SINIFTAN KAÇIŞ:
Türkiye’de Kapitalizmin Analizinde
Sınıf Gerçekliğinden Kaçış Üzerine*
Fuat Ercan**
I-Giriş
Sınıf olgusu, sosyal gerçeklik ile gerçekliği analiz etmeye yönelen sosyal bilimler arasında gerilimli alanlarından birini oluşturuyor. Gerçeklikle onu anlamaya ve açıklamaya çalışan teori arasındaki bu gerilim1, kapitalizme özgü sosyal ilişkiler geliştiği sürece daha da artıyor. Kapitalizmi dinamik kılan sermaye birikimi mekanizması yoğunluk kazanarak derinleşip (intensification) yaygınlaştığı (extensification) ölçüde, yaratılan zenginlikler sermaye ve servet olarak belirli ellerde toplanıyor (centralization of capital). Tüm bu gelişmelerin öznesi ve nesnesi olan farklı sosyal konumlar ise her geçen gün daha belirginleşip, daha bir biçim kazanıyor. Dünya ölçeğinde sermaye birikiminin artan belirleyiciliği değişim değerinin egemenliğini arttırdığı oranda, emeğin metalaşması dahada yoğunlaşmıştır. Dave Hill’in ifade ettiği gibi;
“Sermayenin sosyal evreninde yaşadığımız ölçüde, sınıf olgusu bizim etrafımızda, bizim içimizde (insan sermayesi olarak) ve her yerde” çelişkili bir gerçeklik olarak önemini arttırmıştır” (Hill, 2001).
Bir gerçeklik olarak sınıf olgusu önem kazanırken, sosyal teori ve analizlerde ‘sınıflara’ referans vermekten kaçınma, ya da sınıf olgusunun artık ‘analiz nesnesi’ olarak geçerliliğini yitirdiği yönündeki düşünceler sosyal bilimlerde gittikçe belirleyici olmuştur. Teorik düzlemde sınıftan kaçış, çok farklı kanallardan beslenmiştir. Fakat gerçeklik düzeyi ile teorik düzey arasındaki bu açıklığın bizzat kendisi sonuçta var olan sınıfsal konumları güçlendiren bir mekanizmaya dönüşmüştür. Sorun bu yönüyle eleştirel sosyal bilimciler için özel bir önem taşıyor.
Sınıf gerçeğinden kaçışın nesnel temelleri nelerdir? Çok değişkenli bir süreçle biçimlenen sosyal teorilerden sınıf olgusunun dışlanmasının nedenleri nelerdir? Kaçışın temel nedeni bilgi kuramsal mı, yoksa kaçış için bilgi kuramsal temelleri hazırlayan varoluşa ilişkin bir mekanizma mı var? Belirli sınıflara atfedilen politik dönüştürücü olma işlevini yerine getirememe, bu sınıfın sınıf olma özelliğini ortadan kaldırır mı?
Bu soruların cevabını arayan sosyal bilimci eğer Türkiye gerçekliğinde biçimlenen sosyal teori geleneği içinde yer alıyorsa işinin çok daha zor olduğunu belirtmemiz gerekiyor. Türkiye gerçeğini analiz ederken sınıf kavramını kullanan B.Boran işin zorluğunu şu anlamlı kelimelerle ifade etmiştir.
“Bizde oldum olası sınıf gerçeğine ve kelimesine karşı sık sık öfke, ve şiddetli suçlamalar halinde açığa vurulan bir tedirginlik duyulur” (Boran, 1975: 156).
Bu gerginlik ve öfkeden yaşamı boyunca payına düşeni fazlasıyla alan H.Kıvılcımlı:
“Sınıflı bir toplumda <> denildi mi, açık hesap görülmeyecek, <> demek istenir. Bu hürriyet değil, istibdattır” (Kıvılcımlı,1970:25).
diyerek sınıf gerçeğini inkar etmenin, özellikle Türkiye özelinde ne anlama geldiğini işaret etmiştir. Fakat diğer yandan;
“<> demekle ne sosyal sınıflar, ne de aralarındaki mücadele ortadan kalkar” (Boran,1975:157).
