BÖLÜM III. 1905 RUS DEVRİMİ İLE 1908 JÖN TÜRK DEVRİMİ’NİN
KARŞILAŞTIRMASI
Rusya ile Osmanlı İmparatorluklarında üç yıl gibi oldukça kısa aralıklı olarak
gerçekleşen 1905 ve 1908 devrimleri, burjuva-demokratik nitelikleriyle hakim siyasal yapının
dönüşümünde oldukça önemli bir safhaya denk gelirler. Geleneksel yönetim sistemlerinin bir
çok benzerlikler gösterdiği bu iki imparatorluk, devasa topraklar üzerinde, güçlü merkezi
yönetim mekanizmaları kurmuşlardı. Toplumun egemen sınıflarını sürekli denetime tabi
tutarak merkezi otoriteye rakip güçlerin oluşumunu engelleme çabası her iki imparatorluğun
modernleşme sürecinde derin izler bırakmıştır. Modernleşme ereği çerçevesinde merkezi
otoritenin lider rolü oynayacağı ve hakim iktidarın yönetim erkini tekeli altında tutacağı bir
modele meyleden her iki devlet, tüm süreci baştan sona denetimleri altında tutmaya
çalışmıştır. Böyle bir modelin seçilmesinde, dayandıkları toplumsal sınıfların modernleşmeyi
sürükleyecek yetenekte olmamasının rolü büyüktür. Ancak bu sınıfların güçsüzlüğünün bir
nedeni de iktidarın, herhangi bir sınıfın öne çıkarak kendisine rakip bir konuma gelmesini
engelleyici mekanizmalarıdır. Rus ve Osmanlı devletlerinin modernleşme çabaları, yukarıdan
aydın bir zümrenin sürüklediği modernleşme hareketi niteliğindedir.Ancak toplumun belli bir
sosyo-ekonomik gelişmişlik ve siyasal bilinçlenme safhasına gelmesiyle, bu zümrenin
otoritesine karşı muhalefet hareketleri ortaya çıkmıştır. Modernleşme serüvenine 17.yüzyılda,
Osmanlı Devleti’ne göre bir yüzyıl erken başlayan Rus Çarlığı, sosyo-ekonomik bazda çok
daha uzun bir yol katetmişti. Bu yüzden 1905’teki devrimci savaşım, Osmanlı Devleti’nde
meydana gelen 1908 Devrimi’ndekine oranla çok daha ciddi kitlesel boyutlara ulaşmıştı.
Kapitalist dünya ekonomisiyle yarı-sömürge koşullarında bütünleşen Osmanlı İmparatorluğu,
bu handikapından dolayı sosyo-ekonomik düzeyde büyük ilerlemeler kaydedememiştir.
Kitlelerin geleneksel yaşam biçimlerinin yeterince dönüşemediği bu ülkede, modernleşmeyi
sağlam ve süreklilik arz eden şekilde yapılandırmak amacıyla yönetici sınıfa mensup
aydınlanmış bir grup, II.Abdülhamit’in otokrat yapıya bürünen rejimini yıkmak için devrimci
hareketi sürüklemiştir.
3.1. Rusya ve Osmanlı İmparatorluklarının Geleneksel Yönetim
Yapılarının Karşılaştırması
Rus Çarlığı ve Osmanlı İmparatorluğu, her ikisi de Asya ve Avrupa kıtalarının geçiş
sahaları üzerinde kurulmuş, devasa büyüklükte topraklara hükmeden, çok uluslu
imparatorluklardı. Oldukça sert ve elverişsiz iklim şartlarının hüküm sürdüğü ve sıcak
denizlere çıkışı olmayan topraklar üzerinde kurulan Rus Çarlığı’nın bu olumsuzluğu yenmek
için sürdürdüğü mücadele, ülke tarihinin en öne çıkan olgularından biridir. Büyük Petro’nun
saltanat döneminden itibaren, ticaretin yoğunlaştığı Akdeniz ve Baltık denizlerinde hakimiyet
kurma çabası, Rusya için tarihsel bir misyon olmuştur. Bu çerçevede, Osmanlı Devleti’nin
gücünü kırmak amacıyla 18. ve 19.yüzyılarda sayısız savaş ve çekişmelere yol açarak oldukça
agrasif bir politika güdüldü. Osmanlı İmparatorluğu ise Rusya’nın tersine ılıman ve sıcak
iklim kuşağı üzerindeki topraklar üzerinde yayılırken, Karadeniz’de tam bir hakimiyet
kurmuş, Akdeniz’de ise Balkanlar ve Kuzey Afrika bölgelerini elinde tutarak büyük bir
hakimiyet sahasına sahip olmuştu. Osmanlı İmparatorluğu 14.yüzyıldan başlayarak
16.yüzyılın ortalarına dek az çok kesintisiz bir coğrafi genişleme süreci geçirmiş ancak
sonrasında sürekli güç kaybederek, 19.yüzyılda özellikle yoğunlaşan, toprak kayıplarına
maruz kalmıştır. Komşu Rusya Devleti ise tam aksine Büyük Petro’nun başa geçmesiyle
17.yüzyılın sonlarından itibaren altın çağına girmiş ve genişlemesinin yolundaki en büyük
engellerden biri olan Osmanlı İmparatorluğu’nun bütünlüğünü tehdit eden en önemli dış
mihrak olmuştur. Devasa insan ve doğal kaynaklarıyla Avrupa’yı tehdit eden bu genişleme
potansiyeli karşısında Büyük Devletlerin ittifakı, Osmanlı’nın yaşama sebeplerinden biri
olmuştur.
Coğrafi olarak birbirlerine yakın konumlanan Osmanlı ve Rus imparatorlukları benzer
uygarlıkların nüfuz sahalarında gelişimlerini sürdürmüşler ve kendi sistemlerini oluştururken
bunlardan büyük ölçüde etkilenmişlerdir. Bizans İmparatorluğu ve uygarlığı hem Ruslar hem
de Osmanlılar için büyük bir ilham kaynağı olmuştur. 10.yüzyılda Hristiyanlığın Bizans
versiyonu olan Ortodoksluğu kabul ederek bu kültürün nüfuz sahasına giren Ruslar, Batı
Katolik dünyasından kısmen izole şekilde kendi yönetim geleneklerini oluşturdular. Ortaçağ
Katolik dünyasındaki hükümdar-kilise çekişmesini, Rusya’da görülmemesinin başlıca
sebeplerinden biri de Ruslar’ın Bizans yönetim geleneklerinden etkilenerek kiliseyi iktidara
hizmet eder bir yapıda kurgulamış olmalarıdır. Ruslar böylece bu kurumun iktidar yönünde
istemlerinin oluşmasını sağlayacak güce kavuşmasına ket vurmayı başarmışlardır. Osmanlılar
ise 11.yüzyıldan itibaren Orta Asya’dan yoğun göçlerle Bizans topraklarına yerleşen Türk
aşiretlerinden sadece biriydi. Osmanlı Devleti kuruluşundan itibaren sürekli olarak Bizans
aleyhine genişlemiş ve 1453 yılında İstanbul’u ele geçirerek bu köklü imparatorluğun sonunu
getirmiştir. Özellikle İstanbul’un alınıp, başkent yapılmasından itibaren Osmanlılar, bu
uygarlığın bir çok öğesini kendi sistemlerine eklemlemişlerdir. İstanbul’da yaşayan geniş
Rum nüfusu, devlet içinde önemli mevkilere gelerek Bizans uygarlığının mirasını yeni
iktidara da aktarmışlardır.
Bizans’ın yanısıra Orta Asya yönetim geleneklerinin etkileri de hem Rus hem de
Osmanlı devlet yapılarının önemli unsurları olarak kendilerini hissettirmişlerdir. Kökenleri
Orta Asya’ya dayanan Osmanlılar, kendi sistemlerini oluştururken, tarihsel öncüleri olan
Selçuklu devletinin yönetim metodlarını büyük ölçüde kopyaladılar. Orta Asyalı göçebe
kavimlerinin fetihçi siyasetini aynen devralarak, askeri unsurun belirleyici olduğu bir siyasal
ve sosyo-ekonomik yapıyı vücuda getirdiler. Bir fetih makinesi görünümünü arz eden
Osmanlı siyasal ve toplumsal sisteminin sade, gösterişsiz ve tamamen işlevsel nitelikli bir
yapı olarak ortaya çıkmasında Orta Asya geleneklerinin etkisi belirleyici olmuştur. Rus
Devleti ise 12.yüzyılda yoğunlaşmaya başlayan Batı’yla olan ilişkilerinde, aynı yüzyılda
gerçekleşen Moğol-Tatar isyanından dolayı kopma yaşadı. Bu Orta Asya topluluklarının
boyunduruğu altına giren Rus knezleri, 14.yüzyılın ortalarında yeni bir istila dalgası yaşadı.
Türk kökenli efsanevi fatih Timurleng’in kuzeyde Rusya’daki Altınordu devletinden
Akdeniz’e kadar genişleyen Semerkant merkezli imparatorluğunu kurmak için giriştiği,
1360’lardan itibaren tam kırk yıl süren büyük fetih hareketi Ruslar kadar Osmanlılar’ı da
derinden etkiledi. Timurleng, Anadolu’da Ankara Savaşı’ndaki zaferinin ertesinde Anadolu
birliğini kurmuş olan Osmanlı Devleti’ni bir varolma mücadelesine sürükledi ve o zamana
dek istikrarlı süren Osmanlı genişleme sürecini sekteye uğrattı. Ancak Anadolu Beyliklerine
tekrar hayat aşılayıp, bölgeyi vergiye bağlamakla yetinildi ve buradaki hakim ilişkilerde
kalıcı bir etki bırakılmadı. Bu topraklarda bütünlüğü sağlayacak en etkili mekanizmayı
kurabilen Osmanlı devleti, kısa süreli çözülme dönemini atlatarak gelişme çizgisini sürdürdü.
