattı”
Yine Hazreti Aişe’nin başka bir rivayetinde, bir gece Hazreti Peygamber benim evimde teheccüd namazı kıldı. Bu sırada Mescid’de kur’an okuyan Ensar’dan Abbad adındaki şahsın sesini işitti. Sonra bana hitaben:
“Ya Aişe! Bu ses, Abbâd’in sesi midir?” buyurdu. Ben, evet, dedim. Sonra Hazreti Peygamber:
“Ya Rab! Abbâd’a merhamet et,” diye dua buyurdu.
Mütercim:
Bu olay bir defa değil, iki defa olmuştur yahut bir gecede aynı zamanda Kur’an okuyan iki şahsın sesinin işitilmiş olması da muhtemeldir. Çünkü Kur’an okuyanlardan biri Abdullah bin Zeyd El-Ensari idi: İkincisi de, Abbâd idi.
Bir kimsenin şahsı görülmüyorsa da, sesin kesin olarak o kimseye ait olduğu anlaşılınca, bu sese dayanarak bazı âlimlere göre âmâ olanların şahidliğinin cevazı bu hadisten alınmıştır. Fakat Hanefi ve Şafii mezheblerinde gözleri görmeyenlerin şahidliği makbul değildir.
İmam Ebû Yûsuf’a göre, neseb ve ölüm gibi sırf işitmekle şahidlik sahih olan yerlerde âmânın da şahidliği caizdir. Şafii mezhebinde de bazı yerlerde sahihtir.
Bir de Hazreti Peygamberin, “benim falan sûreden düşürdüğüm filan ayetleri bana hatırlattı” sözü, âlimler arasında çeşitli yorumlara sebep olmuştur. Eğer unutmak anlamında ise, ahkâm tebliği ile ilgili olmayan bazı ayetlerin muvakkat bir zaman için Hazreti Peygamber tarafından unutulmuş olmasında beis yoktur. Şerkavî şerhinde böyle yazılıdır. “Bundan böyle sana Kur’an okutacağız, unutmayacaksın”, mealindeki ayeti kerime buna şahiddir. (El-A’lâ’ sûresi, ayet 6)
Bir de kul haklarında şahidliğin en az miktarı iki erkek, yahut bir erkekle iki kadındır. Fakat erkeklerin şahid olamayacağı, yerlerde, meselâ kadınlar hamamında meydana gelen olaylar için yalnız kadınların mal hakkında şahidlikleri kabul olunur. Öldürme olayında da diyet lâzım gelir, fakat kısas lâzım gelmez. Hatta bekâret ve kadınların ayıb ve kusurları ile ilgili olan ve erkeklerce bilinemeyen hususlarda yalnız bir kadının şahidliği bile kabul olunur. İki kadın şahid olursa daha iyidir”
Bir de bu hadiste geçen Hazreti Aişe’nin şahidliği, sesin Abbad Hazretlerine ait olduğunu bildirmekten ibaret ise de, İmam Buharî’nin bu hadîs-i şerifi şahidlik bölümüne koyması, böyle erkek olmayan yerde kadının şahidliğine müracaat edilmesinin meşru oluşuna binaendir.12
12 Ömer Ziyaeddin Dağistâni, Zübdetü’l-Buhari, Hisar Yayınevi:447-451
İFK İFTİRÂ BAHSİ
722- Hazreti Aişe (R.A.) der ki:
Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem bir sefere çıkacağı zaman pâk zevceleri arasında kur’a çekerlerdi. Kime kur’a çıkarsa o hanım Hazreti peygambere eşlik ederdi. Mustalıkoğulları gazasına giderken de adetleri üzere aramızda kur’a çekildi ve kur’a bana isabet ettiğinden Hazreti Peygamberin eşitliğinde ben bulundum. Beraberce Medine’den çıktık. Bu sefer, kadınların örtünmesi hakkındaki ayeti kerimenin inişinden sonra olmuştu. Bunun için örtülü, hevdecli (mahfe) deve üzerinde gitmiştik. Mustalıkoğulları fethi tamamlandıktan sonra Hazreti Peygamber geri döndü. Medine’ye yaklaştığımız günün gecesinde dinlenmek için bir yerde konaklamıştık. Bu yerden hareketimiz için adet üzere ilân yapıldı, Bu arada onlarla yola çıkabilmek için acele olarak ihtiyacımı gidermek