Türkiye’de sınıf kavramı ve gerçekliğine karşı duyulan kinin ya da gözardı etmenin tarihsel bir dizi nedeni var; ama tüm bu nedenleri sadece egemen sınıflara ve egemen sosyal analizlere bağlayamayız. Bir söyleşi de L.Althusser teoride açığa çıkan bu olumsuzlukların “İdeolojik sınıf kavgasının bir sonucu” olduğunu belirtecektir. L.Althusser’e göre böyle bir sonucun arkasında “baskı kullanan, iktidarı elinde bulunduran burjuva ideolojisi, burjuva kültürü” yatmaktadır.
“Aydınların, birkaçı dışında aralarındaki bir çok Marksistin de, kitle olarak teorilerine burjuva ideolojisi egemendir” (Althusser,1976,26).
Türkiye’de sınıf yok! burjuvazi yok! vurgularının arkasında geç kapitalistleşen ve eşitsiz gelişmenin tüm olanaklarını kullanan bir burjuva ideolojisi yatar. Bu ideoloji yaşanan gerçeklikleri açıklama ve anlamaya ilişkin analizlere oldukça farklı biçimlerde kendini gösteriyor. Türkiye’de verili koşul ve ilişkilere alternatif olarak geliştirilen eylemlilikler ve teorik çabalarda da (genellikle) sınıf merkezli analizlerin yeteri kadar geliştirilmediğini görüyoruz. Muhalif oluşumlar teorik analizlerine sınıf yönelimli bir duyarlılıkla başlasalar bile, sınıf merkezli bir analizin gereği olan aparatları ya sistematik biçimde kullanmıyorlar ya da hiç kullanmıyorlar. Türkiye gerçeğinde sınıftan kaçmanın temel nedenlerinden biri bilgi kuramsaldır. Eylemlilik ve bilme etkinliklerimiz genellikle devlet merkezli bir epistemoloji üzerinden gerçekleştiriliyor.2 Kapitalizmi tanımlayan ilişkiler ağı ve bu ağın oluşturduğu mekanizma(lar) biçimlenirken, idealize edilen ve bir dönem var olduğu düşünülen devlet, farklı işlevlere büründüğü ölçüde “iyi devlet” söylemi yani devlete karşı devlet söylemi önem kazanacaktır. Devlet temelli analiz ve yorumlamaları eleştirel yaklaşan analizlerde de yine tüm bilme etkinliği “devlete” karşı olma halleri içinde biçimlenecektir. Özellikle muhalif oluşumların analizlerinde belirleyici konumda olan ve sık sık kullanılan ‘devletçilik’, ‘kalkınma’, ‘batılılaşma’, ‘devletçilik’ veya ‘millet’ ya da ‘halkın ortak çıkarları’ gibi kavramlar devlete referansla gerçekleştirildiği ölçüde “sınıfsal gerçeklik” göz ardı edilmiştir. Diğer bir deyişle devlet merkezli bilgi kuramının ürünü olan bu kavramlar, sınıf kavramının yerini almışlardır. Oysa bu kavramların her biri sınıfsal bir içeriğe sahiptir. Örnek olarak “batılılaşma” isteği başından itibaren kapitalizmi tanımlayan mekanizma ve işleyişlerin hızlanmasına neden olmuştur. H.Kıvılcımlı açık bir şekilde durumu işaret etmiştir;
“Batılılaşmak; bir ülkede kapitalizmi kurmaktır. Nitekim Türkiye’de de şimdiye dek yapılmış bütün Batılılaşmak işlemleri, Kapitalistleşmek’ten başka sonuç vermemiştir. Vermezdi de” (Kıvılcımlı, 1970:43).
B.Boran aynı şekilde devletçilik kavramını da sınıfsal bir çerçevede tanımlama yoluna gitmiştir.
“Bütün az gelişmiş ülkelerde iktisadi devletçilik politikası, devlet yatırımları ve ekonomide bir devlet sektörünün oluşması objektif şartların bir zorunluluğu olarak doğuyor gelişiyor. Bunun için sorun , karma ekonomi olsun mu, olmasın mı sorunu değildir. ….. Sorun devletçilik politikası ve devlet sektörü burjuvazinin denetim ve hizmetinde mi olacaktır, yani devlet eliyle bir özel sermaye ve özel teşebbüs sınıfı geliştirilecek midir, yoksa bu yapılmaayıp, söz konusupolitikave sektör işçi, emekçi kitlelerin politik denetiminde ve hizmetinde mi olacaktır?” (Boran,1975:109).