Rusya örneğinde ise Timurleng’in bölgedeki hakim Tatar yönetimini Kırım ve Kazan
Hanlıkları olarak ikiye bölmesi, Tatar birliğini çökerterek hakimiyetlerinin zayıflamasına yol
açtı. Bu güç kaybı Ruslar’ın bağımsızlıkları ve kendi devletleri altında bütünleşebilmelerinin
yolunu açtı. Tatar yönetimi altında diğer knezliklerin önüne geçen Moskova Knezliği,
15.yüzyılda fetihçilerin hakimiyetinin son bulmasını takiben, kendi bağımsız yönetim
geleneklerini oluştururken Tatar yönetim metodlarından fazlasıyla etkilendi, hatta bir nevi
taklit etti. Rus otokrasisinin güç tekeline dayanan niteliği ve bunu kurmak için terör
yöntemine meyletmesi, büyük ölçüde Tatar mirasının etkisinden ileri gelmekteydi.
Osmanlı ve Rus yönetim geleneklerinin analizi doğrultusunda en öne çıkan
noktalardan biri “Asyatik Despotizm” kavramının sıkça vurgulanmış olmasıdır. Batı’dan
bakıldığında hem Rusya hem de Osmanlı İmparatorlukları, hükümdarların kuralsız
yönetimleri altında ezilen ve her başkaldırılarının ardından iktidarın demir yumruğuna maruz
kalan halkların yaşadığı ülkeler olarak görülmüştür. Ortaçağ Batı Avrupa’sının genel
karakterini veren feodalite sistemi ve akabinde gelişen sınıf-iktidar ilişkileri Rusya ve
Osmanlı’da oldukça farklı şekilde gelişmiştir. Öncelikle Batı Avrupa’daki hükümdarların,
büyük toprakları denetimlerinde tutan aristokrat sınıfla, birbirlerinin hükümranlık ve eylem
sahalarını ritüel halinde karşılıklı verilen sözlerle ayırmış oldukları bir iktidar bölüşmesi
feodalite sisteminin en öne çıkan unsurlarından biridir. İktidara tekelci bir çerçeveden
yaklaşan Rus ve Osmanlı hanedanları, toplumsal sınıfların kendi yönetimleri altında
alternatif güçler olarak sivrilmelerini sistematik şekilde engellemişlerdir. Rusya örneğine
bakıldığında aristokrat-serf geleneğine dayanan güçlü bir feodal sistem, hakim toplumsal
ilişkilerde en öne çıkan unsurdur. 15.yüzyılda güçlenen Moskova Knezliği, Tatarların
hakimiyet döneminden de fazlasıyla etkilenerek, hükümdarın keyfiyetine dayalı ve devletin
toplum üzerinde aşırı denetim uyguladığı bir yönetim yapısı oluşturmuştur. Komşu Rus şehir
devletlerini yutarak genişleyen Knezlik, güçlü bir merkezi sistem yaratma yolunda varolan
aristokrat sınıf, bayarların nüfuzunu kırarak toplumsal unsurları devlete hizmet eden bir
mantık içinde tasnif etmiştir. 15.yüzyılın ikinci yarısında saltanat süren IV. İvan’ın terör
halinde gelişen bayarlara başeğdirme mücadelesinde, devletin topluma bu şekilde
yaklaşımını, kazanan taraf olması itibariyle kökleştirmiştir. Rus Çarlığı, yönetimi altında
tuttuğu egemen sınıfların zayıflıklarını ve ekonomik girişimlerinde devlete bağımlı
konumlarını kullanarak sistemini inşa etmiştir.
Osmanlı İmparatorluğu, Batı Avrupa’yla karşılaştırıldığında oldukça farklı bir
eksende kendi sistemini kurdu. Bizans toprakları üzerinde genişlerken, buralarda söz konusu
olan feodal ilişkilerin gelişimine ket vurulmudu. Osmanlılar başlangıçta tanımak zorunda
kaldıkları feodal hak ve yükümlülükleri zamanla askeri bir düzen çerçevesinde kendi
sistemleri ile bütünleştirmeye çalışmışlardır. Bu eğilim, merkezi iktidarın kurulmasında
16.yüzyılın sonlarına dek, “miri arazi” rejiminin genişletilmesi ve askeri yükümlülükleri
olmayan bir çok mülk ve vakıfların tımar sistemi içine alınmasıyla gerçekleşmiştir322.
Kuruluş döneminde özerk Türk beylerinin işbirliğine dayanan toplumsal ve askeri oluşumun
tepesinde oturan Osmanlı hanedanı, yönetimde tekelci bir eğilim sergilemekten çok bu özerk
aşiretler arasında koordineyi sağlamaya yönelmiştir. Bu haliyle Osmanlı yönetim çemberi bir
fetih anında, içinde barındırdığı tüm toplumsal unsurları bu yöne seferber eden bir
mekanizmanın kontrol kulesi işlevini görmekteydi. Ancak en başından beri merkeziyetçi
eğilimleri devlet, askeri ve idari yapısını sağlamlaştırdıktan sonra bu özerk unsurlar üzerinde
tam denetim kurmaya yönelmiştir. Bu özerk Türk aristokrat sınıfı, devşirme sınıflarının
yükselişi ile dengelemeye çalışan devlet, varlıklı sınıfların içinde sivrilmeye yüz tutanlara
karşı müsadere silahını kullanmıştır. Merkezkaç güçlerinin oluşumunu engellemek için
kullanılan bir diğer mekanizma, köylüyü geçimlik ölçekte bir toprak parçasında sınırlayarak,
toprak devirlerinin sıkı bir denetime tabi kılınması olmuştur. Bu dengeleme siyasetinde bir
bütün olarak yönetilenler sınıfı, reayayı varlıklı sınıflara karşı korumuştur. Devlet, vergi
konusunda sade ve yumuşak bir tavır takınmıştır; taşradaki yöneticilere merkezden
gönderilen adaletnamelerle halka iyi davranmaları ve haksız vergilerle ezmemeleri
322 Timur, 2000, s: 247
istenmiştir323. Oysa, Rusya’da serfler tamamen aristokratların keyfi yönetimine bırakılmış ve
devlet bu sınıf için kayda değer bir koruma mekanizması geliştirmemiştir. Osmanlı
Devleti’nin bu oldukça babacan görünen köylüye yaklaşımı ise onu ekonomik krize girdiği
dönemlerde bu kesime ağır vergilerle yüklenmekten alıkoymamıştır. 17. ve 18.yüzyıllarda
fetihlerin durma aşamasına gelmesiyle sürekli kan kaybeden devlet, merkezkaç güçlerin
taşradaki yönetim aygıtları üzerinde büyük bir nüfuz sahası kurarak köylüyü olabildiğince
sömürmelerini de engelleyememiştir.
Osmanlı Devleti’nin düşüşe geçmesiyle eşzamanlı olarak şahlanan Rus Çarlığı, aydın
bir despot olan I. Petro’nun saltanat döneminde geniş ölçekli bir modernleşme hareketine
girişti. Hristiyan bir Avrupa halkı olan Ruslar’ın daha önceki tarihsel koşullar dolayısıyla
Batı’yle sınırlı olan ilişkilerini, yakınlaşma ve Batı kurumlarını adapte etme boyutuna taşıyan
Petro, modern Rus devletinin de temellerini attı. Kapitalizmin merkantalist çağında
bünyesinde barındırdığı burjuva sınıfından da destek alarak girişilen bu büyük modernleşme
atağı, Rusya’yı Avrupa’nın büyük devletlerinin arasına taşıdı. Oysa Osmanlı Devleti,
Batı’nın etkilerinden olabildiğince izole şekilde varlığını sürdürmeye çalışırken ana gayesi,
efsanevi çağına dönmek için klasik dönemdeki kurumlarını tekrar işler hale getirebilmekti.
Batı’nın rakip ya da düşman algılandığı ve ulema sınıfının güçlenmesiyle birlikte bir ölçüde
dinsel taassubun da yönetim eğilimlerini etkilediği bu ortamda, varolan iktidar ilişkilerinde
ve kurumlarda herhangi bir açılıma gitmek isteyenler, ulema-yeniçeri ittifakının sert
tepkilerine maruz kaldı. Oysa, Hristiyan Rus halkının başı olan Petro, sindirilmiş toplumsal
unsurları kendi amaçları doğrultusunda istediği gibi kullanabilmiş ve St. Petersburg’la
birlikte yeni bir Rusya inşa etmişti.
323 Timur, a.g.e.
3.2. Rus ve Osmanlı Modernleşmesinin Karakteristik Özellikleri ve
İtici Güçleri Üzerine Bir Değerlendirme
Burjuva sınıfının ortaya çıkmasıyla eşzamanlı olarak modern merkezi devletler
Avrupa’da kendini yapılandırmaya başladı. Coğrafi keşifler ve teknolojik ilerlemeler
sayesinde sürekli güçlenen Batılı devletler, ekonomik ilişkiye ya da askeri mücadeleye
girdikleri diğer devletleri de kendi yollarını izleyerek yapılarını dönüştürmeye daha doğrusu,
gelenekselle bağları koparıp modernleşmeye yönelttiler. Batı’nın daha gelişmiş toplumsal ve
ekonomik ilişkilerinin baskısı altında kalan Rusya, özellikle askeri alanda ayakta kalabilmek
için Batı’nın teknolojisini ve kurumlarını adapte etmenin gereğini, Osmanlılara göre bir
yüzyıl önce anladı. İsveçliler’le savaşımında yeni bir donanma ve ordu geliştirmesi gereğinin
ayırdına varan I. Petro (1682-1725), askeri alanla sınırlı kalmayacak geniş ölçekli
modernleşme projesine girişirken ülke tarihinde tertemiz bir sayfada, yeni bir başlangıç yaptı.