maksadıyla kafile ve askerlerden biraz uzaklaştım. Hacetimi giderdikten sonra hemen eşyam ve devemin yanına geldim. Bir de elimi göğsüme koyduğumda baktım ki, boynumdaki Yemen yapısı kolyem kaybolmuş. Hemen dışarı çıkmış olduğum yere döndüm. Ben kolyemi aramakta iken, benim hizmetçilerim beni hevdec (mahfe) içinde sanarak hevdecimi deveye yükleyerek hareket ettiler. O zaman hanımlar çok az yemek yediklerinden vücud ağırlıkları çok hafifti. Bundan dolayı hevdecin boş olduğunu anlayamadılar. Zaten ben daha onbeş yaşımı doldurmamıştım. Sonra ben kolyemi buldum. Devemin bulunduğu yere geldiğim zaman ne göreyim, ortalıkta kimseler yok. Bir kaç defa bağırıp çağırdımsa da, hiç bir ses ve seda duyamadım. Sonra düşündüm ve bulunduğum yerde kalmaya karar verdim. Nihayet beni arayacaklar ve dönüp burada bulacaklar. Derken uyku bastırmış ve uyumuşum. Ashap dan ‘Safvan bin Muattal, askerin arkasında kalmış olduğundan sabaha yakın bir zamanda bulunduğum yere gelir, burada bir karartı görür ve yanıma gelince de beni tanır. Çünkü örtünmeden önce beni görürdü. Benim, bu halime şaşarak, “İnna Lillah ve inna ileyhi raci’ûn” deyince, sesinden uyandım. Bir de yanımda devesiyle Safvan’ı gördüm. Devesini çöktürdü ve hareket etmesin diye de devenin ön ayağı üzerine kendi ayağını bastırdı. Ben de hemen deveye bindim. Safvan, devemin yularını tutup çekti. Sonra askerimizin bulunduğu ordugâha ulaşıncaya kadar böyle önümde yürüdü. Ordumuz, güneşin kızgın sıcağında öğleye yakın kuşluk zamanında adet üzere bir yere konmuştu. İşte benim hakkımda iftira edip helak olanlar bu sebepten ötürü helak oldular.
Hakkımda ilk iftirada bulunan, münafıkların başı meşhur Abdullah bin Ubeyy idi. ashaptan Mistah ve Hassan gibiler de ona uyarak aldanan biçarelerdi. Sonra hepimiz Medine’ye geldik. Medine’de Hazreti Peygamberin yanında bir ay kadar hastalandım. Meğer hastalığım halinde bir takım kimseler, kulaktan kulağa ye ağızdan ağıza iftiracıların sözlerini yayarlarmış. Bundan dolayı da Medine halkı hakkımda töhmete ve şüphelenmeğe başlamışmış. Hâlbuki benim bu işlerden haberim yoktu. Ancak Hazreti Peygamberden, daha önceki hastalıklarımda görmüş olduğum şefkat ve iltifatı görmüyordum. Yalnız, hemen yanıma gelip “nasılsınız?” diye sorup; geçerlerdi, ismimi anmazlardı. Sonra bu hastalıktan kurtuldum, biraz iyileştim. Ashabın büyüklerinden ve Bedir’de savaşanlardan ünlü mistah adındaki zatın annesi ile ihtiyacımızı gidermek için geceleyin Medine dışında Menası denilen yere doğru yürüdük. Çünkü Medine’de, evlerimize yakın abdesthaneler yapılmazdan önce biz ihtiyacımızı gidermek için ancak geceden geceye taşraya çıkardık. O zamanki hareketimiz, bedevilerin âdeti gibi idi. Böyle Mistah’ın annesi Selma ile giderken ayağı çarşafının eteğine dolaştı ve yere düştü veya kaydı. Arabların âdeti, bir kimsenin başına bir felâket geldi mi, “lanet olsun şeytana” veya “düşmanım helak olsun”, diye beddua ederlerdi. Selma hatun da, böyle ayağı kayıp düşünce: Oğlum Mistah helak olsun, gebersin diye kentli oğluna beddua etmeye başladı. Hemen ben, ne yapıyorsun? Sen ne kötü söz söylüyorsun? Bedir savaşında bulunan iyi bir oğlun hakkında böyle kötü söz söylenir mi? dedim.