B.Boran kendisine “Her ikisinin de değil, milletin denetim ve hizmetinde olacaktır” cevabı verileceğini, ama bunun gerçek bir cevap değil kaçamak olduğunu işaret etmiştir. Borana göre bu bir kaçamaktır. ‘Halk’ ya da ‘millet’ kavramları özünde sınıfları dışlamaz, “çünkü millet topluluğunun iç yapısı sosyal sınıf ve tabakalardan oluşur” (Boran, 1975:109).
Türkiye’de yaşanan süreci anlama ve açıklama için sıkça kullanılan bir diğer kavram ise ‘kalkınma’ kavramı olmuştur. Kadro hareketinden Yön’e, iktisadi devletçiliği savunan A.Hamdi Başar’dan liberal Ahmet Ağaoğlu’na , dünya ekonomisi ile bütünleşmeyi amaçlayan ve bu amaç doğrultusunda bir dizi dönüşüme ön ayak olan T.Özal’ın Anavatan Partisi’ne; ve dahası islami ideolojiden beslenen ve iktidara gelen Adalet ve Kalkınma Partisi’ne, kalkınma kavramı sürekli olarak temel amaç olarak tanımlanmıştır. Son yıllarda egemen olan muhalif söylemlere baktığımızda, kalkınmacı bir eğilimin belirleyici olduğu görülmektedir. Tüm bu oluşumlarda kalkınma olgusu fetişleştiriliyor.3 Kalkınma kavramı tüm bu analizlerde, bazen devlet tarafından zenginlik yaratma ve girişimci sınıf oluşumuna olanak sağlama anlamına gelirken, bazen de kapitalizme içkin olan sınıfsal çatışmaları önleyecek bir olgu olarak anlaşılmış, bazen de tüm olumsuzlukların temel nedeni olan emperyalizmle bağlantıları koparma olarak tanımlanmıştır. Tüm bu açıklamalarda ‘kalkınma’ özellikle zenginlik yaratmaya atfen kullanılmıştır. Oysa kalkınma sadece zenginlik yaratma ve zenginliğin artışı değildir, nicel bir olgu olarak zenginlik artışının olması için üretim güçlerinin geliştirilmesi gerekir. Üretim güçlerinin geliştirilmesi denildiğine ise kullanılacak işgücünün miktar ve niteliği ile üretim araçlarının gelişkinliği (teknolojik gelişme) sorunlarıyla karşılaşırız. Zenginlik ya da refah için kullanım ve değişim değeri üretimi, bu anlamda işgücü ile üretim araçları arasında bir dizi ilişkinin varlığını işaret eder. Diğer yandan bu ilişki de kullanılacak işgücü ile teknolojinin uygun bileşimi önem kazandığı oranda, bu bileşime kimin karar vereceği sorunu gündeme gelecek ve karar alma sürecinde üretim araçlarının mülkiyeti belirleyici olacaktır. Üretilen zenginliğin bölüşümü de bir dizi sınıfsal konumun varlığını gerektirecektir. Bu anlamda kalkınma süreci ya da kalkınma stratejileri, üretim ve bölüşüm ilişkilerini gündeme getirdiği ölçüde sınıfsal bir gerçekliği işaret edecektir (Tüm İktisatçılar Birliği, 1978:54).
Diğer yandan kalkınma kavramı genellikle dünya kapitalist sisteminden bağımsızlık kazanmayı sağlayacak bir olgu olarak ele alınıp, analiz edilmiştir. Genellikle bütüncülleştirilmiş makro verilerle yapılan çözümlemelerde üretim miktarındaki artış, yaşam seviyesindeki gelişme, tassaruf oranları, ithalat ya da ihracat oranlarındaki artış vb., bir ekonominin (ülkenin) diğer ekonomiler (yani ülkeler) karşısındaki konumunu ifade ettiği ölçüde kalkınma kavramı bir karşılaştırma aracı olmuştur. Kalkınma olgusu bu anlamda dünya sisteminde verili olanakların ya da fırsatların değerlendirmesine atfen kullanılmıştır. Dünya ekonomisindeki olanakları kullanılması yönündeki kalkınmacı çözümlemede “sınıflar değil ülkeler birim olarak” ele alınır. Oysa kalkınma ya da gelişme için bir fırsat ya da olanağın kullanılması dendiğinde, ya da bu yönde bir stratejiden bahsedildiğinde;
“ (…) nesnel konumu bakımından ‘gelişme’yi amaçlayan sınıf ya da sınıflar açısından değerlendirilmesi” gerekir uyarısı bu anlamda önem kazanıyor (Gülalp, 1987: 96-97).