Petro’nun reformları, Rusya’nın pencerelerini Batı’ya açarken, bu istikamette bir
dönüşümünde temelleri atılmış oldu. Yeni rejimin simgesel anıtı olan St. Petersburg şehri
ülkenin batı ucunda bataklıklar üzerinde on yıl gibi kısa bir sürede inşa edildi ve yirmi yıl
içinde Avrupa’nın en gözde metropollerinden biri oldu. Eski başkent Moskova, Rus
geleneğinin simgesi olarak bir tarafa bırakılırken, yeni Batılı Rusya’yı St. Petersburg şehri
temsil etti. Petro’nun en büyük çabalarından biri ülkedeki aristokrat sınıfın karşısına
burjuvaziyi çıkararak güçlerini dizginlemesiydi. Devlet kurumlarında aristokratların nüfuzu
kırılarak mevkiler, soy ya da toplumsal pozisyonlara bırakılmaksızın yetenekli ve eğitimli
kişiler arasında dağıtıldı. Burjuvazinin finans desteğiyle yürütülen Petro reformları, bu sınıfın
yolunu açmak için oldukça saldırgan bir dış siyaset izledi; açık denizlere ulaşma isteği ile
ticari burjuvazinin çıkarları arasında dolaysız bir ilişki vardı. Bunun yanı sıra yeni kurduğu
ordunun ihtiyaçlarını karşılamak için ülkenin imalat sanayisinde büyük ilerlemeler
kaydedildi.
Petro, Batılılaşma ereği çerçevesinde ülkede taş üstünde taş bırakmazken, aydındespot
hükümdar geleneğinin en karakteristik örneklerinden biri olarak dünya tarihine
geçmiştir. Reformlarını gerçekleştirmek için barbarca kabul edilecek yollara meyleden Petro,
ülkesinin özellikle insan kaynağını muazzam ölçüde sömürmüştür. Rusya’yı Batılılaştırmak
için Doğulu metodlara başvurarak, otokrat Rus yönetim geleneğinin kurucusu olmuştur.
“Otokrasi” terim olarak, 18-19.yüzyıl Rusya’sındaki rejimi tanımlamak için kullanılır. Terim
sadece baskıcı, özgürlüklerin yok edildiği, polisiye önlemlerle halkın sindirildiği rejimi
nitelemek için muhalefet tarafından ortaya atılmış değildi; Rus Çarları “veliko samoderjetz (
büyük otokrat )” ünvanını siyasal muhaliflerinin tersine olumlu bir anlamda kullanırdı324.
Otokrasi rejimi, 20.yüzyılın totaliter rejimleriyle bir değildir; otokrasi hiçbir zaman totaliter
yönetimin kontrol aygıtlarına sahip olamamıştır. Otokrasi, can ve mal güvenliğini hiçe sayan
müsadereci bir rejim de değildir ancak oldukça baskıcıdır. Rejim, eğitimi geliştirir ancak
bunun sonucunda ortaya çıkacak genç kuşakların laik bir dünya görüşü benimsemelerini ve
özgür düşünce sahibi olmalarını istemediğinden, tarih, felsefe ve hukuk gibi düşünsel
alanlarda sansürlü bir eğitim uygular. Bürokrasi güçlenir ve uzmanlaşır ancak başat güç yine
de askeri sınıftır325. Siyasal özgürlükler ve temsili yönetim mekanizmaları bu rejimde
işlemez.
Rus ve Osmanlı modernleşmelerinde en öne çıkan olgu, defansif bir nitelik
arzetmeleridir. Avrupa’nın modernleşmesi kendi bünyesinde ortaya çıkan gelişmelerin
ürünüydü; herhangi bir adaptasyon ya da dış tehditlere karşı bir önlemler bütünü değildi.
Ancak diğerleri modernleşmeyi bir zayıflık hissiyatıyla kucaklamışlar ve bu yüzden de bir
çok yapısal sorunla karşılaşmışlardır. Batı’nın yanıbaşında Hıristiyan bir ülke olması sıfatıyla
erken bir dönemde bu sürece kendini dahil eden Rusya, gelişmiş askeri gücüyle Osmanlı’ya
karşı tehdit oluşturarak onun da bu yola sürüklenmesinde en etkili sebeplerden birini teşkil
324 Ortaylı, 1999, s: 40
325 Ortaylı, a.g.e.
etmiştir. Petro’nun kapitalizmin merkantalist döneminde modernleşme sürecini başlatmış
olması, Rusya için oldukça büyük bir ilerleme şansı yaratmıştır. Oysa Osmanlı
İmparatorluğu’nda sistematik modernleşme hareketinin başlaması, kapitalizmin sanayileşme
aşamasına geldiği 19.yüzyıla denk düşer ki bu çok büyük bir handikapı da beraberinde
getirmiştir. 18.yüzyıl boyunca Osmanlılar, klasik Osmanlı kurumlarının Batılı olanlardan
üstün olduğu inancını taşıdıklarından dolayı tüm reformist çabalar eskiyi diriltmek
doğrultusunda ele alınmıştır. Batı’dan kendini izole eden Osmanlı Devleti, bu kültürle fazla
bir ilişki kurma gayretine girmedi. 17. ve 18.yüzyıllarda Batılı devletler karşısında katastrofik
yenilgilere maruz kalındığında ise sadece bunların askeri teknolojilerini ithal etme
çabalarıyla yetinildi. Bu çerçevede davet edilen Batılı teknik uzmanlar, devlet servisiyle ilişki
içindeki gayri-müslimlerle birlikte, Avrupa’da olup bitenler hakkında bilgi alınan ilk el
kaynaklar işlevini gördüler. Osmanlı İmparatorluğu, askeri gereksinimlerinden dolayı Avrupa
dünyasına, düşünce ve edebiyattan daha önce teknik anlamda yaklaşmak zorunda kaldı.
18.yüzyılda Osmanlılar Rusya’da olup biteni hayranlıkla ya da ciddiye olarak izlememişlerdi.
Büyük Petro döneminde Rusya’ya elçi giden Mehmet Ağa, Çar’ın yaptığı geçit törenini
“Çar’ın maskaralıkları” olarak nitelendirmiştir326. Oysa II. Katerina döneminde Rusya’ya
giden Mustafa Rasih Paşa, burada olup bitenler hakkında daha etraflı ve takdir eder bir kanı
edinmiştir. Sefaretnamesinde, Rusya örneğinde olduğu gibi Batı’ya yönelmenin gerekli
olduğunu ve onun kullandığı çeşitli yöntemlerin Osmanlı ülkesinde de tatbik edilmesinin
yararlı olacağını belirtmiştir327.
Osmanlı Devleti, Batılılaşmaya başından beri işlevsel bir bakışla yaklaştı. Osmanlı
Batılılaşması, bu uygarlığa duyulan bir hayranlıktan değil, imparatorluğu yıkımdan
326 ORTAYLI, İ., “Tanzimattan Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi (I. Cilt) içinde “Batılılaşma” maddesi,
İstanbul, İletişim Yayınları, s: 137
327 Rasih Paşa’nın Sefaretnamesinden bu yönünde fikirlerinden yapılan alıntılar için Bkz. Hanioğlu, a.g.e., s: 11
kurtarmak için zorunlu olduğu düşüncesiyle başlatılmış bir süreçti. 19.yüzyılın başı itibariyle
Osmanlı yönetimi istikrarlı bir yapı göstermekten oldukça uzaktı; merkezi yönetim, yeniçeri
ve ulemaların hükümdarların eylemlerinde kendi çıkarları doğrultusunda aşırı belirleyici
olduğu bir hava içinde ağır aksak iş görüyordu. Taşra düzeyinde ise yeniçeri ve ulemalara bir
de yarı feodal nitelikli bir sınıf olan ayanlar eklenerek tam bir idari yozlaşmayı vücuda
getirmişlerdi. Merkezden uzak eyaletlerdeki ayanlaşma süreci, artık merkezi hükümeti açıkça
tehdit eder boyutlara gelmiş olduğu bu aşamada ciddi yapısal reform girişimleri ülkenin
bütünlüğü açısından kaçınılmaz bir zorunluluk arz ediyordu. Bunun yanı sıra birde Sırp ve
Yunanlar gibi ortaçağda kendi ulusal devletleri olan azınlıkların, Fransız Devrimi’nin de
etkisiyle isyanlara kalkışması ve Avrupa devletlerinin de desteğiyle başarılı olmaları, devlet
adamlarının durumun ciddiyetini görebilmelerini sağladı. Bir çok yönden I. Petroyla
karşılaştırılan II. Mahmut bu ortamda radikal bir eyleme imza attı: 17.yüzyılın ortalarından
itibaren adeta devlet içinde devlet olan Yeniçeri Ocağı’nı tasfiye etme girişiminde III.
Selim’in açtığı yolu takip ederek, ulemayla birlikte gericiliğin kaynağı olan bu kurumu
kaldırdı. Bir yüzyıl önce I. Petro da eski Rusya’nın isyankar Kapıkulu askerleri olan
Strelitzler’i Kremlin meydanında yokettirmişti328. II. Mahmut da Petro gibi kanlı şekilde
Yeniçeri ocağını kaldırmış ve yerine de modern bir ordu kurmuştur. Bunun yanı sıra,
iktidarının başında ayanlar tarafından kendisine onların bölgelerindeki hükümranlık haklarını
tanımak zorunda bırakıldığı belgenin de öfkesiyle, iktidardaki gücünü sağlamlaştırdığı gibi
bu sınıfın üzerine yürümüş ve tüm otoritelerini kırmıştır. Yönetim mekanizması içinde
istikrarlı bir bütünlük sağlamak amacıyla merkez-kaç güçlere yöneltilen bu şiddet, Mısır
valisi Mehmet Ali Paşa örneğinde ise başarıya ulaşamamıştır. Ancak II. Mahmut bu
amacında o kadar kararlıydı ki en amansız düşmanı olan Rusya’nın yardımını da bu uğurda
kabul etmiş ve ona Akdeniz’e inmesini sağlayacak ödünler vermiştir. Durumdan hoşnut
328 Ortaylı, 1999, s: 38
olmayan Batılı devletler araya girerek Rusya’yı bu uluslararası önem arz eden durumun
dışında bırakmışlardı. Siyasal kaygılarının ekonomik olanların daima önüne geçtiği Osmanlı
yönetimi ise aldığı yardım karşısında İngiltere’ye ülkesini yarı-sömürgeye dönüştüreceği
ticaret ayrıcalıklarını bahşetmiştir.