Selma Hatun bana şu cevabı verdi: Ey zavallı kadın! Senin hakkında Mistah ve arkadaşlarının söylediklerini işitmiyor musun? dedi ve hakkımda iftiracıların söylemekte oldukları sözleri enine boyuna bana anlattı. Bunu işitir işitmez üzüntümden fenalaştım. Beni sıtma tuttu ve hastalığım bir kat daha arttı. Sonra eve döndüm. Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem Hazretleri yanıma geldi ve adeti üzere, “Nasılsınız?” dedi. Ben de, müsaade ediniz; artık ebeveynimin yanına gideceğim, dedim. Bundan maksadım, ebeveynimin yanına gidip bu dedi kodunun esasını ve kendilerinin de haberdar olup olmadıklarını öğrenmekti. Hazreti Peygamber benim iyileşmeme kadar ebeveynimin yanında kalmama müsaade ettiler. Ebeveynimin yanına varır varmaz annem Ümmü Rûman’dan sordum: Ortalıkta ne hadisler dönüyor, bu ne iştir? dedim. Annem:
— Evladım, sen kendi sağlığını düşün, bu iş için böyle merak edip kendini üzme. Allah’a yemin ederim, böyle senin gibi güzel olup kocasının muhabbet ve üstün teveccühlerini kazanan ve bu kadar ortakları olan bir kadın hakkında elbette böyle dedi kodu çoğalır. Sen vücudunun afiyetini düşün, dedi.
Ben bu işe şaştım ve üzülerek, Sübhanallah dedim. Herkes hakkımda böyle çirkin havadisler yayıyormuş meğer, dedim. Hüngür hüngür ağlamağa başladım. Bütün gece böyle ağladım. Aralıksız göz yaşı döktüm ve sabaha kadar kederimden uyuyamadım. Doğrusu Hazreti Peygamber bu hususta Allah’ın vahyini bekledi ise de, hikmet icabı, o günlerde vahiy gelmedi. Vahy-i İlâhi çok geciktiğinden işittim ki, beni boşamak hususunda istişare etmek için Hazreti Peygamber, Ali bin Ebi Talib ile Üsame bin Zeyd’i davet ederek bunlarla meşvere (t) etmiş. Üsame Hazretleri, Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem ’in ailesine olan sevgisini bildiğinden:
— Ya Resûlallah, bütün aile efradınız, peygamber şanına layık iffetli ve pak kimselerdir. Ben ehliniz hakkında hayırdan başka hiç bir şey bilmiyorum, dedi. Hazreti Ali ise, tereddüt etmeyerek:
— Ya Resûlallah, Allah Teâlâ sana dünyayı daraltmamış; ondan başka hanımlar çoktur, (onu boşa) dedi. Tekrar Hazreti Ali söze devamla:
— İsterseniz bir de Hazreti Aişe’nin cariyesi olan Berîre’ye sorunuz. Berîre size karşı doğru olanı söyler, dedi. Sonra Hazreti Peygamber Berîre’yi huzurlarına çağırtmış ve ona sormuş:
“Ey Berîre, Aişe hakkında şüphelendiğin bir şey gördün mü?” Berîre şu cevabı verdi:
— Hak Peygamber olarak seni gönderen yüce Allah adına yemin ederim ki, Aişe’nin henüz yaşı küçük olduğundan hamur yoğururken tekne başında uyur kalır. Evde besili koyun gelip Aişe’nin hamurunu yer. Bundan başka benim kusur bulacağım hiç bir şey kendisinde görmedim. Sonra o gün Hazreti Peygamber hutbe okumak üzere minbere çıkmış ve bütün, cemaate hitab ederek:
“En önce bu iftiraya cür’et eden münafıkların başı Abdullah bin Übeyy bin Selül aleyhinde söz söylemekte beni mazur tutunuz,” buyurdu, sonra yine söze devamla:
“Ailem hakkında fena halde iftira ile bana eza ve cefa eden kimseye karşı bana yardım edecek içinizde kimdir? Ben, Allah’a yemin ederim ailem hakkında hayırdan başka hiç bir şey görmedim ve duymadım. Bir de o iftiracılar Safvan’a da isnadda bulundular. Vallahi onun hakkında da hayırdan başka bir şey görmedim ve duymadım. Benim evime ve ailemin bulunduğu semte bu adam ancak benimle beraber uğramıştır.” buyurdu.