Sermayenin toplam sosyal döngüsünün artık dünya ölçeğinde cereyan ettiği ve bireysel sermayelerin bu dinamiklerle eklemlenmek istediği/zorlandığı bir dönemde, kalkınma olgusunun ülkeler arası çelişkilere atfen kullanılması önemli ölçüde geçerliliğini yitirmiştir. Sermayenin dünya ölçeğinde egemenliğini tesis ettiği, sermayeler arası rekabet ve ilişkilerin iç içe geçen ağlar biçiminde organize olduğu ve değerin açığa çıktığı parasal biçimler (ücret, faiz, kar) arası çelişkilerin iyice yoğunlaştığı bir aşamada, ülke ekonomisinin makro performansı ile bireysel sermayelerin performansının, birbirini içeren gerçeklikler olmadığını belirtmemiz gerekiyor.4 Ülke ekonomisi çok kötü bir performans gösterdiği dönemlerde, az sayıda bireysel sermaye sahibi çok iyi bir performans gösterebilir. Genellikle de böyle oluyor. Sadece az sayıda büyük sermaye için değil, (sermayelerin dünya ölçeğinde işleyen sürece eklemlenme tarzına bağlı olarak) çok sayıda küçük ölçekli işletmenin olumlu gelişim eğilimi göstermesine rağmen, ekonomi kötü bir performans gösterebilir. Tüm bu vurgulardan hareketle “kalkınma” kavramının sınıf gerçekliğini gizlemesinin ötesinde, son yıllarda gerçekleşen önemli dönüşümleri anlamamızı da önleyen bir araç olduğunu söyleyebiliriz.
Sosyal teoriden sınıf kavramının kovulmasının tarihi -yukarıda da işaret ettiğimiz gibi- Türkiye’de çok eskilere dayanıyor. Ama Türkiye’deki sınıftan kaçış halleri devamlı olarak uluslararası düzeyde biçimlenen sosyal teorilerden beslenmiştir. Sınıftan kaçış 1980’li yıllarda dünya ölçeğinde daha bir güçlemiş ve çeşitlenmiştir. Bu süreçten Türkiye’de epeyce nasiplenmiştir. ‘Sınıf’ın ya da sınıf kavramının öldüğü, işçi sınıfına elveda dendiği, değerin artık ‘emek’ değil ‘bilgi’ tarafından yaratıldığı, sorunun kapitalist sömürü değil de çalışmanın ortadan kaldırılması olduğu yönündeki açıklamalar, teorik düzlemde sınıf kavramından daha bir uzaklaşılmasına neden olmuştur. Oysa toplumsal gerçekliği analiz ederken, sınıf kavramı hem analiz hem de politik pratik bakımdan özel bir anlam taşıyor. K.Boratav’ın bu yöndeki uyarısı çok anlamlı:
“Nasıl ki doğum, ergenlik, yaşlılık ve ölüm; hastalık ve sağlık hallerindeki insan vücudunu incelemenin ilk koşulu, insan anotomisini kavramaktır; aynı şekilde tutarlı ve berrak bir sınıf anotomisinden hareket etmeden toplumsal sınıfların dinamiklerini ve oluşumunu incelemeye kalkışmak da verimsiz bir çaba olacaktır (Boratav, 1990:62).
Çalışmamız da sınıf gerçekliğinin teorik düzlemden nasıl uzak tutulduğu, hangi araç ve argümanlarla toplumsal ilişkilere içkin olan bu gerçekliğin değerinin azaltıldığı ya da önemsenmediğini açığa çıkarmaya çalışacağız.5 Bu haliyle çalışma birbiriyle ilişkili iki düzeyin eşzamanlı olarak ele alınması şeklinde gerçekleşecek. Bir yandan teorik düzeyde sınıftan kaçış halleri ele alınırken, diğer yandan bu kaçış hallerinin Türkiye’de aldığı biçimlerinin kısa bir dökümü yapılacak.