II. Mahmut döneminde yapılan idari reform hareketleri ve Batı’da daimi elçiliklerin
açılması, Osmanlı’nın siyasal ve toplumsal dönüşümüne önderlik edecek aydın bir bürokrat
kadronun da güçlenip işbaşına gelmesinin yolunu açmıştır. Yeni bürokrasi ve ideolojisi
Osmanlı Devleti’nin 19.yüzyılda geçirmiş olduğu evrimde tartışmasız öneme sahip,
belirleyici unsurlardan biri olmuştur. Yeniçeri ocağının kaldırılmasından önce kul
aristokrasisi olarak tanımlanabilecek asker tabanlı bürokratlar, padişahın iradesi karşısında
boynu kıldan ince ve tüm kariyerini ona borçlu olan devşirmelerden oluşmaktaydı. Yeni
bürokrasiyi ise askerler değil, çoğnluğu diplomatik bir kariyere sahip kişiler oluşturuyordu.
Gücünü eğitimlerinden ve başarılı kariyerlerinden alan bu kişiler aydınlanmış-despot bir
bürokrasiyi hayata geçirdiler. Kırk yılı aşkın sürecek Babıali diktatörlüğünü kuracak
sözkonus bürokratlar, 1876’da tahta çıkan II. Abdülhamit dönemine dek padişahları geri
plana iterek iktidar üzerinde tam bir tekel kurmuşlardır. Kanuni Sultan Süleyman saltanatının
sona erdiği 17.yüzyıl ortalarından beri padişahı gölgede bırakarak iktidarı yönlendiren bir
çok sadrazam olmuştur. Hatta “Köprülüler Devri” olarak bilinen dönemde aynı aileden gelen
dört sadrazam peşpeşe iktidara gelebilmiştir. Kanuni Sultan Süleyman ve II. Mahmut
devirleri arasında geçen bir buçuk yılı aşkın sürede IV. Murat dışında tam iktidar kurmuş bir
padişaha rastlanmamıştır. Oysa, Rus tarihinde böyle bir bürokrat saltanatı dönemi yok
gibidir. Özellikle I. Petro’yu takip eden hükümdarların tamamı yönetime kişisel damgasını
vurmuşlardır; modern Rus tarihinde bürokratların öne çıktığı tek dönem II. Nikola saltanatı
esnasında ülkeyi ekonomik bakımdan kalkındırma projesini aktif olarak yürürlüğe sokan
Witte’nin maliye bakanlığı ve başbakanlık yaptığı 1880’lerin sonundan 1906’ya kadar
uzanan süredir. Ancak bu dönemde Witte’nin liberal politikaları, gerici ve despot kişilikli
içişleri bakanı Pobyodonotsev tarafından eleştiriye maruz kalmış ve kısmen engellenmeye
çalışılmıştır. Witte, iktidarın yönelimlerini belirlemekten çok uygulamaya koyduğu
politikaların ülkenin sosyo-ekonomik yapısının dönüşümünde derin etkiler yaptığı için öne
çıkmış bir kişiliktir.
Osmanlı’nın Tanzimat döneminde girişmiş olduğu bütüncül bir karakter gösteren
reformlar dönemi, Rusya’da I. Petro’nun bu yöndeki eylemlerine benzerlik gösteren asıl
dönem olmuştur. Ancak Tanzimat bürokrasisi bu geniş ölçekli Batılı reformlara başlarken,
yapılan yeniliklere ne denli inandığı da tartışmaya açıktır. Ahmet Cevdet Paşa ve Lütfi
Efendi gibi dönemin tarihçileri, reformları Mehmet Ali Paşa isyanı karşısında Batı’nın
yardımını alabilmek için bir manevra olarak yorumlamışlar ve ulemanın da durumu bu
şekilde gördüğü için muhalefet etmediğini belirtmişlerdir329. Tanzimat bürokratları, Batı
kurumlarını ve teknolojisini adapte etmeye dayalı reformları uygulamaya koyarken, beşeri
faktörü gözden kaçırmış oldukları şüphesizdir. Ulusal burjuvazisi olmayan ve bu sınıfın
etkinliklerini komprador nitelikli gayri-müslim tüccar grupların sürdürdüğü ortamda modern
kurumların bekçisi ya da dayanağının kimin olacağı sorunuyla fazla ilgilenilmedi.
Toplumdan kopuk bir şekilde bürokratik elitlerin tek başlarına sürdürdüğü ve Büyük
Devletlerin sürekli müdahaleleriyle karmaşıklaşan bu modernleşme süreci, Rusya’daki
örnekten oldukça farklılaşır. I. Petro’nun reformları ülkede zaten var olan burjuva sınıfına
dayandırılmıştır; ancak burada sorun, aristokrasinin toplumdaki hakim pozisyonunun
kırılmadan, feodal nitelikli kurumların yanına burjuva nitelikli olanların eklenmesiydi.
19.yüzyılın ikinci yarısına dek bu durum değişmedi. Devlet burjuvazinin yolunu açmaya
çalışırken doğal partneri olan aristokrasiyi de bir kenara atamadı. Bu durumun ne denli
329 TİMUR, T., Tanzimattan Cumhuriyete Türkiye Ansiklopedisi (I. Cilt) içinde “Batılılaşma” Maddesi,
İstanbul, İletişim Yayınları, s: 140
ülkenin zararına olduğu, Kırım Savaşı’nda uğranan yenilgiyle anlaşıldı. Savaş, Rusya’nın
zayıflığını gözler önüne sererken, yeni hükümdar II. Aleksandr uzun zamandır gündemde
olan ancak toplumsal yapıda çok büyük kargaşa yaratacağı korkusuyla sürekli ertelenen
serfliğin kaldırılması kararını sonunda verdi. Geçmişten kesin bir kopuşa karşılık gelen 1861
tarihli serfliğin kaldırılması kanunu, ülkenin kapitalistleşme yönünde seyredecek gelişme
süreci için atılmış kesin bir adımdır. Ancak Rus Devleti bu kanunla dahi aristokrat sınıfı
ezdirmemiş ve faturayı köylüye çıkarmıştır. Serfliğin kaldırılması, sanayi burjuvazisine
verilen ilk ödün oldu. Osmanlı’daki Tanzimat ile Rusya’daki serfliğin kaldırılması gibi iki
büyük reform girişiminde ortak olan nokta, askeri bir başarısızlığın ardından sistemde radikal
dönüşümlerin yapılması yönünde ortaya çıkan ihtiyaca cevap vermiş olmalarıdır. Her iki
durumda da reformlar, baştan sona yönetici elitlerin liderliği altında hayata geçirilmiştir.
Sistemdeki Batılı yöndeki bu açılımlar, gelenekselle çatışmadan yanlarına yeni tarzda
kurumların getirilmesi şeklinde biçimlenmiştir.
Hem Rus hem de Osmanlı modernleşmesinde öne çıkan bir diğer nokta, yönetici
sınıfın kendi konumunu ya da gücünü kaybetmeyeceği tarzda modellerle meyledilmesiydi.
Rus Çarlığı başından beri hanedanın gücüne rakip olacağı düşüncesi etrafında aristokrat
kesimin gücünü burjuvaziye verilen ödünlerle dengelerken, burjuva sınıfını da girişimlerinde
devlete bağımlı kılarak üzerinde aşırı kontrol kurmuştur. Devletin sağladığı kalın gümrük
duvarlarının içinde rekabetten uzak şekilde serpilen burjuva sınıfı, tüm girişimlerinde
devletin öncülük etmesine ihtiyaç duymuştur. Batı’daki burjuvazi de erken dönemlerinde
böyle bir devlet korumacılığından yararlanmış olsa da süreç içinde kendini devletten ayırıp
onu çıkarları doğrultusunda dönüştürmüştür. Rısya’da ise ticari burjuvazi bir yana ardılı olan
sınai burjuvazi devletle daha da bağımlı ilişkiler kurmuş ve 1905’teki devrim günlerine dek
iktidar karşıtı bir tavır sergilememiştir. Rusya’da bir diğer öne çıkan durum, otokrasinin
köylüye karşı takındığı aşırı olumsuz tavırdır. Bu kesimin ürettiği artı-değeri aşırı vergi
yüküyle tamamen kendine çeken devlet aristokrat ve burjuvaziyle ortak ittifakıyla taşrada
tam bir sömürü sistemi kurmuştur. Osmanlı modernleşmesinin toplumsal gruplarla ilişkisi
tamamen farklı bir boyutta gerçekleşmiştir. Rusya’da olduğu gibi devletin tanıdığı aristokrat
bir sınıfın bulunmadığı ülkede fiiliyatta yarı-feodal bir nitelik gösteren ayan sınıfının
19.yüzyılın başında iyice sivrilmesi, merkezi yönetimi oldukça rahatsız etmiştir. II. Mahmut
döneminde ayanların aleyhine olacak siyasetler güdülmesi, bu sınıfın siyasal ve ekonomik
gücünü büyük ölçüde yok etmiştir. Bu yüzyılda yapılan reformların bir diğer özelliği de
küçük köylülüğün tabanının desteklenmiş olmasıdır. Bu yüzden Rusya’da olduğu gibi tarım
dışına atılan emek olgusu ve akabinde gelişen proleter sınıfı Osmanlı’da önemli bir boyuta
ulaşmamıştır. Tanzimat bürokrasisi, milli bir burjuvazi yaratma konusunda önemli bir çaba
göstermemiştir. Kapitülasyon rejiminin uzantısı olan komprador gayri-müslim burjuvazinin
devletin aleyhine geliştirdiği ekonomik ilişkiler ise engellenememiştir. Batılı devletlerin
koruyucu şemsiyesi altındaki bu sınıf, mensubu oldukları milletlerin ulusçuluk davalarında
başı çekmiş ve imparatorluğun çözülmesi yönünde büyük bir tehlike yaratmışlardır. Rus
Devleti, kalın gümrük duvarlarıyla burjuvazisini koruyup gelişimine yardımcı olurken, iç
pazarına dahi sahip çıkamayan Osmanlı Devleti kendisiyle kader birliği yapacak böyle bir
sınıfa sahip olamamıştır. Rusya’da burjuvazinin zayıflığı ve devlete bağımlılığı, Osmanlı’da
ise böyle bir sınıfın olmaması reform sürecini tamamen bürokrat takımının kararlarıyla
yönlendirmesinde etkili bir neden olmuştur. Ancak bu yukarıdan empoze edilen
modernleşme sürecinde, liderlik zorunluluktan ileri gelmedi. Örneğin, Tanzimat dönemi
reformcuları, model olarak Fransa’yı seçerken bu ne Fransız Devrimi’ne ne de monarşiye
olan sempati ya da hayranlıkla ilgili bir karar olmayıp, Fransa’nın merkeziyetçiliğinin
Osmanlı reformcularına uygun görünmesiyle ilgiliydi330.Rusya’da ise daha da güçlü olan
devlet, seçimini daima aşırı merkeziyetçilikten ve egemen toplumsal sınıfların
330 Ortaylı, 1999, s: 140
bürokratikleştirilmesinden yana kullanmıştır.