Bunun üzerine Evs kabilesinin reisi Sa’d bin Muaz ayağa kalkıp: —Ey Allah’ın Resulü, size yardım edeceklerin birincisi benim. Eğer bu yolda size eziyet eden kimse bizim kabilemiz olan Evs kabilesinden ise, onun boynunu vururum. Yok, eğer bizim Hazreç kardeşlerimizin kabilesinden ise, bize emrediniz. Ne gerekirse o işi yapalım demiş. Fakat bu defa Hazreç kabilesinin reisi Sa’d bin Ubade’nin bu sözler aşiret duygusuna dokunarak, her ne kadar kendisi iyi ve kamil bir kimse idiyse de, insanlık gereği hemen ayağa kalkıp Sa’d bin Muaz’a karşı son derece öfke ile:
— Sen yanlış konuştun. Vallahi bizim Hazreç kabilesinden bir ferdi öldüremezsin ve onu öldürmeğe gücün, yetmez, dedi.
Sonra Sa’d bin Hudayır adında bir adam ayağa kalkarak Sa’d bin Ebi Ubâde’ye sert bir cevap verdi:
— Sen yanlış söyledin. Vallahi Peygamber emrettikten sonra hangi kabileden olursa olsun onu öldürürüz. Hem de sen gerçekten münafıksın ki, münafıklar taraftarı olup bizimle mücadele ediyorsun, dedi. Böylece Evs ve Hazreç kabileleri birbirlerini suçlayarak kavgaya tutuştular. Hatta birbirlerine saldırır oldular. Sonra Hazreti Peygamber minberden inerek iki tarafı yatıştırdı. Hazreti Peygamber de bu konuda artık başka bir şey buyurmadı.
Hazreti Aişe devamla anlatır: Ben bu olup bitenleri de duydum. Artık büsbütün fenalaştım. Gece gündüz göz yaşı dökmekte idim. Bütün geceler gözlerimi uyku tutmuyordu. Bu şekilde bir gün iki gece ağladım. Muhakkak surette ciğerimin parçalanacağını sanmıştım. Ben bu ızdırab halinde iken annem ve babam bulunduğum odaya girip yanıma geldiler. îkisi de oturdular. Ben yine devamlı ağlıyordum. Dışardan Ensar’dan bir kadın yanıma gelip görüşmek üzere benden izin istedi. Ben de izin verdim ve gelsin, dedim. O kadın gelip oturdu ve o da benimle ağlamağa başladı. Biz bu halde iken, Hazreti Peygamber teşrif buyurarak odama girdi ve oturdu. Hâlbuki bana bu iftira edildiği günden bu güne kadar asla yanımda oturmamıştı. Bir ay bekledikleri halde, hakkımda herhangi bir îlâhî vahiy inmemişti. Hazreti Peygamber önce yanımda Allah’a hamd ve sena etti. Şehadet kelimesini getirdi. Sonra bana:
“Ey Aişe! Gerçekten senin hakkında bana şöyle şöyle sözler ulaştı. Eğer sen bu iftiradan beri isen, muhakkak surette Allah Teâlâ Hazretleri seni yakında temize çıkaracaktır. Şayet sen umulmadık şekilde böyle büyük bir günaha yaklaştın ve bulaştın ise tevbe ve istiğfar ederek Allah’tan mağfiret dile. Zira bir kul, Allah’a karşı günahını itiraf eder de arkasından, tevbede bulunursa Allah Teâlâ Hazretleri o kulun tevbesini kabul eder, buyurdu. Bu sözü Hazreti Peygamber tamamlar tamamlamaz öfkemden gözyaşlarım tamamen kesildi. O hale geldim ki, gözlerimde bir damla yaş hissetmez oldum.
Babama hitaben: Benim tarafımdan Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem ’e cevap veriniz, dedimse de babam bana:
— Kızım, vallahi, Resûlullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem ’e karşı ne söyleyeceğimi bilemiyorum, dedi. Sonra valideme dönüp:
— Sen bari benim tarafımdan Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem ’e cevap ver, dedim ve o da aynı şekilde:
— Vallahi kızım, Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem ’e karşı ne söyleyeceğimi bilemiyorum, dedi.