II-Sınıftan Kaçış Halleri
a-Yapısal çelişkiden nicel konum ve farklılıklara
Gerçekliği anlama ve açıklamaya yönelen sosyal bilimlerde veya gerçekliği muhafaza etme yahut dönüştürmeye yönelik eylemliliklerde “sınıf” kavramından uzak durulmasının birbiriyle ilişkili bir çok nedeni vardır. Sınıf kavramının sosyal analizlerden uzak tutulması ya da gereksizliğinin önemli kaynaklarından biri sosyal bilimcilerin ‘sınıf’ kavramının artık sağlıklı bir analiz nesnesi olmadığı yönündeki vurguları olmuştur. Robert Nisbet’in 1958 yılında Amerika Sosyoloji Derneği’ne yaptığı konuşma bu doğrultuda yapılacak çalışmalara önemli bir referans oluşturmuştur.
“[S]osyal sınıf kavramı tarihsel sosyoloji (özellikle karşılaştırma yapma ya da folklorik özelliklerin analizi) için yararlı olabilir, ama bu kavram Amerika ve Batı toplumlarında zenginliğin, gücün ve sosyal statünün açıklanması için neredeyse yararsız bir kavrama dönüşmüştür” (Nisbet,1959:11).
Nisbet’in sınıf kavramının yararsız olduğu yönündeki açıklamasına baktığımızda, ‘refah’, ‘zenginlik’ ve ‘sosyal statü’ kavramlarına atfen kavramın yetersiz bulunduğunu görüyoruz. Birbiriyle ilişkili olan bu kavramların seçmede bilgi-kuramsal bir tercihin olduğunu belirtmemiz gerekiyor. Refah, statü ve zenginlik ya bireylerin kendilerine atfettikleri değerler, ya da bireyler arasındaki görece farklılıklar, yani piyasada sahip oldukları ya da olmadıklarına referansla belirlenen değişkenlerdir. Subjektif ontoloji ve ampirisist metodoloji ile istatistik tekniklerinin kullanılması ile elde edilen konumlar, aslında belirli durumları ifade ediyor. Farklılıklar belirli durumlar olarak tanımlandığı ölçüde, insanlar farklı kutulara yerleştiriliyor (Rikkowski, 2001).
“Çoğu zaman, bu farklılaşma belli bir sıralamayı, hiyerarşiyi de içerebilir. Gelir veya servet düzeyi, statü farklılıkları, siyasi iktidara yakınlık-uzaklık durumu bu anlayışa göre tanımlanan sınıf veya tabakaların yerlerini belirler” (Boratav,1991:8).
Bu tarz analizlerde (bilgi-kuramsal olarak) sosyal gerçekliğin bilgisine ulaşmak için olgular arası (aktörler-sınıflar) ilişkilere bakılmaz. A priori olarak kabul edilen belirli bir yapısal gerçeklikteki konumlara bakılır. E.M.Wood’un ifadesi ile bu jeolojik modelde farklılıklar içeren konumlar; ekonomik kriterler (örnek olarak gelir ya da meslek) hiyerarşik yapıda yer alan birer tabaka olarak analiz edilir (Wood, 1995,76). Toplumsal gerçeklikte açığa çıkan farklılıklara ‘sahip olunan bireysel donanımlar’ açısından yaklaşma, sosyal konumları üretim alanına ait bir gerçeklik olmaktan çıkarır. Analizlerde böylece dolaşım alanı önem kazanır. Bu tarz yaklaşımın bir dizi sonucu olacaktır.
İlk sonuç metodolojiktir. Sosyal gerçeklik istatistiki veriler doğrultusunda sınıflandırmaya tabii tutularak açıklanacaktır. K.Boratav’ın işaret ettiği gibi;
“Bu yaklaşımı en iyi yansıtan şema, bir ‘kişisel’ gelir dağılımı tablosunun en düşük gelirliden en yükseğe göre sıralanması sonunda oluşan % 20’lik ‘gelir grupları’dır. Bu ‘gruplar’ın her birinin içinde çok farklı toplumsal ve iktisadi özellikler taşıyan bireyler yer alır; ancak her grup -gelir düzeyi itibariyle kesin bir biçimde tanımlanabilmiştir ve grupların tümü nicel analize imkan verecek bir yapıda sunulabilmektedir”(Boratav,1991:8).
Günlük ilişkiler ve ilişkiler arası bağlantıların açığa çıkarılması için istatistiksel analizler oldukça önemli olmakla birlikte, elde edilen sonuçlar, gerçekliği sadece betimlemekle sınırlı kalacaktır. ‘Betimsel bilgi’ gerçekliğin sadece bir boyutuna işaret eder, bu boyut gerçekliğin kendisi olarak aktarıldığında ise gerçekliği anlamamızın önündeki temel engel haline gelir. Betimsel düzeyde gerçekleştirilen analizler, örnek olarak insanların ‘zengin’ ve ‘yoksul’ gibi kirli kavramlar ile sınıflandırılması, bir dizi hataya neden olacaktır. N.I Buharin bu yöndeki analizlerin sadece çok basit değil, ama aynı zamanda ebleh olduğunu vurgulamıştır (Buharin, 1921).