Osmanlı ve Rus reformcuları arasında farklılık yaratan bir diğer unsur ise
Osmanlı’dakilerin kitlelerden böyle bir talep gelmemesine rağmen onlara modern vatandaşlık
haklarını bahşederken, Rus otokratlarının reformcu bürokratlardan gelen bu yöndeki önerileri
sürekli gözardı etmesidir. Tanzimat Fermanı’yla devlet tebaasına can ve mal güvenliği
garantisi ile farklı dinlere mensup vatandaşları arasında ayırım gözetmeyeceği sözünü
verirken, kitlelerden bu yönde bir talep gelmemişti. Avrupa’daki kitleler bu haklarını almak
için yüzyıllar süren mücadeleler verirken, Osmanlı yönetimi bunları bir çırpıda halkına
bahşetmiştir. Hatta bu halka, 1876 yılında denetleme sahası oldukça sınırlı olsa da bir
parlemento dahi verilmişti. Bu reformların arkasında kitlelerin bulunmaması yüzünden de
bahşedilen parlemento ve anayasa II. Abdülhamit tarafından kitlesel bir tepkiye maruz
kalmadan bir çırpıda geri alınmıştı. Oysa Rus Çarları, serflik gibi çağdışı bir kurumu
kaldırmak için uzun süre ayak diremişlerdi. 1861’de serflik kaldırılırken temel dürtü kitlesel
huzursuzluğu gidermek değil bu kurumun kapitalist gelişimin önünde tabu olarak
durmasından dolayı, engeli bertaraf etmekti. Bunun yanı sıra Rus toplumunda 19.yüzyıldan
beri anayasa ve parlamentoyu isteyen aydın kesimler vardı ve hatta 1825 yılında otokrasiyi
hedef alan bir ayaklanma dahi gerçekleşmişti. Ancak Rus Çarları, sürekli olarak toplumun
çoğulcu bir yönetim için henüz yeterli gelişmişlik düzeyine gelmediğini öne sürerek bu talebi
geçiştirmişlerdir. Osmanlılar Batı’ya olumlu bir imaj vermek için bu kitlelere bir çok hak
bahşederken, bu yönde fazla bir kaygısı olmayan ve mutlakçılıklarıyla, bir anlamda da bu
tekelci yönetimi sürdürecek güce sahip olmalarıyla daima övünen Rus Çarları asla
hükümranlık haklarından ödün vermeye yanaşmamışlardır.
Fransız Devrimi’nin etkileri çok-uluslu imparatorluklarda genel anlamda yıkıcı bir
tehdit oluşturmuştur. Osmanlı İmparatorluğu, adından da anlaşılacağı üzere herhangi bir
ulusa dayanmamıştır. Kurucuları itibariyle Türk unsura dayanan Osmanlı hanedanı, ırksal
unsuru geri planda tutarak hanefi-Müslüman yönünü öne çıkarmıştır. II. Mehmet döneminde
temelleri atılan millet sistemi çerçevesinde tüm teba, tabi oldukları dinler çerçevesinde
tanımlanarak tasnif edilmiştir. Hıristiyanlar söz konusu olduğunda her ayrı mezhep için ayrı
bir kilise ve bu bağlamda ayrı milletler şeklinde kurumsal düzenlemeler yapılırken,
Müslümanların mezhepsel ayrışmalarında sünnilik ortodoks bir konumda yeralmış ve
özellikle de şiilikle açıkça mücadele edilmiştir. Fransız Devrimi’nin getirdiği ulusçuluk
akımı karşısında millet sistemi fazlasıyla ilkel kalmış ve özellikle de Balkan bölgesindeki
Hıristiyanlar için devlete bağlılık yönünde herhangi bir cezbedici durum yaratamamıştır.
Tanzimat Fermanı’yla gönüllü olarak, Islahat Fermanı’yle ise Batı’nın dayatmaları sonucu bu
gayri-müslim tebaalarla Müslümanlar arasındaki eşitsiz ilişkilerin giderilmesine çalışılmıştır.
Tanzimat döneminin arkasında yatan ideoloji olan “Osmanlıcılık”, herbiri farklı gündemlere
sahip halkları hiçbir şekilde devlete bağlayamadı. Oysa Çarlık başından beri Rus unsuruna
dayanmaktaydı. Yayıldığı alanda Ruslar haricinde bir çok Slav halklarını, önemli bir
miktarda Yahudi nüfusu ve Müslüman halkları barındırmasına rağmen, Ortodoks ve Rus
tabanına dayanmıştır. Habsburg ve Osmanlı imparatorlukları aksine Çarlık, varlığını tehdit
eder boyutta milliyetçilik hareketlerine maruz kalmadı. Bu yönde en sorun çıkaran milletler
ise kendi ulusal devlet geleneğine sahip olup sonradan Rus boyunduruğuna giren Polonya ve
Finlandiya halklarıydı. Ancak bunlar Osmanlı’daki Balkan ulusları gibi o zaman için
davalarını sahiplenecek büyük bir devlet bulamamışlardır. Çarların, azınlık milliyetlerine ve
dinlerine mensup halklara ayrımcılık uygulamaları daima geçerli bir durum olmuştur.
Özellikle III. Aleksandr döneminde Ortodoks itikatının ve Rus milletinin üstünlüğü eşi
benzeri görülmedik bir biçimde öne çıkarılmıştır. Alman idealist felsefesinin etkisiyle aydın
bir kitle arasında “slavofil” olarak adlandırılan ırkçı bir akım da vücuda gelmiştir. Farklı
dinlere ve milliyetlere karşı yürütülen baskıcı ve ayırımcı tutumlar, özellikle sınır
bölgelerinde oldukça şiddetlenmiştir. Polonya’daki Katolikler, Baltık eyaletlerindeki
Lutherciler ve Transkafkasya’daki Müslümanlar oldukça baskıcı bir yönetime maruz
kalmıştı. Ancak bu hoşgörüsüzlükten en fazla nasibini alanlar Yahudiler olmuştu. Yaşam ve
hareket alanları aşırı şekilde kısıtlanan Yahudiler özellikle 1880’lerde kitleler halinde
ülkeden göç etmek durumunda bırakılmıştı. Rus Çarlarının azınlık millyetçiliğine karşı
takındığı sert tavır, kendi eviyle de sınırlı kalmamış, özellikle Habsburg monarşisinin
bütünlüğünü korumak için büyük çaba sarf edilmiştir. 1848 Devrimler’i esnasında ciddi
şekilde parçalanma tehlikesiyle yüz yüze gelen Habsburglar’ın yardımına koşan Rusya,
Osmanlı’ya karşı ise tam aksi bir tutum sergilemiştir. Çarlar, burada yaşayan Slav halkların
hamisi konumuyla bunların tüm milliyetçi savaşımlarını desteklemiş ve hatta bir bakıma
kışkırtmıştır. Sonuç olarak Rus ve Osmanlı monarşileri varlıklarını tehdit eden Fransız
Devrimi’nin yıkıcı etkilerini bertaraf etmek için azınlıklar konusunda farklı siyasetler
izlemişlerdir. Osmanlılar milliyetçiliğin Müslüman olanlara göre oldukça erken filizlendiği
gayri-müslim tebaayı iktidarın asıl tabanı olan Müslümanlarla eşit kılma yönünde uzlaşmacı
bir tutum sergilemiş ancak bu hareketler isyan boyutuna geldiğinde demir yumruğunu
göstermiştir. Büyük Devletleri arkasına almayı başaran Balkanlı uluslar isyan hareketlerini
bağımsızlıkla taçlandırmayı başarmışlardı. Rusya ise tam tersi bir tutum takınarak Ortodoks
ya da Rus olmayan halklara karşı tam bir baskı ve sindirme politikası izlemiş, özellikle de
Slavlar üzerinde Ruslaştırma politikası gütmüştür.
Rus ve Osmanlı modernleşmeleri, halktan kopuk yönetici bir elit tarafından
yürütülmüş olması çok büyük bir handikapı da beraberinde getirmiştir; sürecin
sürdürülmesinin hükümdarların kişiliğine oldukça bağımlı olması otokrat eğilimli bir
hükümdar başa geçtiğinde tüm yönetme erkini elinde toplayarak modernleşme çabalarını
durma noktasına getirmesi gibi bir tehlike yaratmıştır. Örneğin 1825 yılında başa geçen I.
Nikola, despot-polis devleti şeklinde bir düzen kurarak, Batılılaşma ereğine sırtını dönen ilk
Rus Çarı olmuştur. Otuz yılı aşkın saltanat dönemi boyunca reformlar hanesi bomboş
kalmışdır. Tahtta kalmanın ve otokrat devleti korumanın tek yolunun toplumsal güçleri
sindirmek olduğu görüşünden hareketle tam bir baskı rejimi kuran Çar, Batılı fikirlerin
ülkeye girmesini önlemek için eşi benzeri görülmemiş bir sansür uygulamasına gitti. I.
Nikola saltanatı, Rusya’nın modernleşme sürecinde kopuşun yaşandığı ilk dönem olmuştur.
Nikola’yı takiben iktidara gelen II. Aleksandr ise sistemde radikal dönüşümler yapmak
istediğinden dolayı ilk olarak Nikola döneminin bürokratlarını tasfiye ederek işe başladı.