Ben henüz genç bir kadındım ve Kur’an’dan ezbere okuyabildiğim fazla değildi. Hazreti Peygambere, ana ve babama karşı dedim ki: Ben şüphesiz biliyorum ki, siz insanların söylediklerini işittiniz ve dinlediniz. O sözler artık sizin zihinlerinizde yerleşmiştir, bu sözü tasdik etmişsinizdir. Ben size muhakkak bu işten beriyim, demiş olsam, bu sözümde siz beni doğrulamayacaksınız. Hâlbuki Allah Teâlâ Hazretleri gerçekten benim bu işten beri olduğumu biliyor. Allah Teâlâ bunu bilirken bu suçu itiraf etmiş olsam, siz hemen sözümü kabulleneceksiniz. Vallahi benimle sizin, durumunuza münasip bir örnek bulamadım. Ancak Hazreti Yûsuf Aleyhisselâm’ın babasının “Artık (benim yapabileceğim tek şey) güzelce sabırdır. Söylediklerinize karşı da, yardımına sığınılacak ancak Allah’dır.” sözünü bulabiliyorum. (Yûsuf sûresi: ayet 18)
Sonra yatağımın üstünde öbür tarafa döndüm. İçimdeki inanç şu idi ki, muhakkak Allah Teâlâ beni bu iftiradan kurtarır ve temize çıkarır. Fakat benim hakkımda Allah Teâlâ Hazretlerinin ayet indireceği aklımdan geçmedi. Çünkü kendimi Kur’an’da anılmaya lâyık görmüyordum. Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem Hazretleri belki beni temize çıkaracak bir rüya görür ve böylece Allah beni o iftiradan kurtarır diye sağlam bir inancım vardı. Vallahi Hazreti Peygamber oturmuş olduğu yerden ayrılmadan ve ev halkımızdan da hiç kimse yerinden kımıldamadan efendimize Allah’ın vahyi geldi ve vahyin gelişindeki hal, Hazreti Peygamberde belirdi. Hatta o gün, kış olduğu halde mübarek yüzlerinden inci taneleri gibi ter akmağa başlamıştı. Hazreti Peygamberden o vahiy hali açılınca, gülümseyerek ilk söylediği söz şu oldu;
Ya Aişe! Allah Teâlâ Hazretlerine hamd et: Allah seni (iftira ve buhtandan) temize çıkardı.”
Sonra annem bana dedi ki, kızım kalk da Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem ’e teşekkürlerini arz et. Ben annemin bu sözüne karşı:
— Vallahi, bu hususta yüce Allah’tan başka hiç bir kimseye şükür etmem ve bu teşekkür için Hazreti Peygamberin yanına da gitmem, dedim. Allah Teâlâ: “(Aişe’ye) iftira haberini getirenler, içinizden (münafık) bir zümredir...” (Nur sûresi: ayet 11) mealindeki ayeti kerimeyi indirmişti.
Hakkımda böyle Kur’an ayetleri inince, babam Ebû Bekir evvelce fakirliği ve akrabalığı olduğu için teyze çocuğu Mıstah’a yapmakta olduğu yardımları kesmek isteyerek, mademki Mistah, kızım Aişe hakkında yapılan iftiralara katılmıştır, bundan böyle asla ona vermem diye yemin etti. Fakat bunun üzerine: “İçinizde fazilet ve servet sahibi olanlar, akrabalara, yoksullara, Allah yolunda hicret edenlere (bir şey) vermemek üzere yemin etmesinler. (Onların kusurlarını) affedip bağışlasınlar. Allah’ın sizi bağışlamasını sevmez misiniz. Allah Gafûr’dur. Rahîm’dir.” (Nûr sûresi: ayet 22) mealindeki ayeti kerime indi.
Bû ayeti kerime nazil olunca. Ebû Bekir:
— Evet, ya Rab! Vallahi senin bağışlamanı ve mağfiretini isterim, dedi ve evvelce olduğu gibi Mistah’a olan yardımını devam ettirdi.
Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem benim halimi araştırmak üzere pak zevcelerinden Zeyneb binti Cahş’a sormuştu:
“Aişe hakkında ne anladın, ondan ne gördün?” Zeyneb: — Vallahi, ben kulağımı ve gözümü, görmediğim ve işitmediğim şeyden sakındırır, korurum. Vallahi, Aişe hakkında hayır ve iffetten başka bir şey bilmiyorum, demiş.
Hazreti Peygamberin pâk zevceleri arasında Zeyneb her yönden bana rekabet eden, benimle denkleşme iddiasında olan bir kadın iken, onun sahip olduğu takva sebebiyle Allah onu bu iftiraya katılmaktan korumuştu.