Toplumsal konumları gelir dağılımı analizleri ile tesbit etmenin bir başka açmazı, bu tarz analizlerin statik ya da karşılaştırmalı statik olmasıdır. Belirli bir zaman diliminde gelir dağılımı hakkında bilgi sahibi olmak anlamlı olmakla birlikte, yine de tek başına yeterli olmayacaktır. Sınıfların (ya da sınıf içi grupların) dolaşım sürecindeki değişen konumları, kapitalist toplumda sermaye birikiminin tarihsel olarak ulaştığı aşamalara bağlı olarak değişecektir. Sermayenin toplam döngüsü içinde, ticari sermayenin egemen olduğu erken dönem kapitalist toplumlarla, üretken sermayenin belirleyici olduğu ilerlemiş kapitalist toplumlarda bölüşüm ilişkileri farklılık arz edecektir. Dolaşım aşaması ya da dolaşım aşamasının bileşenleri olan bölüşüm ve tüketim ilişkilerinden hareketle yapılacak analizlerde, nicelik öne çıktığı ölçüde kapitalizmin yapısal /toplumsal özellikleri göz ardı edilecektir. Oysa kapitalist bir toplumda nesnel konumları farklı olanların farklılığı, çelişkili yapısal bir dizi konumları işaret eder. Bu konumlar sadece dolaşım aşamasına özgü olmadığı gibi, sadece üretim aşamasına da bağlı değildir. Üretim ve dolaşımın eşzamanlı belirlemeleri ile açığa çıkan farklılıklar, sadece belirli bir ana ait bir olgu olarak ele alınamaz. Mülkiyet ilişkileri, özellikle üretim araçlarının mülkiyetine sahip olma-olmama, sosyal ilişkilerin genel çerçevesini belirleyen önemli bir ilişki/mekanizmadır. Bu mekanizma ise kapitalist sermaye birikiminin her aşamasında kendi içinde farklılıklara yol açar. Örnek olarak aşırı sermaye birikiminin yaşandığı dönemlerde, yaratılan değer üzerinde söz sahibi olma güdüsünün sermaye içi ilişkilerin daha çelişkili bir hal almasına neden olacaktır. Bölüşüm temelli analizler, gelirin farklı sınıflar arasındaki dağılımı hakkında sağlıklı bilgiler vermesine rağmen, bölüşüm ilişkilerinin analizi sermayenin genel eğilimleri üzerinden yapılmadığı takdirde, sınıfların donmuş belirli konumlar olarak algılanmasına neden olacaktır. Oysa, sermaye birikim mekanizması bir dizi dinamik sosyal ilişki/çelişkilerce oluşturulur, sermaye birikimi aynı zamanda yeni sosyal ilişki birikimi ve daha önemlisi çelişkileri derinleştirecek “eşitsiz güç birikimi” anlamına gelir. Bölüşüm ilişkileri ya da tüketim ilişkileri dolayımında karşılaştırmalı statik analizlerinin yapılması, çelişkilerin tarihsel varoluş süreçlerini göz ardı edilmesine neden olur. Halbuki içinde bulunulan süreç, aslında toplam sosyal sermaye birikiminin genel döngüsünün kendi içinde işlevsel uzuvlarının oluşum sürecidir. Bu sürecin oluşumunun temel kaynağı yaratılan değere sermaye tarafından el konulmasıdır. Yaratılan zenginlik, aynı zamanda yeni zenginlik yaratılması koşullarını yaratacak yada hızlandıracaktır. Bu birikimli süreç, kapitalizme içkin olan mekanizmaların oluşumuna olanak sağlar. Öte yandan oluşum halindeki bu mekanizmalar aynı zamanda “sınıfların” biçimlenmesine neden olacaktır. Sınıfsal konumlar bu anlamda farklılıkları içerir, ama bu farklılıklar yapısal sınıfsal-çelişkilerce biçimlenir. Bölüşüm ve tüketim dolayımında gerçekleştirilen ampirik çalışmalarda fetişleştirilmiş fiyat davranışları gerçekliğe indirgendiği ölçüde, dolaşım alanı ile üretim alanı birbirinden ayrı gerçeklikler olarak tanımlanacaktır. Böyle bir analiz, değerin yaratıldığı üretim alanı ve bu alanın harekete geçiriciliği ile biçimlenen mekanizmanın bütünsel devinimlerini göz ardı etttiği ölçüde, sınıfsal konum/çelişkiler anlaşılamaz. Yapısal çelişkiler olarak sınıflardan hareket etmek, sadece gerçekliği tanımlayan mekanizmayı anlamamız için gerekli olmayacak, fakat diğer yandan verili ilişkiler setine içkin olan sömürü temelli eşitsizliklere işaret edilmesine de olanak sağlayacaktır.