Ülke tarihinin en köklü reformlarının başında gelen serfliği kaldırma kanununu imzalayan
Çar, ortaya çıkan yeni durumun gereklerini karşılamak için özellikle yerel idare başında bir
dizi yeni açılımları gerçekleştirdi. Reformlarını yanlış ve yetersiz bulan çevrelerin hışmına
uğrayan II. Aleksandr 1881 yılında suikaste kurban gidince yerine III. Aleksandr geçti. Yeni
Çar, kendini otokrat rejimin muhafazasına adayarak karşı-reformcu nitelikte bir siyaset
izledi. Dönemin reformcu bürokratları, Çar’ın sağ kolu olan Pobyedonotsev’in gerici
zihniyeti yüzünden gözden düştüler. Saltanatının başından itibaren anayasal yönetim
yönündeki talepleri geri çeviren III. Aleksandr, Rusya’nın ulusal karakterine uygun bir
siyasal evrim düşüncesi çerçevesinde hem içeride hem dışarıda Ortodoks-milliyetçi temaların
aşırı vurgulandığı bir siyaset izledi. Ancak saltanatının son dönemlerinde maliye bakanlığına
getirilen Witte, milliyetçi bir ekonomi siyasetinin izlenmesi gerektiği yönündeki tavrı
sayesinde, geniş ölçekli sanayileşme planını devreye sokabileceği bir ortam bulabildi.
1894’te ölen III. Aleksandr’ın yerine geçen II. Nikola ise babasının akıl hocası
Podyedonotsev tarafından eğitilmişti. Siyasal sistemde otokrat tabanı zedeleyecek herhangi
bir açılım yapmanın şiddetle karşısında duran II. Nikola, ekonomik alanda ise bakanı
Witte’ye Rus sanayisinin geliştirilmesi için tam destek verdi. 1880’lerin sonundan itibaren
hızlı sanayileşme sürecinin toplumsal yapıda ortaya çıkardığı yeni ilişkileri görmezden gelen
Çar, Rus sosyo-ekonomik yapısının otokrat yönetim sistemiyle uzlaşamayacak denli gelişmiş
olduğunu anlamamakta direndi. Sayısı her geçen gün katlanarak büyüyen proleter sınıfı
içlerine gönderdiği işbirlikçilerle, iktidarla uzlaştırabileceğini düşünen Podyedonotsev’i
desteklemesi, kendi sonun getirecek gelişmelere zemin hazırladı. 1905 Şubat’ında Çar’dan
merhamet dilemek için kışlık saraya yürüyen içlerinde kadın ve çocukların da bulunduğu işçi
kitlesine ateş açılması sonucunda katledilen yüzlerce insan, hem Nikola’nın hem de genel
olarak Çarlık kurumunun Rus halkı üzerindeki yüce imgesini yerle bir etti. Moral temelleri
halkın gözünde hiçe inen çarlık rejimi, aynı yıl meydana gelen Ekim Genel Grevi’ne dek
hükümranlık haklarından geri adım atmadı. Tüm Ruslar’ın toplu olarak greve girmesi
karşısında eli kolu bağlı kalan II. Nikola, Duma’yı çağırarak yarı-meşruti bir rejimi kabul
etmek zorunda kaldı. Ancak Fransa’dan bulduğu finans desteğiyle kendini güçlü hisseden
Çar, zaten danışma organı olmaktan ileri gidemeyen Duma’nın özgür çalışmasına da müsade
etmeyerek, bu kurumun içini boşaltarak kendi yönetiminin basit bir aygıtı durumuna getirdi.
1905’te olanlar Çarlık rejiminin ne kadar kırılgan olduğunu gözler önüne sermişti, ancak
Nikola rejim yönünde herhangi bir açılıma geçit vermedi. I. Dünya Savaşı’nda uğranılan
hezimet ise Nikola’yla birlikte Çarlığın da sonunu getirecek tarihsel koşulları hazırladı.
Osmanlı Devleti’ne bakıldığında ise 19.yüzyılın ilk padişahı olan III. Selim’den,
1876’da başa geçen II. Abdülhamit’e dek modernleşme süreci padişahların muhalefetine
maruz kalmadan yol aldı. III. Selim’i tahtından eden yeniçeri-ulema ittifakını, yeniçeri
ocağını kaldırarak ve ulema sınıfını az çok uysallaştırarak bertaraf eden II. Mahmut, hem
kendi reformist çabaları hem de kendinden sonra gelecek kuşak için yolu temizlemiş oldu.
Aydın-despot hükümdar tipinin Osmanlı padişahları içindeki en öne çıkan temsilcisi olan II.
Mahmut, iktidarı boyunca devletin tarihinde eşi benzeri görülmemiş şekilde geniş tabanlı bir
modernleşme çabasına girişmiştir. II. Mahmut’un ilerici siyaseti, Osmanlı tarihinde en
bütüncül ve koordineli modernleşme girişimi olarak kabul edilen Tanzimat reformlarına
zemin hazırlamıştır. Onun saltanatının sonlarında Batı’da görevli bulunan elçiler, kralların
otoriteyi temsilciler meclisiyle paylaşmadıkları ülkelerde dahi ulusal bir devlet kurmak
isteyen hükümdarların tebaanın mülkiyet haklarını garanti altına almasının zorunluluğunu ve
eğitimi halka yaymanın getireceği faydaları idrak etmişlerdi. Milli devletlerin kurulmasına ve
orta sınıfların güç kazanmasına yol açacak olan bu politika aynı zamanda feodal imtiyazları
temizlemeyi amaçlıyordu. Zamanın Avrupa’sında bu öğeleri barındıran politikaya
“kameralizm” adı veriliyordu331. Bu politikanın Osmanlı gibi dağınık bir ülkeyi
birleştirebileceğini düşünen devlet adamları, bu çerçevede Tanzimat Fermanı’nı yayınlayarak
1839-1876 yılları arasını kapsayan Tanzimat Dönemi’ni açtılar. Bu dönemin en öne çıkan
olgusu Babıali, yani bürokratların devletin tepesinde tüm kararları alarak sürece yön
vermeleriydi. I. Abdülmecit ve II. Abdülaziz iktidar hırsları olmayan uzlaşmacı padişahlardı.
Bu kişiliklerinden dolayı da bürokratlar hükümdarlarla çatışmak durumunda kalmadı. Hatta
çok müsrif olduğu için devletin mali iflasınas sebep olduğu gerekçesiyle Abdülaziz’i tahttan
indiren de Babıali bürokratlarıydı. Dönemin bürokratlarından Mithat Paşa, sarayın israflarına
kısıtlama getirebilir düşüncesiyle meşrutiyetin ilan edilip bir meclisin kurulması fikrini öne
attı. Abdülaziz’in yerine padişah yapılan V. Murat’ın akli dengesi bozulunca, şehzade
Abdülhamit’e meşrutiyeti ilan etmesi koşuluyla padişahlık makamına getirilebileceği
şeklinde bir pazarlığa girişilmiştir. Tahta geçtiği gibi sözünü tutan II. Abdülhamit meşrutiyeti
ilan etti ve böylece Osmanlı’nın ilk anayasası 1876 yılında kabul edildikten sonra, ilk meclis
20 Mart 1877’de toplandı. Gerekli gördüğünde meclisi dağıtabilme yetkisini elinde
bulundurmasına ve oluşan meclisin danışma organı olmaktan öte kendisine karşı herhangi bir
yaptırımı olmamasına rağmen II. Abdülhamit olan bitenden hiç memnun kalmadı. İlk meclisi
dağıtan padişah, yeni oluşturulan meclisi Ruslarla olan savaşı bahane ederek tatil etti ve
1908’deki ayaklanmaya dek bir daha göreve çağırmadı. II. Abdülhamit, bu tavrıyla
19.yüzyılın başından beri kesintisiz süren siyasal modernleşme hareketini sekteye uğrattı.
331 MARDİN, Ş., Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi (I. Cilt) içinde “Batılılaşma” Maddesi, İstanbul,
İletişim Yayınları, s: 246
İktidar erkini kendi tekeline alan padişah, Babıali diktatörlüğüne son vererek yerine kendi
polis devletini kurdu. Kendisine dek 19.yüzyıl boyunca sürdürülen laik siyasal geleneği yerle
bir ederek, eylemlerinde İslam’ı öne sürerek meşruiyet aradı. Halife olma statüsünü
kullanarak yarı ilahi, otokrat bir imaja bürünerek ülkeye Batılı fikirlerin girmesini
engellemek için aşırı bir sansür uyguladı. Gizli polis teşkilatı sayesinde halkı sindiren
Abdülhamit, bir çok yönelimiyle despot Rus Çar’ı __________I. Nikola’nın saltanat dönemine oldukça
benzer nitelikte bir yönetim kurdu. Her iki imparator da paramiliter örgütleriyle halka
gözdağı vererek, iktidara muhalefeti adeta terör estirerek kırmışlardır. Uyguladıkları katı
sansürle ülkeye Batılı düşüncelerin girmesini engelleyerek modernleşme sürecini tersi
istikamete yöneltmeye çalıştılar. I. Nikola, Ortodoksluk ve Rusluğa vurgu yaparken,
Abdülhamit İslam’ı öne çıkarmıştır. Dönemin Rusya’sının panislavist yayılma politikasına,
panislamizmle yanıt veren Abdülhamit, dönemin trendinin ulusçuluk yönünde gittiğini göz
ardı etmişti. Abdülhamit’in polis devletinde tutunamayan muhalifler ya sürgün ya da kendi
çabalarıyla yurtdışında ve imparatorluğun merkezden uzak yerlerinde yuvalanarak, bu rejimi
sona erdirecek örgütsel çalışmalara giriştiler. 1908 Devrimi’yle Abdülhamit’in bir çırpıda
geri aldığı anayasa ve parlamentoyu bu kez zor kullanarak iade etmesini sağladılar. Böylece
yukarıdan aşağıya bahşedilen meşrutiyet rejimi, aşağıdan yukarıya devrimci bir hareketle
geri alınmış ve halka maledilerek temelli yerine oturtulmuştu.