Hoş bir hikâye:
Bir hıristiyanla bir Müslüman, aralarında dinler hakkında münazara ederlerken, Hıristiyan, Müslüman’a:
— Sizin, peygamberinizin zevcesi Aişe, kolyem düştü, diyerek bahane edip kafileden geri kaldı. Sonra Safvan ile Peygamberin huzuruna acaba ne yüzle geldi? demiş. Müslüman da ona şu cevabı vermiş:
— Babasız ve kocasız olarak kucağına çocuğunu (Hz. İsayı) alıp kavmine gelen Hazreti Meryem’in yüzü gibi olması tabiîdir. Siz kendi dininizde Hazreti Meryem’in beraatına inandığınız gibi, biz de Kur’an’ı Kerimin açık beyanı ile Hazreti Aişe’nin beraatına inanırız. Böyle inanmayan kimse, dinimizden değildir. Onu Müslüman saymayız.
723- Ebû Bekre (R.A.) der ki:
Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem ’in huzurunda bir kimse bir adamı övünce Hazreti Peygamber ona şöyle buyurdu:
“Yazıklar olsun sana! Arkadaşının boynunu kırdın, arkadaşının boynunu kırdın!” Bu sözü bir kaç defa tekrarladıktan sonra buyurdular
“Sizden her kim, din kardeşini mutlaka övmesi gerekiyorsa ve övgü sıfatının da onda mevcut olduğunu biliyorsa şöyle desin: Falancayı (iyi) sanıyorum; iç yüzünü Allah bilir ve ben Allah’a karşı hiç kimseyi tezkiye edemem. Ancak onun şöyle ve şöyle olduğunu sanıyorum desin. (Kesin olarak şöyledir, böyledir demesin. Çünkü hem o kimseye kibir ve gurur gelir, hem de onun sonunun ne olacağını ancak Allah bilir.)
Mütercim:
Bu hadîs-i şerife dayanarak îmam Azam ile İmam Ebû Yûsuf Hazretleri demişlerdir ki, şahidlerin gizli tezkiyesinde bir kişinin tezkiye etmesi yeter; fakat iki kimse olması daha iyidir.
Şafii ve Maliki mezheblerinde ve İmam Muhammed’e göre, şahidlikte olduğu gibi, tezkiye edenlerin de en az iki kişi olması gerekir. Açık tezkiyede ise, ittifakla şahidlerde olduğu gibi, en az iki kişi olması lazımdır.
724- Abdullah’dan (R.A.) rivayet edilmiştir:
“Bir kimse yemin edecekse, Allah’a yemin etsin; yoksa sussun, yemin, etmesin.”
Mütercim:
Hüküm sebeplerinden biri de yemin etme yahut yeminden kaçınmadır. Şöyle ki: Davacı, davasını ispat etmekten aciz kaldığı takdirde, onun isteği ile davalıya yemin teklif edilir.
Bir de, hasımlardan birine yemin verdirileceği zaman, vallahi, billahi, tallahi diye Allah’ın adına yemin verdirilir. Böyle haklarda yemin ancak hâkim in huzurunda olur. Başkasının huzurunda yeminden kaçışa itibar edilmez.
Bir kimse mahkeme dışında sözünü kuvvetlendirmek için yemin etmek isterse, yine Allah’ın adını yahut yüce sıfatını anarak yemin etmelidir. Vicdanıma yemin ederim veya güneşe ve göğe yemin ederim gibi şeylerle, gözüm kör olsun gibi sözlerle yemin etmemelidir.
Bir de, şart olsun, talak olsun, evladımın başına, evladımın hayrını görmeyeyim gibi sözlerle yemin haram değilse de mekruhtur. Yine Kâbe i Muazzama hakkı için, diyerek yemin etmek de meşru değildir. Fakat Mısır ve Hicaz’da umumi bir adet olmuş, insanların çoğu” Lâ vennebiyyi = Peygamber hakkı için öyle değildir” diyerek yemin ederler. Bir yönden Hazreti Peygambere hürmeti gerektiriyorsa da, diğer taraftan bu hadîs-i şerifle yasaklanmış olan kısma düşülmüş olunuyor.
Cenabı Hak, Kur’an ı Kerim’de; güneşe, aya, kuşluk vaktine, göğe ve yere yemin buyurmuş ise de, bu anılanların özelliklerini insanlara bildirmek hikmetine bağlıdır. Allah Teâlâ yaptığından sorumlu olmaz. Hatta bazı araştırmacı âlimler ve edibler bu kelimeleri Türkçeye tefsir ederken; Ben azimuşşan güneşi severim, ayı severim gibi yorumlarla tefsir ederler. En doğrusunu Allah bilir.13
13 Ömer Ziyaeddin Dağistâni, Zübdetü’l-Buhari, Hisar Yayınevi:451-459
Dostları ilə paylaş: |