Yapısal çelişkileri sadece farklılıklara indirgemek, kapitalizmin toplumsal ilişkiler sistemi olarak gelişmesinin henüz başlangıç dönemlerinde önemli analiz hatalarının yapılmasına neden olacaktır. Sistemi tanımlayan mekanizmaların gelişiminin ilk aşamalarında, nicelik yönelimli bu tarz analizler, örtük olarak sınıfların olmadığı yönünde bir bakış tarzını içerir. Türkiye’nin 1930’lu yıllarına ilişkin değerlendirmelerde, ama özellikle bu dönemi bizzat yaşayanların tasvirlerinde bu tür tanımlamaları açık bir şekilde görüyoruz. Mustafa Kemal ünlü Balıkesir söylevinde döneme egemen olan ama daha sonraki yılların Türkiyesi için de sıkça kullanılacak bir yönelimi şu biçimde ifade etmiştir:
“Kaç milyonerimiz var? Hiç. Binaenaleyh biraz parası olanlara da düşman olacak değiliz. Bilakis memleketimizde bir çok milyonerlerin, hatta milyarderlerin yetişmesini sağlayacağız” (aktaran Tekeli ve Şaylan, 1978:73).6
Gerçeklik, nicel değişkenler yani zenginlik-yoksulluk kavramlarından hareketle, ifade edilince, yoksulluğun belirleyici olduğu bir toplumda ‘sınıfların’ henüz gelişmediği vurgusu öne çıkar. Sınıfların henüz yeteri kadar gelişmediği bir aşamada ise, devlete özel bir önem atfedilmiş olur. Devletin zengin yaratması, öncelikle devletçilik, halkçılık ve kalkınma hamlesini gerçekleştirmesinin gerekliliği çerçevesinde biçimlenen tartışmaların yapılmasına zemin hazırlar. Sınıfların oluşumu için gerekli ortamın hazırlanması (Ahmet Hamdi Başar’ın İktisadi Devletçiliği) ya da çok tehlikeli kabul edilen sınıfların gelişimini önleyerek “sınıfsız tezatsız, imtiyazsız kaynaşmış bir toplum” yaratılması, (Kadro hareketi) devletin “ferdi hürriyeti” sağlayacak, özellikle ferdin mülkiyet haklarını koruyacak bir ortam hazırlaması (Ahmet Ağaoğlu) gerekir yönünde görüşlere yol açmıştır.7
b-Nicel analizlerden yoksulluk söylemine
Analiz donanım ya da varlıkların paylaşımında sahip olunan ve olunmayanlar üzerinden gerçekleştirildiğinde, temel sorunsal eşitlik/eşitsizlik oluyor. Nicel değişkenler ve dolaşım alanından hareketle yapılan analizler kapitalizmin dünya ölçeğinde etkili olduğu son yıllarda “yoksulluk” söylemi dolayında daha bir belirleyicilik kazanmıştır. Egemen bir söyleme dönüşen “yoksulluk”, gerçekliğin yapısal özelliklerini dolayısıyla sınıfsal konumları göz ardı edilmesine neden olacak bir içeriğe sahiptir. Fikret Şenses yoksullukla ilgili çalışmasında bu durumu açık bir şekilde ifade emiştir;
“[Ü]lkeler içinde de sınıf çatışmasını vurgulayan ve siyaseten duyarlı bir konu olan gelir dağılımı konusu göz ardı edilebiliyor: dikkatleri en az örgütlü kesim üzerine çekilerek, işgücü piyasasında ve genel olarak sosyal politika da da serbest piyasa koşulları yönelimi sağlanabiliyor” (Şenses, 2002,53).
Dostları ilə paylaş: |