19.yüzyıl Rus ve Osmanlı yönetici katmanları, ülkelerini Batılı-gelişmiş ülkeler
düzeyine çıkarmak için bir çok reforma girmiş olsalar da kendilerinin tartışmasız lider
konumunu hiçbir şekilde tehlikeye atmayacak modellere yönelmişlerdir. Toplumdaki egemen
sınıflara yaklaşımları da hep onları iktidarın denetimine tabi kılmak yolunda olmuştur.
Azgelişmişlik sorunsalı ile boğuşurken Batı kurumlarını işlevsel yaklaşımla adapte etmeye
çalışan Rus ve Osmanlı reformcuları, modernleşmenin bütüncül bir olgu olduğu unsurunu
bilinçli ya da bilinçsiz olarak göz ardı etmişler ve bu yüzden kitleler liberal-demokrat
taleplerle üzerlerine geldiğinde eli kolu bağlı kalmışlardır.
3.3. 19.Yüzyılda Rus ve Osmanlı İmparatorluklarının Sosyo-
Ekonomik Yapılarının Dönüşüm Süreçlerinin Karşılaştırması
16.yüzyılda Batı Avrupa’da temelleri atılan kapitalist sistem, yerini alacağı
feodaliteye göre çok önemli bir farklılığı içinde barındırır; kapitalizm doğası gereği bir dünya
pazarının oluşmasını öngörür ve pazar yayıldıkça ulaştığı her yerde yerel ilişkileri kökünde
söküp atarken, kendi çıkarı doğrultusunda yenilerini kurar. Durağan, içine kapalı, yerel
nitelikli feodalizmin aksine bir dünya sistemi olan kapitalizm, doğuşundan itibaren motor
gücü burjuva sınıfının enerjisiyle tüm yerel üretim ve bölüşüm ilişkilerini yerle bir etmiştir.
Batılılaşma ve modernleşme kavramları temelde aynı şeye karşılık gelir; kapitalistleşme ve
toplumsalın tüm alanlarının bu sistemin işlemesini sağlayacak şekilde dönüşmesi. Kapitalizm
yapısında ihtiva ettiği yıkıcı enerjiyle ayak bastığı her yerde geleneksel sistemleri çökerterek,
tüm dünyayı bir nevi kargaşaya sürüklemiştir. Marks, kapitalizmin motor gücü burjuvazinin
enerjisini Komünist Manifesto’da şöyle betimlemiştir:
“Burjuvazi, ancak yüz yılı bulan egemenliği sırasında, daha önceki
kuşakların tümünün yaratmış olduklarından daha kütlesel ve çok daha
devasa üretici güçler yarattı. Doğa güçlerine egemen olunması, makinalar,
kimyanın sanayi ve tarımda uygulanması, buharlı gemiler, demiryolları,
elektrik, telgraf, koskoca kıtaların tarıma açılması, nehirlerin su yolları
haline getirilmesi, yerden bitercesine nüfus çoğalması – toplumsal emeğin
bağrında böylesine üretici güçlerin yatmakta olduğunu daha önceki hangi
yüzyıl sezebilmişti?332”
19.yüzyılın başında İngiltere’de meydana gelen Sanayi Devrimi ile kapitalist sistemin
332 MARKS, K. & ENGELS, F., Komünist Parti Manifestosu, Ankara, Sol Yayınları, 1998 ,s:43-44
kendi iç dönüşümü yeni boyutlar alırken, sistemin dünyaya ihraç edilmesi de aciliyet arz etti.
Ticari burjuvazi, meta dolaşımının hacmini arttırarak sermaye birikimini hızlandırırken,
özellikle tarımsal sahada üretkenliği arttıracak yeni ilişkileri açığa çıkartmıştı. Kapitalizmin
sanayileştiği safhada ise piyasaya dolan ucuz mamül ürünler, geleneksel zanaat sektörlerini
yerle bir etmiştir. Tarımda makinalaşma çok büyük bir insan kitlesini emek fazlası olarak
kırsal alanın dışına atarken, şehirlerdeki fabrikalarda iş tutan bu emekçiler, burjuvaziden de
yeni bir sınıf olan proleteryayı tarih sahnesine çıkardılar. Proleteryanın düşük ücretler ve
akabinde düşük hayat standartlarına maruz bırakılması şehirlerde büyük bir stres birikimini
de beraberinde getirdi. 19.yüzyılda ortaya çıkan bir diğer olgu da kapitalizmin sanayileşme
safhasına gelmesiyle birlikte dünyada ayak basılmadık yer bırakmayan yeni emperyalizm
dalgasıydı. 1871 yılından itibaren olabildiğince fazla sayıda koloniye sahip olmak, devletler
arasında en belirgin prestij unsuru olmuştur.
Rus Çarlığı ve Osmanlı İmparatorluğu’nda geç ve ağır ilerleyen kapitalistleşme
süreci, azgelişmişlik sorunsalını da beraberinde getirerek bu toplumların 19.yüzyılda
geçirdiği sosyo-ekonomik evriminde en belirleyici öğelerden biri oldu. Güçlü merkezi
yönetim geleneği olan Rus ve Osmanlı imparatorluklarında, sömürgeciliğe özgü olan
doğrudan doğruya yabancı yönetiminden doğan sorunlarla karşılaşmadılar. Rusya,
Avrupa’nın gelişkin ekonomik ve siyasal ilişkilerinin baskısı altında kalması çerçevesinde
devletin lider role soyunduğu bir kapitalistleşme sürecine kapıları araladı. Avrupa’nın
gelişkin sosyo-ekonomik ilişkilerinin etkisi- herşeyden önce askeri teknoloji şeklinde kendini
açığa çıkardı. Daha iyi askeri donanıma sahip Batılı ordular karşısında durabilmek için Rus
Devleti tahakküm altında tuttuğu toplumsal güçleri re-organizasyona tabi tuttu. Rus ülkesinin
kapitalistleşmesinde en öne çıkan sorunsallardan biri feodal ilişkilerin Avrupa ölçeğinde
değerlendirildiğinde oldukça yavaş tasfiye süreci izleyerek 20.yüzyılın başlarına dek kendini
toplumsal düzeyde hissettirebilmiş olmasıdır. Rusya’nın kapitalistleşmesinin önünde duran
duran en büyük tabu olan serflik kurumunun kaldırılması, 1861 gibi oldukça geç bir tarihte
gerçekleştirilebilmiştir. 1860 yılı verilerine göre toprak sahiplerinin topraklarında çalışan
köylü kitlesi 11 907 000, devlet topraklarında 10 347 000’i bulurken bağımsız köylü sayısı
870 000 gibi oldukça düşük bir sayıda kalmıştır333 Ancak 1861’de II. Aleksandr, serfliği
kaldırırken, amacı aciz durumdaki köylü kitlelerini memnun etmek değildi. Kırım
Savaşı’ndaki hezimet Rusya ile Batılı devletler arasındaki gelişmişlik uçurumunu gözler
önüne sererken, dönemin devlet adamları artık kapitalist gelişimin önündeki engellerin cesur
şekilde bir bir ortadan kaldırılmasının zorunlu olduğunu kavramışlardı. Büyük bir emek
ordusu toprağa çivili kaldığı sürece Rus sanayileşmesinin muhtaç olduğu emekçileri
bulmanın imkansız olduğundan hareketle kaldırılan serflik kurumu, devletin sanayi
burjuvazisine verdiği ilk ödündür. Ancak kanunun dolaysız muhatabı olan köylüler,
yüzyıllardır devletin takındığı zalim ve sömürücü tavırla bir kez daha yüz yüze geldiler;
devlet, özgürlükleri için köylülerin çok büyük mali faturalar ödemek zorunda kalacağı bir
planı yürürlüğe koydu. Bunun sonucunda yüzyılın geri kalan kısmı, sadece bu kesimin daha
da fakirleşeceği ve 1880’lerden sonra akın akın şehirlere göç edeceği bir toplumsal
maznaraya şahitlik etti.
Rus kapitalistleşmesini iç çelişkilere ve çıkmazlara sürükleyen en önemli unsurlardan
biri devletin doğal partneri kabul ettiği aristokrat sınıfın tarihin zorunlu kıldığı tasfiye
sürecini harekete geçirmek için bir ölçüde ayak diremesiydi. Batı Avrupa’da feodal sınıfın
yararlandığı hareket özgürlüğüne ya da devlete yaptırımlar getirdiği güce hiçbir zaman
ulaşamayan Rus aristokrasisi, özellikle IV. İvan’ın saltanat sürdüğü 15.yüzyılda devlete
hizmet eder nitelikte bir hareket alanı içinde sınırlandırılıp, muhalefet yetileri oldukça
zayıflatılmıştı. 16.yüzyıldan itibaren Batı’yla gelişmeye başlayan ticari ilişkiler içinde
Rusya’nın Avrupa’nın tahıl ambarı durumuna gelmesiyle, tarımsal üretimde ticarileşme
333 1860 yılı tarımda mülkiyet ilişkilerini gösterir istatistik için, Bkz, Troçki, 2000, s: 34
boyutu da öne çıkmaya başlamıştı. 19.yüzyılın başına gelindiğinde ise artık kendi içinde
birlik göstermekten uzak olan toprak sahibi sınıf, serfliğin kaldırılmasını destekleyen ve karşı
duran hizipleşmelere meyletti. Genel olarak hakim toplumsal ilişkilerde bir kaosa yol
açmaktan çekinen ve bu yüzden de uzun süredir gündemde olmasına rağmen bir türlü serfliği
kaldıracak kanunu çıkarmayan devlet, iktidarının temel müşterisi olan aristokratlara fazla
zarar vermeyeceğine hükmettiği bir toprak reformu modelini benimsedi. Ancak, yeni
ekonomik süreçler, iktidarın hesaplarının aksine aristokratların kader bağı kurdukları
otokrasiyle birlikte tasfiyesini getirecek gelişmeleri beraberinde getirdi.
19.yüzyılın ortasında Rus taşrasında devrim yapan serfliğin kaldırılması kanunu, Rus
geleneksel komün örgütlenmesi olan “mir”i taşradaki denetim organı olma işlevi
doğrultusunda yeniden tanımlayarak, faaliyet alanını genişletti. Belirli bir tarım sahasında
yerleşik köylülerin ortak mülkiyetine dayanan bu örgütlenme tarzında, toprak köylü aileler
arasında periyodik olarak taksim edilmekteydi. Mülkiyet hakkından öte işletim hakkına
dayanan bu toprak rejimi, köy hanelerinin ekonomik eylemlerini sürdükleri toprağın
bölünmesi ya da devrini yasaklayan sıkı denetim mekanizmaları içermekteydi. Serflik
kanunu çerçevesinde ağır bir ödeme yükü altına giren eski serfler, sadece mirin ortak
mülkiyetinde bir paya erişmiş oldular. Toprağın kullanım şekli ve devrinde tam bir denetime
sahip olan mir, köylünün özgür hareket kabiliyetini oldukça sınırladı. Serflik kanununda öne
çıkan unsurlardan biri devletin köylüyü birey olarak değil grup olarak tanıyor olmasıydı;
mirin sorumluluk ve nüfuz alanının bu denli genişletilmesi de bu anlayışın bir sonucu
olmuştur. Bu tarz bir mülkiyet ilişkisi, Rus kırsalının en büyük sorunsallarından biri olan
düşük üretkenliği daha da derinleştirdi. Tarımdaki üretkenlik nüfus artışını dengeleyemediği
bu koşullarda bir de ağır vergiler devreye girince kırsal alanda büyük krizler başgösterdi. Rus
toplumsal tarihinin evriminde büyük bir yeri olan kıtlıklar, 19.yüzyılın ikinci yarısında da
kendini göstererek kırsalda önemli stres birikimine neden oldular.
Dünya kapitalist sistemine kapitülasyon rejiminin ortaya çıkardığı aleyhte ilişkiler
zinciri yüzünden, ülkenin yarı sömürge durumuna düşürüleceği bir mekanizma çerçevesinde
eklemlenen Osmanlı İmparatorluğu, sosyo-ekonomik evriminde bu unsurun yarattığı
olumsuz etkilere had safhada maruz kaldı. Kapitalist sistemin ortaya çıkmasının etkilerini ilk
safhada ekonominin parasallaşması çerçevesinde hissedildi. Osmanlı klasik ekonomik düzeni
ile dönemin Avrupa feodalitesi arasındaki keskin farklar, Osmanlı’nın kapitalistleşme
sürecinde bir çok kendine has öğeyi beraberinde getirmiştir. Avrupa’daki aristokrat-serf
kurumlarına dayalı feodal sistemin Bizans İmparatorluğu’nun son dönemlerinde Balkanlar ve
Anadolu’da yaygınlaşıp güçlenmeye başladığı tarihsel safhada, Osmanlı fetihleri bu yönde
gelişime ket vuran bir nitelik arz etmiştir. Ancak Doğu ve Güneydoğu Avrupa’daki
feodalleşme süreci Batı’da olandan daha farklı bir biçimde gerçekleşmiştir. Bu durumun
sebebi söz konusu bölgelerde aşiret yapılarının çözülmesi sonucu ortaya çıkan komünal
ilişkilerin çok daha yaygın ve sürekli oluşlarıdır334. Bunun yanı sıra bu yapılar üzerine inşa
edilen devlet sistemlerinin istikrarlı bir anti-feodal mücadeleye girişmeleri buralardaki sosyoekonomik
süreçleri Batı’dakilerden farklı istikametlere sürüklemiştir. Klasik Osmanlı
kurumsal yapısı, merkeze belirli vergi ödeyen görece bağımsız köylü kitlesine dayanır.
Reaya olarak tabir edilen köylü toplulukları tamamen bağımsız olmayıp, kendilerini
bulundukları toprakta bağlı kılan bir çok sınırlayıcı kanun ve mekanizmaya tabiydiler.
Devletin köylüler arasında yaptığı ayrımcılık temel olarak din temelliydi; Müslüman
olmayanlar, diğerlerine göre iki kat fazla vergi vermeye mecbur edilmişlerdi. Osmanlı
İmparatorluğu’nda pratik ya da kurumsal ölçekte serflik rejimi oluşmamıştır. Ancak reayadan
farklı olarak tamamen ayrı bir hukuki statüye tabi tutulan ortakçı veya kesimci kullar bir çok
noktalarda Batı Avrupa ülkelerindeki serflilerle kıyaslanabilecek durumdaydılar. Bunların
tamamen azat edilmedikçe reaya arasına karışmamaları için bazı önlemler alınmıştır. Diğer
334 Timur, 2000, s: 188
çiftçilerden özenle ayrı tutulan ortakçı kulların durumunun fazlasıyla serflere benzemesi,
reaya sınıfının serflerle aynı haklara ve koşullara sahip köylülerden oluşan bir yarı-köle sınıf
olarak kabul edilmesini imkansız kılar335. Osmanlı klasik sisteminde öne çıkan bir diğer
nitelik de toprağın 60 ile 150 dönüm arası bir genişlikte tutulduğu çift-hane sistemi
çerçevesinde, toprak devrinin de sıkı bir denetime tabi kılınmasıyla büyük toprak sahibi
sınıfların ortaya çıkmasının engellenmeye çalışılmasıydı. Osmanlı devleti merkezi gücünü
arttırdığı dönemde, kuruluş döneminde işbirliği yaptığı köklü Türk beylerinin nüfuzu kırmış
ve bu sınıfı devşirme aristokrasisi ile dengelemeye çalışmıştır. Bu çerçevede devletin aşırı
denetimiyle bu özerk Türk beylerinin bürokratize edilmesi süreci gelişmiştir. Aslında bu
yönde bir süreç, Rusya’daki Çarlık yönetimi tarafından da sürüklenmiştir; merkezi hükümet,
Osmanlı aksine hükümranlık haklarını tanıdığı aristokrat sınıfı, ekonomik olarak devlete
bağımlı kılarak bürokratize etmeye çalışmıştır. Petro döneminde ticari kapitalizmin
gelişmesiyle eşzamanlı olarak ortaya çıkan modern anlamda bürokrasi, aristokrat sınıfın
aleyhine nüfuz sahasını genişletmiştir336.
Osmanlı’nın sınıfları katı bir denetime tabi tutuğu, durağan ve kendine yeterli olma
unsurlarına dayalı klasik sistemi, herşeyden önce güçlü bir merkezi otoritenin varlığını
gerektirmekteydi. 16.yüzyılın ortalarından itibaren merkezi otoritenin bütüncül bir karakter
göstermekten uzaklaşmaya başlaması, taşradaki merkez-kaç güçlere hareket sahası yarattı.
Taşradaki nüfuzlu aileler ve yerel yöneticiler, toplanan vergi üzeirndeki denetim güçleri
sayesinde büyük bir ekonomik nüfuz elde ederek, buralarda feodal nitelikli bir toplumsal
gelişim sürecinin doğmasını sağladılar. Batı Avrupa’daki aristokrat sınıftan oldukça farklı
nitelikli bir toplumsal sınıf olan ayanlar, ekonomik güçlerini ortakçı köylülere ektirdikleri
335 BARKAN, Ö.L., Türkiye’de “Servaj” Var Mıydı?, Türkiye’de Toprak Meselesi (Toplu Eserler I),
İstanbul, Gözlem Yayınları, 1980, s: 723
336 Liebman, 1968, s: 13
toprak mülkiyetlerinden ve vergi toplanması esnasındaki denetleyici konumlarından
alıyorlardı. 18.yüzyılın ortalarından itibaren Avrupa’yla yoğunlaşan ticari ilişkilerden, ayan
sınıfı büyük karlar elde etti. 19.yüzyılın başlarında güçlerinin zirvesine ulaşan ayanlar, II.
Mahmut’a taşrada gelişen ilişkilerin merkez tarafından da tanınmasının yazılı belgesi olan
1807 tarihli Sened-i İttifak’ı imzalattılar. Kanunen tüm iktidarın tek sahibi olan padişahın
yerel güç odaklarının bölgelerindeki daha önce illegal şekilde eyleme geçirilen otoritelerini
tanıması imparatorluk tarihinde eşi benzeri görülmemiş bir durumdu. II. Mahmut, ayanların
bu denli sivrilip devlet içinde devlet yaratır durumuna gelmelerini hazmedemedi ve bu sınıfın
siyasal ve ekonomik hareket alanlarını sınırlayan mekanizmalarla nüfuzlarını kırdı. Osmanlı
Devleti, Müslüman tebaanın başı çekeceği Junker tipi bir kapitalist çiftlikleşme sürecini
Makyavelist yöntemlerle durdurmuştur337. 19.yüzyılın başı itibariyle Osmanlı taşrası, önceki
devirlerden süre gelen geçimlik yapısını genel ölçekte kırabilmiş olmaktan uzaktı.
Osmanlı ve Rus köylü kitlelerinin yaşam koşulları arasında bir karşılaştırma
yapıldığında bir çok farklılık öne çıkar. Öncelikle serflik kurumunun oluşmadığı Osmanlı’da
özellikle klasik dönemde tüm kurumsal yapısıyla bağımsız köylü statüsünü desteklemiştir.
Merkezin kontrol yetisinin zayıflamasıyla ortaya çıkan feodal nitelikli ilişkiler de bu yapıyı
çökertemedi. Tarımsal artı-değer her ne kadar yerel idareci ve organların ellerinde
yoğunlaşmaya başlasa da sömürü oranının artmasına rağmen bağımsız köylülüğün kendine
yeter üretim kalıpları kırılmadı. Avrupa’daki ticari kapitalizmin gelişmesi çerçevesinde
Rusya kıtanın tahıl ambarı durumuna gelirken plantasyon benzeri tarımsal üretim ilişkileri de
özellikle ülkenin güneyindeki verimli topraklarda yaygınlaştı. Serflerin köleliğine dayanan
bu üretim yapısı Osmanlı’da geniş ölçekli geçerliliği bulunan bir olgu değildir. Miri ya da
mevcut arazinin, tarımın ticarileşmesi sonucu plantasyon benzeri çiftliklere dönüşmesi süreci
337 TİMUR, T., Tanzimatçı “Merkeziyetçilik”ten “Jakoben” Cumhuriyete, Sürüden Ayrılanlar (Siyasal İktidar
Dostları ilə paylaş: |